Bir Huzursuzluğun Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u- Berna Moran

1021

“Şiir de roman da hikâye de ancak tekniğiyle beraber doğan eserlerde mevcuttur». Böyle diyor Ahmet Hamdi Tanpınar «Edebiyatımızda Duraklama mı Var?» adlı söyleşide.

Kendisi, gerçekten de, yazdığı her romanın gerektirdiği biçim ve tekniği aramış ve biçim sorunuyla, yazarlarımız arasında az bulunur bir titizlikle uğraşmıştı. Yazarken sanki okuru unutmuş, romanının çözüm bekleyen teknik sorunlarıyla cebelleşen, herşeyden önce kendini tatmin edecek bir sanat yapıtı yaratmak isteyen bir hali vardır. Tanpınar yalnızca estetik yapı peşindedir demek istemiyorum, çünkü ‘tezli’ roman yazmak istemese de ‘meseleleri’ olan bir romancıdır ve aradığı teknik, romanda güdülen amacın, ‘meselesinin’ gerektirdiği tekniktir.

Huzur’da, romanın ‘meselesi’ne en uygun tekniği ve yapıyı arar Tanpınar. Bundan ötürü, Huzur’u doğru değerlendirebilmek için romanın anafikrini ve bu fikri aktarabilmek için geliştirilen tekniği ve yapıyı araştırmak da eleştiriciye düşen bir görev. Huzur’daki anafikri kısaca ortaya koymak istersek, birtakım değerler arasındaki çatışmayı sergilemek ve bu çatışmanın yarattığı bunalımı Mümtaz’ın kişiliğinde dile getirmektir diyebiliriz. Yani, estetik değerlerle sosyo-politik değerlerin, ya da romandaki somutlaşmış şekliyle, Mümtaz’ın kişisel mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması. Sahnelemek istediği bu değerler çatışması romanın anlatım tekniğini de belirler, yapısını da.

Anlatım tekniği ile başlayalım. Tanpınar, hem dünyaya estetik bir tutumla bakmanın ne demek olduğunu, gerçeklerden kopmuş, rüyayı andıran bu duygusal yaklaşımın nasıl yoğun ve değerli bir yaşantı kazandırdığını okura duyurabilmek hem de bu tutumun, insanın topluma olan sorumluluğu ile çatışarak nasıl bir bunalıma yol açtığını gösterebilmek için Mümtaz’ın iç dünyasını bütün zenginlikleri ve çelişkileriyle seyrettirir bize. Mümtaz’ın gözleriyle dünyaya bakmanın yaşantısını okura aktarabilmek ise bir anlatım tekniği sorunu. Huzur’un otobiyografik olduğunu, yazarın romanda daha çok kendi yaşantılarını, kendi aşkını, kendi sorunlarını anlattığını biliyoruz. Bu durumda akla gelen ilk yöntem, birinci kişi ağzından yazmaktır romanı. Ama Tanpınar herhalde romanı kendinden uzaklaştırmak, nesnelleştirmek istemiş ve bu nedenden ötürü üçüncü kişi tekniğini seçmiş.

Ne var ki bu yöntem, Mümtaz’ın açısından dünyaya bakmanın yaşantısını okura aktarmada ister istemez anlatıcı-yazarı araya sokar ve dolaylı bir şekilde, naklen verilmesini zorunlu kılar. Gerçi iç monologlar yolu ile bu sakıncayı bir dereceye kadar gidermek mümkünse de birinci kişi ağzından anlatıldığı zamanki yakınlığı, canlılığı ve gerçekçiliği sağlamak olanağı yoktur. Tanpınar iç monolog tekniğinden başka yer yer bu yollardan da yararlanıyor, ama okuru dış dünyaya, olaylara Mümtaz’ın gözleriyle baktırmak, bunları onun algılayışları, duyuşları, izlenimleri, duyguları ve düşünceleri arasından gösterebilmek için ilginç bir teknik incelik bulmuş. Huzur’da anlatıcı-yazarın kişiliği ile Mümtaz’ın kişiliği hemen hemen özdeş. Maksadım, bilinen bir şeyi tekrarlamak, yani Mümtaz’ın Tanpınar’a benzediğini söylemek değil. Huzur’u Tanpınar’ın yazdığını bilmeseydik de anlatıcı ile Mümtaz’ın özdeşleştiğini söyleyebilirdik, çünkü mesele anlatım tekniği ile ilgili. Şöyle söyleyeyim: romanda, bazen, üçüncü kişi ağzından anlatılanlar aynı zamanda Mümtaz’ın bilincinden geçen şeyler oluyor. Aşağıdaki betimlemeye bakalım örneğin. Yazar, Mümtaz ile Nuran’ın gece Boğaz’da kayıkla gezintilerini anlatıyor:

Dışarıya çıktıkları zaman mehtap epeyce yükselmişti. Fakat ayın etrafında gene kuzahı renklerle perde perde açılan çok hafif bir duman tabakası vardı.

Bu ancak musikide eşi aranabilecek gecelerdendir, Yalnızca orada, onun nizamiyle elde edilebilirdi. (…) Sanki kâinat, Shelley’in dediği gibi akıcı bir ihtişam olmuştu. Yahut zihnin eşiğinde, çok cömerd ve böyle olduğu için henüz son kıvamını bulamamış bir düşünce gibi, her hususiliğini daha cazip yapan bir müphemlik içinde bekliyordu.

Bu ayın peşrevi idi. Sayısız dudaklar onu maddesiz neylerden üflüyorlardı. (…)

(…) Sırçadan, ince ve şeffaf dünya, kendi musikisine, asıl sazları belki çok derinde çalan o acayip dinleyişe kapandı.

Mümtaz ceketini Nuran’ın omuzlarına atarken:

– Ayın Ferahfeza Peşrevi, dedi.

Hakikaten Dedenin Ferahfeza Peşrevinde olduğu gibi, fakat görünmeyen neylerden yaprak yaprak dökülen bir dünyada idiler. Etraflarında her şey ney nağmesi gibi yumuşak, derinden ve erişilmez sırların aynası idi. Sanki çok rahmanî bir düşüncenin, her zaafını yenmiş bir aşkın üst üste kavislerinde dolaşıyorlar, öz halinde bir yığın baharın arasından geçiyorlardı.

Hattâ neredeyse Neşati’nin beytinin dünyasına gireceğiz.

Ettik o kadar ref-i taayün ki Neşati

Ayine-i pür tâb-ü mücellâda nihânız

Yukarıdaki parçada anlatıcı-yazar, Mümtaz ile Nuran’ın kayıkla dolaştıkları geceyi betimliyor; bir ara musiki ile arada benzerlik bulduğu gece için «aynı peşrevi» diyor ve imgeler birbirini kovalıyor. Derken şu cümleleri okuyoruz: «Mümtaz ceketini Nuran’ın omuzlarına atarken, ‘Ayın Ferahfeza Peşrevi, dedi’» O zaman anlıyoruz ki gecenin anlatılan izlenimleri, peşreve benzetilmesi aynı zamanda Mümtaz’a aittir. Sonra yazar yine kendisi betimlemeyi sürdürüyor, ama birden Mümtaz, «Hatta neredeyse Neşatî’nin beytinin dünyasına gireceğiz» diyerek beyti okuyor ve biz de farkediyoruz ki denizi, ay ışığını erişilmez sırların aynası olarak gören, rahmani bir düşünceyle birleştiren gerçekte Mümtaz’dır. «Hatta» diye söze başlaması için bunları Nuran’a da söylemiş olması lazım. Kısacası anlatıcı-yazar Mümtaz’ın bilincinden bakıyor geceye.

Bu tekniğin ilginç başka bir örneğini daha vermek istiyorum, çünkü Türk romanına yeni bir şey getiriyor Tanpınar. Mümtaz ile Nuran Boğaza giden vapurdadırlar; anlatıcı-yazar bize vapur halkını ve etrafa yayılan sessizliği anlatıyor:

Vapur hıncahınçtı. Şehirdeki işlerinden dönen küçük memurlar, gezmelerden, uzak plajlardan gelenler, genç mektepliler, zabitler, ihtiyar hanımlar (…) kendilerini bu akşam saatine teslim etmişe benziyorlardı. (…) Bazan bir kalabalıktan biraz fazla gürültülü bir kahkaha yükseliyor, uzakta, tâ başta, yalı çocukları ağız çalgıları çalıyorlar, tecrübesiz seslerle şarkı söylüyorlar, beraber yolculuk yapmağa alışmış olanlar birbirlerini çağırıyorlardı. Fakat bunlar pek az sürüyordu. Bir nevi bekleyişe benziyen sessizlik yeniden sonsuz yapraklı ağacıyle büyüyor, hepsini örtüyordu.

Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Hirat cildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın oyunlarını gittikçe daha derin şekilde aydınlatan, her ân eritip yeniden kendi fantezisine göre döken güneşteydi. Oradan dal dal etrafa yayılıyordu. Nuran bu aydınlıkta sertleşmiş yüzü, darılmağa hazır gibi duran küçük ve toplu çenesi, kısık gözleri, çantası üzerine kilitlenen elleriyle, bu sükût ağacının bir meyvası olmuştu.

O kadar ki akşamın bahçesinden sarkmış gibisiniz… O söner sönmez, yere düşeceksiniz, sanıyorum, (s. 110-111)

Bu parçada vapur halkını anlatan, etrafı kaplayan sessizliği de bir ağaca ve Nuran’ı «bu sükût ağacının bir meyvası»na benzeten yazarın kendisi. Bildiğimiz çeşitten bir betimleme. Fakat arkasından Mümtaz’ın Nuran’a damdan düşer gibi «O kadar ki akşamın bahçesinden sarkmış gibisiniz» diyebilmesi için, onu sessizlik ağacının meyvasına benzetenin Mümtaz olması gerekiyor. Hem de yalnızca aklından geçirmiş değil Nuran’a da söylemiş. Böylece yukardaki parçaları hem anlatıcı-yazarın betimlemesi gibi okuyoruz, hem Mümtaz’ın bilincinden geçenler olarak, hem de kısmen, Mümtaz’ın Nuran’a söyledikleri olarak. Biri nerde başlıyor öteki nerde bitiyor belli değil. Böylece Tanpınar romanın birinci kişi ağzından, anlatmadığı halde, Mümtaz’ın duygularını, mizacını, kişiliğini, büyük ölçüde, sanki birinci kişi ağzındanmış gibi, bize, dolaysız bir şekilde, canlı olarak sunmayı başarıyor.

Huzur’un yapısı da, anlatım tekniği de, romanın anafikrini verebilmek düşüncesiyle kurulmuş bir yapı. Roman, «İhsan», «Nuran», «Suat» ve «Mümtaz» başlıklarını taşıyan, dört bölümden oluşuyor. Ama bölümlere bu kişilerin adlarının verilmesinin nedeni, bu bölümlerde bu kişiler anlatıldığı için değil, yapıtın kahramanı Mümtaz’ın hayatında oynadıkları rolden ötürü. Daha önemlisi, bu dört bölümden bir müzik yapıtındaki (özellikle belki bir senfonideki) bölümlerin işlevini yüklenmesi. Hiç kuşkusuz Tanpınar Huzur’u bir müzik formuna göre düzenlemeye çalışmış. Bölümlerin her biri belli bir duygunun, bir ruh halinin egemen olduğu «movement»lar gibi kullanılmış. Ukalâca bir kesinlik iddiası gütmeden diyebiliriz ki birinci bölüm sıkıntılı, ikincisi neşeli, üçüncüsü melankolik, dördüncüsü çok sıkıntılı. Bununla da yetinmiyor Tanpınar; göstermeye çalışacağım gibi, büyük bir titizlikle her bir bölümü belli temalar etrafında kuruyor ve birtakım motiflerle destekliyor. Dikkat edilirse birinci bölümde savaş tema’sı ile temsil edilen toplumsal sorun ile ikinci ve üçüncü bölümlerde işlenen estetizm, dördüncü bölümde bir değerler çatışması halinde karşılaştırılıyor. Başka şekilde söylersek, romanın sonunda Mümtaz’ın bunalımına yol açan değerler çatışması romanın yapısına da yansıyor. Huzur’a bütünlük kazandıran biraz da bu temaların ve motiflerin ele almış biçiminin, yapıyı bir müzik formuna yaklaştırması.

Bu söylediklerimin zorlama bir yorum olduğu, Tanpınar’ın aklından geçirmediği şeyleri, yapmadığı hesapları ona yakıştırdığım düşünülebilir. Bu kuşkuyu ben de beslemedim değil, ama sanat anlayışına şöyle bir baktığım zaman bu sorunlara ne kadar bilinçli olarak eğildiğini gördüm. Tanpınar’a göre 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana şiirde, edebiyatta, resim ve heykelde etkili olan müziktir. «Bütün sanatlar musikinin peşindendir ve bir sanatçı olarak Tanpınar’ın kendi de. Yaşar Nabi’ye yazdığı bir mektupta bu konuya değinerek kendi yazış yöntemi hakkında şu önemli açıklamayı yapar: «Fakat hayatımda asıl çalışma devresi, garp musikisini tatmaya başladığım zaman açıldı (…) Kompozisyon için de örneğim musiki olmuştur». 

Huzur bir Ağustos sabahı, İkinci Dünya Savaşı’nın ilanından hemen hemen yirmi dört saat önce başlar ve dördüncü bölümde, yirmi dört saat kadar sonra savaş ilan edilirken biter, ikinci ve üçüncü bölümler bir geriye gönüşle son bir yılı anlatır. Bu arada, birinci ve dördüncü bölümlerde de geriye gidişler vardır.

Birinci bölümde olay denecek bir şey yok gibi. Babası ve anası öldükten sonra Mümtaz’ı yanına alarak büyüten İhsan (amcasının oğlu) zatürriyeden ağır hastadır. Evin içi kedere ve korkuya boğulmuştur. Mümtaz sabahleyin bir hasta bakıcı bulmak için evden çıkar, birkaç adrese uğrar, döner, öğleden sonra da bir dükkânın kirasını almak için Eminönü tarafına gider. Anlatıcı bu arada bir geriye dönüşle bize Mümtaz’ın çocukluğunu, yetişişini anlatırken onun üzerinde derin etkiler bırakan olayları ele almak fırsatını bulur; İhsan, karısı ve çocukları hakkında bilgi verir; İhsan’ın Mümtaz’ın yaşamında oynadığı önemli ve olumlu rolü belirtir. (Biliyoruz ki İhsan birçok yönleriyle Yahya Kemal’dir). Bu geriye gidişleri bir yana bırakırsak, birinci bölümde Tanpınar’ın amacı bizi Mümtaz’ın iç dünyasına sokmak, içinde bulunduğu ruh halini çözümlemek ve bütün bölümü kaplayan, sıkıntılı, kasvetli bir duygu atmosferi yaratmak.

Mümtaz üç nedenden ötürü üzüntü ve sıkıntı içindedir: İhsan’ın hastalığı, Nuran’dan ayrılmış olması ve savaş tehlikesi. Bu üç neden, üç tema halinde Mümtaz’ın sabah ve öğleden sonraki dolaşmaları arasına örülerek istenen duygu atmosferini sağlamak için kullanılır. Sabahleyin Mümtaz evden çıkmadan önce İhsan’ın yanma girmiştir:

Hasta elile müphem bir işaret yaptı.

Mümtaz yatağa eğilerek:

-Daha gazeteleri okumadım. Zannetmem ki korkulacak bir şey olsun… dedi.

Hakikatte harbin patlamak üzere olduğuna emindi, (s. 12-13).

Böylece savaş tehlikesine ve beslenen endişeye kısaca değinilmiş olur. Daha sonra Mümtaz’ın hasta bakıcı bulmak için gittiği adresteki kız, öğreniriz ki henüz hasta bakıcılık kursuna devam etmektedir çünkü savaşa girmemiz olasılığı var: «Harp olursa bir işe yarıyayım diye (…) Ağbeyim askerde … onu düşünerek» (s. 14). Yine aynı tema’nın bir yankısı. Öğleden sonra Mümtaz’ın, Beyazıt’da bir askeri kıtanın geçişi nedeniyle tramvaydan inip yoluna yaya devam ettiğini görürüz. Sahaflardaki kitapçıyla konuşması sırasında yine yaklaşan savaştan, halkın bankalara hücumundan söz edilir. Kirayı almak için gittiği dükkânda tanık olduğu bir telefon konuşması dükkâncının piyasadan kalay topladığını anlatır Mümtaz’a. Böylece savaş teması, gazete haberleri, konuşmalar, sokaklardaki askerî sevkiyat, artan şimendifer düdükleri, karaborsa için işleyen telefonlar halinde yer yer görünür ve kaybolur; arkasında kaygılı bir hava bırakarak.

Mümtaz’ın içinde bulunduğu ruh halini belirleyen İhsan’ın hastalığı ve Nuran sorunları da yine müzik temaları gibi birinci bölümün içinde dolaşırlar. Ve iki yerde anlatıcı bu üçlü anahtarı kendi verir elimize. «Fakat İhsan hasta idi, Nuran, onunla dargındı ve gördüğü gazete manşetleri gergin vaziyetten bahsediyorlardı. Sabahtan beri düşünmemeye, zihninin bir tarafına atmaya çalıştığı şeylerin hücumu altında idi» (s. 17). Yirmi beş sayfa kadar sonra, yine, Mümtaz’ın kafasının üçe bölündüğünü, bir tarafıyla İhsan’ı, bir tarafıyla Nuran’ı, bir tarafıyla da savaşı düşündüğünü söyler. Hele bunlar birleşmeye görsün, «En korkuncu üçünün birden birleşmesi, içinde acayip, muztarip, muzlim terkiplerini kurmasıydı» (s. 42). Neşesiz ve kaygılı olan yalnız Mümtaz değil, «Herkes neşesizdi. Herkes yarını, büyük kıyameti düşünüyordu» (s. 17)

Bu üzüntülü, sıkıntılı havayı Tanpınar, perişan mahalleler, fakir eski evler, yoksul, ezilmiş insanlar, dilenciler gibi ikinci derece motiflerle besler. Mümtaz’ın o gün hasta bakıcı ararken ve dükkâna giderken geçtiği yollar ve çevre bu çeşit öğelerle dokunmuştur. Hasta olan yalnız İhsan mı? Mümtaz’ın etrafında “Hasta Yüzlü” bir yığın insan vardır ve yalnız insanlar değil yollar bile hastadır:

Yol, güneşin altında harap evleri, açık kapıları dışarıya sarkmış cumbaları, çamaşır serili balkonlarıyla harap ve bitmeyecek korkusunu verecek kadar uzun bembeyaz aydınlıkta âdeta derisi soyulmuş gibi uzanıyordu (…) “Hasta bir yol…” diye düşündü; bu manasız bir düşünce idi. Fakat işte zihnine ekilmişti. “Hasta bir yol… bir nevi cüzzama yakalanmış, onun tarafından iki yana sıralanmış evlerin duvarına kadar yer yer soyulan bir yol… (s. 59)

Birinci bölümde sadece Mümtaz’ın karanlık ruh halini anlatmak ve bir sıkıntı ve endişe atmosferi yaratmak için kullanılan bu tema’lar ve motifler, romanın dördüncü bölümünde tekrar ele alındıklarında, göreceğimiz gibi, değerler çatışmasıyla ilgili olarak yeni bir anlam ve işlev yükleneceklerdir. Birinci bölüm, Mümtaz’ın, Eminönü’nde, Nuran’ın arkadaşı iki genç kızdan, Nuran ile eski kocasının barıştıkları haberini alarak son darbeyi yemesiyle kapanır.

«Nuran» başlığını taşıyan ikinci bölümde, bir yıl kadar geriye dönüşle, Mümtaz ile Nuran’ın aşkı anlatılıyor. Bu bölüm, son sayfalar dışında, birincinin tersine neşe ve mutluluk duygusu ile dolu. Birincideki gibi, burada da, Mümtaz’ın ruh haliyle ilgili üç tema var: aşk, doğa ve sanat. Bu üçü birbirine sıkıca örülmüştür, çünkü aşk, Mümtaz için, doğa ve sanat karşısındaki yaşantılarla birleşen, daha doğrusu onları kat kat artıran bir şeydir.

Yaşamın anlamı, amacı nedir? Sanat ve aşkın yaşamda yeri nedir? gibi sorular hakkında Mümtaz’ın ne düşündüğü bu sayfalarda çıkar ortaya. Mümtaz için amaç sanatkârca yaşamaktır. Herkes dahi değildir, bir Fatih ya da Descartes olamaz, ama büyük işler yapmadan, büyük yapıtlar vermeden de insan iç dünyasında yoğun yaşayabilir. «Kesif yaşasınlar yeter» der Nuran’a. «Herkes bir şey yapmaya mecbur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden, iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Yani sanatı seviyorum» (s. 119). İşte Mümtaz’ın o günlerdeki felsefesi: insan çeşitli alanlardaki güzeli kavrayarak yoğun bir duygu hayatı yaşamalı.

Güzel ve cazip bir kadın olan Nuran, aynı zamanda, çocukluğundan beri eski musikimizle büyümüş, halk müziği ve oyunlarını da bilen, Boğaz’da sadece oturmamış, onu yaşamış, güzel şeyleri bilerek tadan bir kadındır. Mümtaz ile Nuran’ı birbirlerine bağlayan, aşklarının bedensel yönünden çok Boğaz, müzik, sanat gibi konularda aynı duyguları paylaşmaları. Onun için Mümtaz’ın, ara sıra, «birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?» diye düşündüğü olur, ikisi o yaz Boğaz’da gezer, ay ışığında kayıkla dolaşırlar; İstanbul semtlerini, eski camileri gezerler, müzik dinler, şarkı söylerler. Doğanın, sanatın, aşkın güzelliklerini tadarak geçirilmiş bir yazdır bu.

Berna Moran
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz