Bir Anının Ardından | Titanik’in Fısıldadıkları – Mehmet Aksoy

76

I. Dünya Savaşı, 19. yüzyıl uygarlık ideallerinin çöküşünü yaratan gerçek hareket idiyse, Titanik faciası da bu hareketin romantik simgesi sayılabilir ve Batı dünyasının toplumsal bilinç-altına bu biçimde yer etmiştir. Onun bir deniz kazası olarak basit gerçeğini aşan toplumsal anlamı ve dramatik etkisi burada aranmalıdır.Hem romantik simge, hem de gerçek hareket, çağının anlayışlarının damgasını taşır. İlkinde, uygarlığın simgesi bir kazaya kurban gider. İkincisinde, uygarlık, kazadan farksız bir suikast ile kendi yıkımına doğru ilerler. İlkinde, batmayacak diye, gemiye yeterince kurtarma filikası konmaz. İkincisinde, cephelerde milyonlar, aptalca planlama hataları nedeniyle can verir. İlki, doğanın, kibirli beyaz adamın suratına indirdiği acı  yumruğu gibidir. İkincisi evrensel olmayan, eksik bir uygarlık anlayışının insanlığın boynuna doladığı ilmek gibidir.

Titanik’in Fısıldadıkları

Batı kültürünün ayırt edici özelliklerinden birisidir, önemli ya da önemsiz olsun, ama yeter ki üzerinden yüzyıl geçmiş olsun, her olay ya da kişi anılmaya değer olarak görülür. Titanik faciası da yüzüncü yılında Kuzey Atlantik’in her iki kıyısında birden anılıyor. Ancak, hakkında yazılmış kitaplar, çevirilmiş filimler ve anma törenlerine verilen önem, bu anının, Batı dünyası için bizim anladığımızdan öte bir önemi olduğunu gösteriyor. Öyle ya Titanik faciası bizim için, en fazlasından, bir filmin imgelerinden ve ölmüş 1500 küsur kişinin, şöyle böyle hayal edebileceğimiz kişisel trajedilerinden ibaret bir deniz kazası olmanın ötesine geçmiyor. Belki bizim doğrudan tarih hatıramızda olmadığından bize abartılıyor gibi gelebilir. Ancak, facialar ve kişisel trajedilerin topluca yaşanması bakımından kayda değer birikim sahibi Batı tarihi için bile Titanik, kendi gerçekliğini aşan abartılı bir anlam taşıyor gibi geliyor insana. Amacım bu trajediyi küçümsemek değil. Daha çok bu facia karşısındaki davranışı yoluyla Batıyı ve onun aracılığı ile Dünyayı daha tutarlı şekilde anlamlandırabilmek.
Batı kültürü için Titanik ne sadece bir deniz kazası, hatta ne de eşsiz ve az bulunur kişisel trajedilerin gözler önüne serilmesidir. O bunlardan daha önemli bir şeydir. Titanik daha inşa edilirken bile, Batı uygarlığının bir özeti, bir imgesi gibi görülmüştü. Kimilerinin bilinçle ortaya koyduğu ama kimilerinin de sezgileriyle duyumsadığı bu toplumsallaşmış yargı, bugünden bakıldığında bile haklı görülebilir. Titanik, o günkü bilim ve tekniğin son sınırlarında inşa edilmişti. Hızlı, manevra yeteneği yüksek, teknik olarak kendisinden önceki örnekleri kesinlikle aşan bir gemiydi. Bir yolcu gemisiydi. Ancak savaş gemileriyle bile yarışabilecek kadar dayanıklı ve güçlüydü. 16 ayrı su geçirmez bölmeden oluşuyordu. Öyle ki birkaç parçaya ayrılsa bile batmayacak şekilde tasarlanmıştı. Bu haliyle insanlığın doğa üzerindeki kesin zaferini temsil ediyor gibiydi. Zenginliğin, lüksün, aristokratik inceliklerin ve kaba saba burjuva gösterişinin devasa sergi alanıydı. Bel Epok’un bir ürünü olarak onun kendinden emin rahatlığını yansıtıyordu. O sadece Batının zenginlik ve yenilmezliğinin değil kendisine güveninin sembolüydü. O Viktorya Çağı anlayışının, o zamanların “saygın” ideallerinin imbikten geçirilmiş cisimleşmesiydi.
Ama o sadece aklı ve ruhuyla değil, eti, kanı ve bedeniyle de kendi çağının mikro-evreniydi. Her sınıf ve kültürden insanı taşıyordu.
Ancak talihe bakın ki o,, herkesin az yada çok paylaştığı, insanlığın, belli başlı bütün sorunlarını çözmeye, çözümün önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmaya yazgılı olduğunu düşündüğü yenilmez bir çağın, kendisinde mikro bir evren olarak kristalize ettiği bir çağın, sadece belirtisi ve imgesi değil, aynı zamanda bu çağın sonsözünün ilk perdesi oldu. Bu sonsöz olma durumudur ki, Titanik’in imgesini bireysel trajedilerle birleştirerek, aşınmış ve yitirilmiş bir çağın sonraki nesiller için de özlenen bir simgesi haline getirdi.
Belki olayın üzerinden geçen ilk yıllarda bu kadar toplumsal bir anlamı yoktu. Daha çok bireysel acıları yansıtan büyük bir deniz kazasıydı. Ama tarihin akışı onun tam da ortak bilinçteki çelişkili niteliği gözler önüne seren özelliğini pekiştirdi. 28 Haziran 1914 ile başlayıp devam eden olaylar dizisi, Batı uygarlığının kendisi hakkında beslediği kuruntuların epeycesinin kan ve pislik içinde yitmesine yol açan toplumsal ve kültürel sarsıntılar yaratmıştı. I. Dünya Savaşı, çağdaş tarihi, öncesi ile sonrasını kesin çizgilerle belirleyebileceğimiz bir biçimde ikiye ayıran bir eşik oluşturdu. Böylece Batı uygarlığı, eşiğin beri yanında, on yıllarca sürecek, savaş, istila, sefalet, katliam, soykırım, açlık, işkence, güvensizlik gibi her türden yoldan çıkmış insani yozlaşma örnekleriyle çalkalandı durdu.
Kimileri, bütün bunların insanlığa yabancı olmayan, dolayısıyla ortaya yeni bir şey koymayan olgular olduğunu düşünebilir. Bir bakıma haklıdırlar da. Ama zaten burada önemli olan, bu küflenmiş musibetlerin, saklanmış oldukları kuytulardan tekrar yayılmalarıdır. Oysa ki, I. Dünya Savaşını önceleyen koca bir asır boyunca Batı uygarlığı neredeyse kesintisiz biçimde gelişmiş ve esasta kendi ilerleme idealinin dışına taşmamıştı. Öyle ki, “İnsanlık Değerleri” diye kavramlaştırdığımız pek çok öğe o zamanlar netleşmiş ve bugün bizi şaşırtacak ölçülerde içselleştirilip uygulanmıştı. O çağın insanları için tam da bu nedenle her sorun çözülebilir ve her kusur düzeltilebilir görünüyordu.
Bizlerin bugünden bakınca bir zamanlar Batı Dünyası için uygarlık idealinin bu biçimde olduğunu görmemizi engelleyen iki gözlem söz konusu olabilir. Bunlardan Birincisi, Batılıların geri kalan Dünyayı soyup sömürme ve katliamdan geçirmede gösterdikleri üstün yetenek; ikincisi ise, kendi “aşağı sınıflar”ını da bu uygulamadan esirgememiş olmasıdır. İlk gözlem bize, gerçekte Batının kendi insan ve insanlık kavramlarının, belirli bir coğrafya ve belirli bir yaşam tarzını sürdürebilen bireyleri kapsayan, evrensel olmayan, sınırlı bir anlayış olduğunu belirtir. Ama yine de bu değerlerin, bu sınırlı evren için geçersiz olduğunu tanıtlamaz. Öte yandan alt-sınıflardan esirgenmeyen gaddarlık bile, giderek uysallaştırılan ve tarihsel eşiğe yaklaşıldıkça, toplumsal muhalefetin önderleri tarafından bile demokratik ve kitlesel siyaset yoluyla aşılabilir sayılmıştır. Kısacası, bu iki gözlem, dönemin uygarlık anlayışının sınırlı olduğunu gösterebilir, yoksa bir yalan olduğunu değil.
Ama gene de, ortadan kalkmaya yüz tutmuş gibi görünen her çeşitten insani facialar, güvenli bir biçimde tam yol ilerlemekte olan uygarlık gemisinin karşısına, I. Dünya Savaşı ile beraber, dev bir buzdağı gibi yeniden dikilivermişti. İnsanlık ideallerinin büyük kısmı da, tıpkı Titanik’in yolcu ve mürettebatının çoğu gibi tarihin karanlık sularına gömülüp gitti.
Bu anlamda I. Dünya Savaşı, 19. yüzyıl uygarlık ideallerinin çöküşünü yaratan gerçek hareket idiyse, Titanik faciası da bu hareketin romantik simgesi sayılabilir ve Batı dünyasının toplumsal bilinç-altına bu biçimde yer etmiştir. Onun bir deniz kazası olarak basit gerçeğini aşan toplumsal anlamı ve dramatik etkisi burada aranmalıdır.
Hem romantik simge, hem de gerçek hareket, çağının anlayışlarının damgasını taşır. İlkinde, uygarlığın simgesi bir kazaya kurban gider. İkincisinde, uygarlık, kazadan farksız bir suikast ile kendi yıkımına doğru ilerler. İlkinde, batmayacak diye, gemiye yeterince kurtarma filikası konmaz. İkincisinde, cephelerde milyonlar, aptalca planlama hataları nedeniyle can verir. İlki, doğanın, kibirli beyaz adamın suratına indirdiği acı yumruğu gibidir. İkincisi evrensel olmayan, eksik bir uygarlık anlayışının insanlığın boynuna doladığı ilmek gibidir. İlkinde insan ürettiği ama durduramadığı üstün güçlerle gider bir buzdağına çarpar. İkincisinde insanlar kendi aralarında bölünür ve ürettikleri üstün imha araçlarını kullanarak birbirleriyle çarpışırlar.
Sözü fazla uzatmaya gerek yok. İnsanlığın kendi çabasıyla kendi kurtuluşuna değil ama kendi felaketine doğru ilerleyeceği sanısı, önce Titanik faciası ile güçlü bir şüphe biçiminde belirmiş, sonraları Dünya Savaşı ile gelişen Felaket Çağı boyunca kötümser bir önyargı olarak kemikleşmiştir. O zamandan beri insanlığın ya bir nükleer felaket ile ya insan icadı salgın hastalıklar ile, ya nüfus patlamasından ya da en sonu iklim değişikliği belası ile son bulacağı, ama hepsinde buna insanın kendisinin sebep olacağı kesin bir yargı olarak öne sürülegelmiştir. Ama insan eyleminin insanı ortadan kaldırmak zorunda kaldığı bir toplum yapısının nasıl olup da varlığını hala koruduğu da dikkate alınmış olmalıydı. Her neyse. Aslında görüldüğü gibi bu kötümserlik, olayların gidişine bağlı tarihsel bir sonuçtur. Ama bir takım olaylara görünüşte bağlı olması, onların doğasını ve gidişini doğru yansıttığı anlamına hiç de gelmez. Bu kötümserliğin nedeni, olayların doğasından çok, insanlığın sıkıntılı bir dönemde ferah fikirler üretemeyeceği gerçeğine daha çok dayanıyor olsa gerek. Size gösterilen yerlere değil ama tüm resme bakmayı bilirseniz, insanlığın felaketine değil de kurtuluşuna giden yolu da görebilirsiniz.
Bugün Titanikten çok daha büyük ve hızlı gemiler, çok daha çetin şartlarda cirit atıyor!

Görsel: New York Herald’in Titanic felaketi ile ilgili ön sayfası

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz