“… O toplum ki, kendini asıl yaşatan çiftçinin, kömürcünün, zanaatçının, arabacının, işçinin dertleriyle kaygılanmaz, hiç birine acımaz. O toplum ki, insafsız bencilliği içinde, daha fazla iş, daha fazla çıkar sağlamak için, emekçi insanların gençlik gücünü kıyasıya harcarlar…”Thomas Moore (ütopya) |
Bu sav, 1516’da yayınlanan ve yazarının kafasının kesilmesiyle sonuçlanan; ama tam 400 yıldır bitmeyen “bir başka dünya” özleminin açıklandığı “Ütopya” adlı kitaptan alınmıştır. 1478’de Londra’da doğmuş olan Thomas Moore, son derece iyi bir eğitim aldıktan sonra, 1518’de Kraliyet Gizli Konsey üyeliğine, oradan da 1523’te Parlamento sözcülüğüne kadar yükselmiş, katolik bir din adamıdır. Kral 8. Henry’nin yönettiği İngiltere, Avrupa’da patlayan Rönesans hareketinden uzak kalamamış, yüz senelerdir süregelen din baskısının yerini akla bırakmasından ve bilimsel gelişmenin ışığından çok etkilenmiştir. Ancak henüz hareket halindeki bu dev atılım, kilisenin etkisini azaltmakla birlikte varlığının gücünü yadsıyacak kadar da gelişememiştir.
Kilise hala son derece etkili olmakla beraber akla ve düşünceye dayalı fikirler, delik bir kaba sıkıştırılan hamur gibi deliklerden dışarıya fışkırmaya başlamıştır. Aynı çağın sonuna doğru Galileo Galile, engizisyon tehdidini usta bir söylevle savarken; düşünceyi keşfeden ve onurlu bir mücadelenin ardından hayatını veren onlarca kişi tarihe ışık tutmuşlardır. Giordano Bruno gibi. Hem bir din adamı olan Bruno hem de bir pozitivisttir. Bilim dayanaklı düşünce sistemine ve birey yaratıcılığına inanmaktadır. Yüzyıllar önce özgür ve çağdaş inançları uğruna idam edilen Sokrates gibi. Gerçi Sokrates deyim uygunsa “düşünce özgürlüğü” için ve varolan kanunlara saygı adına, biraz da düşündüğünü uygulamak adına baldıran zehrini içerek idam-intihara gitmiştir.
“… Zenginler, her gün yoksulların gündeliklerini kıstıkça kısarlar. Bunun için yalnız hilelere başvurmakla kalmaz, yasalar da çıkarırlar. Devletin en yararlı insanlarına karşı böyle davranmak apaçık bir adaletsizliktir diyeceksiniz ama zenginler bu canavarlığı yasalar yoluyla bir adalet kılığına bürümüşlerdir…”Sokrates |
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Sokrates’le Moore’un kaderi birtakım benzerlikler gösterir. Sokrates yaşam felsefesine duyduğu sarsılmaz inançla ölümünü içerken tahta bir kaptaki zehirden, Moore, yine özgürlüğe ama bu kez düşünceden çok vicdan özgürlüğüne duyduğu bağlılıktan ve kralın kiliseden üstün olduğunu ilan eden kanunu tanımadığından başını bırakmıştır bir ağaç kütüğüne. Keskin bir balta elli yedi yaşındaki düşünceleri gövdesinden ayırmıştır. Sokrates tartışmasız bir erdemin sembolü olurken Moore, hakkında yazılanların çeşitliliği yüzünden tam bir “ilerici-gericidir”. Bunun tuhaf bir tanımlama olduğunu biliyorum. Ama öyle…
1516’da yazılan ve yayınlanan ütopya, ilk bölümünde feodalitenin erken kapitalizme dönüştüğü, özünde mevcut İngiltere siyasasının sert bir eleştirisiyken, ikinci bölümde sınıfsız bir toplum düşünün bütün ayrıntısıyla sunulduğu tam bir “Düşdevlet” kitabıdır. Oysaki Moore, bu kitabı yazdığında otuz sekiz yaşındadır ve iki yıl sonra başlayacak devletin üst katlarındaki yönetim, yargı ve etkin politika hayatına hazırlanmaktadır. Kitap, 1535’te yargılanıp Moore’un ölümüne sebebiyet vermezden sadece üç yıl önce Moore, 1532’de Lordlar Kamarası Başkanlığı yapmaktaydı. Şimdi özetleyelim. Thomas Moore, sınıfsız bir toplum düşü olan kitabını yazdıktan sonra tamı tamına on dokuz yıl, devletin içinde yargı noktasında bulunmuş olduğu halde, hiçbir şey olmamış gibi siyasi yaşamını sürdürmüştür. Ancak daha sonra Kral 8. Henry ile girdiği, Kral-Kilise üstünlüğü savaşında kilise üstünlüğünü yani vicdanı savunacak ve başı kesilecektir… Ben bu hikayeden hiçbir şey anlamadım. Bakalım bu bilinmez, tarihte kaç kişinin huzurunu bozmuş. 18. yüzyılda Horace Wlopole: “Moore, anlamsız inancı yüzünden insanlara eziyet ederdi” derken, mektuplaştığı ünlü dostu “Deliliğe Övgü”nün yazarı Erasmus, Moore’u savunmuş ve: “…yöneticiliğinde kimse yakılmamış, kimse işkence görmemiş hatta Katolikler başka bir mahkemede yargılanmışlardır.”diyecekti. Bildiğimiz bazı gerçekler tam bir yargıya gitmemize yardımcı olmaktan uzaktır. Örneğin, dinle ilgili yazılarında Protestanlara, “domuzlar”, “cehennem köpekleri”, “şeytana yanaşmak için maymunluk yapanlar” diyen Moore için, fanatik, bağnaz bir katolik denebileceği halde, onun ilk biyografisinin yazarı olan Nicholas Harpsfield’in tanımı bizi hayrete düşürecek kadar ilginçtir: “Yeni ve asil Hristiyan Sokratesimiz”. Düşünsel platformda yol almış bir düşünce adamına atıf yapmak, ona benzetilmek, sadece din adamı kimliğini aşmak değil midir?
Rönesans, aydınlık ışığını daha uzaklara taşıdıkça, Thomas Moore’un katolik kilisesinin her şeyin üstünde olduğu inancı da, onu sonuna biraz daha yaklaştırıyordu. Her ne kadar sadece Ütopya’sı bilinmekle beraber, hümanist bir filozof kabul edilen bu çelişkilerle dolu din adamının, 1510’da yazdığı “Mirandolalı Pico”nun yaşam öyküsü de bir yanı hümanist diğer yanı din olan bir adamın üzerinden yaşam görüşünün arada kalmışlığına iyi bir örnek sayılabilir.
Thomas Moore, bugün hem felsefecilerin hem de katoliklerin paylaşamadığı, tarihte eşine az rastlanır bir noktada duruyor. 1516’da evliliğin mutlakiyetine inanan ve toplumsal işbirliğini savunan Moore, antik düşüncenin aksine basit vatandaşların yaşam şartlarına da değinmiştir Ütopya’sında. Devletle düştüğü çelişki en çok aile kurumuna bakışında kendini hissettirir. Ancak ölümüne bir din misyonuna kendini adamış bu adamın sonu, gerçekten düşünceleriyle hala tartışmalarda polemik yaratan fikirleri gibi hazin olmuştur.
1535… Londra. Kral 8. Henry bir kanun tasarısının parlamentodan geçmesini beklemektedir. Bu tasarı, kralı İngiliz kilisesinin başı ilan eden bir kanunu içermektedir. Din egemenliği henüz etkinliğini kaybetmemiş olmasıyla bir tehdittir. Tehdidin adı; Papa’nın katolik kilisesi üzerindeki yetkisinin sarsılacağını düşünen ve bunun için kesin bir tavırla hayır diyen Thomas Moore’dur. Hiçbir anlaşma olanağı olmayan bu konu birinin canını alarak çözüme kavuşturulur. Kim bilir daha önce kaç kişinin kafasının uçurulduğu kurumuş kanların damarlarına sızıp rengini değiştirdiği kalın kütüğe yatırılır iki yıl öncesinin Lordlar Kamarası Başkanı’nın kafası. Kızı dahil, idamı seyre gelen diğer Londralılara kralın bir mesajı okunur. Özetle, Moore’un; dine yenilik getirenlere karşı acımasız olduğu bildirilir. Yani Moore, bağnazlıkla suçlanır. Ve idamın halkta bir isyana dönüşmesinin önü kesilir, Thomas Moore’un kafası kesilmezden önce… Ancak bu kadar sıradan, bu kadar özelliksiz olmaz ölümünün ardından gelişen olaylar. Bir rivayete göre Thomas Moore’un kafası bir mızrağa geçirilip Londra Köprüsü’nün girişine asılır. Kral, bir Rönesans-Ortaçağ savaşının, kanlı finali olduğunu ilan eder bu olayın. Ve bunun sürmesi için “kesik kafa yere indirilmeyecek” diye bir buyruk çıkarır. İndirenlerin de kafasının kesileceğini duyurur. Günler birbirini kovalar. Londralılar köprüden her geçişlerinde çürüyen kafaya bakarlar ürkerek. Bir sabah artık iyice iğrençleşen kafanın mızrağın ucunda olmadığını görürler. Bir kuşun marifetiyle nehire düştüğü sanılır. Ortaçağ nehire düşmüştür… Oysa kafa (yani artık kafatası olmuş Thomas Moore’un kafası) yıllar sonra kızının odasında bir kutuda bulunur.
Bir heykeli yapılırken – Utopia Kitabının Orjinal Kapağı
Roman tarzında yazdığı “Utopia” adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğrasarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir.
Bu rivayetin doğruluğunu bilmem ama bildiğim şu ki; Protestanları ya da daha doğrusu Katolik olmayan diğer bütün din adamlarını ağza alınmayacak küfürlerle uğurlayan Thomas Moore’un, başsız bir gövde olarak toprağa gömülen ölüsünün üstünde, gelene geçene tuhaf öyküler hatırlatan mezar taşında aynen şöyle yazıyor: Hırsızların, katillerin ve kafirlerin düşmanı…
Aklıma hep şu takılıp durdu Ütopya’yı okurken: Hırsızlar, katiller ve kafirler, Ütopya’da: “…ilk sağlamak istedikleri, kimi az kimi çok haksızlıklarla elde edilmiş bir serveti dünya durdukça dokunulmaz bir mülk haline getirmek; ikincisi de, yoksulların açlığından, bedenlerinden yararlanmak ve onları yok pahasına çalıştırmaktır… Soylu denen kimselere, altınlar elmaslar içinde yaşayanlara, aylaklara ya da süsten geçinenlere, bu boş keyifleri körükleyip beslemekten başka işleri olmayan bu insanlara bu kadar bol keseden varlık dağıtan bir toplum haksız ve nankör bir toplum değil midir?… İşte, zenginlerin devlet adına ve dolayısıyla yoksullar adına başvurdukları bu dolaplar birer yasa olmuştur.” dediği birileri mi acaba? Öyle olmasa belki de ölümünden tam 400 yıl sonra 1935’te Katolik kilisesi “şehitlik” seviyesine taşımazdı Thomas Moore’u. Ve basılması ve okunması bilinçli olarak engellenen bu adama felsefecilerin sahip çıkması açıklanamazdı, kim bilir?
Hayrettin Filiz