İspanyol devletinin, Bask paramiliter örgütü ETA’nın (Euskadi Ta Askatasuna, yani “Bask Anavatanı ve Özgürlüğü”) siyasi amaçlı şiddet eylemleriyle başa çıkmadaki deneyimleri, ayrılıkçı çatışmaların otoriter bağlamlarla demokrasiye geçiş ve yerleşik demokrasi bağlamlarında sürekli değişen dinamiklerini anlamak isteyenler için birtakım dersler içermektedir.
ETA, 1960’lı yıllarda, otoriter Franco döneminin sonlarında doğdu. Şiddet eylemleri 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında demokrasiye geçiş ve kendi kendini yöneten özerk bölgesel yapıların kuruluş döneminde doruğa çıktı. ETA’nın bağımsızlık için şiddet yoluyla mücadele yaklaşımı -paramiliter etkinliği giderek azalmakla birlikte- ademi merkeziyetçiliğin ilerleme sürecini ve hem kendi bölgesinde hem de ülke genelinde demokrasinin kalitesini biçimlendirmeye yetecek derecede, günümüzde de devam etmektedir.
Kısaca, İspanyol devletinin otoriter dönemde ve bir dereceye kadar da demokrasinin erken dönemlerinde başından geçenler, baskı taktiklerine çok fazla bel bağlamanın tehlikelerini ve özellikle bunların geri tepme ve ayrılıkçılık davasına duyulan sempatinin tırmanmasına neden olma potansiyelini ortaya koymaktadır. Ayrıca, İspanyol devletinin demokrasiye geçiş döneminde yaşadıkları, kültürel çoğulculuğu tanımak ve bölgesel özerklik vermek gibi “uzlaşmacı” taktiklerin vaat ettiği iyilikleri ve tehlikeleri de göstermektedir. Ve nihayet, İspanyol devletinin yerleşik demokrasi dönemindeki deneyimleri, şiddet olgusunun kökünü tamamen kazımanı n ve uzlaşma ile baskı arasında, adil olması bir yana, uygulanması kabil bir denge kurmanın ne kadar zor olduğunu da gözler önüne sermektedir.
Siyasi nedenlerden kaynaklanan şiddet ve ayrılıkçı çatışmalar, “devlet olma durumu”nun tam özüne karşı doğrudan tehditler oluşturur. Yukarıda sözü edilen derslerin tümü, toprak bütünlüğünü güvenceye alırken meşru şiddette tekeli garantilemeyi hedefleyen devlet merkezli bir bakış açısıyla çerçevelendirilmiştir. Demokratik rejime geçiş ve bu rejimin oturtulması, ancak devlete yönelik bu doğrudan tehditlerin dinamiği üzerinde nedensel bir etki yarattıkları sürece önem taşırlar. Bu nedensel etki büyük ölçüde iki faktörün sonucudur. Bunlardan birincisi, literatürde sıklıkla demokratik siyasi rejimlerin ayrılmaz bir unsuru olarak kabul edilen, yurttaşlı k hakları için yasal korumanın kurumsallaştırılmasının ve buna paralel olarak güvenlik güçlerinin zor kullanma uygulamalarının sınırlanmasının devletin başvurabileceği baskı taktiklerine açık sınırlar getirmesi; ikincisi ise, demokratik siyasi rejimlerin bir diğer ayrılmaz unsuru olarak kabul edilen hükümetin hesap verme yükümlülüğünü hayata geçirecek mekanizmaların kurumsallaştırılmasının prensip olarak uzlaşmayı kolaylaştırmasıdır.
İspanya deneyimi, bir siyasi rejimin demokratikleşmesinde devletin başvurabileceği taktiklerin dengesinin, baskıyı tek çare olarak görmekten vazgeçip, ayrılıkçı taleplerle biraz daha fazla uzlaşmayı sağlayacak şekilde yeniden kurulmasının gerektiği yolundaki genel iddiayı büyük ölçüde desteklemektedir. Başka bir deyişle, İspanya deneyimi, bir siyasi rejimin demokratikleşmesinin, devletin kendi iradesine riayet sağlamada güç kullanımı ile rıza arasındaki dengede bir kaydırmayı gerektirdiği yolundaki genel iddiayı desteklemektedir. Denge bu şekilde değiştirilince, ETA’nın bir paramiliter örgüt olarak sahip olduğu etkinliğin içi zaman içinde tedricen boşalmış, fakat bağımsızlık peşindeki ayrılıkçı hareketin gücü azalmayıp bazı hallerde daha bile artmıştır.
Franco Rejiminden Demokrasiye Geçiş Dönemine
Franco rejiminin, ETA’nın şiddet eylemlerinin ilk dalgasına tepki olarak Bask halkına karşı ayrım gözetmeden uyguladığı baskı politikalarının fayda sağlamadığına kuşku yoktur. Franco yönetiminin yetkilileri, ayrım gözetmeden uyguladıkları bu tür baskı taktikleriyle, örgütün kökünü niyetlendikleri gibi kazımak yerine, bir yandan ayrılıkçılık davasının çekirdeğini oluşturan kesimin inancını daha da güçlendirirken bir yandan da sadece Bask nüfusunun geniş kesimleri arası nda değil, aynı zamanda İspanya’nın dörtbir tarafındaki demokratik muhalefet nezdinde ve uluslararası “kamuoyu”nda da örgüte daha fazla sempati duyulmasına neden oldular. Bu anlamda, başlangıçta “Küba, Cezayir ve çeşitli Üçüncü Dünya ülkelerindeki… ulusal kurtuluş mücadeleleri başta olmak üzere, o onyılda Batı dünyasını saran genel siyasi radikalleşme havasından yoğun biçimde etkilenmiş” bir örgüt olan ETA, hem 1960’lı yılların bir ürünü hem de Franco baskısının pek hesapta olmayan talihsiz ve uzun ömürlü bir mirası sayılabilir.1 İspanya’da otoriter bir rejimden demokratik bir siyasi rejime geçişe eşlik eden uzlaşma yönelişi, başlarda ETA’nın paramiliter etkinliğinde herhangi bir zayışamaya yol açmadı. Aksine, geçiş döneminin kritik yıllarında örgüt, İspanyol devletine saldırılarını yoğunlaştırmak için yeni olu-şan yurttaşlık haklarına saygı atmosferinden yararlanmayı becerdi. Nitekim, örgütün gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinin boyutları “Anayasanın kabul edildiği, ikinci serbest seçimlerin yapıldığı, Baskların özerkliğinin ılımlı Bask politikacıları tarafından müzakere edildiği ve Bask bölgesel parlamentosu için ilk serbest seçimlerin yapıldığı 1978-1980 yılları arasında doruğa çıktı.”
1960 ile Franco’nun öldüğü yıl olan 1975 arasında, ETA yaklaşık 43 kişinin ölümünden sorumlu iken, sadece yeni demokratik anayasasının müzakere edildiği ve sonunda kabul edildiği yıl olan 1978 yılında bu sayı 65’e fırlamış, Bask Özerklik Yasası’nın kabul edildiği bir sonraki yılda ETA’nın sebep olduğu ölümlerin sayısı daha da artarak 78’e çıkmış ve yeni kendi kendini yönetim kurumlarının sandalyeleri için ilk bölgesel seçimlerin yapıldığı bir sonraki yılda ise 96 ile zirveye ulaşmıştır.
Şiddetin bu ilk zirvesinin, sadece yurttaş özgürlüklerine saygı ortamının getirdiği yeni fırsatları n (ya da “nihayet rahat bir nefes alabilme hali”nin) bir ürünü mü, yoksa örgütün demokratikleşme sürecinin istikrarını bozmak için kasten uyguladığı bir strateji mi olduğu bilim insanları nın ve uzmanların arasında tartışma konusudur. Ancak tartışılamayacak bir şey varsa, o da ETA’nın saldırılarının, hedeşeri ne olursa olsun, içerdiği şiddetin derecesinin giderek artması nın, istikrarı zaten pamuk ipliğine bağlı bir durumu daha da istikrarsız hale getirdiğidir.
Franco’nun ölümünden sonraki ilk serbest seçimler, Madrid’deki Congreso de Diputados’ta bölgeyi temsil edecek milletvekillerinin belirlenmesi için 1977 yılının Haziran ayında yapıldı.
Bask ülkesinde ortanın sağında, “ılımlı” milliyetçi ve tarihi bir oluşum olan Partido Nacionalista Vasco (PNV) oyların %29,4’ünü alarak seçimlerden bölgenin en büyük siyasi gücü olarak çıkarken, devlet çapında bir parti olan Partido Socialista Obrero Español (PSOE) %26,6 oy oranıyla onu çok yakından takip etti. Seçimlerden üç yıl önce, Madrid’deki Cafetería Rolando’nun ayrım gözetmeksizin bombalanması sonucunda sivil halktan 12 kişinin öldüğü, her zamankinden daha fazla vahşet içeren bir eylemin ardından ETA’nın içinde baş gösteren görüş ayrılıkları yüzünden bu paramiliter örgüt ETA (político-militar) ve ETA (militar) olmak üzere iki fraksiyona bölünmüştü. İlk seçimden önceki aylarda, bu fraksiyonlardan ETA (p-m), EE (Euskadiko Ezkerra, yani “Bask Solu”) adıyla bir seçim koalisyonu kurmaya karar verdi; diğer fraksiyon ise seçimlere parti olarak katılmak istemedi. EE seçimde pek başarı gösteremedi;aldığı oyların oranı %6,1’de kaldı.
İki yıl sonra, ikinci serbest seçimlerde, bölgedeki çeşitli siyasi güçlerin arkasında ne kadar halk desteği olduğu konusunda hâlâ devam eden kuşkular da dağıldı. Bu seçimde ETA (m)’nin desteklediği Herri Batasuna (HB, yani “Halkın Birliği”) oyların %15’ini kazandı. EE’nin kazandığı %8’lik oyla birlikte bu, ETA’nın fraksiyonlarına organik olarak bağlı olan radikal milliyetçi partilerin çekirdek destek kitlesinin oylarının bölgedeki seçmen sayısının dörtte birinden biraz azına denk geldiğini gösteriyordu. Bu oran, “ılımlı” milliyetçi PNV’nin elde ettiği %27,6’lık oy oranından biraz daha az, devlet çapında teşkilatlanmış olan sosyalist PSOE’nin bu defa alabildiği %19,1’lik oy oranından ise biraz daha fazlaydı.
Bu ilk serbest seçimler ETA’nın Bask halkının tümünü temsil ettiği yolundaki iddialarıyla kendi kendine gelin güvey olduğunu veya ütopyacılık yaptığını gözler önüne sermiş oldu. Zira örgütün fraksiyonları ile aralarında göbek bağı olan radikal cephelerin seçimlerde aldığı oyların, milliyetçi hedeşere ulaşmada şiddete başvurmaya kesinlikle karşı çıkan ılımlı muhafazakâr rakip partinin oylarından daha az olduğu anlaşılmıştı.
“Ilımlı” ve “radikal” milliyetçilerin arasındaki kopukluğa ek olarak, ilk seçimlerde ortaya çıkan bir diğer gerçek de Bask milliyetçiliği davasına bölge halkı tarafından gösterilen desteğin
sınırlı olduğuydu. Nitekim seçmenlerin neredeyse yarısı milliyetçi partilerden ziyade devlet çapı nda teşkilatlanmış partilere oy vermeyi tercih etmişti. Partilerin programlarıyla, kendilerini konumlandırdıkları pozisyonlar ve söylemleri bir tarafa, tüm milliyetçi kesimleri kapsayan mücadelenin sadece Bask ülkesi ile Madrid arasında değil, muhtemelen Bask toplumunun kendi içinde de var olduğu görüldü. Milliyetçi partilerle devlet çapında teşkilatlanmış partilere hemen hemen eşit oy çıkmasında da yansımasını bulan Bask toplumu içindeki mücadelenin günümüzde de sürdüğünü belirtmeye gerek yoktur.
Bask Ülkesinde Kamuoyu Ve Toplumsal Bağlam
Bölgede yapılan kamuoyu anketleri de Bask toplumunda özelde ETA’ya duyulan sempati, genelde ise Bask milliyetçiliği gündemi konusundaki ayrılıkları doğrulamaktadır. Örneğin, 1978 yılında yapılan bir ankette, Bask ülkesindeki cevaplayıcılara ETA eylemcileri hakkında ne düşündükleri sorulduğunda, bunlardan %13’ü ETA eylemcilerini “vatansever,” %35’i “idealist” olarak nitelerken, %33’ü bunların “kullanıldığını,” %11’i “çılgın” olduklarını, %7’si ise “haydut” olduklarını söylemiştir (ankete cevap verenlerin %1’i herhangi bir fikir belirtmemiştir). Yaklaşık 30 yıl sonra, ETA eylemcileri hakkında düşünülenlerin bir hayli değiştiği görülmektedir.
2006 yılında yapılan bir ankette, Bask halkının sadece %6’sı ETA eylemcilerini “vatansever” ve %20’si “idealist” olarak nitelerken, %6’sı bunların “fanatik,” %52’si “terörist,” %8’i ise “cani” olduklarını söylemiştir (ankete cevap verenlerin %8’i herhangi bir fikir belirtmemiştir).
Anketler, halkta bağımsızlık konusunda da yukarıdakilere benzer tutum farklılıklarının varlığına işaret etmektedir. 1979 yılında Bask halkının %12’si bağımsızlığı “çok güçlü” biçimde arzu ederken, %24’ü “oldukça güçlü,” %15’i “oldukça zayıf,” %12’si “çok zayıf” biçimde arzu ettiğini belirtmiş, %29’u ise “hiç arzu etmediğini” söylemiştir (ankete cevap verenlerin %8’i herhangi bir fikir belirtmemiştir).
Yaklaşık 30 yıl sonra, bu fikirlerde pek değişiklik olmadığı gözlemlenmektedir. 2006 yılında Bask halkının %10’u bağımsızlığı “çok güçlü” biçimde arzu ederken, %29’u “oldukça güçlü,” %13’ü “oldukça zayıf,” %10’u “çok zayıf” biçimde arzu ettiğini belirtmiş, %24’ü ise “hiç arzu etmediğini” söylemiştir (ankete cevap verenlerin %7’si “fark etmez” demiş, yine %7’si ise herhangi bir fikir belirtmemiştir).
Gerek ETA eylemcilerine gerekse milliyetçilerin bağımsızlık hedeşerine ilişkin tutumlarda ortaya çıkan Bask toplumundaki karmaşıklık ve çatışmaların, bunların altında yatan sübjektif aidiyet kalıplarına da yansıması şaşırtıcı değildir. 1979 yılında Bask ülkesindeki halkın %37’si kendisini yalnızca Bask, %11’i ise İspanyoldan ziyade Bask olarak tanımlarken, %24’ü eşit derecede Bask ve İspanyol, %3’ü Basktan ziyade İspanyol, %26’sı ise yalnızca İspanyol olarak tanımlamıştı.
Yaklaşık 30 yıl sonra, İspanyolluğun ağır bastığı kimlikler neredeyse tamamen yok olmuşsa da, sübjektif aidiyet kalıpları hâlâ önemli ölçüde farklıdır. 2006 yılında, Bask ülkesindeki halkın %33’ü kendisini münhasıran Bask, %24’ü ise İspanyoldan ziyade Bask olarak tanımlarken, %30’u eşit derecede Bask ve İspanyol, %4’ü Basktan ziyade İspanyol, %3’ü ise münhasıran İspanyol olarak tanımlamıştır (ankete cevap verenlerin %6’sı ise herhangi bir Şkir belirtmemiştir).
Bask toplumundaki karmaşıklık ve çatışmalar bölgenin uzun süredir gösterdiği yüksek seviyedeki ekonomik gelişme ve şehirleşmeyi de yansıtmaktadır. Bunlar özellikle Bask ülkesinin ekonomik bakımdan büyük bir gelişme gösterdiği 1950’li yılların ortaları ile 1970’li yılların ortaları arasındaki dönemde İspanya’nın daha yoksul olan diğer bölgelerinden Bask topraklarına göç hareketlerini tetiklemiştir. Bu kitlesel iç göçün sonucunda, Franco’nun öldüğü yıl Bask ülkesindeki “yerliler”in sayısı nüfusun yarısından biraz fazla hale gelmişti.10 Kesin sayı vermek gerekirse, hem annesi hem babası bölgede doğmuş olanların nüfus içindeki oranı 1982’de %56, ebeveynlerinden en az biri bölgede doğmuş olanların nüfus içindeki oranı %10, kendisi bölgede fakat ebeveynleri bölge dışında doğmuş olanların nüfus içindeki oranı %28, kendisi “göçmen” olanların nüfus içindeki oranı ise yine %28 idi.
Ancak, İspanya’nın diğer bölgelerinden Bask ülkesine göçler 1970’li yılların başlarında kesildi.
Bunun sonucunda, bölgedeki “yerliler”in oranı 20 yıldan fazla süreyle düzenli olarak yükseldi. Son onyılda, bu kez İspanya dışından yeni bir göç dalgası başlamış olup, bu dalganın milliyetçilik hareketinin yüzleşmek zorunda olduğu geri plandaki demograŞk gerçeklikleri daha da karmaşık hale getireceği kesindir.
Geçiş Döneminde Uzlaşma Tedbirleri
Bask ülkesindeki çatışmalar, ülkenin geri plandaki sosyodemografik gerçeklikleriyle birlikte bölgede çift kutuplu bir parti yapısına yol açmıştır. Bu çift kutuplu sistemin sonuçlarından biri, anayasanın kaleme alındığı, tartışıldığı ve “merkez” ile “taşra” arasında pazarlıkların sürdüğü kritik demokrasiye geçiş dönemi boyunca, radikal milliyetçi kanadın “ılımlı” milliyetçileri içine girmeye zorladığı yoğun rekabet yüzünden, PNV’nin milliyetçiler nezdindeki inandı ırcılığını yitirme ve bunun sonucu olarak da Bask milliyetçiliği davasının önde gelen temsilcisi olarak sahip olduğu ayrıcalıklı konumu kaybetme korkusuyla merkezle işbirliği yapmakta güçlük çekmesiydi.
Merkezi hükümetin demokrasiye geçiş döneminde uyguladığı uzlaşma yöntemlerinden biri, 1977’nin Ekim ayında, yani ilk serbest seçimlerden sadece dört ay sonra genel af çıkarmak olmuştu.
Muhafazakâr Başbakan Adolfo Suárez bu affı çıkarmakla şiddet-baskı diyalektiğini kökünden halletmeye çalışmaktaydı; zira onun için bu af “geçmişin silindiğini” ima etmekte ve böylece içtenlikli bir “karşılıklı bağışlama jesti” anlamına gelmekteydi.12 Bu af boş bir vaatolarak kalmadı. Aralık ayı geldiğinde Bask mahkûmların sonuncusu da hapisten salıverilmişti. Fakat Suárez’in kumarı tutmadı. Çünkü ETA silahlı mücadeleden vazgeçmeye yanaşmadı.
Genel af nasıl “karşılıklı bir bağışlama jesti” olarak düşünüldüyse, milliyetçi taleplerin içeriği üzerinde uzlaşma sağlamak için de başka uzlaşma tedbirleri devreye sokuldu. Franco döneminin sonuna gelindiğinde, kısmen rejimin üniter milliyetçi İspanya tahayyülüne tepki olarak, demokratik muhalefetin bir bütün halinde Bask ülkesinin (aynı zamanda Katalonya’nın ve daha az derecede olmak üzere Galicia’nın) dilsel, kültürel ve ulusal farklılıklarının tanınmasına ve hatta bir miktar kendi kaderini tayin hakkı verilmesine yönelik taşra milliyetçilik emellerini sahiplenmiş olması, merkezin içerik konusunda verdiği bu uzlaşmacı tavizleri büyük ölçüde kolaylaştırdı. Bu, anayasa üzerinde bir tür uzlaşmanın da kapısını açtı. Bu uzlaşmanın özünde anayasanın dilsel, kültürel ve ulusal çoğulculuğun tanınmasını içeren 2, 3.2. ve 3.3. maddeleri ile yetkilerin devredilmesi ve bölgesel “özerklikler”in ya da kendi kendini yöneten toplulukların oluşturulmasına ilişkin usul mekanizmalarının ana hatlarını belirleyen VIII. Bölümü vardı.
Ne var ki, PNV’nin ılımlı Bask milliyetçisi milletvekilleri Katalan meslektaşlarının aksine anayasa uzlaşmasına imza koymayı kabul etmeyip, anayasanın onaylanması için Aralık 1978’de yapılan halk oylamasına katılmamayı savundular. Bu arada ETA ile organik bağı olan seçim koalisyonları da anayasaya “Hayır” oyu verilmesi için faal biçimde kampanya yürüttüler.
Sonuçta, halk oylamasının Bask ülkesindeki sonucu, Katalonya da—ilginçtir ki—dahil olmak üzere İspanya’nın diğer bölgelerindekilerden bir hayli farklı çıktı. İspanya’nın tamamında seçmenlerin %88’i anayasayı onaylarken, Bask ülkesinde bu oran yine de oldukça yüksek sayılabilecek olan %75 mertebesinde kaldı. Fakat halk oylamasına katılmayanların oranlarındaki farklılık çok büyüktü: İspanya genelinde %32, Bask ülkesinde %55. Buna göre, seçmenlerin genel mevcuduna oranlandığında, tüm İspanyolların %59’u yeni anayasa lehinde oy kullanırken, Basklarda bu oran %31’den öteye geçememişti. Radikal milliyetçi çevreler çok geçmeden bu son rakamı sık sık telaffuz etmeye başladılar. İddiaları, “Anayasanın, Baskların çoğunluğu tarafından reddedildiği, ya da en azından kabul edilmediği” idi.
Ertesi yıl kabul edilen Bask Özerklik Yasası’nın demokratik meşruiyetini lekelemek o kadar kolay olmayacaktı. Teklif edilen metinde egemenliğin yeri ve hakların kaynağı gibi temel konularda Madrid’deki Congreso de Diputados’un ısrarıyla hatırı sayılır ölçüde değişiklikler yapılmasına rağmen, EE’nin (ETA politico-militar ile organik bağı olan koalisyon) yanı sıraılımlı milliyetçi PNV partisi de Guernica Yasası diye isim takılan bu yasayı, bölgesel kendi kendini yönetim konusunda 1936 tarihli eski kanuna kıyasla fark edilir ölçüde iyileştirme içerdiği gerekçesiyle sonuçta kabul etti.
Neticede yeni yasa, oy kullananların %90’ından fazlası, Bask seçmenlerin ise %53’ü tarafından onaylandı (Bask seçmenlerin %40’ı oylamaya katılmadı). Üstelik, söz konusu yasa “Anayasanın koyduğu kendi kendini yönetim sınırları dahilinde kaldığı” için, onun onaylandığı referandumun sonuçları çok geçmeden radikal milliyetçi çevrelerin dışında, anayasanın kendisinin bu suretle geriye dönük olarak meşru kılındığı iddiasını desteklemek maksadıyla sık sık telaffuz edilir oldu.
Böylece, Bask Özerk Bölgesi, yasasının onaylanmasıyla birlikte yeniden doğmuş oldu. Bölgeye verilen kurumsal yetkiler arasında özerk bir yasama organının, özerk bir yüksek mahkemenin ve hatta özerk bir polis kuvvetinin oluşturulması bulunmaktaydı. Dahası, ekonomik cephede “concierto económico”nun yeniden ihdas edilmesiyle Bask ülkesi İspanya’daki en iyi mali şartlara sahip olmayı garantilemiş oldu.