İnsanlığın geçmişine baktığımızda, sayısız dinsel inançlar arasında hayaletlerin, insanların çevresinde bulunan, onları pek etkin bir şekilde görünmeden etkileyen manevi yaratıkların varlığına yaygın bir inanç görüyoruz. Bu yaratıkların spiritler, ya da ölmüşlerin ruhları olduğu düşünülmüştür. Bu inanç, yüksek kültürü olan uluslardan tutun da, hala taş çağında bulunan Avustralya’nın zencilerine kadar, her yerde görülmektedir. Batının uygar ülkelerinde yüzyıldan biraz daha uzun bir süre süren aydın rasyonalizm safhası, bununla savaşmış ve bir çok okumuş kimsede başka metafizik kanıların yanında, spiritlere olan inancı bilinçaltına göndermiştir. Bununla birlikte, yine de halk yığını arasında canlı olarak kalmıştır. Perili evler en aydın ve okumuş kimselerin bulunduğu şehirlerde bile hala vardır, köylü ise hayvanları konusunda fala baktırmağa devam eder. Tersine aydın rasyonalizmin kaçınılmaz sonucu olarak materyalizm çağında bile spiritlere inanç daha yüksek bir düzeyde canlanmıştır. Boş inanç karanlığına yeni bir düşüş değildir bu, yoğun bir bilimsel kaygı, şu belirsiz olayların karanlık karmaşıklığını gerçeğin ışığına kavuşturma ihtiyacıdır.
Crookes, Myers VVallace, Zoellner ve daha bir çok adı kötüye çıkmış bilginler, ruhlara olan inancın bu rönesansının ve yenilenmesinin simgesidir. Gözlemlenmiş olan olayların niteliği üstünde tartışılabilir; bu bilginler bir takım yanlışların ve duyu aldanmalarının kurbanı olduğu söylenerek suçlanabilir; yine de yetkilerini ve bilim alanındaki ünlerini, her türlü kişisel kaygıları bir yana bırakıp, bu karanlığa yeni bir ışık tutmayı denemek gibi, eşsiz ahlaksal bir davranışta bulunmuşlardır. Ne akademik önyargılara, ne de halkın alaylarına aldırmışlardır; okumuş kimselerin zihninin her zamankinden daha çok maddeci akım tarafından kaplandığı bir zamanda, çağdaş maddecilikle çelişir gibi görünmekte olan psişik kaynaklı olaylara dikkat çektiler. Bu kimseler, demek oluyor ki, maddeci kavrama karşı insan zihninin tepkisini gösteriyordu. Tarihsel bakımdan, bunların spiritlere inancında, sadece duyudan gelen gerçeğe karşı en etkili silah olarak kullanmalarında şaşılacak bir şey yok, çünkü spiritlere inanç ilkel için aynı fonksiyonel değerdedir. İlkel kişi, çevresinde yer alan olaylara alabildiğine bağlıdır. Sayısız güçlükler ve sefaletler içinde, düşman komşuların ve tehlikeli yabani hayvanların ortasında, çoğu zaman amansız doğal koşullar altında yaşam süren ilkelin keskinleşmiş duyuları, duyusal istekleri, afektlere tam egemen olamaması onu fiziksel gerçeklere zincirle bağlar, öyle ki tamamiyle maddeci bir davranışa kapılması, dolayısıyla da bozulması olanaklıdır. Ama ruhlara inancı, daha doğrusu manevi olanın algısı, tamamiyle görünebilen ve dokunulabilen bir dünyaya bağlıyan zincirlerden onu sürekli bir biçimde kurtarır; kanunlarına, çevresindeki fiziksel dünya kanunlarına kadar, kaygı ve titizlikle boyun eğmesi gereken manevi bir gerçeğin kesinliğini ona zorla kabul ettirir. Böylece iki dünyada yaşar gibidir. Fiziksel gerçeği, aynı zamanda bir spiritler dünyasıdır da, fiziksel gerçek, onun için yadsınamıyacak bir şeyse, ruhların dünyası da, onun için aynı derecede gerçektir. İnandığı için değil, manevi şeyleri algılamadaki bönlüğü yüzünden. Kültürle ve rasyonel ışıklarlaki bu ilkel için pek uğursuz bir şeydir temas bu bönlüğü ortadan kaldırınca, ilkel, spirit kanunuyla yönetilmeyi bırakır ve bozulur. Bu yenilgiden, hıristiyanlık da koruyamıyacaktır onları, çünkü yüksek bir şekilde gelişmiş olan bu din, iyi sonuçlarını gerçekleştirebilmesi için aynı zamanda pek gelişmiş bir psişe de gerektirir.
Spiritler olgusu ilkel için manevi olanın gerçekliğinin dolaysız kanıtıdır. Bu spiritler olgusunun ne olduğuna daha yakından bakacak olursak, şu psikolojik olaylarla karşılaşmaktayız: bir kere her şeyden önce, spiritlerin vizyonuna ilkellerde sık rastlanır. Onlarda bunun, uygar insandakinden daha sık olduğu sanılarak, sadece bir boş inanç olduğu sonucuna varılır; çünkü, bazı marazi durumlar dışta kalmak üzere, bu gibi şeylerin uygar insanda yer almadığı düşünülür. Uygar insanın spiritler varsayımına ilkel kişiden daha az inandığı ve başvurduğu bilinir; oysa, bence, psişik olay, ikisinde de aynı sıklıkta yer almaktadır. Ruhları görünür kılmak için büyücünün baş vurduğu şeylere yöneldiği takdirde, bir Avrupalının da aynı şeyleri algılıyacağından eminim. Tabii o başka türlü yorumlıyacaktır, bu da onların gücünü yok edecektir; ama olayın kendi, mutlak olarak hiç bir şey yitirmemektedir. Uzun süre ilkel koşullar altında yaşamak zorunda kaldığı, ya da tesadüf onu olağanüstü psişik durumlara getirdiği zaman, Avrupalının da herkesi hayrete düşürecek algılamaları olduğu bilinmektedir.
Spiritlere inanç, ilkelde her şeyden önce düşe dayanır. İlkel, düşünde bir çok faal insan görmektedir, bunlara spirit diye bakmaktadır. Ayrıca, bilindiği gibi, bazı düşler, ilkele uygar insana ifade ettiğinden çok daha şey ifade eder. Sadece ikide bir sözünü ettiği için değil bu, gözünde o kadar büyük önemi vardır ki düşün, çoğu zaman onu gerçekten ayıramaz gibidir. Uygarlar için, genellikle, düşler önemsiz gibi görünür; bununla birlikte, çoğu zaman tuhaf ve etkileyici nitelikleri yüzünden, bazı düşlere büyük önem verenler de yok değildir. Bazı düşlerin özelliği, bir ilham olduğu varsayımını anlaşılır kılmaktadır. Bir ilham olduğuna göre, her ne kadar bu mantıki sonuç söz konusu değilse de, ister istemez ilham edecek bir şeyin de bir spiritus’un da olması gerekir. Özellikle buna uygun bir durum, düşlerde sık rastlanan ölmüşlerin görülmesidir. Safdil kavrayış bu görünüşleri ölülerin yeniden belirmesi diye düşünmektedir.
Spiritlere inancın başka bir kaynağı olarak da, psişik bozuklukları, sinir bozukluklarını (özellikle, ilkellerde sık görülen histerik nitelikteki bozuklukları) sayabiliriz. Bu hastalıklar, çoğu zaman bilinçdışı psikolojik çatışmalardan ileri geldiği için, bunların ama şöyle ama böyle yakından o öznel çatışmayla ilgili canlı veya ölmüş kimseler tarafından meydana getirildiği sanılmaktadır. ölüler söz konusu olduğunda, kötü etkide bulunmuş olan şeyin onların spiritleri olduğu sanılmaktadır. Çoğu zaman, çocukluğa kadar uzanan marazi çatışmalar anababa spiritlerinin anısına bağlanmaktadır; böylece ilkel için anababaların spiritlerinin özel bir önemi olması doğaldır. Atalara veya anababalara tapmanın niçin bu denli yaygın olduğunu açıklar bu. Ölülere tapma herşeyden önce ölmüşlerin kötü etkilerine karşı kendilerini korumak içindir. Sinir bozuklukları söz konusu olduğunda anababanın hastalar üstündeki etkisinin ne denli büyük olduğu bilinir. Çoğu, nicedir ölmüş bile olsalar, gerçekten onların takibine uğradıklarını duyarlar. Anababanın psikolojik yankılanması öyle güçlüdür ki, söylediğimiz gibi, bir çok halk topluluklarında, başlı başına bir ölülere tapma sistemi gelişmiştir (1).
Zihin hastalıklarının, spiritlere inancın kaynağı 6öz konusu olduğunda, büyük rolleri vardır. İlkellerde, bildiğimize göre, kronik zihin hastalıklarının çoğunu oluşturan bir hastalık olan, şizofreni hastalığının geniş alanına ait gibi görünen, hezeyanlı, birsamlı ve katatonik hastalıklar görülür çoğu zaman. Her zaman ve her yerde akıl hastaları kötü spiritlerin çarptığı, ecirıniler gibi görülür. Hasta, birsamlarıyla bu inancı destekler. Bu çeşit hastalar, görmeden çok, işitme birsamları çekerler: «sesler» duyarlar. Bunlar çoğu zaman anababadır, ya da belli bir şekilde hastanın öznel çatışmasına bağlı kimselerin sesleridir. Safdil anlayışa göre bu çeşit birsamlar, bu seslerin spiritlerden çıktığı izlenimi vermektedir.
Spiritlere inanmak için, ruha da inanmış olmak gerekir.
ilkel kişi bu çeşit spirit’in daima bir ölünün ruhu olduğuna inanır; bu spirit önceden bir canlının ruhuydu demek. Bu, çoğu zaman insanın bir tek ruhu olduğuna inandığı zaman böyledir. Durum, her yerde aynı değildir, çoğu zaman bir kaç ruhun birden varolduğu, birinin ölümden sonra devam ettiği, ve göresel bir ölümsüzlüğü olduğu düşünülür. Bu durumda çağrıldığında gelen ruh canlı varlığın ruhlarından biridir. Yani topyekûn ruhun bir bölümü, psikolojik parçasıdır.
ilkel kişi, bu ruhlardan başka, hiç bir zaman insan ruhu ya da parçası olmamış olan spiritlerin varlığına da inaınır. Bu çeşit zihinler için başka bir kaynak aramak doğru olur.
(1) 1925/26’da Elgon tepesine yapılan bir yolculuğa katılmıştım. Su taşıyan kadınlardan biri hastalandı. Komşu Kraal’ların birinde oturan genç bir kadındı. Görünüşe bakılırsa enfeksiyöz bir çocuk düşürme durumu vardı, ateş alabildiğine yüksekti. Basit ilaçlarımız onu tedavi edecek durumda değildi. Ailesi hemen bir «nganga» (sihirbazhekim) çağırdı. Bu hekim çevreyi koklıya koklıya gittikçe açılan daireler halinde kubbenin çevresinde dönmeğe başladı. Birden dağdan inen bir patika üstünde durdu ve hastanın pek gençken ölmüş olan ve bambu ormanının yükseklerinde bulunan ve kızları ölüp de onlara katılsın diye her gece oradan inen anababanın kızı olduğunu söyledi. Hemen o patika üstünde minyatür bir kulübe biçiminde bir «ruhlar tuzağı» kuruldu; hastanın görüntüsü gibi balçıktan bir heykelcik yaptılar ve «poşo» denen yiyecekle birlikte küçük kulübenin içine koydular. Gece spiritler kızlarının orada olduğunu sanarak oraya girdiler. Hasta iki güne kalmadan iyileşiverince, şaşırıp kaldık. Bizim teşhisimiz mi yanlıştı acaba? Her neyse, muamma çözülmeden kaldı.
Ruha inancın psikolojik temellerine daha yakından bakmadan, yukarda sözü edilen olayları kısaca gözden geçirelim. Spiritlere inanca bu çeşit gerçeklik veren üç ana kaynaktan söz ettim: bunlar hayaletle vizyonu, düş ve zihin yaşamındaki marazı bozukluklardır. Bunların en normali ve sık görüleni, ilkel psikolojide genellikle büyük önemi olan düştür. Peki düş nedir?
Düş, bilinçli bir saik olmadan uykuda yer alan psikolojik bir olgudur. Bununla birlikte, bilinç düşlü uykuda tamamiyle hareketsiz bir halde değildir; hafif bir derecede sürmektedir. Böylece düşlerin çoğunda ben’in nisbi bir bilinci vardır, ancak bu ben pek sınırlıdır ve düşsel ben denen bu ben acayip şekilde bir değişikliğe uğramıştır. Bu uyumadan önceki ben’in bir parçası, ana çizgileridir. Bilinç, psişik bir muhtevanın ben’e bağlandığı çapta vardır. Ben özel iç sağlamlığı olan psişik bir komplekstir. Düşsüz uykular nasıl azsa, ben’in kompleksinin de bütün faaliyetine ara vermesinin seyrek olduğu kabul edilebilir. Uyku bunu genellikle daraltır. Ona yaklaşan psişik muhtevanın düşünde bu ben’e gerçek dış olaylar katılabilir: böylece düş ile uyumadan önceki düşünceye benzemiyen, daha çok gerçek durumlara yaklaşan durumlara götürülüyoruz. Varolan insanlar ve nesneler vizyonumuzun alanına giriyorlar; düşün imgeleri de başka çeşit bir gerçek gibi düşsel ben’in bilinç alanına girmektedir. Düşleri kendimiz yapıyoruz diye bir duygu duyduğumuz yok, sanki bize dışardan geliyorlarmış gibi bir şey duyuyoruz. Keyfimize tabi değiller, kendilerine özgü yasaları var. Kendiliğinden oluşan, açıktan açığa bağımsız psişik kompleksler gibi çıkıyorlar ortaya. Geldikleri kaynağın bilincine varmış değiliz. Böylece kaynağını bilinçdışına götürüyoruz. Bağımsız, bilincimizin kontrolünden kaçan, kendine özei kurallarla ortaya çıkan ve kaybolan psişik komplekslerin varlığını kabul etmemiz gerekiyor. Uyanık yaşamımızın yaşantısı, düşüncelerimizi yaratanın kendimiz olduğuna, istediğimiz zaman istediğimizi düşünebileceğimize inandırıyor bizi. Bunların nerden geldiğini, niçinini, amaçlarını bildiğimizi sanıyoruz. Bir düşünce biz istemeden çıkarsa ortaya, ya da birdenbire kaybolup giderse, istisnai hatta marazi bir şey olduğunu sanıyoruz. Uyanıkkenki psişik faaliyetle uyurkenki durum arasındaki ayrılık bize çok olağanüstü gibi geliyor. Uyanıkken psişe, bilinçli faaliyetin kontrolü altında gibi görünüyor, oysa ikinci durum tersine, bilincimize başka bir dünyadan gelme tuhaf ve anlaşılmaz olaylar gibi sızan muhtevalar doğuruyor adeta.
Vizyonda da durum aynı. Vizyon da düş gibi sadece uyanıkken görülmekte. Bilinçli algılamanın yanında bilinçdışından çıkmakta olup, bilincin sürekliliğindeki bilinçdışı bir muhtevanın patlak vermesidir. Aynı olgu akıl hastalıklarında da yer almaktadır. Belli bir nedeni olmaksızın kulak sadece çevredeki sesleri değil, dıştan gelen sesli dalgaları da almaktadır; içten olduğunda kulak daha uyarılmış oluyor ve hastanın bilincinin dolaysız olarak erişilebilecek muhtevası dışındaki psişik muhtevayı duyuyor. (Kendi düşüncelerini yüksek sesle ifade eden hastalar da vardır. Ancak bunlara pek az rastlanır). Zihinle duygunun öncüllerden çıkardığı yargıların yanında, kendilerini zorla kabul ettiren, görünüşte gerçek algıların etkisi altında, ama gerçekte, bilinçdışı iç koşulların neden olduğu düşünce ve kanılar ortaya çıkarmaktadır. Bunlara duygusal düşünceler diyoruz.
Bu üç durumun ortak niteliği, bir bütün oluşturmasına rağmen psişenin bölünmez bir parça olmasında, bölünebilecek ve aşağı yukarı bölünmüş olan bir bütün oluşundadır. Türlü bölümler aralarında birbirine bağlı da olsalar, göresel bir bağımsızlık halini saklarlar, öyle ki ruhun bazı bölümleri ben ile ya pek seyrek olarak ilişki kurar, ya da hiç kurmaz. Bu psişik parçalara bağımsız kompleksler dedim ve bu olay üstüne kurdum psişenin kompleksler kuramı denen kuramımı. Bu kurama göre ben’in kompleksi psişemizin karakteristik merkezini oluşturmaktadır. Ama bu bir çoğunun bir tanesidir sadece. Ötekiler, oldukça sık olarak onunla ilişki kurar, böylelikle bilince çıkar. Bununla birlikte, bir süre ilişki kurmadan yaşıyabilir. Saint Paul’ün Hıristiyanlaşmasının psikolojisi bunun mükemmel bir örneği olup, herkesçe bilinir. Tam Hıristiyan olduğu anın hiç beklenmedik bir an olmasına rağmen, tekrar edilen bir yaşantının bize bilgi vermesi yüzünden, bu denli temelden bir değişmenin içte uzun süre hazırlandığını biliyoruz; bu hazırlık bittikten sonra ancak, yani kişi din değiştirmek üzere olgunlaştığı an yeni gerçek şiddetli bir duyguyla patlak vermektedir. Saint Paul, kendi farkında olmadan nicedir Hıristiyandı; Hıristiyanlıktan bağnazca nefret etmesi bundandır, çünkü bağnazlık, içinde gizli kuşkuları bastırmak zorunda kalanlarda görülür daima. Din değiştirenlerin en koyusunun bağnazlar olması bu yüzdendir, insanın, Şam yolunda görünmesi, bilinçdışı Hıristiyan kompleksinin Saint Paul’ün ben’iyle ilişki kurduğu anı gösteriyor sadece. İsa’nın ona aşağı yukarı nesnel bir vizyon biçiminde görünmesi, Saint Paul’ün Hıristiyan duygularının bilinçdışı bir kompleks olması yüzündendir. Bu duygular kendisinin değilmiş gibi yansıtılmış bir şekilde görünüyordu ona. Kendisini Hıristiyan gibi göremiyen Saint Paul Isa’ya karşı direnme ile kör olmuş ve bir Hıristiyan sayesinde iyileşebilmiştir. Bu durumdaki psikolojik körlük {bilinçdışı) görmek istememe yüzündendir. Görmek istememek Saint Paul’ün Hıristiyanlığa karşı bağnazca direnmesini gösterir. Kutsal Kitap bu direnmenin Saint Paul’de hiç bir zaman tam olarak sönmediğini doğrulamaktadır; zaman zaman, yanlış olarak saraya yorulan krizler halinde patlak veriyordu. Bu krizler, din değiştirmeyle bölünmüş olan Paul kompleksine ani dönüşleri ifade etmektedir, ondan önce Hıristiyan kompleksinde olduğu gibi.
Entellektüel ahlaksal nedenler yüzünden Saint Paul vakasını metafizik bir açıklamaya tabi tutamıyoruz, yoksa hastalarımızda rastladığımız buna benzer durumları da aynı şekilde açıklamamız gerekir. Sadece aklın değil, aynı zamanda duygunun da karşı çıktığı baştanbaşa saçma sonuçlara götürür bu bizi. Düşlerde, vizyonlarda, marazi birsamlarda psişenin bağımsız kompleksleri özel bir açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Ben, bunun bilincine varmadığından, dolayısıyla da ona yabancı olduğundan daima yansıtmalar halinde belirir önce. Düşlerde, bunlar başkaları halinde çıkar; vizyonlarda bir bakıma mekana yansıtılmış gibidir; akıl hastalarındaki sesler de aynı biçimdedir; çünkü hastalar doğrudan doğruya çevrelerindeki kimselerin sesine yormamaktadır duydukları sesi. Takip fikirleri, hastanın, kendi bilinçdışı komplekslerinin niteliklerini kendilerinde gördüğü bazı kimselere atfedilir çoğu zaman. Ben’i, bilinçdışı komplekse düşman olduğundan, hasta bu kimselerin kendine düşman olduğunu sanır; Paul de benimsenmiyen İsa kompleksine karşı böyle davranmıştı. Hıristiyanlar, kendi farkında olmamasına rağmen, kendinde varolan şu İsa kompleksini temsil ettikleri için takibe uğratmıştı Hıristiyanları. Bu, günlük olaylardandır; hiç duraklamadan, insanları veya şeyleri filan falan şekilde farzederiz ve bu yansıtmaya göre onları sever, ya da onlardan nefret ederiz. Ama kontrol ve düşünce o kadar karmaşık, o kadar zordur ki, insan, yansıttığını, böylelikle anlamsız bir hokkabaz oyununun kurbanı olduğunu bilmeden, gelişigüzel yargıda bulunmayı yeğlemektedir. Bu gibi bir süreçin adaletsizliğinin ve sertliğinin hiç farkına varılmamaktadır. Sırf kaygısızlık yüzünden, insan, kendi kusurlarını veya üstünlüklerini başkasından görme lüksüne kendini kaptırınca, kişiliğin önemli çapta kaybedildiği, hiç akla getirilmemektedir. İnsanın başkasını kendi kadar budala ve aşağı görmesi, iyi niteliklerini yağmacı ahlaksal haydutlarda görmeğe gönüllü olması ile aynı şey olup, bu denli zararlı bir şey yoktur.
Bu bakımdan, ruhlar, ben’e doğrudan doğruya bağlı olmadığı için yansıtılmış, beliren, bağımsız, bilinçdışı komplekslerdir. Spirit’ler ben e yabancı gibi görünürken ve bağımsız varlıklar gibiyken, ruhlar başka türlü davranmaktadırlar, ilkel kişi bir spiritin yakınlığını veya etkisini hoş olmıyan tehlikeli bir şey gibi görür: Onu kovabildiği zaman içi rahatlar. Oysa ruhun kayboluşunu ağır bir hastalık gibi görür, nitekim vücudun ağır hastalıklarını bu kayba atfeder. Amacı, hastanın içine kuş-ruhu yeniden döndürmek için yapılan sayısız törenler vardır. Çocukları dövmek yasaktır, çünkü ruhları incinip kaçabilir. Ruh, böylece, ilkel için normalde kendiyle birlikte olması gereken bir şeydir, oysa spiritler normal olarak çevrede bulunmaması gereken şeylerdir. Bu yüzden spiritlerin bulunduğu yerlerden kaçmaktadırlar. Oraya korkuyla, dinsel veya büyüsel niyetlerle girerler.
Ruhların çokluğu, spiritler gibi davranabilen, bir takım, nisbeten bağımsız komplekslerin varlığına işaret etmektedir. Bununla birlikte ilişkilerinin hastalığı doğurduğu ve ilişkilerinin kesilmesinin iyileşmeyi oluşturduğu spiritler komplekslerinin tersine bu ruh kompleksleri, ben’e bağlı gibidir, ve kaybı bir hastalık gibi görülmektedir. Bu yüzden ilkel patoloji, hastalığın nedeni olarak, sadece ruhun kaybını değil, aynı zamanda spirit tarafından ele geçirilmiş olmayı da görmektedir. İki kuram birbirini dengeliyor gibi.
Böylece normal olarak ben’e bağlı bilinçdışı komplekslerin varlığı ile normal olarak ben’e bağlı olmaması gereken başka komplekslerin »arlığını kabul etmemiz gerek. Bunların birincisi ruhun kompleksleri, İkincisiyse spiritlerin kompleksleridir.
ilkellerin düşüncesinde sık görülen bu ayırım, benim bilinçdışı kavramıma her yönden uyuyor. Ona göre bilinçdışı birbirinden kesinlikle ayrı iki alana bölünmüştür. Bunlardan birine ben kişisel bilinçdışı diyorum. Yaşam süresince unutulmuş bütün psişik muhtevaları kapsamaktadır. Bunların izleri, bütün bilinçli anılar sönmüş olsa dahi, bilinçdışında saklanmağa devam etmektedir. Ayrıca kişisel bilinçdışı bütün bilinçeşiğinin altındaki izlenimleri ya da bilince erişemiyecek derecede güçsüz algıları kapsamaktadır. Buna bir de bilinç eşiğini aşamıyacak derecede henüz pek zayıf veya pek belirsiz bilinçdışı görüntü düzenleri eklenir. En sonunda da bilinçli davranışa uymıyacak bir takım muhtevalar da vardır. Çoğu zaman bir muhtevalar grubu vardır. Uyuşmazlığı yüzünden geri itilen, ahlaksal, entelektüel veya estetik bakımlardan kabul edilemiyecek gibi şeylerdir bunlar. insanın, sadece güzeli, iyiyi, gerçeği düşünüp duymasının olanaksız olduğu bilinir. Ama elden geldiği kadar ideal bir davranışta bulunmak için o davranışa uymıyan her şeyi geri ater. Olgunlaşmış insanlarda, çoğu zaman olduğu gibi, örneğin düşünce gibi bir fonksiyon özellikle gelişmişse ve bilince egemen ise, duygu ister istemez arka plana itilmiş oluyor, böylelikle büyük çapta yeniden bilinçdışına düşüyor.
Kişisel bilinçdışını oluşturan odur. Öteki bölüme kolektif (ortak) ya da kişisel olmıyan bilinçdışı diyorum. Terimden de anlaşılacağı üzere, bu ortak bilinçdışında hiç bir kimseye değil, en azından bir insan topluluğuna, daha çok bir ulusa hatta bütün insanlığa aittir. Bunlar bireysel varoluşun elde ettiği şeyler değildir, manevi biçimlerin ve yaradılıştan varolan içgüdülerin ürünleridir. Her ne kadar çocukta yaradılıştan var olan bir takım görüntüler yoksa da, iyice belirtilmiş fonksiyonel olanakları olan pek gelişmiş bir beyne sahiptir. Bütün soyunun sinir fonksiyonlarının tortusu gibidir. Çocuk, böylece dünyaya çalışmağa hazır bir organla gelmektedir. Bu beyinde, önceden biçim bulmuş olan içgüdülerle, insanların düşüncesine daima temel olmuş olan ilkel imgeler vardır, mitolojik motiflerin zenginliği buradan gelmektedir. Normal insanda ortak bilinçdışının varlığını dolaysız olarak, doğrulamak kolay değildir tabii, bununla birlikte, düşlerinde arasıra mitolojik görüntüler belirmektedir. Ortak bilinçdışının muhtevaları, bazı akıl hastalıklarında, özellikle de şizofrenide pek açık olarak belirmektedir. Çoğu zaman son derece çeşitli mitolojik imgeler yer almaktadır. Akıl hastalarında çoğu zaman düşünce ve simge çağrışımları vardır, bunları kişisel varoluşlarının yaşantılarına atfetmek olanaksızdır. Burada ilkel imajları yaratan ilkel mitolojik düşüncedir, bilinçli yaşantıların canlandırılması değildir.
Demek ki kişisel bilinçdışı bireye ait ve psişik yaşamının kaçınılmaz bir bölümünü oluşturan kompleksler içermektedir. Ben’e bağlı olması gereken herhangi bir kompleks geri itmeyle veya ortadan kaybolmayla bilinçdışı olunca, birey bir kayba uğramaktadır. Örneğin psikoterapötik bir tedavi sonucu, kaybolan bir kompleks, yeniden bilince çıktı mı, bir enerji artışı duymaktadır. (Bu artışın her zaman hoş karşılanmadığı doğrudur. Kaybın nahoş sonuçları kendilerini duyurmadığı süre kompleksin kaybından memnun olunmuş olduğundandır.) Çoğu nevrozun tedavisi bu şekilde yer almaktadır. Tersine, ortak bilinçdışının bir kompleksi ben’e bağlandı mı, birey tuhaf, kaygı verici, aynı zamanda şaşırtıcı bir şeyin izlemini duyar; bilinç büyük çapta etkilenmiş bulunmaktadır; çünkü kompleksin marazi bir şey olduğu, ya da kendi tarafından normal yaşamdan saptırıldığı izlenimi duymaktadır. Ortak bir muhtevanın ben’e bağlanması daima bir «yabancılaşma» (akıl hastalığı) doğurur, çünkü o sırada bireysel bilince, bilinçdışı kalması gereken, yani ben’den ayrı durması gereken bir şey karışmaktadır. Bilinçten bu çeşit bir muhtevayı ayırabilirsek, birey kendini daha hafif, daha normal duymaktadır. Yabancı muhtevasının patlak vermesi, bir çok zihin hastalıklarının başlangıcının özel belirtisidir. Hastalar tuhaf ve duyulmamış düşüncelerin saldırısına uğrar, dünya değişmiş gibi görünür, insanların yüzleri gariptir, türlü ifadelere bürünmüştür.
Kişisel bilinçdışının muhtevalarının ruhumuza ait olduğunu sanıyoruz; ortak bilinçdışınınkilerinse, tersine, yabancı dıştan geliyormuş gibi olduğunu duyuyoruz. Bir kişisel kompleksin yeniden bütüne katılması, bir hafifleme, çoğu zaman gerçek bir iyileşme doğurmaktadır; ortak bilinçdışının bir kompleksinin patlak vermesi, tersine hiç de hoşa gitmiyen, hatta tehlikeli bir belirtidir. Ruhlara ve spiritlere olan ilkel inancın paralelizmi açıktır. İlkellerin ruhları kişisel bilinçdışının komplekslerine tekabül eder; oysa spiritler ortak bilinçdışının komplekslerine tekabül etmektedir.
Bilim açısından, ilkelin, ruhlar ve spiritler diye düşündüğü şeye biz, psişik kompleksler diyoruz. Tarihte olsun, şimdi olsun, ruhlara ve spiritlere olan inancın oynadığı olağanüstü rol göz önüne getirilecek olursa, bunların sadece varolduklarını tesbit etmekle yetinemeyiz; daha derine inip, niteliğine nüfuz etmemiz gerektir.
Komplekslerin varlığını çağrışım yöntemiyle doğrulamak kolaydır. Yapılacak şey şudur: deneyi yapan, bir kelime söyler, cevap verecek olan kişi, elinden geldiği kadar çabuk, o kelimenin kendinde uyandırdığı başka bir kelimeyi söyler. Tepki süresi ölçülür. Basit kelimelere verilecek cevabın, «güç» kelimelere verilecek cevaptan daha çabuk yer alacağı beklenir. Aslında durum başkadır. Çoğu zaman basit kelimelere verilen cevap süresi beklenmedik bir uzunluk gösterirken, güç kelimeler hemence cevaplandırılmaktadır. Daha inceden inceye yapılan araştırmalar kışkırtıcı kelime, güçlü bir afektif havası olan bir muhtevaya dokunduğu zaman tepki süresi uzamaktadır. Tepki süresinin uzamasından başka burada ayrıntısına giremiyeceğim, karakteristik başka bozukluklar yer almaktadır. Afektif havalı muhtevalar, genellikle, cevap veren kimsenin başkasının bilmesini istemediği olaylarla ilgilidir. Çoğu zaman bu yüzden zihinde geri itilmiş acı antlı olaylar, bazan da kişinin kendisinin de bilmediği olaylar söz konusudur. Bir kışkırtıcı kelime bu çeşit bir kompleksle karşılaştı mı, o kimse hiç bir cevap bulamaz, ya da o kadar çok şey gelir ki aklına, hangisini söyleyeceğini bilemez, bu yüzden makine gibi kışkırtıcı kelimeyi tekrarlar ya da sonradan hemen başka bir kelimeyi yerine koyacağı bir kelimeyle cevap verir v.s. Deney bittikten sonra, kişi kışkırtıcı kelimelerin her birine verdiği cevapları hatırlamağa çalışır, ama komplekslere bağlanan kelimelere verdiği cevapları pek iyi hatırlıyamaz. Bazı özellikler, bağımsız kompleksin özel niteliklerini açıkça göstermektedir; tepkisel davranışta bir bozukluğa sebep verir, cevap verme olanağını yok eder, ya da hiç olmazsa, oransız bir gecikmeye neden olur, ya da uygunsuz bir tepki gösterir; çoğu zaman da cevabın hatırasını yok ettirir. Böylece davranışı bozarak bilinçli iradeyi engeller. Komplekslerin bağımsızlığından söz etmemiz bu yüzdendir. Bu deneyi bir sinir veya akıl hastasına soracak olursanız, tepkiyi bozan, komplekslerin, psişik bozukluğun ana muhtevasıdır aynı zamanda. Tepki anormallikleri yanında bir takım belirtiler de kışkırtılmış olmaktadır. Kişinin, bazı kışkırtıcı kelimelere, görünürde anlamsız, tutarsız sözlere cevap verdiği, sanki yabancı bir kimse tarafından söyleniyormuş gibi beklenmedik bir şekilde unuttuğu durumlara tanıklık ettim. Bu sözler bağımsız komplekse aitti. Dış bir kışkırtıcı kelime bunları kışkırttı mı, bu bağımsız kompleksler ani düşünce karışıklığı, afektler, depresyonlar, endişe halleri v.s. doğurur, bazan da birsamlar halinde belirir. Kısacası öyle bir davranıştır ki bu, spiritlere inancın bunun güzel bir ifadesi olduğu izlenimi uyanıyor insanda.
Bu karşılaştırmayı daha da ileri götürebiliriz. Bazı kompleksler bireysel hayattaki acılı, çetin yaşantılardan doğar. Bunlar uzun süreli psişik yaralar açan duygusal nitelikteki yaşantılardır. Bir felaket yaşantısı örneğin, bir insanda yüksek değerli nitelikleri yok edebilir. Bundan kişisel nitelikteki bilinçdışı kompleksler doğar. Böyle bir durumda, bu ilkel kişi ruhun kaybından söz eder hakkı da vardır çünkü psişenin bazı bölümleri gerçekten yitmiştir. Bağımsız komplekslerin bir kısmı bu cins kişisel yaşantılardan ileri gelmektedir. Ama bambaşka bir kaynaktan da geldiği de olur. Birincisini tanımak ne kadar kolaysa çünkü herkesin görebileceği dış yaşamla ilgilidir.İkincisini kavramak o kadar güç ve karanlıktır, çünkü daima ortak bilinçdışının muhtevasına ait algılar veya izlenimlerle ilgilidir. Genellikle bu iç algılar dış nedenlerin yardımıyla boşuna aklileştirmeğe çalışılmaktadır. Bunlar bireyin önceden hiç bir zaman bilincine varmamış olduğu akıldışı muhtevalardır, dış bir neden araması boşunadır. Yabancı bir spiritin önemi olduğunu belirten kanısı ile ilkel kavram bunu çok iyi göstermektedir. Bu iç olayların şu iki durumda belirdiğini gözlemlemiş bulunuyorum: bir dış olay, kişiyi, o ana kadarki bütün yaşam kavramının yıkılmasına neden olacak derecede kışkırttı mı; ya da herhangi bir neden yüzünden ortak bilinçdışının muhtevaları, ona bilinci etkileyecek gücü veren bir kuvvet şiddeti kazandığı zaman. Bu durum, öyle sanıyorum ki, bir ulusun, ya da geniş bir halk topluluğunun yaşamında toplumsal, siyasal ya da dinsel nitelikte derin bir değişiklik yer aldığında ortaya çıkmaktadır. Bu gibi bir değişiklik, aynı zamanda psikolojik davranışın değişikliğinin belirtisidir de. Derin tarihsel değişiklikleri sadece dış şartlara bağlamağa alışık olduğumuz doğrudur. Ama öyle geliyor ki bana, bu dış şartlar bilinçdışında hazırlanmış, dünya ve yaşam karşısındaki yeni davranışın sayesinde yer aldığı basit fırsatlardır. Genel siyasal, toplumsal ve dinsel koşullar, ortak bilinçdışını şu bakımdan etkiler; dünya konusunda üstün gelen kavramı veya yaşam karşısındaki davranışı bastıran bütün etkenler ortak bilinçdışında yavaş yavaş toplanır ve böylelikle muhtevasını canlandırır. Bu durumda çoğu zaman güçlü bir sevgisi olan birey, ya da bir çok kimse, ortak, bilinçdışındaki değişiklikleri algılar, aktarılabilecek düşüncelere çevirirler. Derken bu düşünceler çabuklukla yayılırlar, çünkü benzer değişimler öteki kimselerin bilinçdışında da yer almış bulunmaktadır. Bir yandan beliren karşı koymağa rağmen yeni düşünceleri kabul konusunda genel bir eğilim vardır. Yeni düşünceler sadece eskilerin düşmanları değildir; aynı zamanda ekseri eski davranışça pek benimsenmiyecek bir biçimde çıkarlar ortaya.
Ortak bilinç muhtevaları her canlandığında, bu olay bilinç üstüne son derece güçlü bir etkide bulunur. Daima bir karışıklık yer alır. Ortak bilinçdışının yeniden canlanmasının nedeni yaşamdan beklenen ve umulan şeylerin iflası ile, bilinçdışının gerçeğin yerini alması tehlikesi büyüktür. Marazi bir durum çıkar ortaya. Öte yandan ortak bilinçdışının harekete getirilmesinin nedeni halkın bilinçdışındaki psikolojik süreçleriyse birey ister istemez tehdit altında gibi duyacaktır kendini, ya da hiç olmazsa, yönünü şaşırmış gibi olacaktır, ama bundan doğan durumda, hiç olmazsa birey için marazi bir taraf yoktur. Yine de bütün bir halkın zihin durumunu bir psikoza benzetebiliriz. Bilinçdışını aktarılabilecek bir dile çevirme başarıldı mı bir kez, sonuç sağlamdır, bilinçdışındaki içgüdüsel kuvvetler bu çevirme sayesinde bilince aktarılmakta, sonuçları ağır bir şevk duyabilecek yeni bir güç kaynağı olmaktadırlar.
Spiritler, ille de kötü ve tehlikeli değillerdir; düşüncelere çevrildiler mi, iyi sonuçlar doğurabilirler.
Spiritler kaybolan adaptasyonun yerine geçen, ya da bir halk topluluğunda yetersiz olmuş olanın yerine yeni bir davranış ‘koymağa çalışan ortak bilinçdışının kompleksleridir. Spiritler böylece marazi fikirler, ya da henüz bilinmiyen yeni düşünceler olmaktadır.
Ölülerin spiritleri şöyle biçim bulmaktadır; ölüyü ailesine bağlıyan bütün afektif bağlar, ölümden sonra gerçek kullanılışını kaybetmektedir; böylece hemencecik bilinçdışında kaybolmaktadır, orada bilince hiç bir mutlu etkide bulunmıyan bir ortak muhtevayı harekete getirmektedir. Bu yüzden Batak’lar ve daha bir çok ilkeller, ölür ölmez, göçüp gidenlerin kötü bir karaktere büründüğünü ve daima şu bu yoldan canlıların kötülüğüne çalıştıklarını söylemektedirler. Bunun nedeni, herhalde ölülere fazla bağlı kalmanın insanları yaşama daha az uygun yaptığını hatta hastalıklar doğurduğunu görmüş olmalarıdır. Uygunsuz sonuç hemen, ya libidonun kaybı, ya depresyon, ya da bedensel bir rahatsızlıkla ortaya çıkabilir. .Hortlamalar ölümden sonra ortaya çıkan bir olay olarak görülmektedir. Bunlar, her şeyden önce, hakkında kuşkulanılmıyacak psişik bir gerçektir. Aydınlıklar felsefesi denen felsefeye garip bir şekilde bağlı boş inanç fobisi, son derece ilginç olayların, hikayelerin bir yana atılmasına ve böylelikle bilim tarafından kaybına neden olmuştur. Hastalarımdan bu konuda sayısız hikaye dinlediğim gibi, kendim de bir kaçını gözlemledim. Ama temelli bir düşünce ortaya koyabilmem için elimdeki veriler kıt. Ne olursa olsun, ben kendim şu sonuca vardım: hayaletler söz konusu olduğunda tabii bir takım düşler işin içine giriyor, ne var ki, «ekol bilgeliği» bu konuda hiç bir şey duymak istemiyor.
Bu incelememde, bilinçdışı süreçler üstünde bugünkü bilgilerimizden çıkan, spiritler probleminin bir psikolojik kavramının ana çizgilerini çizdim. Psikolojinin sınırlarını aşmadım, spiritler başlı başına var mı yok mu, varoluşları maddi sonuçlarla doğrulanabilir mi, doğrulanamaz mı, bunun üstünde özellikle durmadım. Böyle bir sorun’un apriori olarak anlamsız olduğunu düşündüğümden değil. Ancak en ufak sondaj yapabilecek durumda değilim. Okuyucum benim kadar bilir ki spiritlerin bağımsız varoluşlarının kanıtını bulmak son derece güçtür, çünkü spiritlerle konuşma çoğu zaman kişisel bilinçdışının günlük belirtileridir. Yine de burada sözü edilmesi gereken istisnalar vardır. Bu yüzden bir seri kitapta Stevvart E. White’ın anlattığı olağanüstü duruma dikkati çekmek istiyorum. Buradaki konuşmaların yanında olağanüstü derecede derin bir sürü arşetipik fikirler var; örneğin, bunlardan biri de «Ben» (nefs) arşetipi, öyle ki, sanki benim yazılarımdan almış. Bile bile kopya çektiğini aklıma getirmiyorum, bir ruhun ona yazdırmış olduğuna da inanmıyorum. Aslında, her halde, ortak arşetipin kendiliğinden ortaya çıkardığı özel bir şey. Bunda şaşılacak bir şey yok aslında, nitekim «ben» tipini bireysel hayal dünyasında göreceğimiz gibi, bütün mitolojide görmek olanaklıdır. Psikolojinin uzun süredir bilinçdışında varlığını belirttiği ortak muhtevaların bilinçte aniden belirmesi bilinçdışı muhtevaları bilince aktaran medyumların sözlerinde görülen genel eğilimlerdendir. Özellikle medyumların sözlerinde beliren eğilimler konusunda ispirtizma edebiyatını, epey okudum ve şu sonuca vardım ki, ispirtizmada, bilinçdışı, bilince kolektif bir biçimde çıkması için kendiliğinden bir çaba gösteriyor. Sözü geçen spiritlerin çabaları, ya canlıları dolaysız bir şekilde daha bilinçli yapıyor veya yapmağa çalışıyor, ya da yeni ölüleri dolaylı olarak da canlıları psikoterapötik çabalarından faydalandırmak istiyor. Bu bakımdan ortak bir olgu olan ispirtizma tıbbi psikolojinin yöneldiği yöne yönelmiş durumda; ortak bilinçdışının özünün özelliklerinin gösterdiği gibi aynı temel görüntüleri harekete getiriyor. İnsanı ne denli şaşırtıcı olursa olsun, bu olaylar spiritler varsayımını ne doğruluyor, ne de yalanlıyor. Doğruluğunu göstermek için kanıt söz konusu olduğunda iş değişir. Bugün gözde olan her açıklanamıyan şeyi şarlatanlık gibi görmek çılgınlığına kapılacak değilim. Duyudışı algılama olaylarını destekleyecek kanıt henüz pek az. Bilimse safdillik lüksüne veremez kendini. Bu durumlar henüz cevap bekleyen durumlardır.
Parapsişik olgulara gelince, bunlar genellikle bir medyumun varlığına bağlıdır. Edindiğim tecrübeye göre bunlar bilinçdışı komplekslerin dışa vuran sonuçlarıdır. Bu dışa vurmaların varlığından şüphem yok tabii. Örneğin bilinçdışı komplekslerin telepatik sonuçlarını gördüm, bir takım parapsişik olgulara da tanıklık ettim. Ama bütün bunlarda gerçek spiritlerin varlığını gösterecek bir kanıt göremedim, ve yeni bir olay yer alıncaya kadar bu olguların alanını, psikolojinin bir bölümü gibi düşünmek zorundayım. Bilimin kendi kendine zorla sınır koyması gerektiğini sanıyorum. Ama unutulmamalıdır ki bilim sadece bir zihin işidir. Zihinse, başka, temel psişik fonksiyonların biridir sadece, bu yüzden evreni tam olarak göstermeğe yetmez. Hiç olmazsa duyguyu eklemek gerekir. Duygunun” kanıları zihninkine benzemez çoğu zaman, her zaman da ondan aşağı seviyede olduğu ileri sürülemez. Ayrıca bilinçli zihnin emrinde olmayan bilinçdışının, bilinç eşiği altındaki algıları vardır, bunlar evrenin entelektüel bir imgesi olarak belirmezler. Bu bakımdan zihnimize ancak dar bir değer vermede haklıyız. Ama zihinle çalıştığımız zaman da bilimsel olarak davranmak ve değersiz olduğunu açık bir şekilde gösteren kanıtla karşılaşmadıkça, bir deney ilkesine bağlı kalmak zorundayız.
Carl Gustav Jung