İnsana ilişkin “kuşatıcı bir mantıksal tanım” üzerinde birleşmek neredeyse imkansızdır. Çünkü bu, bilimsel bakış açılarına, felsefi ekollere ve çeşitli dinlere göre değişiklik arz etmektedir.
Bilim, henüz bu “küçük dünya” üzerindeki sır perdesini aralayabilmiş değildir. Alexis Carrel’in deyişiyle: “insan, kendi dışındaki dünyayı kavradığı ve orada gelişme sağladığı ölçüde kendisinden uzaklaşmış ve kendi gerçekliğini unutmuştur.” Onun, bilimsel antropoloji üzerinde araştırmalar yapan bir kuruluşun kurucusu ve çağımızın önde gelen bilim şahsiyetlerinden biri olarak insandan “meçhul” diye söz etmesi tesadüfi değildir.
Ancak bütün bunlara rağmen insanı tanıma onun özü, gerçekliği ve maddî zatı konusunda bir görüş sahibi olma uğraşına son vermek imkansızdır.
Çünkü öncelikle insanı, yani kendimizi tanıma, olayı gerçekleşmeden, bizi bir tür “kendini bilmezlik bahtsızlığı” bürüyüverir. Bu durumda da “bilimin ışık saçan lambası” bizi hiçbir yere götüremez olur.
Bu öylesine trajik bir “eksiklik”tir ki insan bilim dünyasında kazandığı hayret verici basanlara rağmen hayatın anlamını ve kendi varlık kavramını doğru olarak anlamaktan mahrum bırakılmıştır. Dewey’in deyişiyle “O, kendi üzerinde otorite kurma açısından geçmişteki insandan daha zayıf ve bilinçsizdir.”
Ancak, insan denen “meçhullü bilmek, diğer her türlü bilmeden daha öncelikli ve gereklidir. Kaldı ki bu bilme, hayatî önem taşıyan bir bilmedir.
İnsan türünü gerçek anlamda kurtarma ve en azından ona mutluluğu hissettirme uğrunda verilen çağdaş bilimsel, toplumsal ve ideolojik uğraşların başarısızlığa uğrama nedeni, elde edilen bütün bu başarıların, verilen uğraşların konusu olan insanın bilinmemişliği ya da unutulmuşluğudur dense fazla abartılmış sayılmaz.
En seçkin mühendis ve mimarların, içinde yaşaması gereken ailenin, ne tip bir aile olduğunu, nasıl bir ruhsal yapıya sahip olduklarını ve yaşamları için gerekli temel ihtiyaçların neler olduğunu bilmeden, en gelişmiş teknolojiler kullanarak, “en iyi ve konforlu ev”den dem vurmaları tamamen anlamsızdır!
Bundan dolayıdır ki eğitim ve öğretim sisteminde kaydedilen şaşırtıcı ilerlemeler ve psikolojinin en son bulguları dahil teknolojinin sunduğu bütün imkanlardan faydalanmalarına rağmen, yeni neslin bilimsel, teknik ve düşünsel kazanımlarla donatılması dışında hiçbir parlak başarısı yoktur. Üstelik eski eğitim sistemleri ve ekolleri ile karşılaştırıldığında kısır bile sayılabilir. Bu arada öyle bir tablo ile karşı karşıya kalınmıştır ki bugünün insanı, insanı şekillendirme hususunda bütün zamanların insanından daha çok imkana sahiptir. Ama insanı nasıl şekillendireceği konusunda ondan daha az şey bilmektedir.
Aynı durum “yaşam” için de geçerlidir, istediği şekilde bir yaşam sürdürebilir; ama “nasıl” yaşadığını bilemez, çünkü “niçin” yaşadığını bilmiyor.
Bunlar kapitalist toplumda kimsenin cevap veremediği, komünist toplum bireylerinin ise cevap vermeye bile yanaşmadığı temel sorulardır.
Buradan yola çıkarak, eski dinlerin yerini almak isteyen modern ideolojilerin, neden insanın temel ihtiyaçlarına cevap vermekten aciz kaldıkları ve nihayet insanları boşluğa sürükledikleri ya da köleleştirdikleri anlaşılabilir. Şimdi iki yapay ve yaldızlı dünya olan Doğu komünizmi ve Batı kapitalizminde “insan yaşam felsefesi”nin bu ikisinden başka bir anlamı yoktur. Her ikisinde de katledilen “insan fıtratının” özgür gelişimidir.
Ancak böyle bir yargıya varmak için önce “insan fıtratı”nın ne olduğunu bilmemiz daha sonra onun özgür gelişiminden ya da soysuzlaştırılıp bozulmasından söz etmemiz gerekir.
Bu nedenle yine zorunlu olarak insanın özünü ve hakikatini tanımlamaya dönüyoruz. Çünkü insan; hakkın ve batılın, her ekol ve yaşam tarzının kabul veya reddedilişinin ölçütüdür.
İnsan varlığıyla ilgili tüm bilimsel belirsizliklere ve her ekol ve dinin insan hakkında yaptığı değişik yorumlara rağmen, büyük bilimsel, sosyolojik ve dini ekollerin üzerinde birleştikleri en temel hususlarda ortak bir anlayışa varabilirz.
İnsanın, üzerinde birleşilen bu tabiatlar toplamına en geniş anlamıyla “hümanizm” denilebilir. Bununla kastedilen şudur: Hümanizm; asıl hedefinin, dünyada insanın kurtuluş ve olgunluğu olduğunu ilan etmiş, insanı en şerefli varlık saymış ve insan türünü şekillendiren temel ihtiyaçlara cevap vererek yöntemler önermiş bir ekoldür.
Bugün karşımızda, özde ve esasta birbirleriyle çelişmelerine rağmen böyle bir hümanizmi savunan dört büyük düşünce akımı vardır: 1) Batı liberalizmi 2) Marksizm 3) Egzistansiyalizm 4) Din.
Batı liberalizmi kendisini tarihin hümanizm kültür ve felsefesinin asıl mirasçısı saymaktadır. Söz konusu ekol bu durumda hümanizmi; antik Yunan’dan başlayıp günümüz Avrupa’sında görece olgunluğa erişmiş daimi bir “kültürel ve düşünsel” akım olarak görmektedir.
Hümanizm, antik Yunan’a özgü mitolojik bir bakış açısına dayanmaktadır. Yer ile gök (yani tanrılar dünyası ile insanlar dünyası) arasında rekabet, zıtlaşma, hatta bir tür haset ve kin hakimdir. Tanrılar, insanın karşısında bir güç olarak ortaya çıkarlar. Bütün çabalan ve hissettikleri şey, insan üzerinde zorbalığa dayanan bir otorite kurmaktır, insanı esir alma; güçsüz, bilgisiz ve “aşağılık toprak” olarak bırakma düşüncesi hakimdir. Sürekli olarak insanın bilinçlenmesinden, bağımsızlığından, özgürlüğünden ve tabiat üzerinde otorite kurmasından korkmaktadırlar. Buna kalkışan her insan büyük günah işlemiş, tanrılara başkaldırmış olduğu için en kötü işkence ve cezalandırmalara mahkum edilir.
İnsan, daima kendisini bu esaretten kurtarmanın yolunu araştırmakta, tanrısal güçlere sahip olarak kendi bağımsızlığını elde etmeye, tabiatta tanrıların yerini almaya ve yazgısını onların kahredici pençesinden kurtarıp kendi irade ve seçimiyle hareket etmeye çalışmaktadır.
Elbette Yunan mitolojisinde insanlarla tanrılar arasındaki bu tip düşmanca bir ilişki tamamen doğal ve mantıklı idi. Bir bakıma bu, gerçek ve ileri bir durumdu. Çünkü Yunan mitolojisinde tanrılar “türlerin ilahları” ve deniz, nehir, yer, yağmur, güzellik, fiziksel güç, ekonomik verimlilik, yılın mevsimleri, tufan, zelzele, hastalık, kıtlık ve ölüm gibi tabiatın maddî güçlerinin sembolleridir.
Dolayısıyla, insanlar ile tanrılar arasındaki savaş, insanın, kendi kaderine, iradesine ve hayatına egemen olan tabiat kuvvetlerinin otoritesine karşı sürdürdüğü bir savaştır, insan, günbegün anan gücü ve bilgisi ile bu kuvvetlerin egemenliğinden kurtulma, başına buyruk olma ve tabiatta karşı konulmaz en büyük güç olma mücadelesi vermektedir. Yani tabiata hükmetme gücünü şahsında sembolleştiren Zeus’un yerini almak istemektedir.
Diderot ve Voltaire’den Feuerbach ve Marks’a kadar modem hümanistlerin içine düştükleri en büyük ve en şaşırtıcı yanılgı, bu maddi tabiatın alanı içerisinde kalan antik Yunan mitoloji dünyası ile “öz”de ondan farklı olan büyük şark dinlerinin dünya görüşü içerisindeki kutsal ve manevi dünyayı aynı saymalarıdır, insanın Ahuramazda, Rama, Tao, Kurtancı Baba (Mesih) ve Allah’la olan ilişkisini, Zeus’la olan ilişkisiyle karşılaştırdılar, hatta aynileştirdiler.
Halbuki bu iki tür ilişki aslında birbirinin zıddıdır. Orada “ilahi ateş”i insana hediye eden bir Promethee vardır. Önce ateşi tanrılardan çalıp uykuda olduktan bir sırada gizlice yeryüzüne getiriyor. Sonra işlediği bu günahtan ötürü tanrıların gazabına uğruyor.
Burada ise diğer melekler gibi Allah’ın emrine karşı gelerek Adem’e secde etmediği için Allah tarafından kovulan ve lanetlenen bir büyük melek yani İblis vardır.
Üstelik burada bu ilahî ateş, insana ulaştırılması ve ilahî davet, cihat, tehdit ve müjde ile Ademoğullarını karanlıklardan aydınlığa çağırmaları için risalet sahiplerine göksel bir ışık (hikmet ve mesaj) şeklinde emanet edilmiştir.
Burada, Zeus’un aksine, Allah’ın, insanı tabiata köle olma boyunduruğundan kurtarmak istediğini ve aynı Prometevarî aydınlığın ardından gelen kurtuluş yolunu bildirdiğini görüyoruz. Sonuçta şu hükme varıyoruz: Büyük dinlerin dünya görüşlerinde Allah insanı, Zeus’u yenmeye çağırmakta ve bütün meleklerin Adem’in önünde secdeye kapandıklarını, denizin ve karanın onların hizmetinde olduğunu bildirmektedir.
İşte bundan dolayı antik Yunan mitolojisinin dünya görüşünde hümanizmin “Türlerin ilahları anlamında tanrıların otoritesini ve onlara kulluğu reddetme” şekline bürünmüş olması ve insanın üstünlüğü ile tanrıların üstünlüğü arasında çelişki bulunması gayet mantıklı ve doğaldır.
Bunu esas alan Yunan hümanizmi, tanrıları reddederek, otoritelerini yok sayarak ve insan ile gök arasındaki kulluk bağını kopararak “insanın üstünlüğü”ne ulaşma çabası içine girmiştir.
İnsan, doğruluk ve yanlışlık kriteri olarak alınıyor, insan bedeni de güzellik ölçütü sayılıyor. Hayatta sadece insana güç ve haz sağlayan şeylere önem veriliyor.
Böylesi bir hümanizm, “gök” karşıtı olarak şekillenmesi yüzünden “dünyalı” oldu ve materyalizme eğilim gösterdi. Batılı dünya görüşüne göre antik Yunan’dan günümüz Avrupa’sına kadarki dönemde hümanizm, materyalizmin sınırları içine çekilmiş, ansiklopedisi liberalizm, Batı burjuvazi kültürü ve Marksizm’de de benzeri bir alın yazısına sahip olmuştur.
Hümanizm Batı’da daha fazla teizm karşıtı bir şekil alarak gelişirken, Orta Çağ Katolikliğinin de Hristiyanlığı mutlak bir din anlamında “insanlık karşıtı” bir duruma sokmasına sebep oldu. Yer ile gök arasına antik Yunan ve roma mitolojisinde bulunan bir çelişkiyi soktu. Antik Yunan’dan esinlenerek yapılan “ilk günah”, “insanın cennetten kovuluşu” gibi yorumlarla insanı aşağılık yeryüzünde Allah’ın belirleyici dilemesinin mahkûmu yaptı. Ona “aşağılık günahkar, lanetli ve güçsüz” gibi sıfatlar yakıştırdı. Toplumda sadece bu “ruh”u taşıyan ruhaniler bunun dışında tutuluyordu. Ruhaniler dışındaki kimselerin kurtuluşu, ancak “neden” ve “niçin” diye sormadan ruhanileri körü körüne taklit etmelerine, onlara uymalarına ve Allah’ın idaresini yeryüzünde temsil eden resmî kurumlara üye olmalarına bağlıydı.
Bu tür düşünce, teizmi, hümanizmle karşı karşıya getirdi. İster istemez ilahî saltanatın gerçekleşmesine giden yol, hümanizmin kurban edildiği mabetten geçiyordu. Bundan dolayı Orta Çağ’da hümanizm yok oluyor ve artık ilim, kültür, yaşam, ahlak hatta estetik ve sanatla bile insana itibar edilmiyordu. Orta Çağ sanat ve estetîk motilerinin Ruhul kudüs, Mesih, melekler, mucizeler ve kerametler gibi insan ötesi ve fizik ötesi hikayelerden oluşması bu yüzdendir. Eğer resmedilen, bir insan görüntüsüyse sadece ruhaniler ve havarilerin baştan aşağı uzun ve geniş elbiseleri içinde gizlenmiş beşerî görüntülerinin canlandırılmasından ibarettir. Genellikle yüzleri peçe ile örtülmüş ya da “kutsal bir ışık huzmesi” içinde kaybolmuştur!
Edebiyat? Bu hikâyelerin anlatılması.
Sanat? Bu hikâyelerin ve çehrelerin çizimi.
Bilim? Bu kavramların ispat edilmesi.
Ahlak? İlk işlenen günahtan kurtulmak için tüm doğal eğilimlerin yok edilmesi.
Bu dünya hayatı ise öbür dünya için feda edilmesi gereken bir hayattır!
Gördüğümüz gibi Orta Çağ Katolikliğinin yaşadığı her yerde insanî üstünlükler yok edilerek Tarın’ya ulaşılıyor. Yani ancak bunlar, Tanrı’nın insanı sevmesini sağlıyor.
Hristiyanlıgın Tanrı’sı ile Zeus arasında ne kadar da yakın bir benzerlik var! İşte eğer modern Avrupa’daki Rönesans’tan sonra ortaya çıkan hümanizmin, antik Yunan hümanizminin takipçisi olduğunu söyleyebiliyorsak, Orta Çağ Hristiyanlıgmdaki “göksellik”in de rahatlıkla Yunan mitolojisindeki “göksellik”in devamı olduğunu söyleyebiliriz, ister Orta Çağ’da olsun ister Yeni Çağ’da olsun, her şey Yunan kaynağından besleniyor. Batı kültür tarihi, adı ister bilim isterse din olsun, bu kaynaktan beslenen iki zıt akımın devamından başka bir şey değildir.
Şimdi mesele daha da anlaşılır bir hale gelmektedir. Bugün birbirine zıt olan her iki akıma da “Yunan hümanizmi”nin kaynaklık ettiğini görüyoruz. Hem insanın, ideoloji ve uygulama yönünden maddîleştirilmesinde hemfikir olan burjuvazi ve Marksizm, hem ikisi de insan zatının manevî boyutlarını görmemek için bir şekilde gözünü kapatan Voltaire ve Marks, hem de liberal burjuvazi toplumu ve örgütlü komünist toplum, sonunda aynı insan, hayat ve toplum anlayışına ulaşırlar. Şimdi artık açıklanamaz bir eğilim olan gelişmiş komünist toplum burjuvazisi, ne tesadüfidir, ne gelip geçicidir ne de revizyonist bir sapmadır. Çünkü her şey insanda son bulur. Benzer insan anlayışları bulunan felsefelerin, başlangıçtaki yöntem farklılığına rağmen sonunda yollan da amaçlan da bir olur.
Gerek Batı burjuvazi liberalizmi ve gerekse Marksizm, her durumda hümanizmden dem vururlar. Liberalizm bilimsel araştırma, fikrî mücadele Ve ekonomik üretim alanlarında kişilerin ve düşüncelerin özgürleştirilmesi yoluyla insan yeteneklerinin yeşereceğini iddia etmektedir. Marksizm ise bu amaca özgürlükleri kaldırarak ve onları, toplumu aynı ideolojiye dayalı bir örgüt olarak yöneten ve insanları tek tipleştiren bir diktatörlük yönetiminin tekeline vererek ulaşır. Fakat yaşam felsefesi ve insan anlayışı, liberal burjuvazi felsefesinde gizli olan anlayışın aynısıdır: “Burjuva” sınıfının yaşam tarzını tüm toplum katmanlarına yaymak.”
“Öyleyse Marksizm, burjuvaziden daha çok burjuvazidir” denilmesi acaba şaka olmaz mı?
Evet, bu, hümanizm açısından somut bir gerçekliği olan bir şakadır.
Batı burjuvazi liberalizminin, kendisini tarihteki hümanist kültürün mirasçısı sayması ve Marksizm’in de kendisini hümanizmin yani tam insanın gerçekleşmesi için gerekli yol olarak tanıtması gibi egzistansiyalizm ikisinden de önce, Sartre’ın ifadesiyle aslında “bizzat kendisinin hümanizm” olduğunu iddia etmektedir. Elbette böyle bir iddiaya, iki selefinden önce egzistansiyalizmin hakkı vardır.
Fakat bu üçünden daha köklü ve daha eski olan dördüncü bir akım vardır ki bu da dini dünya görüşüdür. Bundan dolayı her din, kendi çağrısının esasının “insanın, nihai kurtuluşa iletilmesi” olduğunu bildirir. Zorunlu olarak bu, somut bir antropoloji felsefesidir. Çünkü insanın nasıl bir anlam taşıdığı aydınlatılmadan onun kurtuluşundan söz edilemez. Bütün dinlerin, yaratılış ve insanın yaratılış felsefesinden yola çıkmasının sebebi de budur.
Bu nedenle, günümüz dünyasında varlığını sürdüren bu dört değişik düşünce akımının, insanı bir asıl, üstün bir tür olarak görmesinden ve her birisinin, kendi ekolünün buna uygun olduğunu iddia etmesinden hareketle meseleleri ortaya koymak ve tartışmayı başlatmak için ortak temele dayalı bir tanım yapılabilir.
Kaynak: İnsan