Kevir adlı kitabımda baştan başa hissedeceğiniz gibi, yalnızlık “insan olma durumu”nun en açık seçik özelliğidir. Din, aşk ve sanat bu garip ruhun süreklilik arz eden coşmalarıdır. “Sazlıktan koparılan bu ney sürekli ayrılık ve kavuşma arzusuyla inleyip durmaktadır.” İnsan!1 Kendini bilme, seçim ve yaratıcılığın beşer türünde gelişen ve insanın evrilmiş saf örneklerini meydana getiren cevheri, bizzat onun tabiata, kör düzene, onu kuşatan duygusuz ve bilinçsiz belirlenime ve onunla aynı evi paylaşmasına rağmen onu tanımayan bütün varlıklara yabancılığını açıklar.
Yalnızlık benim anlayışıma göre “ayrılık” ve “gurbet” denilmesi daha uygundur realistlerin yargı kalıplarının aksine (Lao Tsu’dan Molla Sadra’ya dek) Doğu mistisizmindeki idealizmle ve (Eflatun’dan Berkeley ve Hegel’e dek olan ve Heidegger’lerin deyişiyle) Batı’nın felsefî idealizmiyle bir tutulamaz. Ayrıca tedavüldeki anlamıyla realizmden de farklıdır. Bu bir tür burjuvazi “gönül hastalığı” insanın acıları ve rüyalarıdır.2 Refah, kendiliğinden bir tür “görünen gerçeklerden soyutlanma” anlamı içermektedir. Çünkü başkaları üretim işinin ağır yüklerini omuzlarında taşırlarken ve yaşamın verdiği sıkıntılarla haşır neşir olurlarken o beyefendi her şeyden habersiz sadece “yemek”le meşguldür. Vurdumduymazlık, beşerî yaşam henüz bundan mahrum olduğu halde tek başına bir “gaflet”tir. Gaflet ise cehalettir. Çalışmaksızın yemektedir. “Tüketim” üretimin zorunlu hem de mantıklı bir sonucu olduğu için, üretim henüz çalışarak zahmet çekme ile iç içe olduğundan, bu ikisini tanımadan tüketen kimse, olağanüstü koşullarda yaşamını devam ettiren insanlık dışı bir yaratık konumundadır, işte bundan dolayı şunu gerçek ile bağdaşır bir halde söylemek mümkündür: “Vurdumduymazlık onu yabancılaştırmaktadır.” Gerçek insan suretinden yani bedensel ve zihinsel olarak çalışan, üreten ve ürettiğini tüketen biri olmaktan çıkarak yalnızca tüketen hayalî bir varlık haline gelmektedir. Yabancılaşmış bir insan kimdir? Kendisini “Ben Rüstem’in pehlivan olduğu dönemi de yaşayan biriyim.” diye tanıtan kimsedir.
“işsizlik ve pragmatistlik onu öyle bir hale getirmektedir ki bütün varlığını kaplamış olan nemelazımcılığın ve bütün ömrünü kaplayan boş vakitlerini baştan başa evrende, yaşamın tamamında ve kendi varlığının derinliklerinde dehşetengiz bir boşluk ve öldürücü bir durgunluk olarak hissetmektedir. Gereksinim, hareket, bilinç, yaratıcılık, sorumluluk, tehlike, çile çekme, direnme, başarı, yenilgi, tedbir ve uğraş gibi şeyler” varoluşla yön verdiği, yaşama “anlam” kazandırdığı için ve onun bütün bunlardan habersiz bir şekilde yaşaması, aynı zamanda dünyada ve yaşamda her şeyden faydalanması sebebiyle mecburen tatlılıklar gönlünü tırmalamakta ve güzellikler gözünde çirkin görünmektedir. Nimetleri aşağılamakta, maddî yaşamdan bıktığını söylemektedir. Yaşamı “tekdüze”, varlığı “saçma”, doğayı “boş”, göğü “budala”, insanı hiçbir şeyi olmadan “sorumsuz” olarak yaratılmış bir varlık, “oluş”u anlamsız ve sonuçsuz, hayatı boş, tekdüze ve usandırıcı olarak görmektedir. Sonuçta kaçınılmaz olarak ya Buda gibi “oluş”tan uzak kalmakta ve neticede arzunun ürünü olan zehirlerden korunmakta ya da Roussou (Camus’un kahramanı) gibi Epükürist bir kötümserliğin peşine düşmekte veya Camus gibi vara vara “saçma”ya varmakta veya Gide gibi “kendi kendini aldatmakta” ve “berzah denilen hayalî cennet”e sığınmakta veya Brechett gibi her “iman”a gülmekte ve her bekleyişi sonu olmayan ütopik bir bekleyiş saymakta veya Sartre gibi varoluşu “boş”, insanı ise “anlamsız” olarak nitelemekte yahut tasavvufta olduğu gibi yalnızlığını yenebilmek için kendi kabuğuna çekilmekte, hareketsiz, tekdüze soğuk bir yaşamı ısıtmak için aşk ateşini tutuşturmakta, ölümsüzlüğe ulaşmak ve anlam kazanmak için “tapınış” kokusu veren bir hava içinde başıboşluk ve anlamsızlıkla kendi varlığını yok etmekte ya da sorumluluk yüklenmeksizin, dağılmış varlığına ve varlığın parçalanmış sersemletici çokluğuna bir neden bulmak için bir kutup (şeyhin) etrafında tavaf etmekte veya müreffeh dünya insanlarının başkaldırısı gibi, karanlık ve dar duvarlar arasında güçlülük ve lezzetten temin ve tayinin boğuculuğunda sıkışmakta ve gönlü doyumun sıkıntısından ve her istediğini elde edebilmenin rahatlılığından daralmakta, düzenli, belirlenmiş, tertipli bir yaşama doymaktadır. Artık enteresan ve macera dolu şeylere yönelmekte, sürrealizmde, türlü türlü formalizmde ve sanatsal tekniğin soyluluğunda karar kılmaktadır. Empresyonizmden, cinsellikten, ruh çağırmaktan, Yoga yapmaktan, vejetaryenlikten, Mazdeizm’den, sapık Doğuculuktan ve yalancı dinlerden zevk almaktadır.
Bunlar, vurdumduymaz insanların, hayatı, beni ve evreni anlamlandırma ve doldurma isteklerinin zorunlu bir sonucu olarak oluşmuş şeylerdir: Değişiklik, uyuşturucu kullanma ve heyecan!…
Bu, değerleri dünyada ve yaşamda yaratan insandır. Bunu ne hümanistlerin benmerkezciligi anlatmak ne de alelade pragmatizmin yüzeyselliğini ve donukluğunu açıklamak için söyledim, insan, bir “olup bitmişlik” süreci içinde değil, oluş süreci içindedir.
İnsanın gerçekliği, değişik biçimlerde ve değişik özlere sahiptir. Her varlıksal boyutunda başka bir görüntü vardır. Düşüncede, toplumsal ve zamansal gerçeklerden soyutlanmış olarak var olan bir boyutun da “soylu ve sahici bir gerçek” olması mümkündür. Aynı zamanda bir insan toplumsal bütünden ayrılmaz bir parçadır. Toplumun vicdanını kendi varlığında taşır. Büyük, duyarlı ve gelişmiş ben bilincini kabul eden bir dünya görüşü içinde “kendisine gelmekte; yavaş belleme ve şaşkınlığına rağmen, kendisine karşı kendi doğasını ve kaderini belirlemektedir. Hareketli olmak, yaşamak ve ölmek, düşüncesinde üç soru olarak belirmekte; şaşkınlık, korku ve ızdıraptan doğan üç kaynak olarak duygularına oturmaktadır, işte bundan dolayıdır ki “oluşum endişesi” bizatihi bir gerçeklik ifade eder. Öyle ki ruh, yaşam endişesinden uzak durduğunda, toplumsal ben bilincinden varlıksal ben bilincine geçiş yaptığında daha korkak ve daha bunalımlı bir yapıya bürünür.
Böyle bir anlayış çerçevesinde insan yalnızca kabuğuna çekilmekle kalmayıp karşımıza yaşam ve hareketlilik tufanından uzak kalan, esintisiz “nirvana” uzayında mistik bir şekilde dinlenen biri olarak çıkmaktadır. Yine sadece kendisinden uzaklaşan biri olarak kalmayıp aynı zamanda günlük açmazların içinde kaybolmakta ve “olan”ın sınırlan içine hapsolarak doğanın dar sınırlarının dışına çıkamamaktadır.
İnsan doğada ne “var olmuş olan” ne de “ortaya çıkan”dır. insan doğada “olmakta olan”dır. Onun dünyada kullanabileceği şeyler pek fazla değildir. Dünyadaki bütün okyanusların suyu onun susuzluğunu gidermez. “Varlık” onun bedensel varlığını daraltmaktadır. Kendisini çevreleyen dış dünyanın çokluğu içinde garip, aç, dertli, hoşnutsuz ve isyankardır. İnsan bu evrende muhacir bir ruhtur. Sürgündeki Tanrı benzeridir!
Amacı, sorumluluğu ve çilesi olmayan kişi, başını bağlamak için meşguliyetler peşinde koşacaktır. Gerçekle alakası olmayan ve onu tanımayan bir düşüncenin onun ölçüsünü, tadını, çilesini, kapasitesini kendisinde duyumsamaması kaçınılmaz olacaktır. “Boşluğa” ve “saçma”ya çark edecektir; her şeyi, kendisini, yaşamı, evreni boşuna, anlamsız, karmaşık ve “hiçlik” olarak görecektir.3
İnsan – Ali Şeriati
1- “Beşer kelimesini “konuşan hayvan” olan insan anlamında kullanıyorum, “insan” kelimesini İse nispeten, ben bilincine ve özgürlüğe kavuşmuş, olgunlaşmış türün niteliği anlamında kullanıyorum.
2- İslam Bilim kitabında buna değinmiştim: Dünyadan kaçmayı ve ahireti ön plana çıkarmayı salık veren mistik dinler, aristokratlığın hakim olduğu toplumların ürünüdürler. Peygamberleri de hep aristokrat sınıftandır, (Çin, Hindistan ve tran’da olduğu gibi). Dünyayı ön plana çıkaran (dünyayı düzenlemeyi hedef alan) dinlerin ise genellikle yoksun bırakılmış kesim arasında yayıldığını, Peygamberlerinin de çoban, bazen de işçi vb. meslek erbabı olduğunu görüyoruz (Musa, Nuh, Davud, İsa ve islam Peygamberi buna örnektir).
3- Gerçi bunlar yüce insanın da sahip olduğu endişe ve konulardandır. Benim bu hastalıklı sembollere dayanmam bunları doğrulamak için değildir.