Aleksandr Puşkin’in Rusya için taşıdığı önem, Puşkin Üzerine Konuşma (II) – Dostoyevski

Dostoyevski-2Bırak bizi git, ey mağrur kişi,
Biz vahşi, kanunsuz adamlarız.
Ne işkence gelir elimizden
Ne kimseyi cezalandırırız.

<öncesi] Puşkin olağanüstü bir olaydır; belki de Rus bilincine özgü, eşi görülmedik bir olaydır; demişti Gogol. Bana kalırsa aynı zamanda bize gelecekten bir haberdi Puşkin. Evet, biz Rusların arasına tıpkı bir peygamber gibi geldi. Petro’nun devrimleri üzerinden koca bir yüzyıl geçmişti, kendi gerçek benliğimizi yeni yeni kavramaya başlamıştık. Puşkin’in gelişi önümüzdeki karanlık yola yeni bir ışık saçtı, bize yardımcı oldu. Bu anlamda Puşkin bize gelecekten haberler getiren peygamberimizdir.
Büyük şairimizin çalışma süresi üç devreye bölünebilir sanırım. Şimdi burada bir edebiyat eleştirmeni gibi konuşacak değilim. Puşkin’in yaratıcı çabası şu anda bambaşka bir açıdan ilgimi çekiyor.

Puşkin bizim için hangi bakımlardan önemlidir, niye bir peygamberdi, kendi anlayışıma göre ortaya koymak, bir de peygamberliğe verdiğim anlamı belirtmek istiyorum. Yalnız şunu da söyleyelim ki Puşkin’in yaratıcı devrelerini birbirinden öyle keskin çizgilerle ayıramayız. Mesela, bana kalsa, Yevgeni Onegin’in başları ilk devrenin özelliklerini taşır derim, ama sonu ikinci devrenin ürünüdür: Puşkin, ardından koştuğu ülküleri artık ana yurdunda bulmaya başlamıştır; ulusunun, halkının emelleri onun da emelleridir; geleceği sezen, sevgiyle dolup taşan yüreğinin bütün içtenliğiyle onlara. bağlanmıştır. Derler ki Puşkin gençliğinde Parny, André Chenier ve hele Byron gibi Avrupa şairlerine öykündü. Şüphesiz Avrupa şairlerinin Puşkin’in dehasının gelişmesinde, büyük etkileri oldu, Puşkin’in bütün hayatı boyunca sürdü bu etki. Ne ki ilk yazdığı şiirlerde bile Puşkin Avrupa şiirine öykünmeden çok öteye varıyor. Dehasının olağanüstü kişiselliği daha ilk eserlerinde belli olmuştu. Çingeneler şiirinde dile getirdiği gerçek ızdırabın, o bilinç derinliğinin bir eşine ondan bundan aparılmış eserlerde rastlayamazsınız. Ben Çingeneler’i bütünüyle Puşkin’in ilk devresinin eseri sayıyorum. Bu şiir bir öykünmeden başka :bir şey olmasaydı öylesine taşkın bir yaratıcı güçten böylesine nasibi olur muydu? Şiirin kahramanı Aleko’da köklü, derin, tam Rusça bir düşünce dile getirilmektedir. Aynı düşünce sonradan Onegin’de uyumlu ve dört başı mâmur bir kılığa bürünmüş olarak yeniden kendini gösterecek, aşağı yukarı Aleko o acayip kılığından sıyrılıp elle tutulur gözle görülür, akla yatkın bir kişi olarak bir daha karşımıza çıkacaktır. Puşkin kendi ülkesinde avare olmuş dertli kişinin macerasını daha ilk basta eşine az rastlanır bir deha gücüyle işlemişti. Aleko, tarihin yükü altında acı çeken Rus’un ta kendisidir. Halktan kendini ayırmış bir toplum katının içinde böyle birden boy göstermesi tarihin zoruyla oldu. Onun için gerçeğe tıpatıp uyan bir tip. Bu yersiz yurtsuz Rus âvâraleri bugün de âvâre dolaşıp duruyorlar. Ortadan silinmeleri daha çok zaman alacak.

Bugün çingenelerin ilkel yaşayışlarında kendi evrensel ülkülerine ip ucu aramak için çingene obalarına koşuşmuyorlar belki; bizim Rus aydınlarının ne idüğü belirsiz, gereksiz hayatından illallah deyip acılarını unutmak için tabiatın koynuna kaçmıyorlar, ama tutup sosyalizme bel bağlıyorlar (sosyalizm yoktu daha Aleko’nun zamanında); yüreklerinde yeni bir inançla yeni bir ufka doğru koşuyorlar; vardıkları yerde canla başla çalışıyorlar. Bir yandan da, tıpkı Aleko gibi, hayatlarımı adadıkları hayalkâri uğraşıların onları amaçlarına ulaştıracağına, çabalarıyla yalnız kendilerini değil bütün insanlığı mutluluğa erdireceklerine inanmaktadırlar. Rus serserisi bütün insanlık mutluluğa ermedikçe kendi gönlünde huzura kavuşamaz. Rus serserisi bundan daha azıyla yetinemez, hiç değilse iş daha kuram katında kaldığı sürece. İşte bu, başka çağlarda yine karşımıza çıkacak olan aynı Rus kişisidir. Dediğim gibi, Petro’nun büyük devrimlerinden sonra gelen ikinci yüzyılın başında, toplumda, halktan köklerini koparmış bir aydın doğdu. Evet, şimdi olduğu gibi Puşkin’in zamanında da aydın Rusların büyük çoğunluğu devlet kapısında memurdu; demiryollarına, bankalara kapılanmışlardı; olur olmaz işler görüp hayatlarını kazanırlardı. Kimi de kendini bilime vermişti, ikide bir aydın topluluklar karşısında yüksekten konuşmayı bir iş sayardı. Hayatları düzenli, rahat, patırtısızdı. Aylıklarını alırlar, pokerlerini oynarlardı. Hiçbirinin gönlünden çingene obalarının yerini tutacak, çağımıza daha uygun yerlere kaçmayı düşünmezler pek. Gide gide gidip bir liberalcilik oyununda karar kılarlar. Avrupa sosyalizminden bir nebze bulaşmıştır bu liberalliğe. Üstelik o da; biraz Ruslaşmış, yumuşamış bir sosyalizm! Oysa, gerçekte, bir zaman meselesi bu; ya biri daha tedirgin olmaya başlamışken bir başkası çoktan kendini sürgüsü çekilmiş bir kapının önünde bulup kafasını tahtalara çarpmışsa? İşte giderek hepsinin sonu buna varacaktır, eğer kibirlerini yenip halka yoldaş olmayı bilmezlerse! Diyelim ki hepsinin kaderi bu değildir. O zaman iş “seçkinler” e kalıyor; geri kalan muazzam çoğunluk hiç huzura kavuşmayacağına, yalnız onda biri tedirgin olsun daha iyi. Tabii Aleko gönlündeki acıyı henüz doğru dürüst dile getiremiyor. Mesele oldukça soyut onun için. Tabiatı özlüyor, o kadar; yüksek sosyeteye karşı hınç var içinde; gönlünde bütün insanlığı kapsayan emeller besliyor. İnsanlığın bir yerde izini yitirdiği, kendisinin ne yapsa ele geçiremediği bir gerçeğin ardından yas tutuyor. Nerdedir bu gerçek? Nerede, nasıl ortaya çıkar? Ne zaman elden gitti? Bilmiyor tabii bunların hiçbirini, yine de bunalıyor. Sonra şu da var: Hâyallerine düşkün, sabırsız kişi kurtuluş yolunu her şeyden çok dış görünüşe akın olaylarda arar. Tabii ya. Gerçek kendi dışında bir yerde demek ki. Belki bir başka Avrupa ülkesinde Avrupa milletlerinin sağlam köklere bağlı, tarihin içinden çıkıp gelmiş siyasal düzeninde, Avrupa’nın çoktan yerine oturmuş toplum ve hayat örgüsünde. Böyle bir adam gerçeğin ilkin kendi içinde belireceğini hiçbir zaman anlamayacaktır. Nasıl anlasın? Koca bir yüzyıl boyu kendi yurdunda kendini bilmeden yaşamış. Çalışmasını unutmuş. Gerçek kültürden yoksun kalmış. Kafes ardında yetişmiş görgüsüz bir genç kızdan farkı ne ki? Rus aydın toplumunun kendi içinde bölündüğü bilmem kaç katın hangisinden çıkıp gelmişse, o katın şanına uygun bir takım görevler görmüş hayatı boyunca – ipe sapa gelmez, ne işe yaradığı bilinmez görevler. Kökünden kopmuş, oradan oraya sürüklenip duran bir ot parçası şimdilik, başka ne ki? Bunun ağırlığını duymuyor mu, acısını çekmiyor mu dersiniz? Hem de nasıl! Olur a belki de soylu soplu bir aileden gelmedir, belki köleleri bile vardır. Soylu kişinin dilediği gibi yaşama hürriyetinden niye yararlanmasın; niye heveslerine boyun eğmesin, “kanun dışı yaşayan adamların câzibesine kapılıp bir çingene obasında ayı oynatmaya başlamasın? Tabiî gönlünü boğan huzursuzluktan onu olsa olsa bir kadın kurtarır, şairlerden birinin dediği gibi vahşi bir kadın”!.. Onun için Aleko işin kolayından bulduğu derin bir inançla kendini Zemfira’nın kollarına atar. “İşte kurtuluş yolu benim için; burada, ancak burada bulabilirim mutluluğu. Medeniyetin, kanunların ötesinde tabiatla koyun koyuna yaşayan bu insanların arasında”. Peki sonu? İlkel tabiatın gerekleriyle ilk karşılaştığı anda dayanamaz, elini kana. bular. Zavallı düş budalası evrensel sevgi ne güne, çingenelere bile yaranmanın yolunu kestiremez, cascavlak ortada kalır. Çingeneler de aralarından sepetlerler onu. İntikam almaya bakmadan, kin gütmeden, gösterişe sapmadan. Ağırbaşlılıkla.

Bırak bizi git, ey mağrur kişi,
Biz vahşi, kanunsuz adamlarız.
Ne işkence gelir elimizden
Ne kimseyi cezalandırırız.

Tabii bunlar hep hayâl. Hayâl ama, mağrur kişi bütün keskin çizgileriyle gözümüzün önünde yaşıyor. Gerçektir. Bu tipi ilk yakalayan Puşkin oldu. Bunu aklımızdan. çıkarmamalıyız. Hoşuna gitmeyen bir şey görmeye görsün, zulme ve işkenceye başvurmaktan kendini alamaz mağrur kişi; ne yapıp yapıp uğradığı haksızlığın cezasını ödetecektir. Ya da, daha iyisi, toplumun bilmem kaçıncı katından geldiğini hatırlayacak, işkence için, adam cezalandırmak için fırsat kollayan kanunu yardıma çağıracaktır, yeter ki ona karşı işlenen suçun intikamı alınsın. Yok, hayır! Bir deha eseri olan bu şiir bir öykünmedir diyemeyiz. Tam bu noktada meselenin, “kahrolasıca meselenin” çözüm yolu halkın inancı ve adalet duygusu yönünde kendini gösteriyor. “Eğ başını önüne, mağrur kişi ilkin gururunu ayaklar altına al! Eğ başını önüne. Tembel adam, ilkin kendi yurdunda çalışmaya bak!” Halkın hikmetine, adalet anlayışına uyan çözüm yolu budur. “Gerçek dışarıda değil sendedir. Kendini kolla. kendini bul, kendi önünde eğil, kendine üstün ol, gerçeği göreceksin. Bu gerçek ne eşyada, ne senin dışında ne de dışarı ülkelerdedir, ilkin kendi kendine ettiğindedir. Kendini yener, kendi önünde eğilebilirsen, düşünde görmediğin kadar hür olacaksın; büyük bir işe başlayacaksın, başkalarını hür kılacaksın, çevrende hep mutluluk göreceksin. Hayatın gerçekten yaşanmış olacak, sonunda da ulusunu, ulusunun kutsal gerçeğini anlayacaksın. İnsanlık sevgisi, kardeşlik ülküsü ne çingenelerde, ne de başka bir yerdedir. Sen ilkin evrensel sevginin adamı olduğunu göster. Kinci ve mağrur olma. Sanma ki hayat .sana karşılıksız sunulmuş bir armağandı.”· Bu çözüm yolu Puşkin’in şiirinde de beliriyor. Aynı düşünce Yevgeni Onegin’de daha da büyük bir açıklıkla belirtilmektedir. Onegin hayallerle oynayan bir şiir değil, gerçekçi bir gözle yazılmış, ayağı yere sapasağlam basan bir eserdir.. Bu şiirin gerçek Rus hayatını dile getiren yaratıcı gücüne, eserin sanat mükemmelliğine Puşkin’den önce kimse ulaşamamıştı, belki ondan sonra da kimse ulaşamadı.
Onegin, Petersburglu’dur. Başka türlü olamazdı ki! Şiir için gerekli bu. Kahramanının gerçeğe en uygun yanlarından biri olan bu özelliğe şair gözlerini yumamazdı. Bir daha söyleyeyim, Onegin, Aleko’nun ta kendisidir, hele şiirin ortalarında acı içerisinde:
Tula mal müdürü gibi
Niye ben de inmeli değilim?
diye haykırırken.
Ama şiirin başlarında henüz yarı yarıya bir züppe, bir dünya adamıdır. Hayâl kırıklığına uğrayıp tepe taklak umutsuzluk kuyusuna yuvarlanacak kadar yaşamamıştır, daha, ne ki:
Gizli bıkkınlığın o süregen şeytanı
belâ kesilmiştir çoktan başına..

Kendi ana yurdunun göbeğinde, ırak köşelerde yaban çevrelere düşmüş bir sürgündür Onegin. Ne yapacağını bilemez bir türlü, ne aradığını ancak belli belirsiz sezmektedir. Sonraları yurdunu ve yabancı toprakları gezerken. nereye gitse kendini yabancılarla çevrili görür, hattâ kendi kendine de yabancı olduğunu anlar. Yurdunu sever, ama yurduna güveni yoktur. Ulusal emellerden söz edildiğini duymuştur, ama hiçbirine inanmaz. İnandığı tek şey kendi yurdunda hiçbir şey yapılamayacağıdır. Bir şey yapılabileceğine inananları da – bunların sayısı o zaman da bugünkü kadar azdı – küçük görür, hattâ bir yerde acır öylelerine Lenski’yi de can sıkıntısından öldürmüştü. Evrensel bir ülkü ardında koşmanın doğurduğu can sıkıntısıydı bu. Tıpkı bizim hâlimize benziyor..

Tatyana öyle mi ya? Tatyana,’nın çok daha güçlü bir kişiliği var. Kökleri sağlam Tatyana’nın. Kaç Onegin’i cebinden çıkarır, öylesine derin, öylesine akıllı. Kendi soylu içgüdüsüyle gerçeğin nerde yattığını, ne olduğunu çoktan sezmiştir. Puşkin şiirine Onegin değil, Tatyana adını vermeliydi. Hiç çekinmeden söyleyebiliriz, şiirin ger çek kahramanı Tatyana’dır. Tatyana olumlu bir tip, olumlu. ve güzel bir tip. Tam anlamıyla Rus kadını. Şair eserinde dile getirmek istediği düşünceyi Tatyana ile Onegin arasındaki son karşılaşmayı anlatan ünlü sahnede genç kadının ağzından anlatır. Diyebiliriz ki, o zamandan beri edebiyatımızda Rus kadınını böylesine olumlu, böylesine güzel görmedik – Turgenyev’in İyi İnsanlar Yuvası’ndaki Liza, belki… Fakat kıyı bucak bir köşede Tatyana ile ilk karşılaştığında Onegin bu temiz yüzlü, içten, utangaç kızı ilk başta anlamadı bile. Çünkü halkı kendinden aşağı görmeye alışagelmişti: Kızcağızın benliğinde saklı duran bütünlüğü, mükemmelliği göremedi; belki sahiden sandı ki genç kız ilerde varacağı olgunluk yolunda daha ilk adımlarını atmaktadır, bir çeşit tomurcuk, bir oğulcuktur. Bir düşünün, Tatyana bir oğulcuk, ha? Onegin’e yazdığı o mektuptan sonra! Şiirde bir oğulcuk arayacaksak, Onegin’den alâsı mı olur? Onegin, Tatyana’yı anlamıyor. İnsan ruhu nedir bilmiyor ki! Bütün hayatı boyunca soyut bir katta yaşadı: hayâl peşinde koşmaktan, âvârelikten kurtulâmadı. Üstelik Tatyana’yı sonradan Petersburg’da dillere destan bir hanımefendi olduğu zaman da; anlamadı. Tatyana’ya yolladığı mektupta “onun eriştiği katın yüceliğini gönlünde çoktan sezmiş olduğunu” söylüyor ama bir sürü laf bunlar. Onegin, Tatyana’yı hiçbir zaman anlamamış, değerini vermemiştir. Aralarındaki sevginin trajik yanı buradadır… Ne ki Tatyana’yı köyde ilk gördüğü sırada Childe Harold ya da, olur a, Lord Byron kendisi İngiltere’den çıkagelseydi, Tatyana’nın o ürkek, gösterişsiz güzelliğini görüp Onegin’i uyarsaydı, hemen orada hayranlıktan dizlerinin bağı çözülmez miydi Onegin’in? Evrensel acının pençesinde oradan oraya koşturup duranlar işte bazen böylesine köle ruhlu oluyorlar! Fakat nerde Onegin’de o göz? Evrensel sevgi ardında onca yıl pabuç tüketen beyoğlu önce kızcağızı karşısına alıp bir güzel söylev geçer, sonra da şerefli bir adam gibi davranmanın gönül rahatlığı içinde alır başını gider. Evrensel acı hâlâ yüreğini dağlamaktadır; budalaca bir kızgınlık ânında döktüğü arkadaş kanı eline bulaşmıştır. Bundan böyle ana yurdunun bir ucundan öbür ucuna âvâre dolaşacak, bir kerecik olsun gözleri Tatyana’yı görmeyecektir. Kanlı canlıdır daha; kabına sığamaz, haykırır:
Daha gencim, hayat güçlü kuvvetli damarımda.
Ya beni bekleyen ne? Hep acı, gine acı, gine acı!

Tatyana, Onegin’in bu hâlini çok iyi biliyor. İlk gördüğü andan beri gözünü kamaştıran fakat neyin nesi olduğunu bir türlü anlayamadığı adamın evine gelişi hikâyede ölümsüz mısralarla anlatılır. Mısraların eşsiz sanat güzelliğinden, derin anlamlarından söz etmek istemiyorum şimdi. Tatyana, Onegin’in çalışma odasında. Kitaplarını; eşyalarını gözden geçiriyor. Onlara bakıp Onegin’in kişiliğini anlamaya, kafasında çöreklenen sır düğümünü çözmeye uğraşıyor. Bir ara olduğu yerde taş kesiliyor, sırrın çözüldüğünü haber veren bir önsezi ile kendi kendine mırıldanır:

Boş bir hayâl olmasın sakın?

Evet, Tatyana bunu ancak böyle yarım ağız açığa vurabilirdi. İlk baştan Onegin’in ne mal olduğunu anlamıştı çünkü. Çok sonraları Petersburg’da yeniden karşılaştıklarında artık onu iyi tanıyordu. Kim demiş saray hayatı, sosyete hayatı Tatyana’yı bozdu diye! Kim demiş biraz da gözde bir hanımefendi olduğu için, yeni fikirlere kapıldığı için Onegin’e sırt çevirdi diye! Doğru değil bu. Tatyana yine eski Tanya, köylerin, kırların Tanya’sı. Şımardı mı sanki? Hayır! Petersburg sosyetesinin gözalıcı hayatı gönlünü boğmakta, onu binbir acıyla kıvrandırmaktadır. Sosyete hanımı olmaktan nefret ediyor. Tatyana’yı başka gözle görenler Puşkin’in ne demek istediğini anlamayanlardır. Tatyana açık konuşuyor Onegin’le:

Bir başkasına bağlandım, ölene dek
Ona sadık kalmam gerek.

O anda Tatyana Rus kadının ta kendisidir. Bu sözleri söylemekle hayatının doruğuna eriyor, şiirin dokunduğu gerçekleri dile getiriyor. Onun dini inançları, evliliğin kutsallığına inancı üzerine tek kelime söylemeyi gereksiz sayarım. Öyleyse niye Onegin’le kaçıp gitmedi? Kendi ağzıyla ona “seni seviyorum” dememiş miydi? Bir Rus kadını olduğu için Güneyli bir kadın ya da bir Fransız kadını gibi hayatta cüretkâr bir adım atmayı beceremediğinden mi? Haysiyetinden, parasından, toplum içindeki yerinden, anlamsız erdem iddialarından vazgeçmeye gücü yetmediğinden mi? Hayır! Rus kadını inandığı şeyden gözünü esirgemez. Tatyana’nın bütün hayatı bunu doğrulayan bir hikayedir. “Bir başkasına bağlı şimdi; ölene dek ona sadık kalacak? Kime sadık kalacak? Neye sadık kalacak? Dünya bir araya gelse sevemeyeceği, anası yaşlı gözlerle önünde diz çöküp yalvar yakar olmasaydı dünyada evlenmeyeceği o paşa eskisine mi? Yaralı yüreğinde bütün umut kıvılcımları söndü mü yoksa? Ağır bir umutsuzluk çökeleğinden başka birşey kalmadı mı gönlünde? Evet, Tatyana o paşaya, yani kocasına, onu seven, onu sayan, onunla övünen dürüst insana hainlik etmemeye kararlıdır. Anası önünde dize gelip yalvardı yalvarmasına, ama kararı veren kendisiydi. Kocasının sadık eşi olmaya söz veren oydu, Tatyana’ydı. Başka çıkar yol .bulamadığı için evlendiği adam ne olursa olsun şimdi kocasıydı. Atacağı yanlış bir adım kocasının onurunu ayaklar altına alacak, adamcağızı yerin dibine batırıp sonunda öldürecekti. Bir başkasının kara günleri üzerine mutlu bir hayat kurabilir mi? Mutluluğu doğuran yalnız sevginin insana tattırdığı hazlar değildir; aynı zamanda gönlün huzura kavuşmasıdır. Ardında şerefsiz, merhametsiz, insanlığa uymayan bir davranışın hâtırası yatan gönül nasıl kendi kendinden hoşnut olabilir? İnsanın kendi mutluluğu için kaçıp gitmesi yeter mi insanın mutlu olmasına? Ne biçim mutluluktur o ki, bir başkasını bahtsız kılmadan var olamıyor? Diyelim ki bütün insanlığı sevindirecek, bütün insanları barışa, esenliğe kavuşturacak bir amaç ardında koşmaktasınız. Diyelim ki bu amaca ulaşabilmek için tek bir insanı işkenceler içinde öldürmek gerekli, hattâ kaçınılmaz bir şarttır. Büyük bir insan, meselâ bir Shakespeare olmasın bu adam, sıradan namuslu ihtiyarın biri olsun; körükörüne inandığı, pek öyle derinden tanımadığı, fakat sevip saydığı, başının tacı ettiği, yanında yaşamaktan sevinç duyduğu genç bir kadının kocası olsun. Bütün yapacağınız bu adamı rezil etmek, yerin dibine batırmak, işkencelere salmaktır. Adamın ayaklar altına alınan onuru, sevdiğinden ayrı düşmesinin ıstırabı üzerine siz bütün insanlığın geleceğini, mutluluğunu kuracaksınız. Yapar mısınız? Buna razı olur musunuz? İşte meselenin can damarı! Diktiğiniz yapının temellerinde bu acı yattıkça, diktiğiniz yapının temellerinde önemsiz bir insanın, ama haksız yere, kör kör parmağım gözüne hayatı paralanmış bir insanın üzüntüsü yattıkça, yapıda oturacak olanların kendilerine sunduğunuz mutluluğu sizin elinizden almaya yanaşacaklarını aklınızdan geçirebilir misiniz? Hepsi dünyanın sonuna dek o mutluluk içinde yaşayacak olsa bile, onlardan bunu bekleyebilir misiniz?

Tatyana, yüreğinin tâ derinlerinde ıstırabın dik alâsını bilen Tatyana başka, türlü davranamazdı. Hayır. Kendini bilen kişi, bir Rus, kararını şöyle verir: mutluluktan nasibim olmasın benim. Çektiğim acı bu ihtiyarın çektiklerinin yüz katı, bin katı olsun. Kimse bilmesin, bu ihtiyar adam da bilmesin benim nelere katlandığımı. Kimseler bilmesin benim neyi göze aldığımı. Başkasını paralamakla olacaksa, ben mutluluğu istemiyorum! İşte trajedi burada. Tatyana çizginin ötesine geçemeyeceğini bilir, bunu bildiği için de Onegin’e kapıyı gösterir. Diyeceksiniz ki Onegin de bedbaht şimdi. Tatyana birini kurtardı, ötekinin yüreğini paraladı. Ama bu başka mesele, belki de şiirin en önemli meselesi. Yalnız geçerken söyleyeyim: Tatyana neden Onegin’le kaçmaya yanaşmadı? Edebiyatımızda öteden beri tartışılan bir konudur bu. Onun için üzerinde bu kadar durdum. Meselenin en dikkate değer yanı çözüm yolunun şimdiye kadar anlaşılmayıp tartışma konusu edilmiş olmasıdır. Bana kalırsa Tatyana serbest olsaydı, yaşlı kocası ölseydi de Tatyana dul kalsaydı, gine de Onegin’le kaçıp gitmezdi. Tatyana’nın kişiliğini iyi anlamamız gerek. Onegin’in nasıl bir adam olduğunu apaçık görüyor Tatyana. Ezeli âvâre, bir vakitler yüz vermediği kadını şimdi bambaşka bir ortamda, ulaşılmaz bir varlık gibi görmektedir. Meselenin can alıcı noktası bir bakıma bu değil mi zaten? Ortamın yeniliği… Onegin’in umursamayıp yüzüstü bıraktığı genç kız şimdi bütün sosyetenin sevgilisidir. Sosyete ise, bütün evrensel emellerine rağmen Onegin’in önünde boyun eğdiği tek kuvvettir. Onun için gözleri kamaşır, genç kadının ayaklarına kapanır. İşte ne zamandır ardından kovaladığım ülkü, der, işte kurtuluş yolu, işte acılarımdan beni kurtaracak varlık. O zamanlar gözüm görmedi onu; “mutluluk elimi uzatsam benim olacakmış meğerse”. Nasıl daha önce Aleko acılarından kurtulma yolunu Zemfira’da gördüyse, şimdi de Onegin heveskâr imgeleminin yeni bir dönüşüyle Tatyana’ ya sarılır. Ama Tatyana anlamıyor mu sanki bunu? Tâ ne zamandan beri bilmiyor mu Onegin’in bu hâlini? İki kere iki dört eder gibi biliyor ki, Onegin karşısındaki kadını, eski günlerin alçak gönüllü Tatyana’sını sevmiyor, kendi yeni hevesini seviyor. Biliyor ki onun gözünde Tatyana, Tatyana değil bambaşka bir varlıktır. Tatyana değil Onegin’in sevdiği; belki de kimseyi sevmiyor. Onegin’in kimseyi sevmeye gücü yok; ne kadar acı çekerse çeksin, kimseyi sevmeye gücü yok. Sevdiği, bir heves sade; zaten kendisi bir heves, Onegin! Bugün Tatyana’nın peşinden geldiğini görse yarın hayâl kırıklığına uğrayacak, gönlünün taşkınlığını alaya alacak. Onegin rüzgârın önünde oradan oraya savrulup duran bir ot parçasıdır. Tatyana öyle mi ya? Umutsuzluğun en koyu katında bile, hayatının paramparça olduğunu sezdiği anda bile gönlünün uzanacağı sağlam, sarsılmaz bir tutanağı var. Çocukluk hâtıraları, gösterişsiz, basit hayatının ilk yıllarını yaşadığı kırlar, köyü,
Dadısının mezarı başında
Dalların ördüğü gölgelikler.
evet, bütün bu hâtıralar, geçmiş günlerin hayâli… elinde kalan en değerli şeyler şimdi bunlar. En kara umutsuzluk çukurundan bunlar kurtarıyor onu. Az değil. Çok bile. Onu kendi öz toprağına, halkına, halkının kutsal bildiklerine bağlayan, sarsılmaz, parçalanmaz bir temel. Oysa Onegin? Onegin’in nesi var? Kim Onegin? Hiçbir şey! Tatyana mı gidecek Onegin’in peşinden ona acıdığı için, onu eğlendirmek için; sevgisinin sonsuz merhamet kaynağından ona bir anlık mutluluk yalgını armağan etmek için?.. Tatyana mı yapacak bunu? Yarın Onegin’in kendi sevinci ile alay edeceğini şimdiden, bilmiyor mu sanki? Hayır! Bunlar öyle derin, öyle sarsılmaz gönüllerdir ki, sonsuz bir acıma duygusuyla da olsa, kutsal bildiklerini öyle göz göre göre harcansın diye sunmazlar adama. Hayır, Tatyana, Onegin’ in peşinden gidemezdi.

Puşkin, Onegin’de, o sessiz, o ölümsüz şiirde katına erişilmez bir ulusal şair olduğunu ortaya koydu. Onun gibisi daha gelmemişti. Halkın tepesinde oturan bir toplum katının iç yüzünü bir anda, eşine az rastlanır bir sezgi gücüyle ve kesinlikle açığa vurdu. Önceki çağların, çağımızın Rus serserisi tipini gözler önüne serdi. Rus serserisinin gönlünde yatanı ilk sezen, tarih içerisinde kaderini ilk izleyen, bizim kaderimizdeki yerini ilk görüp anlatan Puşkin olmuştur. Tatyana’da, bir Rus kadınının hayatında tam anlamıyla olumlunun ve güzelin gerçek örneğini yarattı. Yine bu devrenin ürünü olan başka eserlerinde ele aldığı, doğruca Rus halkının içinden çıkıp gelen daha nice olumlu ve güzel Rus tipini işleyip bize sunan ilk Rus yazarıydı. Bu insanların güzelliği, dile getirdikleri katı, şüphe götürmez gerçekte kendini gösteriyor. Hiçbirini inkâr edemeyiz; taştan yontulma heykeller gibi dimdik ayakta duruyorlar. Size bir daha hatırlatmak isterim, bir edebiyat eleştirmeni gibi konuşmuyorum burada; düşüncemi açıklamak için bütün bu eserleri enine boyuna inceleyip edebi yargılara varacak değilim. Meselâ o papaz mizaçlı Rus vakanüvisi tipini ele alalım. Bu yüce insanın bizim için ne kadar önemli, ne kadar anlamlı olduğunu göstermek için kitaplar dolusu söz az gelir. Bu tip Puşkin tarafından Rus toprağında bulundu, Puşkin’in dehasıyla yoğruldu, gösterişsiz, taşkın, şüphe kaldırmaz gönül güzelliğiyle ulusal benliğimize, ulusal bilincimize bir tanık olmak üzere bizlere sunuldu. Bizimledir artık, yaşıyor; üzerinde tartışamayız. Şairin hayâl gücünün yoktan yarattığı bir varlık değildir. Bunu siz de teslim edersiniz. Evet yaşıyor, bir gerçek; onun için onu yaratan ulusal bilinç de yaşıyor, o da bir gerçektir; onun için bu bilincin yaşama gücü de bir gerçektir. Hem gerçektir, hem yücedir. Puşkin’in bütün eserleri Rus benliğine, Rus benliğinin manevi gücüne inancı ile dolup taşar. İnancın olduğu yerde umut vardır, Rus insanının geleceği karşısında duyulan büyük umut.

Başarı ve iyi günler umuduyla
Korkmadan geleceğe bakarım.
demişti Puşkin bir başka ilişkiyle. Ama bu sözleri bütün yaratıcı çabasına uygulanabilir sanırım. Ne ondan önce, ne de ondan sonra hiçbir Rus yazarı onun kadar yakından Rus halkıyla anlaşamamıştır. Yazarlarımız arasında sürüyle halk uzmanı yok mu? Var tabiî. Hayli yetenekli kişiler, bilgili kişiler, halkı seven kişiler. Sayıları hiç de az değil. Yalnız bu yazarları Puşkin’le kıyaslayacak olursak, görürüz ki bir ya da ikisi dışında hepsi büyük türü üzerine yazan beyler midir; bu çizginin üstesine varmaz hiçbiri. En yeteneklilerinde bile, sözünü ettiğim o ikisinde bile arada bir halka şöyle yukardan bakan bir tutum, bir başka hayattan, bir başka dünyadan gelme bir ışık halkı yazarın katına çıkarıp mutlu kılma isteğini andırır bir kaygı göreceksiniz. Oysa Puşkin’de doğruca halktan gelen bir şey var; o kadar ki, kimi zaman dünyanın en bön duygularına iteliyor onu. Ayı hikâyesini hatırlayın. Dişi ayının öldürülüşünü ya da şu mısraları hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız:
Amcam oğlu Kahya, seninle içmeye başladık mı…

Bütün bu sanat ve sezgi hazineleri büyük şairimizin kendinden sonra gelecek olanlara, ondan sonra gelip aynı tarlayı sürecek olanlara bıraktığı nişanlardır diyebiliriz. Hattâ diyebiliriz ki, Puşkin hiç yaşamasaydı Rus edebiyatı onun ardından gelen nice işinin eri yazardan yoksun kalacaktı. Hiç değilse bu yazarlar günümüzde bu kadar büyük bir başarıyla ortaya serdikleri düşüncelerini böylesine güçlü, böylesine açık seçik bir üslupla dile getiremeyeceklerdi. Puşkin’in önemi yalnız şiir, yalnız sanat alanıyla sınırlı kalmıyor. Puşkin olmasaydı kendi Rus benliğimize, Rus halkının yapabileceklerine güvenimizi, Avrupa milletleri arasında Rusya’nın geleceğine inancımız daha sonraki yazarların (hepsinin değil tabii, bir kaçının) kaleminden böylesine karşı durulmaz bir güçle dile getirilebilir miydi? Puşkin’in bu alandaki başarısı üçüncü çalışma devresini gözden geçirdiğimizde daha iyi anlaşılacaktır.

Bir kere daha söyleyeyim, bu devreler arasında kesin çizgiler aramamak gerekir. Üçüncü devrenin ürünü bazı eserlerini bile şair, sanat çalışmalarının daha başlangıcında yazmış olabilirdi: Çünkü Puşkin’in sanatçı kişiliği baştan sona bir bütündü, ilk günden bütün unsurlarını içinde taşıyan canlı bir oluştu. Dışarısı, dışardan aldıkları gönlünde zaten var olanı canlandırmaktan öteye varmadı. Ama durmadan gelişen bir oluştu bu. Geçirdiği devreleri birbirinden ayırıp tanımlayabiliriz. Her bir devrenin kendi özelliklerinin yanısıra, aralarındaki bağların canlılığı ve sürekliliği dikkatimizi çekecektir. O zaman üçüncü devreye katabileceğimiz eserlerde her şeyden çok bütün insanlığı içine alan düşüncelerin, başka ulusların şiir anlayışının, başka ulusların yaratıcı dehasının yansıdığını göreceğiz. Bunlardan bazısı Puşkin’in ölümünden sonra yayımlandı. Şair bu devrede nerdeyse tabiat üstü diyebileceğimiz, ondan önce hiçbir yerde görülmemiş, işitilmemiş bir şey sundu insanlığa. Avrupa edebiyatında ondan önce de dev gibi sanat dehalarıyla parlayan adamlar görünmüştü; Shakespeare, Cervantes, Schiller. Ama evrensel sevgi gücü Puşkin’de olduğu kadar hangisinde vardı? Puşkin bu gücünü, ulusumuzun bu en büyük gücünü halkla paylaşıyor. Onun için bizim ulusal şairimizdir. Avrupa şairlerinin en büyükleri bile bir yabancı ulusun yaratıcı damarını böylesine doğrulukla bulamazdı. Tam tersi Avrupa şairleri başka milletlere gözlerini çevirdiklerinde onları çokluk kendi milletlerine benzetmişler, kendilerince anlamışlardır. Shakespeare’in İtalyanlar’ı bile birer İngiliz’dir. Dünyanın bütün şairleri arasında bir Puşkin’de var bu güç; başka bir milletin düşüncelerini, sezgilerini bu kadar kendinin kılabilme gücü bir onda var. Faust’dan sahneleri düşünün; Pinti Şövalye’yi, Yohsul Şövalye baladını ele alın; Don Juan’ı bir daha okuyun. Bunların altındaki imza Puşkin’in olmasaydı nerden bilecektiniz her birini bir İspanyol’un yazmadığını? Veba Salgınında Bayram şiirindeki hayâl gücüne başka nerde rastlayabilirsiniz? Hayâl gücünün vardığı o akıl almaz derinliklerde İngiliz dehasının kendi öz benliği yatıyor. Kahramanın veba üstüne çağırdığı o güzelim şarkıda, sonra Mari’nin şarkısında bunu apaçık görüyoruz:
Çocuklarımızın sesleriydi duyulan
Okulun avlusunda.

Bunlar sapına kadar İngiliz, şarkılarıdır. Bunlar İngiliz ruhunun özlemleri, yas çağrısı, geleceğin getireceği acıları gören ön sezgisidir. Şu garip mısraları hatırlayın:
O yaban vadide dolaşırken bir gün ben

Eski bir İngiliz tarikat şeyhinin yazdığı mistik bir kitabın başlangıcı değil mi nerdeyse bu? Olduğu gibi şiire aktarılmış. Ama sade aktarma mı? Mısraların hüzünlü, coşkun musikisinde Kuzey Protestanlığının sesi çağlıyor; dinin kalıplarına meydan okuyan gönlü inanç dolu İngiliz, bulanı.k, karanlık; bükülmez, emellerinden şaşmayan mistik ruh, mistik imgelemin o yaman taşkınlığıyla bize sesleniyor. Bu garip mısraları okudukça bütün o günler gözlerinizin önünde belirir; Reformasyon’u, ilk Protestanlığın coşkun, savaşçı ruhunu, tarihi anlarsınız – yalnız düşünce katında da değil; tepeden tırnağa silâhlı tarikatçılarla omuz sürten, onlarla birlikte ilâhiler okuyan, coşkunluklarını paylaşıp onların yanısıra gözyaşı döken, inançlarına katılan bir kimsesiniz artık. Sonra Kuran’a Öykünmeler! Bir Müslüman değil mi şimdi bunları söyleyen? Evet. Kuran’ın, cihad kılıcını kuşananların sesidir bu. İnancın bütün sadeliğiyle şahlanışı! Eski Yunan ve Roma dünyası da burada. İşte Mısır Geceleri! Tanrılığa özenen dünya adamları. Tanrılar gibi halkın tepesinde tünemiş, halkın yaratıcı gücünü, emelleri hiçe sayıp tapınaklara kapanmış, kapalı kapılar ardınki güç bütün insanların birleşmesi özleminden doğan güçtür. Puşkin doğrudan doğruya halkın şairi olup gücünü halktan almaya başladığı anda bu gücün büyük geleceğini görmüş, anlamıştı. Onun için Peygamberdir.

Sorarım size, nedir büyük Petro’nun devrimleri bizim için? Yalnız gelecek bakımından değil, bir de şimdiye kadar olup bitenler, şimdiye kadar açığa çıkan gerçekler açısından bakıldığında , anlamı neydi bu devrimlerin? Herhalde Avrupa kılık kıyafetinin, Avrupa göreneklerinin, Avrupa tekniğinin ve biliminin benimsenmesi değildi. Gelin daha yakından, daha bir kesinlikle inceleyelim bunu. Evet, büyük bir ihtimalle Petro ilkin bu dar, pratik çerçeve içerisinde işe koyuldu; fakat zaman geçip kafasındaki devrim düşüncesi geliştikçe, gizli bir içgüdünün etkisi kendini göstermeye başladı. Petro gözlerini daha uzun erimli amaçlara çevirdi, çabalarını daha geniş ufuklara yöneltti. Zâten Rus halkı da devrimleri günlük kaygılarla benimsemeyi yeterli bulmamıştı. Halkı peşinden sürükleyen başka şeydi; günlük kaygılarla kıyas kaldırmayacak kadar yüksek amaçları gözeten bir önsezi. Halk daha o zamandan ilerisini görüyor, geleceğin getireceklerini bekliyordu. Bir daha söyleyeyim, halk bunun bilincine varmamıştı daha; fakat amacının o yönde yattığını seziyor, önemini anlıyordu. Onun içindir ki gözlerimiz hemen bütün insanların birleşmesi ülküsüne çevrildi. Düşmanlık duygusuyla değildi bu. İçimizden taşan iyi niyetle, yüreğimizdeki sonsuz sevgiyle hiç ırk ayırımı gözetmeden yabancı milletlerin dehalarını bağrımıza bastık; daha ilk adımda sezgimiz bize anlayışlı davranmayı, aykırılıkları gözümüzde büyütmemeyi, hepsini hoş görüp uzlaştırma yoluna gitmeyi öğretti. Böylelikle (biz de bunun daha yeni farkına varıyorduk) büyük Aryan ailesini hep bir araya: getirip kardeş kılacak bir ülküyü benimsemeye hazır ve istekli olduğumuzu gösterdik. Evet. Hiç şüpheniz olmasın, Rus’un kaderi Avrupa’nın birleşmesi, bütün insanlığın yönünde gelişecektir. Gerçekten Rus olmak, bütün insanlara kardeş olmaktır. Aramızdaki bütün bu Islavcılık, Batıcılık ayrımları bir yerde tarihi şartlanmaya dayanıyor, ama aslına bakarsanız birbirimizi yanlış anlamamızdan doğuyor. Gerçek bir Rus’un gözünde Avrupa’nın geleceği kadar azizdir. Çünkü Rusya’nın kaderi evrensellik katına çıkmaktır; kılıç zoruyla değil, kardeşlik bağlarının kuvvetiyle, insanları kardeşlik ülküsü çevresinde birleştirme emelimizle. Petro’nun devrimlerinden bu yana tarihimizi iyi inceleyin Avrupa milletleriyle aramızdaki ilişkilerde, hattâ devletin güttüğü siyasette hep bu düşünceyle (benim bu hayâlimle deyin isterseniz) karşılaşacaksınız. Rusya’nın siyaseti bu son iki yüz yıl içerisinde Avrupa’ya hizmet etmekten başka ne yapmıştır? Hattâ Rusya kraldan çok kral taraftarı oldu diyebiliriz. Bunun devlet adamlarımızın işe yaramaz oluşundan ileri geldiğini sanmıyorum. Bugün bizim gözümüzde değerinin ne olduğunu Avrupa çok iyi bilmektedir. Bir gün gelecek bizler değil ama, çocuklarımız anlayacak ki gerçekten Rus olmak demek, Avrupa’nın içine düştüğü çelişmeleri ortadan kaldırmayı amaç edinmek demektir; gönlümüzdeki kardeşlik sevgisinden kuvvet alarak bütün insanların birleşmesi yolunda savaşmak demektir; belki de, nihayet, insanlık birliği ülküsünün gerçekleşeceğine; İsa’nın dediğinin olacağına, günün birinde bütün insanların elele vereceğine inandığımızı bütün dünyaya haykırmak demektir: Ben inanıyorum bunun böyle olacağına. Biliyorum, çok iyi biliyorum ki bu sözlerime bir dolu deli saçması diyenleriniz olacak. Öyle olsun. Söyledim ya bunları, hiç de pişman değilim: Söylenmesi gerek çünkü. Özellikle şimdi, burada, eşsiz sanat gücüyle bu düşünceyi dünyaya salan büyük dâhiyi kutladığımız bir sırada hepsinin söylenmesi gerek. Bu düşünce bundan önce de birçok kereler dile getirildi. Ben yeni birşey söylemiyorum. Yine de böyle konuşmamı bir küstahlık sayanlar çıkacaktır. “Bu mu bizim kaderimiz? Bu mu bizim zavallı, ilkel yurdumuzun kaderi? Dünyaya yeni bir ülkünün tohumlarını atmak bütün insanlar arasında bize mi düştü?”

Ekonomik başarılardan, silâh gücünden, bilim gücünden söz ediyor muyum? İnsanlar arasında kardeşlik bağlarının kurulmasından söz ediyorum. Bu ülküyü gerçekleştirmek diyorum, bütün uluslar arasında belki Rusya’nın kaderi olacaktır. Bu ülkünün izleri tarihimizdedir, yetiştirdiğimiz dehalardadır, Puşkin’in sanat dehasındadır. Yurdumuz yoksul olsun, ne zararı? “Hazreti İsa’nın bir köle kılığında boydan boya geçip takdis ettiği” ülkedir burası, bütün yoksulluğuyla. Niye İsa’nın son sözünün bir gün gerçek katına çıkacağı umudu bizim olmasın? İsa da bir ahırda doğmamış mıydı? Dediğim gibi, hiç olmazsa Puşkin’in örneği var önümüzde, Puşkin’in dehasının bütün insanlığı içine alan kaplamı var. Puşkin’in göğsünde kendi ulusunun yanı sıra yabancı ulusların dâ yüreği çarpardı. Puşkin, hiç olmazsa sanat alanında, Rus bilincinin bu evrensel eğilimini açığa vurdu. Bizim için bu paha biçilmez bir uyarmadır. Düşüncemiz bir hayâlden, bir düşten öteye varmasa bile, hiç değilse Puşkin’in eserinde bu hayâl, bu düş kendine sağlam temeller bulmuştur. Puşkin’in ömrü daha uzun olsaydı, kimbilir daha nice coşkun, ölümsüz tipler yaratacak, Avrupalı kardeşlerimiz de Rus olmanın ne demek olduğunu anlayabileceklerdi. Şimdikinden çok daha büyük bir güçle Puşkin, Avrupa’yı kendine çekecekti. Belki onlara anlatabilecekti gönlümüzde yatan özlemin gerçek yanını. Onlar da bizi şimdi anladıklarından daha iyi anlayacaklar, yüreğimizin atışını duyar olacaklardı; bize şüpheyle, şimdiki gibi biraz da küçümseyerek bakmaz olacaklardı. Puşkin daha çok yaşasaydı, belki bizim aramızda da anlaşmazlıklar daha az olacak, birbirimizle böylesine hırlaşmayacaktık. Allah’ın hikmeti başkaymış. Puşkin en olgun; en. güçlü çağında öldü. Öldü, mezarına büyük bir sır götürdü. Şimdi biz, onsuz, onun kutsal sırrını çözmeye çalışıyoruz.

Dostoyevski, Puşkin Üzerine Konuşma
Çeviren: Tektaş Ağaoğlu
Bilim/ Felsefe/ Sanat Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz