ALBERT CAMUS: İNSANLAR AÇIK GÖRÜŞLÜ VE ALAYCI OLMAMIZI İSTEMİYORLAR

“Şu saatte, tüm ülkem bu dünya. Bu güneş ve bu gölgeler, bu sıcak ve havanın derinliklerinden gelen bu soğuk: her şey gökyüzünün tüm doluluğunu acıma duyguma doğru boşalttığı bu pencerede yazılı olduğuna göre, ölen bir şey var mı, yok mu, insanlar acı çekiyorlar mı, çekmiyorlar mı diye düşünmem gerekir mi? Şunu söyleyebilirim, az sonra da söyleyeceğim: önemli olan insanca ve basit olmak. Hayır, gerçek olmaktır önemli olan, hepsi girer bunun içine, insanlık da, basitlik de. Ve ben dünya olduğum zaman değil de ne zaman daha gerçek olurum ki? Daha ben istemeden yerine getirilmiş her şeyim. Ölümsüzlük şuracıkta, bense onu umut ediyordum. Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.

Bir adam çevresine dalmış, bir başkası mezarını kazıyor: nasıl ayırmalı onları? İnsanları ve saçmalıklarını? Ama işte gökyüzünün gülümsemesi. Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın? Ama işte sevilmesi gerekenlerin gözleri ve sesi. Tüm devinimlerimle dünyaya, bütün acımam ve tüm minnetimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem. İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. ‘Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir,’ diyorlar. Ben arada bir bağlantı göremiyorum. Birine aktöreye ters düştüğünü söylediklerini duyarsam, kendine bir aktöre bulma gereksiniminde olduğunu anlarım bundan; birine usu küçümsediğini söylediklerini duyarsam, kuşkularına katlanamadığını anlarım. Hile yapılmasını sevmem de ondan. Büyük yüreklilik, ölüme olduğu gibi ışığa da gözlerini kırpmadan bakabilmektir.”

CAMUS’NÜN YAPITLARINDA TERSİ VE YÜZÜ’NÜN YERİ – TAHSİN YÜCEL*

Okuduğumuz parça, kış güneşinin altında bir pencere önünde düşüncelere dalan, ama bu düşünceler arasında hiçbir zaman doğrultusunu şaşırmayan, tam tersine, uslamlamasının her yeni dönemecinde, yaşam gerçeğini biraz daha açık, biraz daha yalın bir biçimde kavramayı başaran bir anlatıcı çıkarıyor karşımıza: yirmi iki yaşında, yoksul ve ünsüz bir genç adamın, 1935-1936 yıllarının Albert Camus’sünün yayınladığı küçük denemenin: Tersi ve Yüzü’nün anlatıcısı. Bu nedenle bu süsten uzak, kısa ve duru tümceler, Roland Barthes’ın “ak yazı” diye adlandırdığı şeyin kusursuz bir örneğini sunan bu anlatım, “ışık”, “gök”, “güneş”, “sıcaklık”, “basitlik”, “açık görüşlülük”, “bilinçlilik” gibi sık sık beliren bu izlekler karşısında şaşırmamak zor: Camus’nün son yapıtlarının da ayırıcı nitelikleri bunlar. Oysa, söylemek bile fazla, bir yazarın daha ilk yapıtında kendini bulduğu, kendini söylediği enderdir. Yolunun başında, kendini ve yapıtını uzaklarda görür genellikle, yazını bir yaşama biçimi değil, yaşamadan öte bir şey olarak gördüğü, yapıtının çıkış noktası bir deney, düşünce, duygu bütününden çok, başkalarının yapıtları olduğundan, başkalarının sesini yeni baştan duyurmaya çalışır. Kendi öz yapıtlarını verinceye dek belki de uzun ve çileli bir olgunlaşma sürecinden geçmesi gerekecektir. Yukarıdaki küçücük örneğin de gösterdiği gibi, Albert Camus’nün böyle bir dönem geçirmemiş ender yazarlardan biri olduğu söylenebilir.
Daha ilk yapıtında kusursuzluğa eriştiğini söylemek istemiyorum. Hiç kimsenin etkisinde kalmadığını da söylemek istemiyorum. Jean Grenier’nin, André Gide’in etkisinde kaldığını, her ikisinden de çok şeyler öğrendiğini, ayrıca Malraux’ ya, Kafka’ya, Tolstoy’a, Melville’e hayranlık duyduğunu kendisi söyler. Ama bu etkiler, bu hayranlıklar hiçbir zaman ayağını yerden kesmemiş, içinde kendi dünyasından, yani hep gözlerinin önündeki somut dünyadan ayrı bir dünya görüntüsü doğmasına yol açmamış, kısacası, Camus kendi kendinden hiçbir zaman uzaklaşmamıştır. Yapıtları arasındaki sıkı bağıntı bunun sonucudur. İlk yapıtı Tersi ve Yüzü’nün önemi de onun bu özelliğinden ileri gelir. Bu kitabın 1958 baskısına yazdığı önsözde kendisi söyler: her sanatçının ta içinde, benliğini ve dilini yaşamı boyunca besleyen tek bir kaynak vardır, onun kaynağı da Tersi ve Yüzü’dür. Tersi ve Yüzü’de beliren yüzler ve görünümlerdir.

Gerçekten de, Camus’nün daha sonra yazdığı birçok yapıtında Tersi ve Yüzü’nün, bu “yoksulluk ve ışık evreni”nin, derin izleri görülür. Bu küçük kitapta dile getirilen duygu ve düşünceler, ufak söyleyiş değişiklikleri bir yana, sonraki kitaplarında da karşımıza çıkar sık sık. Bunu doğrulamak için, Tersi ve Yüzü ile Sisifos Söyleni’nin kimi parçaları arasında küçük bir karşılaştırma yapmak yeter. Örneğin, Tersi ve Yüzü’nün anlatıcısı, susar susmaz yaşlılığını düşünen geveze bir yaşlı adamın duygularını belirtmek için “Yarın her şey değişecek, yarın,” der, hemen arkasından da ekler: “Birdenbire yarının da böyle olacağını anlıyor, öbür günün de, tüm öteki günlerin de. Bu çaresiz buluş eziyor onu. İşte bu türlü düşünceler öldürür adamı.” Aynı yapıtın bir başka denemesinde de “Şimdi bir adam,” diye yazar. “Önemli olan da bu değil mi? Hayır, değil: görevlerini yapmak ve bir adam olmayı benimsemek yalnızca yaşlılığa götürür insanı.” Bu düşüncenin Sisifos Söyleni’nin temel izleklerinden birini oluşturduğu bilinir. Camus şöyle der bu yapıtın başlarında: “Geleceğe dayanarak yaşarız: ‘yarın’, ‘ileride’, ‘iyi bir işim olunca’, ‘yaşlandıkça anlarsın’. Bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil, çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama, aynı anda, zamana göre yerini de belirtir. Zaman içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, tüm benliğinin bundan kaçınması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu.”

Bununla da kalmaz koşutluk: Tersi ve Yüzü’de, “Evetle Hayır Arasında” adlı denemede şunları okuruz: “Ve ben, bu gece, yaşamın belirli bir saydamlığı karşısında hiçbir şeyin önemi kalmadığı için kişinin ölmek isteyebilmesini anlıyorum. Bir insan acı çeker, mutsuzluk üstüne mutsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara, yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra, bir akşam, hiç: bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendini öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen acıdan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini.” Sonra, Sisifos Söyleni’nde, aynı görüş, sözcük değişiklikleri dışında, hiçbir değişikliğe uğramadan, yeniden çıkar karşımıza: “İnsanın kendini öldürmesinin birçok nedeni vardır, genellikle de en çok göze çarpanları en etkinleri olmamıştır. İnsanın bir düşünce sonucu kendini öldürdüğü enderdir (ama bu varsayımı da konu dışında bırakmamak gerekir). Bunalımı başlatan şeyi denetlemek hemen her zaman olanaksızdır. Gazeteler sık sık ‘gizli acılardan’ ya da ‘iyileşmez dertlerden’ söz ederler. Geçerlidir bu açıklamalar. Ama o gün umutsuz kişinin bir dostu kendisiyle ilgisiz bir tavırla konuşmuş mudur, konuşmamış mıdır, bunu bilmek gerekir.”

“Yolculuğun değerini oluşturan şey korkudur,” diye yazar Camus Tersi ve Yüzü’de. “Yolculuk benliğimizdeki bir tür iç ‘dekor’u yıkar. Hile yapmak, yani büro ve şantiye saatlerinin (bizi sert bir biçimde ayaklandıran, ama yalnız olmanın acısından da çok iyi koruyan bu saatlerin) ardına gizlenmek olanaksızdır artık. Bu yüzden kahramanlarımın ‘Büroda geçirdiğim saatler olmasaydı, halim ne olurdu?’ ya da ‘Karım öldü, ama, bereket versin ki, tamamlanacak bir sürü evrak var yarına,’ diye konuşacakları romanlar yazmak gelir hep içimden.” Ünlü yazar, kahramanları tıpkı böyle konuşan romanlar yazmamıştır belki, ama Yabancı’da olduğu gibi, Sisifos Söyleni’nde de bu alışkı ve bilinçsizlik yaşamını tüm keskinliğiyle gözler önüne sermeye çalışmıştır: “Yataktan kalkış, tramvay, dört saat büro ya da fabrika, yemek, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Ancak bir gün ‘niçin’ yükselir ve her şey şaşkınlık kokan bir bıkkınlık içinde başlar. ‘Başlar’, bu önemli. Bıkkınlık makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır.”

Alabildiğine çoğaltabileceğimiz bu benzerlikler karşısında, Tersi ve Yüzü’nün daha sonra yazılacak yapıtlarda kullanılmak üzere hazırlanmış bir parçalar bütünü olduğu düşünülebilir. Ama bu küçük deneme bunun çok üstünde, çok ötesindedir. Albert Camus, gene 1958 önsözünde, Brice Parain’in Tersi ve Yüzü’nü yazdıklarının en iyisi saymasının nedeninin “bu beceriksiz sayfalarda, daha sonra yazdıklarına göre, daha çok gerçek sevi bulunması” olduğunu söyler. Hangi kitabı söz konusu olursa olsun, Camus’nün her satırında sezilen sevinin gerçekliği tartışma konusu edilemez. Ama Tersi ve Yüzü’de bu seviye ayrı bir derinlik kazandıran bir etken fazlasıyla ağır basar: yaşam. Tüm anlamlarıyla. Sanatçının daha sonraki yapıtlarında karşımıza birer düşünce olarak çıkacak olan birçok öğe burada daha somut, daha yalın, daha dolaysız bir biçimde yansıtılmış birer yaşantı olarak belirir. Bir öğreti, bir dizge içinde belirlenmez daha düşünceleri, ama Camus, ileride kendisinin uyumsuzluk konusunda Kierkegaard için söyleyeceği gibi, daha iyisini yapar: bu düşünceleri yaşar. Sisifos Söyleni’nde olsun, Başkaldıran İnsan’da olsun, Düşüş’te olsun, tüm ana sorunlara insan ile dünyayı karşılaştırarak girer, sonuçlarını da bu karşılaştırmadan çıkarır. Tersi ve Yüzü’nün anlatıcısı ise, bir tepede, bir pencerede, bir mezarın başında, dünya ile karşı karşıyadır hep.

Bu yapıtın bizi Camus’nün düşüncesinin kaynaklarına götürmesi de bundandır: yoksulluk ve güney güneşi, çıplaklık ve aydınlık. Bu koşulların önemi Tersi ve Yüzü okunduğu zaman daha bir açıklık kazanır, çünkü Camus kendisinden ve çevresinden hiçbir yerde buradaki kadar açık ve dolaysız bir biçimde söz etmemiştir: Camus, mahallesi, evi, annesi, büyükannesi, yoksulluğu, sonra her şeyin üstünde parıldayan ışık; Camus, yaşam, ölüm, sonra “dünyanın tüm ışığı”; Camus, ıssız, duygusuz doğa, deniz, toprak, güneş. En yalın biçimleri altında dünyanın ve yaşamın tüm temel öğeleri: kişiliğin ve yapıtın beslendiği kaynak. “Camus kendinden de, kendi dünyasından da hiçbir zaman uzaklaşmamıştır,” sözünün anlamı şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Ama “bizim dünyamızdan, hepimizin dünyasından” desek de olur. Öyle ya, Camus, bilinçle, kendi kendisine, en yalın, en çıplak, en canlı biçimine indirgemek ister dünyayı. Bunu daha ilk yapıtında büyük ölçüde başarır. Çıplak ve duru bir bakışla kavramaya çalışır onu. Onun için yalnızca dünya ve dünyanın üstünde, aynı zamanda da karşısında, insan vardır. Her ikisi de her türlü gereksiz, oyalayıcı, saptırıcı süsten sıyrılmış olarak belirir yapıtında. Doğa ve insan karşısında, Camus’nün usu gözlerin, ellerin, beş duyunun usu olmak ister. Biz de, onu okurken, geri kalan ne varsa, insanların, yüzyıllar boyunca, gözlerimizi körleştirmek, usumuzu temel gerçeklerden uzaklaştırmak için, önümüze, ardımıza yığılmış fazlalıklar olduğunu sezinleriz. Camus, daha ilk yapıtında, bu izlenimi bir kesinliğe dönüştürmeye çalışır: “Bu fazlasıyla yumuşak, fazlasıyla kolay eğriyi kırmak gerekir,” der. “Açık görüşlülüğe gereksinimim var. Evet, her şey basit. İnsanlar karıştırıyor işleri. Masal anlatmasınlar bize. İdam mahkûmu için ‘Topluma borcunu ödeyecek,’ demesinler, ‘Kafası kesilecek,’ desinler. Hiç önemli değilmiş gibi görünüyor. Ama ufak bir ayrım var arada.” Hiç kuşkusuz, “ufak bir ayrım” sözün gelişi. Camus için ayrım büyüktür gerçekte. Bizim içinse bu ayrım Camus’yü başkalarından ayıran, kişiliğini oluşturan şeydir, yapıtlarının ve tutumunun iki temel öğesinin, “somut” ile “basit”in, “masal anlatan”ların görüşlerine karşıtlığı, bir aktörenin özetidir. Sonucu ne olursa olsun, Camus’nün kişileri için, bu ayrımın gün ışığına çıkması bir uyanışı belirler. Uyanış da ancak somutta gerçekleşir.

Bu nedenle, başkaldırmanın özü somuttur. Camus’de, uyumsuz insan da, Tersi ve Yüzü’nün anlatıcısı gibi, hep somuta bağlanır. Eylemin, erincin hep zamanla, daha doğrusu “bugünle” sınırlandırılması, niteliğin yerinin niceliğe verilmesi hep somuta bağlılığın sonuçlarıdır. “Basit” ise “somut”un temel niteliklerinden biridir. Camus Tersi ve Yüzü’de durmamacasına döner bu konuya: “Basit, evet, her şey basit, deniz fenerlerinin bir yeşil, bir kırmızı, bir ak ışıklarında, gecenin serinliğinde, kentin ve çöplüğün bana kadar gelen kokularında her şey basit”; “Böyle işte, ne zaman dünyanın derin anlamını sezer gibi olduysam, onun basitliği şaşırttı beni.” Her şeyi basite indirgemek, sorunu yüzeyselleştirmek değil, tam tersine, derinleştirmektir. Tersi ve Yüzü’den başlamak üzere, Camus’nün tüm yapıtları tanıklık eder buna. Kişi susar, sessizliğin basitliğine yerleşir, evrene oradan bakar, durum işte o zaman başlar aydınlanmaya. “Alay” adlı denemede geveze yaşlı adamla yaşlı kadın konuşmak, başkalarının ilgisini çekmek, dünyanın odağı olmak isterler, böylece dünya ile karışarak unutacak, böylece başkalarını da, kendi kendilerini de uyutacaklardır. Ama Camus başından beri bilir ki uyanış, bilinç, açık görüşlülük, basit bir biçimde dünyanın karşısında yer almakla başlar: “Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca,” diye yazar Sisifos Söyleni’nde. Bu bilince varabilmek için, yapılacak ilk şey alışkıların çemberini kırmaktır, Tersi ve Yüzü’de bir Prag yolculuğunun öyküsü açıklıkla ortaya koyar bunu, Düşüş de, yıllardan sonra, çarpıcı bir biçimde doğrular. Böylece basitlik, yoksulluk bir otel odası görüntüsünün altında, hem sanat, hem düşün açısından, ışıklı bir güç kazanır Camus’de. Tersi ve Yüzü’ne değerini, çekiciliğini, kekre tadını veren de her şeyden önce bu basitlik olsa gerek.

Bu basitliğe, bu somutluğa erişebilmek için Camus gibi bilinçli, açık görüşlü olmak gerekir kuşkusuz. Ünlü yazar, daha ilk kitabında, hem de sık sık, bunları en büyük değerler olarak gösterir. Açık görüşlülük, bu “en son noktasına gelmiş bilincin en son noktası”, her şeyin birleştiği yerdir. Bilinç, yüreklilik ve mutluluk, hem de biricik mutluluktur: “Duyabileceğim biricik mutluluğu: dikkatli ve dost bir bilinci içime çekiyorum,” diye yazar ilk kitabında. Sonraki kitaplarında gücünden ve etkinliğinden hiçbir şey yitirmeyecektir bu bilinç: Sisifos Söyleni’nde, dünyanın uyumsuzluğunu bu bilinç algılayıp açıklayacak, her şey sarsıldıktan, yıkıldıktan, dayanılabilecek hiçbir destek kalmadıktan sonra yalnız bu bilinç ayakta kalacak, Başkaldıran İnsan’da biricik mutluluk ve umut kıvılcımlarını bu bilinç çaktıracaktır.
Camus’nün Yabancı’dan Veba’ya, Sisifos Söyleni’nden Başkaldıran İnsan’a geçişi bir zamanlar kimilerini şaşırtmış, düşüncesinde bir yön değiştirme, bir çelişki gibi görünmüştür. Bugün artık böyle bir çelişkiden söz edilmiyor. Tersi ve Yüzü de böyle bir sanının geçersizliğine yeterince tanıklık etmekte. Gerçekten de, Düşüş’te nereden geldiği anlaşılamayan bir kahkaha biçiminde beliren, Sisifos Söyleni’nde kişiyi kendini öldürme düşüncesine yönelttikten sonra, aldatmacalardan uzak, bilinçli bir yaşama biçimine dönüşen umutsuzluk, nedeni ve yorumuyla birlikte, ilk yapıtta karşımızdadır: “Bir büyüklük gerekiyordu bana. Onu dünyanın en güzel görünümlerinden birinin gizli umursamazlığı ile derin umutsuzluğunun karşılaştırılmasında buluyordum. Hem yürekli, hem de bilinçli olma gücünü çıkarıyordum bundan.” Aynı biçimde, Başkaldıran İnsan’da, belirsiz bir gelecek adına durmadan yinelenen, acımasız öldürmelerin tarihi içinde ulaşılan aydınlık sonucu da, oldukça belirgin çizgilerle, ilk yapıtta bulabiliriz. Yazarın “öğle düşüncesi” diye adlandırdığı şeydir bu: her şeyi ışıklı çıplaklığı içinde gösteren, insanın doğa ile karşıtlığını, kaçınılmaz ölümü kesinleyen, ama gene de ısıtan Akdeniz güneşinin altında doğan düşünce.
Tersi ve Yüzü’nün anlatıcısı ancak İtalya güneşinin altında, bu sıcak ve aydınlık umutsuzlukta bulur aradığını. Buna karşılık, bir başka umutsuz, Düşüş’ün kahramanı Jean-Baptiste Clamence, soğuk, puslu, kül rengi bir ortama yerleşip acı çekmeyi yeğler. Bunun sonucu olarak, hiçbir atılım yer almaz yaşamında, geçmişini sakız gibi çiğneyip durmakla kalır. Aydınlık ve çıplaklıkta, bilinçli umutsuzluk umudu yaratır. Umutsuzluktan umuda götüren bu yaratıcı atılımı da, bir kez daha, Tersi ve Yüzü önceden sezdirir bize: “Yaşama umutsuzluğu yoksa, yaşama aşkı da yoktur.”

Ama Tersi ve Yüzü Camus’nün yapıtlarının kaynağı değildir yalnız, yaşamının, duygularının, davranışlarının da kaynağıdır bir bakıma. Birçok edimini “Tersi ve Yüzü’de sezinlenmiş gerçekler”in koşullandırdığını, yaşam konusundaki bilgisinin bu kitapta “acemice söylenmiş olan”ı aşmadığını kendisi söyler. “Bunca yıldan sonra, Tersi ve Yüzü’nü bu basım için yeniden okurken, kimi sayfalar karşısında, tüm acemiliklerine karşın, içgüdüyle biliyorum ki bu budur. Bu, yani bu yaşlı kadın, sessiz bir ana, yoksulluk, İtalya’nın zeytin ağaçlarının üzerindeki ışık, yalnız ve kalabalık aşk, benim için gerçeğe tanıklık eden ne varsa, hepsi,” diye yazar 1958’de. Sonra ekler: “Bu kitaptan bu yana çok yürüdümse de o kadar ilerlemedim. Çoğu zaman ilerlediğimi sanırken geriliyordum.” Günün birinde kişiliği ile sanatı arasında kusursuz bir denge kurulursa, Camus düşlerinin yapıtını gerçekleştirebilecektir, bu yapıt da, şu ya da bu biçimde, yeniden yaratılmış bir Tersi ve Yüzü olacaktır. Erken ölümü, bu düşünü gerçekleştirmesini önledi. Ama bu düşün onun en büyük düşlerinden biri olduğu anlaşılıyor: “Bir gün, Tersi ve Yüzü’nü yeniden yazmayı başaramazsam, hiçbir şey başaramamış olacağım.” Tersi ve Yüzü’nü yeniden yazmaksa, bir ananın hayranlık verici sessizliğini, bir adamın bu sessizliği dengeleyen aşkı yeniden bulma yolundaki çabasını yeniden yaşatmak, üzerlerine yüreğin ilk açıldığı basit ve büyük bir iki imgeyi yeniden bulmaktır.

İyice anlaşılıyor artık: Tersi ve Yüzü düz bir yolun başlangıç noktası değildir yalnız, her zaman dönülen, her zaman özlenen, her şeyi besleyen kaynaktır, ışığın fışkırdığı noktadır.

*Kaynak: Albert Camus, Tersi ve Yüzü (Önsöz)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz