ALAFRANGALIĞIN TARİHİ: MODERNLİK, BİR’ AYDINLANMA PROJESİ MİDİR? – HİLMİ YAVUZ

    Türkiye’de modernlik meselesinin alımlanma tarzı, modernliğin bir Aydınlanma projesi olarak temellük edildiğidir Modernliğin, Aydınlanma ile temellendîrilmesi, Kemalist bir iddiadır ve yıllardan beri, modernliği bir Aydınlanma projesi oiarak Kemalizmle ilişkilendirmek, bıkmadan ve usanmadan tekrarlanmakladır.

    Oysa, sorulması gereken sorular var: Kemalizmle Aydınlanma arasında birebir bir ilişki olabilir, buna da kimsenin bir itirazı yoktur. Ancak, modernliğin Aydınlanma’ya indirgenmesi söz konusu olama?. Aydınlanma, olsa olsa, modernlik meselesini temellendirici yaklaşımlardan sadece biridir, Belki, jurgen Habermas için böyledir bu; – modernlik, Aydınlanma projesidir ona göre, ama mesela bir Foucault için, bir Frankfurt Okulu için, modernliğin Aydınlanma projesi ile bir ilişkisi yoktur, Foucault, modernliği, totalitarizme yol açan bir ‘disiplinc-edici-sislem’de temellendirir, Frankfurt Okulu ise ‘araçsal akılın yükselişinde! Modernliği, deyiş yerindeyse, çoğul okumaya açık bir anlatı olmasına rağmen Aydınlanma’ya indirgemek, meseleye ne kertede yoksullaştırıcı bir zihniyetle bakıldığını göstermek bakımından hayli manidardır.

    Evet, doğrudur. Habermas, ilk yazılarında Avrupa modernliğini, bir Aydınlanma Projesi olarak görür, dolayısıyla da modernliği, özel alanla kamusal alanın birbirinden bütünüyle ayrı, aralarında radikal sınırların bulunduğu iki alan olarak konumlandırır Hemen belirtmeliyim ki, özel alanla kamusal alam, birbiriyle örtüşmeyen, iki ayrı alan olarak inşa etmek, Aydınlanma projesinin ortaya çıkardığı bir durumdur. Habermas’ın 1990’lara gelinceye kadar savunduğu da bu idi: Özel ve kamusal alanın, birbirinden kesin ve radikal sınırlarla ayrılabilir olması!

    Gelgelelim, Habermas’ın Aydınlanma ile modernlik ara-sında birebir bir mütekabiliyet ilişkisi kurmaya devam ediyor olmasına rağmen, özel alanla kamusal alan arasında, eskiden olduğu kadar radikal bir ayrım yapılamadığı görülüyor. Gerard Delanty’nin Modertıity and Postmodernity Knoutledge, Poıver and the Self’te belirttiğine göre, ‘geçmişte resmen depolitize edilmiş özel alana ait sayılan meselelerin, şimdi kamusal söylemin içinden konuşulmaya başlanması’, bu ayrımın geçerli olmadığını göstermiştir,
    Delanty, mesela ‘kimlik’ kavramının, ‘artık sadece özet alanın değil, ama aynı zamanda kamusal alanın da bir parçası olduğunu bildiriyor.

    Nitekim Clifford Geertz, Avilable Light adlı kitabında, Susan Brenner’in Cava’da, (tıpkı Türkiye’deki ne benzer bir biçimde) jilbab’a (çarşaf) bürünen genç kızların ve kadınların durumunu bir alan araştırması olarak incelediği çalışmasından yola çıkarak, bu meselenin ‘anlam’, ‘kimlik’, ‘iktidar’ ve (Willam James’in kullandığı anlamda) ‘tecrübe’ kavramlarının birbiriyle olan ilişkileri bağlamında ele alınması gerektiğini bildirir. Bu kavramların birbirleriyle iç içe girmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini içermiş olmaları, dinin sadece deruni ve sübjektif bir ‘tecrübe’ olarak, özel alana ait oluşunu imkânsız kılar, Cava’lı kızların giysilerini değiştirerek ‘jilbab’a girmeleri, Brenner’e göre, onların ‘kendilerine ilişkin duygularını ve davranışlarını da değiştirmiş’tir. “Jîlbab’a girmek, Cava’lı Müslüman genç kızların ve genç kadınların toplumsal ve kişisel kimliklerinde göze batar bir değişikliği gerçekleştirdiği kadar daha önce güç aldıkları toplumsal bağları da sarsma özelliği taşımaktadır.”

    Kısaca, Cava örneği Müslüman kadınların giysi konusundaki taleplerinin, zorunlu olarak özel alanla sınırlandırılmasının imkânsız olduğunu gösteriyor. Gerçekten de, modernliği artık, özel alanla kamusal alanın birbirinden ayrılmış olduğuna dayanarak inşa etmek imkânsızdır ve Aydınlarıma projesinin, bu ayrımdan yola çıkarak yeniden- üretilmesi de, elbette söz konusu olamaz. Modernlik, Aydınlanma projesi üzerine inşa edilse bile, artık Aydınlanma’nın (emel koyucu kavramlarının, modernliğin dönüşümü bağlamında geçerliliğini kaybettiklerini söylemek gerekir. Bunların başında, Aydınlanma ile modernlik arasındaki ilişkide en coşkulu bir biçimde direnen Jurgen Habermas’ın bile kabul ettiği, özel ve kamusal alan ayrışmasının geçerli olmayışı geliyor. Aydınlanma ile birlikte özel alana aitmiş gibi gösterilen ‘kimlik’ vb. kavramların, Cava’da ‘jilbab’a giren, Türkiye’de başörtüsü örten Müslüman kadınlar ve kızlar örneğinden de açıkça anlaşıldığı üzere, artık sadece özel alana aitmiş gibi görülmeleri imkansızlaşmış bulunuyor.

    Dolayısıyla, Cava’da ‘jilbab’ veya Türkiye’de (ya da, mesela Fransa gibi Batılı ülkelerde) kamusal alanda başörtüsü yasağını, siyasal kimliğin bir simgesi sayarak yasaklamanın, modernlikle açıklanması mümkün olamaz,’Siyasallık’ı ve ‘kimlik’i, ilkini kamusal alana, ikincisini de özel alana ail kavramlarmış gibi kabul edip başörtüsünü, birbirinden farklı bu iki alana ait kavramların (‘siyasa’ ve kimlik’) bir-leşmesinden oluşan bir simge saymanın mantığı yoktur; ‘ kimlik’ kavramı, öze! alana ait değildir çünkü!

    Türkiye’de Aydınlanma’yı Bektaşîlikle sarmallayarak seküler bîr zemin inşa etme gülünçlüğü, ‘kimlik in hâlâ  özel alan’a ait bir kavram olarak idrakinden kaynaklanan bir zihin maluliyetinin sonucudur; – Aydınlanma düşüncesini değişmez, statik ve donmuş formatleır içinde kavramaya alışmış zihinlerin maluliyeti! Oysa, XVIII. yüzyıldan bu yana Aydınlanma projesi, büyük dönüşümler geçirmiş ve başlangıçtaki temelkoyucu argümanlarının çoğunu, modernliğin dönüşümüyle birlikte terk etmek durumunda kalmıştır, Tipik örnek, özel alan ve kamusal alan ayrımıdır! Habermas da dahil, Aydınlanma ve modernlik üzerine düşünen hiçbir siyaset kuraması, sosyolog ya da antropolog, ‘kimlik’in özel alana ait bir kavram olduğunda ısrar etmiyor; – bizim miadını çoktan doldurmuş ‘Aydınlanma bilgelerimiz’(!) hariç!

    Üzerinde durulması gereken bir başka mesele de, Türkiye’de (ve belki de Cava’da!) kamusal alanın, hâlâ devlete ait alan olarak düşünülüyor olması yanlışlığıdır; vahim yanlışlık! Hemen ve açıkça belirtmeliyim; Kamusal alan, sivil toplumun alanıdır; – dolayısıyla, devlete ait alanla, özel alan arasında, ara-konumda yer alır, Gerard Delanty, sözünü ettiğim Modernity and Postmodernity Knowledge, Power and the Selfte , Habermas’ın kullandığı anlamda ‘kamusal sfer’in (public sphere) toplumda bir ‘uzam’ (space) olduğunu, zira bunun, özel alanla devletin alanı arasında bir’sivil alan’ olarak konumlandığını bildirir. Farz edelim ki, başörtüsü siyasal bir simgedir ve kamusal alanda dolaşıma girmemesi gerekir! Üyle olsa bile, bu defa kamusal alanın devletin alanı değil, sivil toplumun alanı olduğu hatırlanmalı, dolayısıyla da, başörtüsünün sivil toplum alanında dolaşıma girmesinin hiç bir sakıncası olamayacağı açık ve seçik biçimde ortaya konulmalıdır.
    Tastamam bu nedenle de, başörtüsüne yapılan itirazlar, sekülerleşme talebinden değil, doğrudan devletin, kamusal alanı kendi alanı gibi görmek ve öylece muhafaza etmek istemesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla, can alıcı soruyu soralım: Üniversiteler devlerin alanında mıdır, yoksa sivil toplumun alanında, yani ‘kamusal alan’da mı? öyleyse mesele şudur: (i) Devlet, kamusal alanla özel alan arasına, ‘kimlik’ kavramı dolayımında bir sınır koymaktan vazgeçmedikçe; (ii) devlet, kamusal alanı devletin alanı olarak görmeyi bir yana bırakmadıkça ve {iii) devlet, sivil toplumun alanına giren vakıf üniversitelerini devlet bürokrasisinin bir parçası imiş gibi görmeyi sürdürdükçe, başörtüsü tekinsiz bir problem olmaya devam edecektir.

    Hilmi Yavuz
    Alafrangalığın Tarihi
    Geleneğin Tasfiyesi ya da Yeniden Üretilmesi


    Hilmi Yavuz, 1936, İstanbul duyumlu. İstanbul’da Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudu. 1952-1957 yılları arasında Vatan gazetesinde muhabir olarak; 1962-1964 yılları arasında da Cumhuriyet gazetesinde dış haberler sekreteri olarak çalıştı, 1960 yılında Pulliam Bursu ile A.B.D’ye giderek Indianapolis’te, İndianapolis Star ve Indianapolis News gazetelerinde görev yaptı. İngiltere’de BBC Radyosu Türkçe Bülümünde çalıştığı yıllarda (1964-1969) Londra Üniversitesi’ne bağlı Univeresity College Felsefe Bölümü’nde yüksek öğrenimini tamamladı. Dönüşünde Cumhuriyet gazetesinde (bir kısmı Ali Hikmet imzasıyla), Milliyet gazetesinde kitap eleştirileri, inceltmeler, Yeni Ortam gazetesinde de köşe yazıları yazdı. Uzun yıllar Mimar Sinan ve Boğaziçi Üniversitelerinde Uygarlık Tarihi ve Felsefe okuttu; Ercan Arıklı ve İsmail Cem in yayımladıkları Politika gazetesinin sanat sayfasında köşe yazıları yayımlandı. Mimar Sinan Üniversitesindeki öğretim görevinden emekli oldu (2001), Halen Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde, öğretim üyesi (senior lecturer) olarak görev yapmakta ve Zaman gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır: İki oğlu (Ali Hikmet ve Ömer Emre) ve bir de torunu (Mercan) vardır. Şiire başlayışı. lise yıllarında Dönüm dergisindedir. İlk kitabı, ‘bakış kuşu’ (1969) idi. Onu, ‘bedreddin üzerine şiirler’ (1975). ‘doğu şiirleri’ (1978), Jyaz şiirleri’ (1981), ‘gizemli şiirler’ (1984), zaman şiirleri1 (1987), ‘söylen şiirleri” (1989), ‘ayna şiirleri1 (1992), ‘çöl şiirleri’ (1996). ‘akşam şiirlerleri (1998), ‘yolculuk şiirleri’ (2001). ‘hurufi şiirler’ (2004) ve ‘kayboluş şiirleri1 (2007) izledi, Son beş kitabı dışında “toplu şiirlerini ‘gülün ustası yoktur1 (toplu şiirler 1) ve ‘erguvan sözler’de (toplu şiirler 2) (1989) derledi, “kaybolup şiirleri’ dışında tüm ‘toplu şiirler’inin yeni basımı ise, 2006 yılında, ‘büyü’sün yaz!’ adıyla yapıldı, Deneme ve incelemelerinden bir bölümü ‘Felsefe ve Ulusal Kültür’ (1975), ‘Roman Kavramı ve Türk Romanı’ (1977), ‘Kültür Üzerine” (1987), ‘Yazın Üzerine’ (1987), ‘Denemeler Karşı Denemeler1’ (1988). ‘Dilin Dili’ (1991), ‘İstanbul Yazıları” (1991), ‘Okuma Notları’ (1992) . ‘istanbul’u Dinliyorum’ (1992), ‘Geçmiş Yaz Defterleri” (1998), ‘İnsanlar, Mekânlar, Yolculuklar’ (1999), ‘Özel Hayattan Küreselleşmeye’ (2000), ‘Budalalığın Keşfi (2002) .’Kara Güneş (2003), ‘Sözün Gücü’ (2003), ‘Bulanık Defterler’ (2005), ‘Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar (2005), ‘Biz Bu Dünyadan Değil miydik?1 (2006) ve ‘Yüzler ve izler’ (2006) adlı yapıtlarndadır, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde (ve daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde) 25 yıl boyunca verdiği ‘Uygarlık Tarihi’ derslerini (Burcu Pelvanoğlu ile birlikte) ‘Batı Uygarlığı Tarihine Teorik Bir Giriş’te (2008) topladı. Üç de anlatı yazdı: Taormina’ (1990), ‘Fehmi K’nın Acayip Serüvenleri’ (1991) ve ‘Kuyu’ (1994), ‘doğu şiirleri’ ile 1978 Yeditepe Şiir Armağanını, ‘zzman şiirleri’ ile de 1987 Sedat Simavi Büyük Edebiyat Ödülünü kazandı. Ceviz Sandıktaki Anılar’da (2001), ilk gençlik yıllarına ilişkin anılarını derledi. Nobel Edebiyat Ödüllü Şili’li şair Pablo Neruda’nın 100, doğum yıldönümü dolayısıyla, Neruda’nın şiirlerini Türkçe’ye çevirdiği için kendisine 2004 yılında Şili Cumhurbaşkanlığının özel Şeref Madalyası verildi.

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz