Musiki, her şeyden önce musiki/onun için tekli mısralardan saçma/ kıvrak olur erir havada sanki/ ağır aksak söyleyişe yanaşma. Kelime seçerken meydan senin/ bile bile bir nebze aldanmalı/dumanlısı güzeldir türkülerin/ öyle hem seçik olsun, hem kapalı.
Alaz Yayıncılık yayınları arasından çıkan, Erdoğan Alkan’ın dilimize çevirdiği Paul Verlaine Yaşamı Sanatı ve Şiirleri ile Can Yayınları arasından Ahmet Cemal’in çevirisiyle çıkan Stefan Zweig’ın Yarının Tarihi eserinde yer alan “Paul Verlaine’in Yaşamı” denemesini okumak benim için tarif edilmez bir mutluluk oldu. Birbirinden değerli bu iki eserden yararlanarak şair hakkındaki duygu ve düşüncelerimi dile getirdiğim bir yazı olacak bu.
Bir şairin şiir gerçeğiyle yüzleşmek istediğimde mutlaka o şairin şiirine tanıklık eden hayatının tanığı olmayı istiyorum. Bu bağlamda şairin yaşamı ve şiir sanatını tek başlıkta toplamak yerine şairin yaşamı ile şiir sanatını ayrı ayrı başlıklarla yazı içerisinde ele almayı uygun buldum. Bu ayrışma bir yanıyla şairin yaşamı ve sanat trafiği içerisindeki kargaşayı giderecek, diğer yanıyla okurun şairi daha yakından tanımasına fırsatı verecek.
Şair Verlaine’in Kişiliği
Paul Verlaine 30 Mart 1844 yılında bir Fransız yüzbaşının oğlu olarak dünyaya gözlerini açıyor. Talihsiz çocukluğunun temelini annesi ile kuzeni Elisa hazırlıyor. Ona gösterdikleri aşırı ilgi baba figürünü beyninde zamanla silikleştiriyor. Yatılı bir okula gönderilmesi onda cezalandırıldığı izlenimi yaratıyor. “ Freud’a göre tüm eşcinsellerin çocukluk çağlarına uzanan unutulmuş bazı süreçler var. Anneye derin bağlılık, annenin çocuğuna gösterdiği aşırı ilgi ve derin sevgi, babanın çocuk yaşantısından silinmesiyle gelecekteki eşcinsel insanı yaratır…” (s.13.P. Verlaine Yaşamı Sanatı ve Şiirleri)
Şair, özünde yansıtıldığının aksine asi değildir. Gücünün de güçsüzlüğünün de büyüsü dirençsizliğinden kaynaklanıyor. Bu yüzden hayatı boyunca serüvenciliğin değil; yerleşik hayatın özlemini duyumsuyor. Onun özlediği mutluluk, eşi ve çocuğu ile birlikte dört duvar arasında yaşayacağı güvendir. Bu güven duygusuna olan yoğun gereksinimi iki yıl kaldığı hapishaneyi bile özletiyor ona. Gerçekte yerleşik hayatın savunucularından biri olan Verlaine, isteği dışında ailesinden kopuyor ve kendisini bohem bir hayatın içinde alkolik olarak buluyor. Kaybettiklerine ulaşamamanın özlemiyle acılar çeke çeke ölüyor.
Şairin, şiir yaratma gücü ile becerisi ne denli güçlü ise, ruhsal ve ahlaksal olarak da zaafları aynı oranda güçsüzdür. Bu, onun üstesinden gelemediği trajedisidir. Her sanatçının hayatındaki yaratıcı yazgının rolü Verlaine’nin hayatında da üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getiriyor. Yazgısından payına düşeni fazlasıyla alıyor. Başarının ve mutluluğun zirvesinden bir anda aşağıya düşüyor. Bir yaprak gibi bilinçsizce sürükleniyor yazgının rüzgârının arkasından. Yazgısına boyun eğmeyen bu talihsiz deha, içgüdüsünün peşinden gitmek için saltanatını tekmeliyor. Bu içgüdü göçünden daha güçlü daha yaratıcı olarak çıkanlar olduğu gibi, onun gibi, kan kaybından ölenler de çoktur.
Gençliğinde geçim sıkıntısı çekmemek için memur oluyor. Doludizgin burjuva hayatı sürdürüyor. Yaklaşık otuz yıl şiir yazdıktan sonra şeref nişanı alıp akademiye giren Fransız burjuva şairlerden birisi de odur. Bu rahat ve huzurlu hayatında huzurunu bozan ve onu kötü sona sürükleyen alkoldür. Alkolik olduktan sonra kendi kişiliğine yabancılaşa yabacılaşa saldırgan bir insan oluyor. Bekârlığında parası ve şair inceliği sayesinde istediği kadınla yatan şair, daha sonra tanıştığı Matilde Monté ile 1870 yılı savaşı çıkmadan önce evleniyor. Çıkan savaştan psikolojik olarak çok etkileniyor. Evliliğin sorumluluğuna bir de dünyaya gelen oğlunun sorumluluğu eklenince kendisini zapturapt altına alınmış hissediyor. Kendisini bulunduğu yerden götürecek bir rüzgârın gücüne ihtiyaç duyuyor. Bu rüzgâr çok geçmeden bir mektupla hayatına girecek olan Arthur Rimbaud’dan başkası değildir. 1971 Şubat’ında gelen mektupla hayatına giren Rimbaud, yerleşik hayatın kafesinde çırpınan Verlaine’nin tüm yerleşik değerlerini alt üst ediyor. Aile, din… gibi kavramlara olan bağışıklık sistemini çürütüyor. Köklerinden kopan ozan, bu gencin peşine takılıp Paris’e gidiyor. Prangalarından kurtulan Verlaine, kurtarıcısının yanında aslında içten içe pişmanlık yaşıyor. Bu yakınlık zamanla cinsel yakınlığı da beraberinde getiriyor. Güçsüzlüğü, yaşça büyük olmasına karşın onu delikanlının metresi yapıyor. 1872 yılında karısı ve çocuğundan tam anlamıyla kopuyor ve genç delikanlıyla birlikte İngiltere ve Belçika’ya doğru yola çıkıyor. Sürgündeki hayatında babasından kalan parayı genç sevgilisiyle tüketiyor. Karısına ve sıcak yuvasına dönmek için genç dostundan habersiz, annesi ile buluşmak üzere Brüksel’e gidiyor. Karısı serüvenci kocasını af etmiyor. Bir kez daha yalnızlığın batağına düşen şair, genç dostuna sığınıyor ve onu Brüksel’ e davet ediyor. Rimbaud geliyor ve ondan para istiyor. Sinirleri hepten bozulan Verlaine cebindeki Revolvere sarılarak genç dostuna iki el ateş ediyor. Hafif yaralanan Rimbaud’dan özür dilemek için arkasından koşuyor. Verlaine’nin, kendisine yeniden ateş açacağını düşünen Rimbaud çevresinden yardım istiyor. Rimbaud’nun yardımına koşanlar Verlaine’i Brüksel yasalarına göre adam yaralamaktan yargılıyor. Yargılama sonucunda içeri giriyor ozan. Valon kenti olan Mons’ta 1873-1875 yılları arasında cezasını çekiyor.
Kendi değerleriyle yabancılaşan ve yüreği pişmanlıklarla yanıp tutuşan şaire görüştüğü rahip iyi geliyor. Çıkardığı her günah onu ruhsal olarak özgürleştiriyor. İçki içmemesi bulanıklaşmış beyninin, zindeliğini yeniden kazanmasını sağlıyor. Hayatındaki tüm boşlukları Tanrı sevgisiyle dolduruyor. Hapishanede mistik şiirler yazarak şairliğinin zirvesine tırmanıyor. Ruhunu arındıran şair, 16 Ocak 1875 yılında salıverildiğinde, hapishanenin kapısında annesinin dışında bekleyeni olmuyor.
Hapisteyken kendisinden boşanan karısının boşluğu bu dev şairi derinden etkiliyor. Sığınacak tek liman olan genç sevgilisine yeniden dönüyor. İki dev şair Stuttgart’ta buluşuyor. Verlaine, Rimbaud’u kendisi gibi dine çekmeye çalışıyor. Öte yandan ateist Rimbaud, yeni vaftiz olmuş şairi yoldan çıkarıyor; birlikte gece boyu içki içiyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde Neckar Nehri’nin kıyılarında sopalarla birbirlerine yeniden saldırıyorlar. Rimbaud atletik yapısıyla sarhoş Verlaine’i kanlar içinde bırakıyor ve arkasına bakmadan gidiyor. Bu tartışmanın akabinde ünlü şair Paris’e, oradan da dil öğretmeni olarak Londra’ya dönüyor. Burjuva kesimi, yuvasına dönen bu yorgun savaşçıyı içine almıyor. Verlaine’in başyapıtı olan Sagesse, Katolik dini eşyaları satan Palmé tarafından yayımlanıyor. Bu şaheserle ne edebiyat ne de burjuva kesimi ilgileniyor. Yaşlı ve fedakâr annesi, oğlunu kurtarmak adına son bir girişimde bulunuyor. Oğluyla birlikte sakin ve huzurlu yaşamak için bir çiftlik satın alıyor. Oğlu burada da rahat durmuyor, Vouziers mahkemesi tarafından kaba güç kullandığı gerekçesiyle bir ay hapse atılıyor. Bir ay sonra hapisten çıktığında annesi de yanında yoktur. Çileli kadın bir yıl sonra sonsuzluğa göçüyor. Artık şiirden başka sığınacak kimsesi kalmayan şair, tam bir ayyaş olur. Önüne gelen kadınla yatıyor; arkasında bir dizi züppe ile elinde bastonuyla topallayarak dolaşıyor sokak sokak. Her türden kötü şiir örneklerini önüne gelene veriyor. Bir kadeh içki için her şeyi yapıyor. En sonunda Quartier Latin’de çoğunluğun seçimiyle “Şairlerin Prensi” seçilmesi bile kaderini değiştirmiyor. Akademiye takdim edileceğini düşünüyor ama bu düşüncesi hayal olmaktan öteye gitmiyor.
1886 Ocak’ında Rue Descartes’da kötü şöhretli bir kadının yatağında son nefesini veriyor. Sağlığında yanından geçerken görmezden gelen dostları, burjuva kesimi ona karşı son görevini yapmakta kusur etmiyor. Soylu sözler, çiçekler, çelenkler eşliğinde onu Batignolles Mezarlığı’nda toprağa veriyorlar. Kendini anlatmanın, özür dilemenin, günah çıkarmanın tek yolu şiirleridir, şairin. Kendisini tüm çıplaklığıyla yazdıklarıyla ortaya koyan bu dev şairin trajik sonu yürek burkuyor. Tutunamayanlardan birisi olan ozanın hayatı kendisine sığınacak güvenli bir liman aramakla geçiyor. Kurtulmak istediğinde kaderi onu yalnızlığın, umarsızlığın, çirkefin batağına daha çok batırıyor, batırıyor… yaşadıklarıyla arınan Paul Verlaine arkasında yaşadıklarına sığan şiirleri dışında sermaye bırakmıyor. Bu dertli şair, hayatın acımasızlığıyla yüzleşmiş, aldığı her nefesin bedelini ödemiştir. Öyle ki, hayattan elini çektiğinde hayat ona karşı borçludur; o, hayata karşı değil. İnsanların ayyaş olduğu için dikkate almadıkları şairi, hayat herkesten daha çok dikkate alıyor ve onunla kozlarını paylaşmaktan sonsuz keyif duyuyor. Kendini arındıracak değin Tanrı’ya yaklaşmış, hayatla oynadığı oyunda hep kaybetmiş olan ozanın, hayatın karşısında başı dik alnı açıktır. Şiirleri onu kendisi yapan, her haliyle bağrına basan kadim dostudur.
Paul Verlaine’nin Şiir Sanatı
Şair Verlaine’nin sanatçı kişiliğinin başlıca özelliğidir etkilendiği şairler üzerine yazılar yazması. En çok etkilendiği şairleri anmak gerekirse: Victor Hugo, Leconte de Lisle, Gauter, Banville ve Glatigny. Baudelaire ve Shakespeare’den de ne kadar etkilendiğini anlatmaya gerek var mı? Baudelaire üstüne yazdığı incelemeleri, çağının sanat çevresi içinde Baudelaire üzerine tek söz sahibi olmasını sağlıyor..
Verlaine’in tıpkı Doğulu ozanlar gibi geceleri doğa ve ruhu arasında gizemli yolculuklar yapmayı çok seviyor. Şiirlerinde sık sık kullandığı “anı, düş, tatlılık” sözcükleri düşler evrenini, “solgun, ölü, sıkıntı” sözcükleri ise bu evreni çevreleyen hüzünlü düşünce atmosferini kurar. Onun şiirlerine hüzün ve karamsarlık hâkimdir. Önceleri Romantiklerin sanat anlayışına uyum sağlayan şair, “Güvercinsi”, “Toprakta”, “Sevi”, “İçli Görüşme” şiirlerinde karamsarlığa sığınıyor. Evliliği döneminde yazdığı Tatlı Şarkı adlı şiir kitabında V. Hugo’nun izleri açıkça görüldüğü için Hugo övgü dolu bir yazı yazıyor şair hakkında. Evliliği ve düzenli yaşantısının onda yarattığı güçsüzlüğün ve esinden yoksunluğunun doğal sonucu olarak önceki şiirlerindeki başarıyı yakalayamıyor. 1972 yılında şiirde yenilik çabaları ile atılım yapıyor. A.Rimbaud ile ilişkilerinin başlaması onun şiirdeki altın yıllarının da başlangıcı oluyor.
Şiirdeki yenilik çabalarının meyvelerini 1872–73 yıllarında Sözsüz Şarkılar’da (Romances sansparoles) yayımlıyor. Bu yıllar onun Rimbaud ile ilişkilerinin başladığı yıllardır. Eserde yer alan şiirleri, şairi şiirin doruklarında gezintiye çıkarıyor. Değiştirilmiş mısralar, değiştirilmiş duygular, değiştirilmiş ezgiler ve romanslarla yeni şiir anlayışının belirleyicisi oluyor bu sayede.
Şairin, Mons Cezaevi’nde yazdığı öykülerden, daha sonra –Crimen Amoris- şiiri dünyaya geliyor. Baudelaire’in etkisinin açıkça görüldüğü bu şiirinde şair özellikle A.Rimbaud’u anlatıyor. Onu meleklerin en güzeline benzetiyor.
1880’de yedi yıl emek verdiği şiirlerini Usluluk (Sagesse) kitabında yayımlıyor. Bu kitabın bir kısmını cezaevindeyken, diğer kısmını da Stickney’de bir diğer kısmını ise, Arras yolculuklarında yazdığı şiirlerin altındaki tarihlerden anlaşılıyor. Şairin kitabındaki “Her gün, geçen günlerin şavkı vurmada ruhum” ve “Gururun Sesi” adlı şiirlerinde özellikle A.Rimbaud’dan ve Baudelaire’den esinlendiği anlaşılıyor. Kitapta yer alan şiirlerin içinde karısı Matilde, oğlu Georges ile Rimbaud’a yazdığı şiirler dikkat çekiyor.1882’de İngiltere’den Paris’e dönen şair, yazdığı Şiir Sanatı’nı Paris Modern’de yayımlıyor. Bu yazı birçok tartışmalara neden oluyor o dönemde.
Verlaine, sembolist Mallarme’nin aksine şiirde biçime ve ustalık gerektirecek şiirsel inceliğe düşkündür.1890 Mayıs ayında şiir sanatı üzerindeki, sanat anlayışını şu tümcelerde ifade ediyor: “Sanat sanat içindir çocuklarım.”
1890’da, Zuhal Şiirleri’nin yeni baskısına yazdığı önsözde ölçü uyak ve şiir dili anlayışını şöyle betimliyor: “Salt tek bir ölçüye bağlanıp kalsaydım haksızlık etmiş olurdum. Dizeyi yeterince kırdığımı, elimden geldiğince durakların yerini değiştirdiğimi, dizeyi özgürleştirdiğimi sanırım. Uyağa gelince, hizmetine girdim onun, ama biçime ve yarım uyaklara kendimi tutsak etmeden. Bir Zamanlar’da yer alan şiirlere gelince, tatlı şarkılardır onlar. Söylediklerim yalın. Yalınlık bence ozanın en önemli niteliklerinden biri. Ozan başkalarında bulunmayan bir yalınlık yaratabilirse bununla övünmeli. Yeni bir şiir düzeni kuruncaya dek yalınlık üzerinde direneceğim. Aynı şeyi başkaları da isterse deneyebilir. Başarabilirlerse alkışlarım onları”.(s.68 P. Verlaine Yaşamı Sanatı Ve Şiirleri)
Şiirde uyakların ve ölçülerin yerini değiştirerek dizelere özgürlük kazandırıyor. Şiirlerinde erkek uyaklarının yanı sıra dişi uyakları da kullanıyor. Seslere karşı oldukça duyarlı bir kulağı olduğu için üçlü uyakları deniyor. Bununla da yetinmiyor, uyaksız şiirler de yazıyor. Şiirinde cinaslara başvuruyor. Hece ölçüsüyle yazdığı yedi ve dokuz heceli şiirlerini okuyanların olağanüstü ses uyumundan dolayı, şiirleri sekiz heceli sanması şiirdeki yetkinliğinin basit ipuçlarıdır aslında.
“Verlaine şiirlerinde sözcüklerin bile uslularını, yumuşaklarını seçti: beşik sallamak, nazlanmak, sıcak, ılık, yumuşak, solgun, ince, şarkı, su… ozanın sözcükleri Baudelaire’inkiler gibi derin düşüncelere götürmez, ürperti yaratmaz, Rimbaud’nun sözcükleri gibi okuru bilinçaltının uçurumlarında dolaştırmaz. Ilık, tatlı bir rüzgâr gibi saçlarımızı okşar, çocuk alnımızdan öper…(s.79.Paul Verlaine Yaşamı Sanatı Ve Şiirleri)
Sadece Fransız şiirinin kurucusu değil; aynı zamanda uluslararası şiirin kurtarıcısı olan Verlaine, şiirde etkilendiği şairler olmasına karşın kendi özgün şiir çizgisini yaratıyor ve şiire pelesenk olmuş kuralları kural tanımazlığıyla bertaraf ediyor. Kanımca ozanı gerek şiirde, gerekse hayatta büyüten ve onu farklılaştıran, yaşadığı hayattır. Düşünüyorum da beni şaire iten, şiirlerindeki ustalığının yanında katıksız yalnızlığı ile derin acılarıdır. Ayrıcalıklı bir insandan sıradan insana terfi etmek… Hayatı boyunca sevmek ve sevilmek uğruna bedeller ödemek… Aklanmak ve kabul görme arzusuna bu denli yürekten bağlanmak… Bilinç düzeyi bu kadar yüksek bir insanken bu denli aşağılanmak… Kara toprağın dışında yüreğindeki yoksunluğa kimsenin dokunmaması… Hayat kadınlarının sevgisine sığınan Verlaine, bence yaşadıklarıyla hayatın hakkını vererek ayrılmıştır hayata yük olan insanlardan. Ne zordur insanın yaşarken sevdiklerine dokunamaması ve incittiği sevdikleri tarafından af edilememesi… Bu yüzen Mons Cezaevi’nde yazdığı şiirlerine dair şu haklı tespitte bulunuyor şair:”Bu şiirleri anlayabilmek için benim on yıldır çektiğim acıları çekmek gerek, bu acıyı duymak gerek. ” (s.64.P.Verlaine, Yaşamı Sanatı ve Şiirleri)
Evet, derin ve soylu acılar çekerek, yaşadıklarıyla aklanan ve şiire/ şiirlerine sığınan Paul Verlaine’nin önce insan sonra şair yanını daha yakından tanımak isteyenlerin bu iki eseri karşılaştırmalı olarak okumalarını öneriyorum bir okuyucu olarak.
Kitaplarla Söyleşi.Camgöz Yayınları. İstanbul. S.169-176.