KELİMELER ARASINDA ELLİ YIL
Akik rengi donukluğu yüzünden insanı daha ziyade hayata bağlayan bir kış sabahının ışıkları içinde gazetemi açtım. Milyonlarca insanın bu anda, veya biraz evvel, bir dakika sonra benim gibi bir gazete arasından dünya ile temasa gireceğini düşüne düşüne başlıklara bakıyorum. İnsanlık yüz elli seneden beri hâdiselerin içinde uyanıyor.
Evvelâ en masum görünenleri, bu yüzden istikbal için en tehlikeli olanlarını okuyorum. Milletlerarası konferanslar, sulh teşebbüsleri, imzalanan ve imzalanacak paktlar, Marshall Plânı’nın gişeleri önünde sıra bekleyen devletlerin büyükleri bir yığın mühim meseleyi durmadan konuşuyorlar. Bu demektir ki bir sivilceyi azdırır gibi hepsini azdırıyorlar. Fakat konuşmasalar meseleler ortadan kalkacak mı?
Onlar bitince iç havadislere geçiyorum. Burada da, yarım saat evvel gördüğüm rüyaları hatırlatan, o kısılmış çenelerin ve dişlerin vehmi ve kâbusu, bir yığın konuşma var. Nihayet sıra, bütün fenalığı olduğu yerde ve anda kalan o küçük ve biçare vak’alara geliyor. Cinayetler, intiharlar, kazalar… Eskiden, onları okurken içim türlü türlü duygularla dolup boşalırdı. Halbuki şimdi yalnız kendi hayatlarım israf edenleri affetmeği öğrendim.
Berikiler, muhteşem kelimelerin, büyük ve parlak ideallerin ütopyaların peşinde gidenler, iyi niyetleriyle, her kula mukadder gafletlerini, düşünce sürçmelerini bütün dünyaya birden ödetiyorlar.
Bu düşünce üzerine beni götüren şey, belki de 1950 yılının başında olmamızdır. Asrımızın yarısındayız. Üzerimde birdenbire bu elli senenin ağırlığını çökmüş buluyorum. Yükünden ziyade, içinden çıkılmaz «absurdite»siyle ezen bir ağırlık!
Birdenbire bu elli senenin tarihini, bizim gibi onu gün gün yaşamadan ve onun tarafından değiştirilmeden, sadece uzak şahadetlerle yazacak bir tarihçiyi düşündüm. Acaba devrimizi ifade için bizim kullandığımız kelimeler arasından hangisini seçer? diye kendi kendime sordum ve derhal cevab verdim: Bu şüphesiz buhran kelimesi olacaktır.
Vâkıa zamanımızda moda olan başka kelimeler de yok değil. Huzursuzluk bunlardan biridir. Asrımıza ait bütün ruh halleri onunla, ifade edilir. Absürde (abes, mantık dışı) vasfı, asrımızın kendi için bulduğu belli başlı vasıftır. Şüphesiz onun da zamanımızda mühim bir hissesi olacak. Bunların yanıbaşında da dün hayatı kuran, işleten, insan ruhunu değiştiren, bize bir yığın hayat standardı hazırlayan teknik kelimesini de elbette unutamayız. Çok vâzıh âlemleri anlatmasına rağmen, o, basit tabiat hâdiselerinin sembolü olmuş eski tanrı isimleri gibi, bizi birdenbire meçhulun eşiğine bırakıverir. Bu kelimeyi bütün şümulu ile düşündüğümüz zaman çok karışık bir makinenin karşısında imiş gibi şaşırırız.
Hudutlandırdığımız zaman çok basit şeylerin dünyasına ineriz.
Nihayet atom kelimesi var. O belki de bizi yeni bir çağın eşiğine götürecek. Demir devrinden sonra onun devrine> gireceğiz. Artık tahlilinin peşinde koşmayacağız; onunla, ona dayanarak işe başlıyoruz.
Fakat bunların hiç birisi buhran kelimesi kadar devrimizi benimsemiş değildir. O, zamanımızın adeta tek izahı, yahud mihveri olmuştur.
Tababetin insanlığa bu son ve hemen hemen sihirli hediyesi, birdenbire bünye veya ruha ait ârızaların ötesine geçmiş, hayatın her safhasını benimsemiştir. Zihniyet buhranı, iktisat buhranı, kültür buhranı, değerler buhranı, aile buhranı… gibi tabirler, sahaları daraldıkça berraklığı artan karışık ve hâd realiteleri, hayatımızı farkında olmadan taşıdığımız dönülmesi imkânsız ve baş döndürücü müntehaları her gün bize yeniden göstermektedir.
Bu acayib kelimenin ışığı altında bütün hayatımız bize tehlikeli bir canbazlık gibi görünüyor. İki minare arasında gerilmiş iplerde yürüyen o eski zaman hünerbazları gibi, artık muvazeneyi eşyanın veya hayatın kendisinde, yani bulunması tabii olan yerlerde değil, uzviyetimizin ve ruhumuzun çok anî intibaklarında arıyoruz.
Belli ki insanlık, otuz dokuzla kırk derece arasında, çok hususî bir iklimde, bir Shakespeare veya İbsen dramının o hususî ve gergin havasında yaşıyor.
Tıbba ait bir kelimenin hayatımızda kazandığı bu ehemmiyet, devrimizin şartlarının ne kadar değişik olduğunu gösterir. Çünkü buhran kelimesinde sadece bir tabiat-dışı hal değil, aynı zamanda çok şuurlu bir müşahede manası da kendiliğinden vardır. O, bir vaziyetin tarifi olduğu kadar, bir teşhisin de ifadesidir. Filhakika devrimizin büyük mütefekkirlerinin hemen hepsi insanlığı onun adesesinden mütâlâa ettiler. Bu da gösterir ki teşhis, her zaman tedavi değildir.
Bununla beraber yirminci asır işe bu kelime ile başlamıştı. Kayıtsızca, hattâ mesut şekilde dinsiz, muvazaalara çok riayetkar, son derecede iyimser, ilmin her ilerleyişinin insanlara yalnız saadet getireceğine inanan, havagazı lâmbalarının yumuşak ışığında her an biraz daha tatmin edilmiş bir insanlık hayali ile avunan buhar makinelerinin gürültüsünde nabzının sabırsızlığını sayan asrımızın başı, daha çok başka kelimelere inanırdı. O medeniyet ve terakki devriydi. O kadar çok sıçrayışla dolu on dokuzuncu asırdan kendisine miras kalan bu iki kelime, ona hayatını bir emniyet âbidesi gibi gösteriyordu, insan büyük ve kuvvetlidir. Tabiate üstündür. Tanrılara lâyık bir hayat temin edecektir.
1850’den sonraki devirde, medeniyet ve terakki kelimelerinin gittikçe artan bu sihir ve füsununu bizim edebiyatımızda da takib etmek mümkündür. Şinasi Efendi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Sadullah Paşa, onlardan evvel veya onlarla beraber Reşid Paşa, Abdülâziz Han, —meşhur nutuk ve fermanında — Âli Paşa, hattâ Cevdet Paşa hep medeniyete ve şaşmaz terakkiye inanmışlardı.
Halûk’un Âmentüsü, bu imanın en yüksek noktasıdır. Orada biz Fikret’i yirminci asrın başının bütün masalı içinde buluruz!…
Zaten çok ehlî şekilde hissî olan tarafı bırakılırsa Tevfik Fikret’in eseri baştan aşağı budur. insana Swinburne ile beraber «Rabb-i mümkinât» diyen şâir, millî felâketlerimizin bütün sebeblerini kendimizde arayanlardandı. Müphem şekilde mücadele, yahut daha vâzıh şekilde şikâyet ettiği Şark zihniyetinin dışında, insanoğlunun değişmez ve yüksek kıymetler dünyasına inanıyor, bizi ona davet ediyordu. Aradaki kırk sene, insanoğlunun bu değerleri bazen birdenbire nasıl kaybettiğini, elinde o kadar güvendiği bir yığın üstün saadet imkânıyla nasıl hadiselerin girdabında şaşırıp kaldığını bize gösterdi.
Fikret bu imanında yalnız değildi. İnsan talihine ve dünya işlerine satıhtan bakanların hemen hepsi onunla beraberdi. Bunda haklan da vardı. Yirminci asrın başı, dünyayı hakikî bir cennet yapacağa benziyordu. İlim, her va’dini tutmuştu. Hayat büyük bir emniyet içindeydi ve daha ziyade kurulmuş bir saate benziyordu. Her geçen an bir sonrakini tayin ediyor hissini veriyordu. Şimdi uzaktan bakılınca daha ziyade bir salon eğlencesine benzeyen bir yığın keşfin başlangıcında idik. Hiç kimse o kadar merakla takib edilen bu keşiflerin biraz sonra hayatı kökünden sarsacağını tahmin edemezdi.
Vâkıa felâketler ve kaynaşmalar gene vardı. Asya aç ve çıplaktı. Fakat o medeniyet asrında bu kadar geri kalmış insanların hakları üzerinde düşünmek zahmetine kim katlanırdı? Sanayi pazara muhtaçtı; düşünülen yalnız buydu.
Çin, büyük bir ihtilâl devrine girmişti. Fakat hiç kimse bu ihtilâlin kırk sene sonra, ve o kadar şiddetle Hindiçini’nin kapılarına çok yeni ve haşin bir nizamın tehdidini dayayacağını sanmıyordu. Herkes bu ihtilâli, şimdi ne kadar müphem bir şey olduğunu ancak anladığımız o terakki mefhumunun uğrunda bir hamle addediyor, cebredilen haklar saklı kalmak şartıyla, alkışlıyordu.
Balkanlar ateş içinde idi. Fakat bu yangını körükleyen politikacılar, bunu, sadece mirasına konmak istedikleri Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek için yapıyorlar ve asıl garibi bu tasfiyeden istikballerini tehlikeye koymadan faydalanabileceklerini sanıyorlardı. Balkan kelimesi o zamanlarda bile diplomasi dilinde arkası gelmiyen karışıklıkların mukabili idi. Fakat henüz nev’inin biriciği olduğu için bu kökten iştikaklar yapılmamıştı. Hele günün birinde, Tuna’nın üstündeki memleketlerin altına benzer bir manzara alacağım, Avrupa’nın ve muasır medeniyetin mucizesi sayılan Berlin’in bir harabeye çevrileceğini, bütün Şarkî Avrupa’nın Rus işgali altında Avrupa’yı tehdit edeceğini kimse düşünemezdi.
Almanya yarı feodal, su katılmaz şekilde militarist idaresiyle, gittikçe büyüyen sanayiiyle, kendi iç işlerini gürültüsüzce halletmekteki dirayetiyle istikbale emniyetin ta kendisi sanılıyordu. Yılbaşı takvimlerinin yarısını, Hugo’nun Les Burgraves’larından çıkmışa benzeyen, galiba yirmi bir hükümdarının resmi kaplıyordu. Avusturya hemen hemen kendi yaşında denebilecek ihtiyar imparatorun etrafında, çok eski bir meşenin etrafına toplanmış bir orman gibi orta Avrupa’ya kök salmış duruyordu.
Küçük müstemleke isyanlarının dışında, orduların daha ziyade geçit resimleri için kullanıldığı, donanmaların kara hinterlandı zengin bazı limanlar önünde bazı şark devletlerine ticarî ültimatonlar kabul ettirmeğe ve meşkûk kapitülasyon haklarım korumağa yaradığı, en çetin siyasî mücadelelerin üç ay sonra okuyucuyu bıktıran bir kalem yarışında bittiği, pasaportun Şark devletlerine ait o karanlık istibdad makinesinin bir formalitesi addedildiği, paranın her tarafında metre cinsinden değişmiyen bir kıymet olduğu, fikrin ve sanatın bizde bile itibar sahibi olduğu mesud devir…
Kendisini o kadar şiddetli ilân eden sosyalizmin bile mücadelesi açıkta, hemen hemen eski diplomasinin nezaket usulleri içinde oluyordu. Binaenaleyh bir gün gelip de, insanlığın yarısının ihtilâl mühendislerinin ellerine düşeceğini ve onların hayatımız üzerinde tıpkı fizyoloji laboratuvarlarında yapıldığı gibi bir yığın vivisection yapacaklarını akla getiremezdik. Vâkıa halk hatipleri, meczub peygamberler gene vardı. Fakat devletlerin başına geçmelerine kimse ihtimal vermezdi. Halk henüz aklıselimine sahipti ve hayatını severek yaşıyordu.
İhtilâl, anarşi, huzursuzluk, tıpkı hiç bir millette bulunmayan rakıs ve balesi, yarı Asya’nın halk nağmelerini toplamış musikisi ve o alevden romanı gibi Eus milletine ait bir hususiyet, Asyaî bir süs, bir nevi ırka mahsus hastalık addediliyordu. Unutmamalı ki bu milletten Avrupa dillerine geçen kelimeler henüz havyar ve semaver kelimeleriydi. Kadınlarda bile kürkün modası doğru dürüst başlamamıştı. Cermen ve Slav filoloji laboratuvarlarında, Latin kaynağından gelen kelimelerle yapılan ve dinleyen kulağı bir çırpıda uçuran ve keskin harekeli, ağzın bütün girinti ve çıkıntılarını kullanmağa mecbur eden mürekkep kelimeler henüz icad edilmemişti. Büyük Fransız ihtilâlinden alışık olduğumuz «Commune» kelimesine gelince, o hâlâ M. Thiers’in dayadığı duvarın dibinde ve kanlar içindeydi.
Arasıra İsviçre veya Paris’te bir anarşist tabancası veya bombası patlıyor, yahut Madrit’te yapılan bir suikastın aktörleri, haberinden evvel Fransız hududunu geçiyorlar, şehirli hayatına, içinde yüzdüğü refah ve emniyeti bir kat daha lezzetle hatırlatan bir ürperme, mesud insanların o kadar muhtaç olduğu o zararsız korku bir kaç gün için hakim oluyor, sağ, sol gazeteler birbirine ateş püskürüyor, sonra dağınık haberler sütunlarında unutulacak uzun muhakemelerde bir avukat belâgetinde mahiyetini değiştiriyordu.
Bütün insanlığın bir bataklıkta yavaş yavaş boğulur gibi evvelden hazırlanmış çerçeveler içinde yaşadığı, düşündüğü ve öldüğü rahat seneler… Sizden ne kadar uzağız!
Maurice Barres’in elinde şemsiyesi, derine kök salmış olanı aramak için İspanya’yı, İtalya’yı ve Yunanistan’ı dolaştığı, Loti’nin âvâre ruhuna Fransız bahriyesi hesabına egzotik tatminler aradığı, Octave Mirbeau’nun «anarchicosocialiste» hiddetinin bugün bize bir şampanya şişesinin açılışını hatırlatan bir şiddetle köpürdüğü, Anatole France’ın bedbinliğinin tatlı bir istihza ve şüphe içinde sadece dili ve damağı yoran bir lezzet haline geldiği, Maeterlinck’in galiba yalnız kelimelerden hız alan bir mâvera endişesiyle hayatın ağır basan madde tarafını karşılamağa çalıştığı bu asır başı senelerinin, 1914’ün cehennemine ve ondan sonra gelecek, altüst, sade mesele ve sade buhran devirlere yol açacağım kim umardı? Hele Avrupa, bunu hiç düşünemezdi.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Cumhuriyet 4 Ocak 1950, nr. 9124
Yaşadığım Gibi, Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları