Amatör Psikanalizi: Kendi Kendine Psikanaliz Nasıl Yapılır? (II) – Sigmund Freud

Sigmund FreudHerkes doğru insanı bulmak ister, yanılmamak için.
Oysa kimse, doğru insan olmak için
uğraşmaz.

Herkes canı istediği gibi “at koşturabiliyor” ruhbilimde. Ortaya fiziksel ya da yasal bir soru atılsa, bu “uzmanlık alanlarında” bilgisi olmayan kimse susar. Ama ruhbilimsel bir savı öne sürmeye görün, herkesten bu sava ilişkin yargı ve itirazlar yönetilmesine hazırlıklı bulunmanız gerekir. Galiba bu alanda “uzmanlık bilgileri” diye bir şey yok. Herkesin bir ruh yaşamı var, dolayısıyla herkes kendine bir psikolog gözüyle bakmakta; ancak, gerektiği gibi hakedilmiş bir unvana benzemiyor bu. Anlatıldığına göre bir yerde “dadılık” arayan bir kadına sormuşlar, çocukların dilinden anlıyor musun? demişler o da “Elbette” diye cevaplamış, “ben de bir vakit küçük bir çocuktum.”

Size anlaşılır bir şey söylemem gerekiyorsa, psikanalatik çevre dışında bilinmeyen ya da takdir görmeyen ruhbilimsel öğreticiden biraz bir şeyler açıklamaksızın bunu yapamayacağım muhakkak. Hastadan ne istediğimiz ve istediğimiz şeyi ne yoldan elde ettiğimiz, şimdi ele alacağımız ruhbilimsel kuramdan kolaylıkla çıkarılabilecektir. Bu kuramı tamamlanmış bir yapı gibi dogmatik biçimde sunacağım size. Ama sözünü edeceğim öğretin filozofik bir sistem gibi bir anda doğup çıktığını sanmayınız. Pek yavaş geliştirebildik bu öğretiyi, her küçük parçası için uzun boylu savaştık, çaba harcadık, gözlemle sürekli ilişki içerisinde kalarak aralıksız değiştirimlere başvurduk, sonunda güttüğümüz amaçlara cevap verebilecek bir biçim kazanana kadar sürdürdük çabamızı. Birkaç yıl önce olsaydı, aynı öğretiyi daha başka deyimlerden bir giysi içerisinde sunardım. Hani bugünkü dışavurum biçimini kesin bir gözle görmek gerekeceği konusunda tabii bir güvence veremem size. Bilimin bir vahiy karakteri taşımadığı ortadadır; bir bilim ilk adımların atılmasından çok sonralarına kadar insan düşüncesinin işte öylesine yürekten özlediği bir belirlilik, değişmezlik ve şaşmazlık niteliğinden yoksun kalabilir. Ama bir bilim ne durumda ise, bize düşen, ona o durumuyla sahip çıkmaktır, bundan öte yapabileceğimiz bir şey yoktur. Şunu da unutmayınız ki, üzerinize eğildiğimiz bilim dalı henüz pek körpedir, yaşı yüzyılımızın yaşı kadardır ancak, aynca insandaki araştın faaliyeti önüne çıkarılabilecek en çetin bir konuyla uğraşmaktadır; bunları düşündünüz mü, anlatacaklarım karşısında gerektiği gibi bir tutum takınmanız kolaylaşacaktır. Ancak ne zaman anlatımımı izleyemez duruma gelir ya da benden daha çok açıklamada bulunmamı isterseniz, sözümü kesebilir, bu konuda dilediğiniz gibi davranabilirsiniz.
“Madem öyle, siz konuşmaya başlamadan sözünüzü keseyim bari. Dediniz ki, bana yeni bir psikolojiden bahsedeceksiniz. Ama sanıyorum, psikoloji yeni bir bilim değildir. Şimdiye kadar hayli psikolog yetişmiş, psikolojiyle hayli uğraşılmıştır. Okuldayken, bu alanda büyük başarılara ulaşıldığını söylemişti öğretmenlerimiz.”
Evet, böyle olduğunu yadsımak aklımın ucundan geçmez. Ancak, konu üzerine daha bir dikkatle eğilirseniz, adını ettiğiniz büyük başarıların daha çok duyu fizyolojisini ilgilendirdiğini göreceksiniz. Ruhsal yaşam öğreticisi, çetin bir yadsıma engeliyle karşılaştığı için gelişip serpilememiştir. Okullarda öğretilen şekliyle bugün neyi kapsamaktadır bu bilim? Duyu fizyolojisi kapsamına giren değerli bilgileri saymazsak, ruhsal olaylarımızı ilgilendirip, dilsel gelenekle bütün aydınların ortak malı durumuna gelmiş bir yığın tasnif ve tanımlamalar. Ruhsal yaşam konusunda bir görüşe ulaşabilmek için besbelli bu kadarı yetmemektedir. Her filozofin, ozanın, tarihçinin ve yaşamöykücünün (biyograf) kendisine gerekli psikolojiyi bizzat kendisinin pişirip kotardığını, ruhsal olayların için ve amaçlan bakımından kendi özel varsayımlarını ileri sürdüğünü, bütün bu psikoloji ve varsayımların da az çok sevimli bir karekter taşıdığını, ama hepsinin de güvenirlikten yoksun bulunduğunu farketmediniz mi? Anlaşılan ortak bir temelin eksikliği duyulmaktadır bu konuda. Psikolojik alanda adeta bir saygı ve otorite havasının esmeyişi de yine aynı nedenle dayanmaktadır. Herkes canı istediği gibi “at koşturabiliyor” ruhbilimde. Ortaya fiziksel ya da yasal bir soru atılsa, bu “uzmanlık alanlarında” bilgisi olmayan kimse susar. Ama ruhbilimsel bir savı öne sürmeye görün, herkesten bu sava ilişkin yargı ve itirazlar yönetilmesine hazırlıklı bulunmanız gerekir. Galiba bu alanda “uzmanlık bilgileri” diye bir şey yok. Herkesin bir ruh yaşamı var, dolayısıyla herkes kendine bir psikolog gözüyle bakmakta; ancak, gerektiği gibi hakedilmiş bir unvana benzemiyor bu. Anlatıldığına göre bir yerde “dadılık” arayan bir kadına sormuşlar, çocukların dilinden anlıyor musun? demişler o da “Elbette” diye cevaplamış, “ben de bir vakit küçük bir çocuktum.”
“Yani siz bütün psikologların gözünden kaçan ruh yaşamının ortak temelini, hastalar üzerindeki gözlemleriniz sonucu mu ele geçirdiniz?”
Kanımca kaynağının şu yada bu oluşu bulgularımızı değerden düşürmez hiç. Sözgelişi, doğuştan anomalilerin etiyolojisini tastamam açıklama gücünü gösteremeseydi. dölütbilim (embriyoloji) kendisine karşı bir güven beslenmesini sağlayamazdı. Ama ben size düşünceleri ayrı baş çekmiş giden, dolayısıyla kendilerini hiç mi hiç ilgilendirmez sorunlar üzerinde kafa yorup duran kişilerin varlığından söz açtım. Şimdiye kadar okul psikolojisinin böyle bir anomaliyi aydınlığa kavuşturmak için en ufak bir katkıda bulunduğunu sanıyor musunuz? Ve nihayet biz hepimizin başına gelen bir olaydır, geceleyin düşüncelerimiz ayrı baş çeker ve öyle şiyler yaratıp ortaya kor ki, bunlan anlayamayız; bunlar yadırgatır bizi ve sayrısal (patolojik) ürünleri anımsatarak tasalara gömer, sayrısal (patolojik) ürünleri anımsatarak tasalara gömer. Yani gördüğümüz düşleri söylemek istiyorum. Düşlerin bir anlam, bir değer taşıdığı, birşeyleri dile getirdiği inancına halk her vakit bağlı kalmıştır. Okul psikolojisi ise düşlerin taşıdığı anlamı bir türlü ortaya koyamamış, düşler karşısında nasıl bir tutum takınacağını bir türlü kestirememiştir; düşleri duyusal uyanlara ve beyindeki çeşitli bölgelerin birbirinden değişik uyku derinliğine indirgeme vb. gibi bu konuda başvurdurduğu açıklamalar, ruhbilimsel nitelikten yoksun kalmıştır hep. Ancak düşü açıklayabilmekten uzak bir psikolojinin, normal ruhsal yaşamın anlaşılmasında da işe yaramıyacağını ve kendisine bir bilim adının asla yakıştınlamayacağını söyleyebiliriz.

“Bakıyorum, saldırıya geçtiniz, dolayısıyla nazik bir noktaya değindiniz. Ben de psikanalizde düşlere büyük önem verildiğini, düşlerin yorumlanıp, geri planlarında gerçekten olup bitmiş olaylara ilişkin anıların arandığını, ama düşleri yorumlamada izlenecek yolun psikanalistin keyfine kaldığını ve düşlerin nasıl yorumlanacağı, düşlerden sonuçlar çıkarmanın yerinde bir davranış görülüp görülmeyeceği konusundaki tartışmaların psikanalistlerin kendi aralarında da bir sona kavuşturulup, bir uzlaşma sağlanamadığını vb. işitmedim değil. Durum böyle olunca, psikanalizin okul psikolojisine göre elde ettiği üstünlüğü o kadar abartmanız uygun sayılmaz.”

Gerçekten çok yerinde sözler söylediniz. Psikanalizin hem kuramı, hem de pratiği bakımından düş yorumunun eşsiz bir önem kazandığı doğru. Eğer üzerinizde saldırgan bir izlenim bırakıyorsam, bu sadece kendimi savunmak istediğim içindir. Ama bazı psikanalistlerin düş yorumu alanında yaptığı densizlikleri düşününce, cesaretimi yitirmemek ve büyük yergi üstadımız Nestroy’un[1] şu karamsar sözlerine hak vermemek elimde değil: Her atılım ilk başta göründüğünün ancak yan büyüklüğündedir. Ama sorarım size, insanlar ellerine geçirdikleri bir şeyi ne zaman karmakarışık, ne zaman eciş bücüş bir duruma sokmamıştır?
Biraz dikkat ve kendini eğitimle düş yorumundaki tehlikelerin çoğunluğundan sakınmak elbette mümkündür. Ancak, dikkatimizin başka konular tarafından böyle yelinmesiyle size anlatacaklarımı bir türlü anlatma fırsatı bulamayacağım kanısında değil misiniz?

“Evet, sizi doğru anladımsa yeni rubbilimin temel varsayımından konuşacaktınız.”
Açıklamalarıma bununla başlamak istemem. Niyetim, psikanalitik incelemelerde bulunurken ruhsal aygıtın yapısıyla ilgili olarak nasıl bir görüşle vardığımız size bildirmektir.”
“Ruhsal aygıt diye neye diyorsunuz?” Sonra bu aygıt neden yapılmıştır, sorabilir miyim acaba?”

Ruhsal aygıtın içyüzünü az sonra öğreneceksiniz. Nasıl bir malzemeden yapıldığını ise lütfen sormayınız. Psikolojik bakımdan ilginç bir soru değil çünkü; bir dürbünün cidarlarının metalden mi, yoksa mukavvadan mı yaplıdığı sorusu optik için ne kadar ilginçlikten yoksunsa, sizin sorunuz da psikoloji için tıpkı öyle. Biz malzeme açısını kısaca bir kenara bırakacak, mekansal açıdan duruma bakacağız. Sizin anlayacağınız, ruhsal faaliyetlerin gerçekleşmesine hizmet eden o bilinmedik aygıtı kafamızda gerçekten bir araç ki, bizim mekanizmalar adını verdiğimiz birden çok parçadan kurulmuştur. Bu mekanizmalardan her biri özel bir fonksiyon görür ve bütün mekanizmalar arasında değişmeyen mekansal bir ilişki vardır; yani “ön” ve “arka”, “yüzeysel” ve “derin” gibi sözcüklerle anlatılan mekansal ilişki, bizim için başlangıçta yalnız fonksiyonların düzgün olarak birbirini izleyişinin anlatımı bakımından önem taşır. Bilmem hala beni izleyebiliyor musunuz?
“Pek değil. Belki ilerde daha iyi anlarım söylediklerinizi. Ama herşeye rağmen bu sizinkisinin doğabilimcilerde artık hiç rastlanmayan tuhaf bir ruh anatomisi niteliği taşıdığını ileri sürebilirim.”
Başka ne bekliyordunuz ki; benimkisi de bilim dallarında karşılaşan bir sürü benzerleri gibi yardımcı bir tasarımdır. İlk tasarımlar her vakit enikonu İcaba bir durum gösterilmiştir. Bu gibi durumlar için open to revision[2] söz söylenebilir. Ben o popülerlik kazanmış Als ob’a (sanki) yaslanmayı gereksiz buluyorum. Filozof Vaihinger’in[3] “fıksiyon’ diye niteleyeceği böyle bir tasarım değeri onunla başarabileceğimiz işlerin azlığına ve çokluğuna bağlıdır.
Biz yine konuşmamızı sürdürelim: Bir kez harcıalem bilgilerin çerçevesi içerisinde düşünerek, insanda bir yandan duyusal uyarılırla bedensel gereksinmeler, öte yandan devinimsel (motorik) eylemler arasına yerleşmiş bulunan ve bunlar arasında aracılık rolü oynayan ruhsal bir örgütün varlığını benimsiyor, bu örgüte de Ben adını veriyoruz. Bu bir yenilik değildir hani, filozof olmayanlarımızın tümü böyle bir varsayımı yadsımaz. Ancak bununla ruhsal aygıtın eksiksiz bir tanımını yaptığımızı sanmıyoruz. Varlığını kabul ettiğimiz bu Ben’den daha geniş kapsamlı, daha muazzam ve daha karanlık bir başka ruhsal bölge var ki, buna da Es demekteyiz. Bu iki örgüt arasındaki ilişki bizim en başta üzerinde duracağımız bir konu olacak.
Ruhumuzdaki bu her iki mekanizma ya da bölgeyi anlatmak için basit zamirler seçmemize, öyle akustik bakımdan kulak dolduran sözcüklere başvurmamamıza belki kusur bulacaksınız. Ne var ki, psikanalizde harcıâlem düşünüyle bağlantı içerisinde kalmaktan hoşlanmakta, bu düşünün deyimlerini hor görüp aşağılamayarak onlara bilimsel bir kul-lanırlık kazandırmayı yeğ tutmaktayız. Bunu bir yararlık diye görmek doğru değildir, çünkü öğretilerimizi çok vakit pek zeki, ama her vakit aydın olmayan hastalarımıza anlatabilmek için ister istemez böyle davranmak zorundayız. Kişisellikten uzak Es, normal insanın bazı dışavurumlarına doğrudan gidip bağlanmaktadır. “Birden bir ürperti yalayıp geçti içimi” denir. Sonra şöyle söylenir kimi vakit: “O anda ben’den daha güçlü bir şey vardı içimde.” “Cetait plus fort que moi”
Ruhbilimde ancak benzetmelerle tanımlamalar yapabilmekteyiz. Bu öyle yadırganacak bir şey sayılmamalıdır, bilimin başka alanlarında başka türlü davranılıyor değildir. Ancak biz bu benzetmeleri ikide bir değiştirme zorunluluğunu duyarız; çünkü bunların hiç biri yeteri kadar uzun süre dayanmaz bizde. Yani Ben’le Es arasındaki ilişkiyi bir aydınlığa kavuşturmam isteniyorsa, sizden lütfen Ben’i Es’in bir çeşit cephesi, bir ön planı, Es’in âdeta bir dış âdeta bir kabuk katmanı olarak tasarlamanızı rica edeceğim. Bu son benzetmeye sadık kalıp üzerinde yürüyebiliriz. Biliyoruz ki, kabuk katmanları kendilerine has özellikleri yüz yüze geldikleri dış ortamın değiştirici (modifıye edici) etkisine borçludur. Böylece Ben’i ruhsal aygıtınbir katmanı, dış dünyanın etkisiyle Es’in değiştirilmiş bir şekli diye kafamızda canladırabiliriz. Psikanalizde mekansal tasarımları ne denli ciddiye aldığımızı siz de görüyorsunuz. Ben bizim için gerçekten de yüzeysel, Es ise daha derindeki katmanı oluşturur, tabii dıştan bakıldığı zaman böyledir bu. Ben realiteyle asıl katman Es arasında bulunur.
“Bütün bunları nerden bildiğiniz henüz soracak değilim. Ancak bana şimdilik bir Ben’le bir Es ayırımından ne yarar sağladığınızı, böyle bir ayırıma sizi ne gibi bir nedenin zorladığını açıklar mısınız?”
Sorunuz, konuşmamı gerektiği gibi sürdürmemi sağlıyor: Diyeceğim bilinmesi önemli ve değerli olan şey, Ben’le Es’in birden çok noktada birbirinden enikonu bir sapma gösterdiğidir; ruhsal olayların akışı bakımından Es’tekinden daha değişik kurallar geçerlidir Ben’de, Ben’in güttüğü amaçlar Es’inkilerden başkadır ve başka araçlarla bunların gerçekleştirilmesine çalışılır. Bu konuda çok söz söylenebilir hani, dolayısıyla yeni bir karşılaştırma ve bir örnekle yetinmek istersiniz sanırım?
Sözgelişi son savaşta ön cepheyle geri cephe arasındaki ayrımı düşünününüz. Hani o zaman cephede bazı olayların geri hattakinden başka türlü olup bittiğini, cephede yasaklanması gereken bir çok şeylere geri hatlarda izin verildiğini gördük, şaşmadık buna. Bunun böyle olmasını belirleyen faktör, tabii düşmanın yakında bulunuşuydu; ruhsal yaşam içinse aynı faktör dış d yanın yakınlığıdır. Dışarda – yabancı – düşman sözcükelri bir vakit özdeştiler. Şimdi de yukarıda sözünü ettiğim örneğe gelelim: Es’te çatışma diye bir şey yoktur; çelişkiler, karşıtlıklar hiç istiflerini bozmadan yan yana varlıklarını sürdürür, çok vakit uzlaşma ürünleriyle birbirlerine benzerlik sağlarlar. Oysa aynı durumlarda, Ben bir çatışma durumu yaşar, bu çatışmada bir karara varmak zorunda görür kendini, varılacak karar da belli bir eğilimin lehinde davranılıp ona karşıt eğilimden el çekilmesi biçiminde gerçekleşir. Ben bütünsellik, beraberlik ve bireşim (sentez) konusunda pek dikkate değer bir eğilimle karakterize bir örgüttür; oysa Es böyle bir karakterden yoksundur, adeta bir dağınıklık içerisindedir; Es’teki ayrı ayrı eğilimler, birbirlerinden bağımsız ve birbirlerini umarsamaksızın, güttükleri amaçlan gerçekleştirmeye bakarlar.
“Peki, madem bu kadar önemli ruhsal bir geri hat var, o zaman bunun şimdiye kadar psikanalizde gözden kaçmasını nasıl açıklayabilirsiniz.?”
Böylece yine önceki sorularınızdan birine döndük. Ruh-bilim bugüne kadar oldukça akla yakın, ama gerçekte bir sağlamlıktan yoksun bir varsayıma bağlanıp kalarak, Es bölgesine açılan kapıyı kendi eliyle kapamıştı. Bu varsayım da şuydu: Bütün ruhsal eylemlerimiz bizim için bilinçlidir, bilinçlilik ruhsal’ın karakteristik özelliğidir, eğer beynimizde bilinçsiz olaylar geçiyorsa, bunlar ruhsal eylem adına layık değildir ve ruhbilimi ilgilendirmez.
“Sanırım, bu da pek tabii bir şey.”
Evet psikologlar da tıpkı sizin gibi düşünüyor, ama bu düşüncenin yanlışlığını, yani böyle bir görüşün hiç de ama-
-24ca hizmet etmeyen bir ayrım olduğunu tanıtmak güç tieğildir. En rahatından başvurulacak bir kendini gözlem, içimizde birtakım aklagelimlerin başgösterebildiğini ve bunlar için daha önceden bilinçli bir hazırlık yapılmadığını ortaya koyacaknr. Ancak içinizde uyanan ve gerçekten de ruhsal karakter taşıması gereken ön hazırlık niteliğindeki düşünce oluşumlarını sonradan bir diriltim (rekonstruk-siyon) eylemine başvurarak kendiniz için bilinçli bir duruma getirebilirsiniz.
“Belki o anda insanın dikkati bir başka tarafa çekilmişti de, söz konusu ön hazırlıkların farkına varamadı?”
Bahane bunların hepsi. Bu gibi kaçamak sözlerle içinizde ruhsal nitelikte, çokluk pek karışık olaylar geçebileceği ve bilincinizin bunlardan düpedüz habersiz kalabileceği sizin bunlara ilişkin hiç bir bilgi edinebeyeceğiniz gerçeğin yadsıyamazsınız. Yoksa ruhsal olmayan bir eylemi ruhsal bir eyleme dönüştürmek için “dikkatinizden” az ne diye tartışıyoruz bu konuda? ipnotizma deneyleri vardır, adı geçen deneyler bilinçsiz düşüncelerin varlığını bu konuya meraklı herkes için yadsınmaz biçimde göz önünde serer.

<[Önceki bölüm: Kendi Kendine Psikanaliz Nasıl Yapılır? (I)

1926
Çeviri: Tahsin Büyükören
Düşünen  Adam  Yayınları

1 Neslroy, Johann (1801-1862); Avusturyalı oyuncu ve oyun yazan; yergi ve irani alanında çeşitli eserler yazdı. (Ç.N.)
2 Rcvi/.yona açık (Ç.N.).
3 Hans Vaihinger (1852-1933); Alman filozofu; idealist-pozitivist bir
fiksiyonalizm (illüzyonizm) öğretisini savundu. En ünlü eseri Die
Philosophie des Als-Ob’dur.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz