“Yağmurlu gecede bir adam geldi, dersin…” Projektörcü – Sait Faik Abasıyanık

8:45 vapuru iskeleden kalktıktan sonra, uzak şimşekler yakınlaşmaya başlamıştı. Anadolu sahili bir ara gözden kayboluverdi. Yağmur, projektörün önünde, birtakım hendese-i musattaha şekilleriyle beyaz ve keskin kaynaştı. Kanepede üstüne başına yağmur sıçrayan, uzak ve puslu ışıkların yandığı evleri düşündüğü pek anlaşılan bir adam, yerinden bir iskeleyi kaçırıyormuş gibi aceleyle kalktı. Projektörcünün yanına doğru ilerledi. Projektörcünün üstünde kolları boşta sarkan eski bir muşamba vardı. Sırtı kamburlaşmıştı. Yanma sokulan adama başını çevirip baktı. Yüzünü tekrar projektörün, şimdi yalnız birtakım münkesir, müstakim ve muvazi hatlardan başka bir şey göstermeyen ışığına çevirdiği zaman, kendisine laf söylenebilir bir adam yüzü görmüş zannettirecek bir halle:
—Müthiş yağmur, dedi.
Öteki:
—Ben önümüzde bir şey göremiyorum… Ya siz?
—Sis var, dedi. Yağmur da fazla, bir şey görünmüyor.
—Kınalı daha uzak mı?
—Yakın olmalı ama, bir şey göremiyoruz ki…

Projektörü sağa sola çevirdi. Kendisi döne döne uzayan bir dumandan başka bir şey görmüyordu. Yanındaki adam ise o hendesi şekilleri seyrediyor; sonra denizin yırttığı dalgaların beyaz uçlarını görüyordu.
—Devam etmez ama dedi projektörcü.
—Bu havada iskeleye nasıl yanaşır?
—Vapur mu? Yanaşır. Kaptan alışıktır. Hem biraz sonra ışıkları görünür.
—Böyle devam ederse yine gözükür mü?
—Yirmi beş metreden bir şeyler gözükür…
—Ya! Görürüz demek. O halde mesele yok.
—Yok canım! Korkacak bir şey yok. Ben şimşekten korkarım; Allah esirgesin!

—Vapurun paratoneri yok mudur?

—Nesi?..
—Şeyi canım!.. Şimşek çeken aleti?
—Siperi saika mı? Bu vapurlarda yoktur o… Büyük yolcu vapurlarının birkaçında olacak. Hepsinde yoktur ya!..
Yağmur birdenbire hafiflemişti. Projektörcü:
—Sağanakmış, geçti, dedi.
Kınalı, bir mil uzakta, kocaman, hafif ışıklı bir böcek, bir devasa böcek halinde yatıyordu. Projektörcünün yanındaki adam Kınalıada’yı gece vakti niçin bir böceğe benzettiğinin sebebini aradı. Bir türlü bulamadı. Balığa, ejderhaya, timsaha pekâlâ benzetilebilirdi. Çünkü bu hayvanlar da suyun içinde yaşarlardı. Ama niçin gözüne soğuk ışıklı bir böcek gibi gözüktü bu anda Kınalı, kim bilir?
Adam paketini çıkarıp bir ağara yaktı. Bir tane de projektörcüye uzattı.
Şimdi biraz daha samimi konuşuyorlardı:
—Kaptan Müslüman. Çok mutaassıp adam. Yoksa şimdi ben, fenerimi tutardım şu karşıki evin bir camına… Sana neler gösterirdim: Ne manzaralar! Biraz daha yaklaşınca şu yukarıki ağaçlığın içine bir daldırdım mı fenerimi, ne fistanlıların fistansız hallerini görürdün…
Adam dimdik, cıgarası ağzında gülümsüyordu. Projektörcü ara sıra başını çeviriyor, sözlerinin tesirine bakıyordu. Adam da onun yüzünü şimdi daha iyi görüyordu. Ufacık kesilmiş, yalnız burnunun altında kalmış yumuşak bir bıyığı vardı. Dili hafif bir Anadolu şivesine kaçıyordu.
—Nerelisin?
—Galiba İzmitli’yiz. Ama ben burada doğdum; Yenimahalle’de.
—Boğaz’da?..
—Evet… Siz nerelisiniz?
—Ben mi? Şey… Ben… Ben Burgazlı’yım; yani orada otururum.
—Sen bir akşam 8:45 vapuruna kal. Şayet kaptan bir başka kaptansa ben sizin adanın çamlarından, sana öyle manzaralar bulup çıkaracağım ki, parmağın ağzında kalacak. Ah Rum kızları! Yahu sizin ada cennettir be!.. Hem kim bilir yahu, benim fener seni bile yakalamıştır. Ha ne dersin? Ha?..
Şimdi ikisi de gülüyorlardı. Birden:
—Vapur yolu kesti, dedi, iskeleye üç vapur arası kala kaptan makineyi stop eder.
—Peki nasıl gider gemi?
—O hızla iskeleyi bulur işte. O hızla değil iskeleyi, vallah Burgaz’ın yarı yolunu bulur; sen ne diyorsun?
Yağmur, hafiften devam ediyordu. Fakat deminki sis dağılmıştı. Heybeli ve Büyükada da uzakta, böcek hallerinden kurtulmuşlar; büyük ve bol ışıklarıyla inilecek birer meçhul diyar kadar güzeldiler. İnmek… Kalabalık sokaklarında elinden tutacak birini aramak…
Kınalı’dan ayrılmışlardı. Konuşmuyorlardı. Uzun zaman bir şey konuşmadılar. Projektörcü denizin ötesini berisini bir şey bulurum gibi araştırıyor, ayaktaki adam artık hiçbir şey düşünmüyordu.
Projektörcü birdenbire güldü ve başını salladı.
Adam niçin güldüğünü sormak icap ettiğini anlamış, meraksız bir halde o da gülerek:
— Ne güldün? dedi.
Aklıma bir şey geldi de…
Yine güldü ve insana uzun gelen bir zaman içinde düşündü.
—Benim küçüğü hatırladım, dedi.
—Evlisin demek?
—Elbette… İki çocuğum var. Büyüğü, oğlanı on beş yaşında.
Adam, projektörcünün yüzüne tekrar dönüp hayretle baktı; yirmi beş yaşlarında ancak gözüküyordu.
Projektörcü yüzünü tekrar projektöre çevirdiği zaman memnun ve mesut bir insan haliyle:
— Yaş otuz dokuz, dedi. Oğlum on beş yaşında. Güldüğü¬mün sebebi şu birader: Geçen gün eve gitmiştim. Hasan uyumuş. Beni haftada bir görür ama pek sever. Anasına: “Beni uyandır, babam gelince,” demiş. Gittim, ben uyandırdım. Hemen yatağın içinde oturdu. Anlat baba, dedi. Neyi ulan? dedim. Hani o kocasını döven kadının hikâyesini… Ben de anlattım: “Çevirdim feneri. Baktım kadın herifin pantolonunu sıyırmış, kıçına kıçına vuruyor terliği, vuruyor terliği… Sonra efendime söyleyeyim… falan derken baktım bizim oğlan yeniden oturduğu yerde uyuyup kalmaz mı? Tabii ben böyle kısaca anlatmıyorum. Ballandıra ballandıra. İskeleden nasıl kalktık. Çımacı ne diye bağırdı? Hava nasıl? Projektör olmasa kaptan nasıl şaşırır falan… Ha işte aklıma o geldi de ona güldüm. Hayır! Bu hafta anlatacak ona göre ne hikâye uydurayım diye düşünüyorum da. Kerata, çok zeki şeydir. Mektepte hocaları bayılırlardı. Bana hep söylediler. Okusun okusun diye. Ama biz fakir insanlarız, nasıl okutalım beyim? Hem herkes okursa sanatı kim yapacak; öyle mi ya? Yeter işte, ilk mektebi bitirdi. Orada marangoz yanına verdik. Haftada dört beş lira alıyor. Az para mı? Ama hâlâ elinden kitap düşmez. Hâlâ okur. O da benim gibi eski gazete tiryakisidir.
Projektörcü bir hikâye bulacak gibi etrafı düşünceli düşünceli taramaya başladı. Şimdi ayaktaki adam da projektörcünün oğluna hikâyeler düşünüyordu. Buluyor; hiçbirini beğenmiyordu. Bir zaman dönüp projektörcüye baktı. O bir Diyojen haliyle kambur, elinde fener, Atina sokaklarında adam arıyor gibiydi.
—İşte sizin adaya geldik.
—Eyvallah hemşerim. Yolun açık olsun.
—Güle güle beyim.
Ertesi akşam sekiz kırk beş vapuru, yıldızlarla karanlık, içinde olmayanların arzulayacakları, içindekilerin sessiz, sakin, yorgun, iyi, tatlı fakat iç ezici şeyler düşündükleri bir âlem içinde giderken; dün akşamki adam, oturduğu kanepeden yine bir iskelenin çıması alınıyormuş ve o iskeleye inecekmiş gibi hızla kalktı. Eline; yanına bıraktığı bir paketi alarak kıçtan başa doğru hızlı adımlarla ilerledi. Vapur Kınalı’dan kalkalı on dakika olmuştu. Projektör hastahanenin burnunda bir şeyler arıyordu. Yürüdü.
—Merhaba hemşerim, dedi.
—Ooo merhaba beyim… Bu akşam bizim yanımıza pek geç tenezzül ettiniz.
—Estağfurullah… Seni keyifli görüyorum.
—Yarın akşam izinliyiz de…
—Ya?.. Hasan’a hikâye hazır mı?
—Daha yok… Yok ama, uydururuz canım, kolay…
—Hemşerim. Hasan için sana bir şeyler getiriyorum. Bir iki kitap falan. Bunları çocuğa veri ver.
—Oo ne zahmet ettiniz beyim! Ne zahmet!.. Mahcup ettiniz!..
—Yok canım… Ne ehemmiyeti var. Ben de dün akşamdan beri Hasan’a uyduracak hikâye düşünüyorum. Saatlerce düşündüm. Sabahleyin ilk vapurda yine düşünüyordum. Ne dersin?.. Bu sefer benim hikâyemi anlatırsın… Yağmurlu gecede bir adam geldi, dersin…
—Orasını bana bırak…

Sait Faik Abasıyanık
ıı Ağustos 1939

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz