DOSTOYEVSKİ: İNSANLARIN EN BÜYÜK DERDİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜ DEVREDEBİLECEK BİRİNİ BULMAKTIR!

Ah, onlar biz olmadan hiçbir zaman karınlarım doyuracak ekmeği bulamayacaklardır! Hiçbir bilim onlara özgür kaldıkları sürece ekmek vermeyecektir, sonunda da onlar özgürlüklerini ayaklarımıza getirecek ve bize: «Size köle olalım daha iyi olur, hiç olmazsa karnımızı doyurursunuz…» diyecekler. Böylece sonunda özgürlüğün ve toprağın verdiği ekmeğin, herkes için eşit miktarda olamayacağını anlayacaklardır. 

“Karamazov Kardeşler” adlı aserinden bir bölüm: Büyük Engizisyoncu

Ele aldığım olay Onaltıncı Yüzyılda oluyor. O zamanlar, o zamanlar gökyüzündeki varlıkları şiirler yazarak dünyaya indirmek alışkanlık olmuştu. Artık Dante’den söz etmiyorum. Fransa’da mahkemedeki zabıt kâtipleri, hattâ manastırlardaki rahipler bile tam anlamıyla temsiller veriyor ve bu temsillerde Hazreti Meryem’i, melekleri, velileri, İsa’yı, hattâ Tanrı’nın kendisini bile sahneye çıkarıyorlardı.
O zamanlar bütün bunlar hiç art niyet beşlemeden yapılırdı. Victor Hugo’nun «Nötre Dame de Paris» inde, Fransız veliahdının dünyaya gelişi onuruna, Paris’te, I Louis’nin önünde, belediye salonunda halka Le bon jugement de tres sainte et gracieuse Vierge Marie» adı altında bedava olarak, öğüt verici bir temsil sunuldu, bu temsilde Hazreti Meryem’in kendisi sahneye çıkıyor ve kendi bon jugement’unu bildiriyor.
«Bizde de Petro’dan önceki devrede konuları özellikle. Eski Ahit’ten alınmış, hemen hemen buna benzer dramatik temsiller verilirdi. Zaman zaman oynatılırdı bu oyunlar. Zaten o dramatik oyunlardan başka, bütün dünyada o zamanlar gerektiğinde velilerin, meleklerin ve gökyüzündeki tüm güçlerin rol aldığı birçok hikâyeler, «şiir» ler de elden ele dolaşıyordu. Bizde de manastırlarda, böyle şiirlerin çevirileri ya da kopyaları ile uğraşıyorlardı, hattâ buna benzer şiirler uyduruluyordu. Hem de ne zaman? Daha Tatar’ların idaresi altında uluduğumuz zamanlarda.
«Örneğin manastırda yazılmış bir küçük şiircik vardır. (Tabii gerekçeden çevrilmiştir) «Hazreti Meryem’in Çilesi» adlı bu şiirde öyle sahneler öyle bir cesaretle anlatılır ki! Bunlar Dante’ninkilerden aşağı kalmaz. Hazreti Meryem cehennemi ziyaret eder, ona bu «Çileli yolda» meleklerden Mikail rehberlik eder. Hazreti Meryem, günah işlemiş insanları ve çektikleri çileleri görür. Bunların arasında çok ilgi çekici bir günahkârlar gurubu var, bunlar ateşten bir göl içindedirler. Aralarından hangileri bu gölün içine artık yüzeye çıkamıyacak kadar gömülüyorlarsa «Onlar artık Tanrının unuttuğu varlıklar»» dır. Bu anlatımda olağanüstü bir derinlik, olağanüstü bir güç vardır.
«İşte bunun üzerine derin bir şaşkınlığa kapılan Hazreti Meryem ağlayarak Tanrı’nın tahtı önünde secdeye varır ve cehennemde bulunan herkesin, ama hiç bir ayrılık yapılmadan, herkesin o gölde gördüğü tüm insanların da bağışlanması için yalvarır. Hazreti Meryem’in Tanrı ile o konuşması çok ilgi çekicidir. Hazreti Meryem yalvarır durur, bir an bile yalvarmaktan geri durmaz. Tanrı ona; «Oğlunun» çivi çakılmış elleri ile ayaklarını göstererek: «Oğluna işkence edenleri nasıl Ağışlarsın?» diye sorduğu vakit, Meryem, tüm velilere, din uğruna çile çekmiş bütün kutsal varlıklara, tüm küçük ya da büyük, hepsinin, kendisi ile birlikte secde-ya varmalarını ve hiçbir ayırım yapılmadan herkesin Dışlanması için Tanrı’ya yalvarmalarını emreder.
«Sonunda Hazreti Meryem Tanrıya yalvara yalvara cehennemde çekilen çilelerin, her yıl, Kutsal Cuma Troitsa yortusuna dek durdurulmasına razı sağlıyor. Bunun üzerine cehennemdeki günahkârlar da Tanrıya şükrederek: «Sen böyle bir Yargıda bulunmakta haklısın Ya Rab!» diye bağırıyorlar.
«İşte benim şiirim de buna benzer bir şey olacaktı, eğer o zamanlar yazılmış olsaydı. Benimkinde, sahneye çıkan ı İnan yalnız yüreğinden gelene, Yoktur gökten gelen vaatler artık…
«Böylece yalnız yürekten gelen bir inanç olabiliyor! Gerçi doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir inanç olunca, birçok mucizeler de mümkün oluyordu. Geçmişte insanları bir mucizeyle hastalıklarından kurtaran kutsal insanlar vardı; bazı velilere de (kendilerinin hayat hikâyelerini anlattıkları gibi) Gökyüzünün Kraliçesi bile görünmüş. Ama şeytan uyumaz. Onun için insanlar arasında artık o mucizelerin doğruluğundan şüphe etmeğe başlayanlar olmuş. İşte bu sırada, kuzeyde, Almanya’da korkunç yeni bir kâfirlik ortaya çıkıyor. «Koca bir kandil» e benzeyen kocaman bir yıldız, (burada kast edilen kilisedir.) «Pınarların içine düşüyor ve o zaman bütün pınarların suyu acılaşıyor.» BU kâfirler Tanrıya karşı gelerek mucizeleri inkâr etmeğe başlıyorlar. Ama dine bağlı kalanlar ona daha da büyük bir heyecanla inanmaya devam ediyordu. İnsanlık gözyaşlarını gene «Ona» sunuyor. Gene eskisi gibi «O bekliyorlar, «O» nu seviyorlar, «O» na güveniyorlar, O’-nun uğrunda acı çekmeğe, «O» nün uğrunda ölmeye can atıyorlar, tıpkı eskisi gibi… işte insanlık bunca yüzyıl ona inanç ve heyecanla: «Çünkü Tanrı aramıza gelecek» diyerek dünyaya inmesi için yalvardıktan sonra, sonunda «O», insanların acıları karşısında ve onların çektiği çileleri paylaşmak için sınırsız bir istek duyarak kendisine yalvaranların arasına inmeğe karar veriyor. Zaten daha önce de, dünyaya indiği vakit alçak gönüllülük göstererek bazı Peygamberleri, çile çekenleri ve dünyayla ilişkilerini kesmiş olan kutsal insanları (yaşantılarını anlatan hikâyelerde belirtildiği gibi) ziyaret etmişti. Bizde de kendi sözlerinin doğruluğuna inanan Tütçev bunu şöyle anlatır :
Kutsal haçın ağırlığı altında ezilerek Sevgili dünyamızın her noktasını Köle gibi, Gökyüzünün Çan Dolaşmıştır, kutsayarak…
«Şunu sana söyliyeyim ki, gerçekten öyle olmuştur, e, bu sefer de «O», gene acı içinde kıvranan, çile çeken, günahlara gömülmüş ama bir çocuk kalbiyle «Onu» seven halka, kendi halkına bir an için olsun görünmek isteğini duyuyor. Anlattığım olay, ispanya’da, Sevil’de, engizisyonun en korkunç zamanında, Tanrı uğruna, ateşlerin yakıldığı ve: O güzel Otodafe’lerde (Kâfirlerin yakıldığı ateş) Kötü kalpli kâfirlerin her gün yakıldığı
… çağda geçiyor. Ama tabiî «Onun» bu gelişi, eski-söz verdiği ve çağların sonunda, tüm haşmeti için-beklenmedik bir anda, «tıpkı doğudan batıya doğru fışkıran bir şimşek gibi» olacağını bildirdiği asıl gelişi değildir. Hayır, benim şiirimde «O» ancak bir ağ için, çocuklarını ziyaret ve onları özellikle kâfirlerin çatır çatır yakıldığı o ülkede görmek isteği ile geliyor.
«Tanrıya özgü, sonsuz bir sevgi göstererek, bir kez daha insanların arasında tıpkı on beş yüzyıl önce yaptığı gibi gene insan şeklinde dolaşıyor.
«Büyük bir alçak gönüllülükle, daha bir akşam önce, kralın, saraylıların, şövalyelerin, kardinallerin ve en güzel saray kadınlarıyla tüm Sevil’in kalabalık halkının gözü önünde, Büyük Engizitörün bir defada Ad majörem glors dei tam yüz kâfiri «harikulade güzel bir Otodafe» üzerinde yaktığı bir güney şehrinin «sıcak ot yığınları» üzerine iniyor. Sessizce, kimseye belli etmeden geliyor. Ama, o zaman ne gariptir, herkes onu tanıyor. Bu şiirimin en güzel yeri olabilirdi; yani herkesin onun neden böyle tanıdığını belirttiğim yer var ya, orası işte! Halk karşı konulmaz bir güçle «ona» doğru yöneliyor. «Onun» etrafını sarıyor, «Onun» çevresinde gittikçe kalabalıklaşıyor ve peşinden gidiyor. «O» hiç konuşmadan, dudaklarında sonsuz bir şefkatle, çektikleri çileleri paylaştığını belirten hafif bir gülümseyişle aralarından geçiyor. Yüreğinde sevgi güneşi yanıyor, gözlerinden Nur, Bilim ve insanlara güç veren bir kudret yayılıyor. İnsanların üzerine dökülen bu ışınlar onların yüreklerini sarsıyor ve içlerinde de «Ona» karsı bir sevgi ateşi alevleniyor.
«Kendisi onlara doğru ellerini uzatıyor, onları kutsuyor ve yalnız “Ona” dokunmakla, yalnız «Onun» giysilerini tutmakla, insanlara şifa veren bir güç bulaşıyor. İşte o sırada çocukluğundan beri kör olan bir ihtiyar: “Tanrım, beni şifaya kavuştur. Ben de Seni göreyim!» diye bağırıyor. O zaman gözlerinden sanki bir perde kalkıyor ve ihtiyar «Onu» görüyor. Halk :gözyaşı döküyor ve «Onun» geçtiği yerlerde toprağı öpüyor. Çocuklar «Onun» önüne çiçekler serpiyor, «Ona» şarkılar okuyor ve: «Osanna!» diye bağırıyorlar. Herkes: «,işte ta kendisi! işte «O» geliyor. Bu ancak «O” olabilir. «Ondan» başkası olamaz» diye tekrarlıyorlar.
«O» Sevil Katedralinin kapısı önünde duraklıyor: Tam o sırada tapınağın içine göz yaşlarıyla küçük, beyaz bir çocuk tabutu getiriyorlar. Tabutun içinde yedi yaşlarında bir kız çocuğu yatıyor. Bu tanınmış bir adamın tek kızıdır. Ölü çocuk çiçekler içinde yatıyor. Kalabalığın arasından gözyaşları döken anaya: «O çocuğunu diriltecek» diye bağırıyorlar. Tabutu karşılamak için kapıya çıkmış olan Katedral papazı, şaşkınlık içinde olup bitenlere bakıyor ve kaşlarını çatıyor. Birden ölen çocuğun annesinin bir çığlık attığı duyuluyor. Kadın kendini «O» nün ayaklarına atıyor; kollarını ona doğru uzatıyor: «Karşımda olan «Sen» isen, çocuğumu dirilt!» diye bağırıyor. Cenaze alayı duraklıyor, küçük tabutu kilisenin eşiğine, «Onun» ayaklan dibine bırakıyorlar. «O» acıyarak tabuta bakıyor ve dudaklarından yavaşça bir kez daha şu sözler dökülüyor: «Talifa Kumi» yani: «… ve kız dirilsin.»
«Küçük kız tabutun içinde doğruluyor, oturuyor,. Şaşkın şaşkın gözlerini açarak etrafına bakıp gülümsüyor. Ellerinde tabutta yatarken üzerinde bulunan beyaz bir gül demeti var. Halkın arasında şaşkınlık oluyor, bağrışmalar, hıçkırıklar duyuluyor ve işte tam o anda birden katedralin önünden Kardinalin kendisi, Büyük Engizitör geçiyor. Bu, hemen hemen doksan yaşında, uzun boylu, dimdik duran, yüzü kurumuş bir ihtiyardır; gözleri içeri gömülmüştür ama, içlerinde hâlâ kıvılcım gibi bir ışık yanmaktadır. Doğrusu o sırada üzerinde bir akşam önce Roma dininin düşmanlarını, kâfirleri yaktıkları sırada, halkın karşısında gösteriş yaparak dolaştığı o güzel kardinal giysileri yoktur. Hayır, o anda üzerinde yalnız eski, kaba bir rahip cübbesi var. Arkasından ölçülü bir mesafeden, yüzleri gülmeyen yardımcıları ve köleleri ile, «Kutsal» muhafızlar geliyor. Kardinal halkın karşısında duruyor ve olup bitenleri uzaktan seyrediyor. Her şeyi görüyor. Tabutu nasıl «Onun» ayakları dibine koyduklarını, küçük kızın nasıl dirildiğini görüyor ve yüzü (Karışıklık) asılıyor. Ağarmış gür kaşlarını çatıyor. Bakışlarında acımak bilmeyen bir parıltı oluyor. Parmağını uzatıyor, muhafızlarına «Onu» yakalamalarını emrediyor. Ve onda öyle bir güç var ki, halk da öylesine alıştırılmış, öylesine boynu eğik, öylesine içi titriyerek onun sözünü dinler bir hale gelmiştir ki, kalabalık hemen muhafızların önünde açılıyor, onlar da birden meydana gelen bir mezar sessizliği içinde, ellerini «Onun» omuzlarına koyup kendisini götürüyorlar.
«Kalabalık hemen, tek bir varlık gibi ihtiyar engizitörün karşısında yerlere kadar eğiliyor, o da halkı kutsuyor ve geçip gidiyor. Muhafızlar mahpusu eskiden kalma Kutsal Mahkeme binasında bulunan daracık, karanlık, kubbeli cezaevine getiriyorlar. Bir gün geçiyor, Sevil’in karanlık, sıcak «boğucu» gecesi başlıyor. Havada «bir defne ve limon kokusu» var. Derin karanlığın içinde birden zindanın demir kapısı açılıyor ve ihtiyar büyük engizitör elinde bir kandille ağır ağır zindana giriyor. Ama kendisi yalnızdır; kapı onun arkasından hemen kapanıyor. Büyük Engizitör içeriye girer girmez duruyor ve uzun uzun, bir ya da iki dakika kadar bir süre dikkatle, «Onun» yüzüne bakıyor. Sonunda yavaşça yaklaşıyor, kandili masanın üzerine koyuyor ve «Ona» şöyle diyor.
— Söyle sen «O» musun? Gerçekten «O» sen misin? Ama karşılık almayınca çabucak sözüne devam
ediyor:
— Bana karşılık verme! sus. Zaten ne söyleyebilirsin? Senin ne söyleyeceğini, ben zaten çok iyi biliyorum. Hem daha önce söylemiş olduklarına daha başka bir şey katmaya hakkın yok! O halde, niçin gelip bize engel oluyorsun? Çünkü sen bize engel olmağa geldin!
Bunu kendin de biliyorsun. Ama yarın ne olacak biliyor musun? Ben kim olduğunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum! Karşımdaki gerçekten Sen misin, yoksa «Onun» bir kopyası mı? Ne olursan ol, yarından tezi yok, seni mahkûm edip kâfirlerin en kötüsü olarak yaktıracağım ve bugün senin ayaklarını öpen o halk, yarın benim bir tek işaretim üzerine, seni yakacak olan ateşin altına avuç avuç kömür atmak için ileri doğru atılacaktır. Bunu biliyor musun?
Bunu söyledikten sonra derin bir düşünce içinde ve gözlerini bir an için tutuklu’dan ayırmadan :
— Evet, belki, bunu sen de biliyorsun, diyor. Bütün bu süre içinde susmuş olan Alyoşa gülümseyerek :
— Ben pek anlayamıyorum, îvan. Nedir bu böyle? diye -sordu. Doğrudan doğruya dizginsiz bırakılmış bir hayal eseri mi, ihtiyarın yaptığı bir yanlış mı, yoksa akıl almaz bir qui pro quo  mu?
İvan güldü :
— Diyelim ki, sonuncusu olsun. Eğer seni bugünkü realizm bu kadar şımarttıysa ve artık hiçbir fantastik şeye dayanamıyorsan öyle olsun. Madem istiyorsun, varsın bu bir qui pro quo olsun.
Tekrar güldü :
— Gerçi, ihtiyar doksan yaşındadır ve çoktandır taktığı o düşünceyle çıldırmış olabilir. Tutuklu
a onu görünüşüyle şaşırtmış olabilir. Hattâ son bir ihtimal daha var: Bu; belki de doksan yaşındaki bir ihtiyarın ölmeden önce, üstelik hâlâ o akşam Otodafeler ferinde yüz dinsizin yakılmasından ötürü heyecanı içinde olduğu için gördüğü bir hayal ya da bir sayıklama olabilir. Ama ister bir qui pro quo, ister dizginsiz bir hayalin eseri olsun, bizim için ne fark eder? Bura-da önemli olan ihtiyarın içindekilerini dökmek ihtiyacını duymasıdır; doksan yıllık ömrünün en sonunda ilk kez olarak içinden geçirip de sustuğu şeyleri artık yüksek sesle söylemesidir.
— Peki tutuklu da susuyor mu? Ona bakıyor da bir tek söz olsun söylemiyor, demek.
İvan gene güldü :
— Evet, zaten öyle olması gerekiyor! Hangi yönden ele alırsan al, gene öyle olmalı, ihtiyarın kendisi «Ona» daha önce söylemiş olduklarına hiçbir şey katmaya hakkı olmadığını belirtiyor. Doğrusunu istersen, katolikliğinin temel özelliği de budur. Bence Öyledir. Ben şöyle anlıyorum, Katolikler: «Sen her şeyi papaya teslim ettin! Demek ki, her şey şimdi papanın elinde. Sen ise hiç olmazsa artık hiç gelme. Hiç olmazsa bir süreye kadar aramıza gelme,» derler.. Yalnız söyledikleri de değildir bu. Bunu yazarlar da, özellikle cizvitlerin yazılarında öyledir. Bunları kendi gözümle, Tanrı üzerine yazılar yazmış olanlarının kitaplarında okudum.
Benim ihtiyar «Ona» : «Bizlere gelmiş olduğun âlemdeki, Sırlardan birini olsun açıklamağa hakkın var mı?» diye sorar ve »Onun» yerine kendisi karşılık verir: «Hayır, buna hakkın yoktur, çünkü bunu yaparsan daha önce söylediklerine bir şey katmış olursun. Bunu söyleyemezsin! Çünkü söylemen insanların elinden özgürlüklerini almak olacaktır. Oysa, Sen dünyaya geldiğin vakit bu özgürlüğü savunmuştun. Bize yeniden haber vereceğin her şey, insanların inanma özgürlüğüne zarar verir! Çünkü insanlara bir mucize olarak görünür. Oysa onların özgürlük içinde inanmaları, senin için daha o zaman daha bundan binbeş yüz yıl önce, her şeyden daha çok değer verdiğin bir şeydi.
O zamanlar sık sık insanlara: İhtiyar birden düşünceli bir tavırla gülümsüyor ona ciddî bir tavırla bakarak devam ediyor:
— Evet, bu iş bize pahalıya mal oldu. Ama biz bu işi senin adına sona erdirdik. Onbes yüzyıl o özgürlükle çile çekip durduk. Ama şimdi artık bu iş bitti, hem de sağlama bitti. Sen tabiî bunun artık kesin olarak sona erdiğine inanmıyorsun değil mi? Bana sevgiyle bakıyor, hattâ bana öfkelenmek alçak gönüllülüğünü bile göstermiyorsun; değil mi? Ama şunu bil ki, şimdi, hem de özellikle şimdi o gördüğün insanlar her zamankinden daha özgür olduklarına inanıyorlar. Oysa kendileri özgürlüklerini getirip bize teslim ettiler, boyunlarını eğerek onu ayaklarımızın dibine bıraktılar. Ama bunu biz sağladık. Oysa «Senin» istediğin bu muydu? Sen öyle bir özgürlük mü istiyordun?
Alyoşa :
— Gene anlamıyorum! diye İvan’ın sözünü kesti. İhtiyar alay ediyor, onunla eğleniyor, değil mi?
— Hiç de değil. Gerçekten özgürlüğü sonunda yenmiş, ona üstün gelmiş olmalarını ve bunu insanları mutluluğa kavuşturmak için yapmış olmalarını bir başarı olarak gösteriyor. Diyor ki, «çünkü şimdi (şimdi derken tabiî engizisyondan söz ediyor) artık ilk kez olarak insanların mutluluğundan söz etmek mümkün oldu, însan isyancı olarak yaratılmıştır; isyan edenler hiç mutlu olabilirler mi? Sana da bu önceden bildirilmişti! Uyarmalardan, öğütlerden yoksun değildin. Ama sen o verilen haberleri dinlemedin. İnsanları mutluluğa kavuşturabilecek olan tek yolu reddettin. Ama çok şükür ki aramızdan çekilirken işi bize bıraktın. Sen bize vaettin. Bize kesin olarak söz verdin. Bize bağlamak ve çözmek hakkını bağışladın; şimdi de artık bu hakkı eli-2den almayı aklından bile geçiremezsin tabiî. O hal-de neden gelip bize engel olmak istiyorsun?»
Alyoşa :
Peki, «uyarmalardan ve öğütlerden yoksun dene demek? diye sordu. BU, ihtiyarın asıl söylemek istediği şeydir. Kendişi sözlerine devam ederek Ona diyor ki; «Kitaplardan bizlere kadar gelen bilgiye göre, çölde seninle korkunç ve zeki bir ruh, varlığın kendi kendini yok etmesini, yok-luğu temsil eden bir ruh, yüce bir ruh konuşmuş, söylediğine göre o ruh gönlünü çelerek seni «Kötü yola itmek» istemiş. Gerçekten öyle mi oldu? Ama sana şunu söylemek isterim: O ruhun sana sorduğu o üç sorudan daha gerçeğe uygun bir şey söylemek mümkün müdür? Senin reddettiğin ve kitaplarda «kötü yola çekme» olarak gösterilen o üç sorudan daha gerçek bir şey var mı? Şunu da söyliyeyim ki, eğer dünyada gerçekten insanlığı yıldırımla çarpar gibi meydana gelmiş bir mucize varsa, işte o gün, sana sunulan o üç kötü yolun teklif edildiği gün olmuştur.
«Eğer o korkunç ruhun sorduğu bu üç sorunun kitaplardan hiç iz bırakmadan yok olduğunu düşünmek mümkün olsaydı, hattâ bir örnek, bir deneme olsun diye böyle bir şeyi aklımızdan geçirmek mümkün olsaydı, o soruları yeniden icad edip, yazmak ve tekrar o kitaplara geçirmek gerekseydi, bu iş için de dünyadaki bütün akılı insanlar, devlet adamları, din bilginleri, bilim adamları, filozoflar, şairler bir araya getirilip, onlara: «Bize üç soru bulun, ama bunlar öyle sorular olsun ki, oluşumun bütünlüğünü olduğu gibi kavramaktan başka ayrıca üç sözle, üç cümleyle insanlığın ve dünyanın geleceğini özetlesin,» denilseydi, sanıyor musun ki, dünyanın bir araya getirilen bütün bu bilimi. derinlik ve etki bakımından, gerçekten o güçlü ve zeki ruhun sana çölde sorduğu o soruların derinliğine ve gücüne eşit olacak üç soru bulabilir?.
«Yalnız o sorulardan bile, onların sana sorulması mucizesinden bile. senin o sırada ölümlü, geçici bir insan aklıyla değil, ölümsüz ve mutlak bir akılla karşılaşmış olduğunu belirtmeye yeterlidir. Çünkü bu üç soruda sanki insanlığın bundan sonraki tüm tarihi bir bütün içinde özetlenmiş gibidir ve bütün dünyada in-
sanlık tarihinde görülen bütün çözülmesi imkânsız zıtlıkların birleştiği üç şekil karşısına çıkarılmıştır. O zamanlar bunun böyle olduğu, daha o kadar iyi görülemezdi. Çünkü henüz gelecek bilinmeyen bir şeydi. Ama bugün aradan onbeş yüzyıl geçtikten sonra, görüyoruz ti, bu sorularda her şey o kadar iyi tahmin edilmiş ve önceden o kadar iyi haber verilmiştir ki, aynı zamanda her şey öylesine harfi harfine gerçekleştirilmiştir ki, artık o sorulardan ne birşey çıkarmaya imkân vardır, ne de onlara herhangi bir şey katmaya!
«Kendin karar ver; hanginiz haklıydınız? Sen mi, yoksa o mu? Birinci soruyu hatırla; harfi harfine hatırlamasan bile, o sorunun anlamı şuydu: «Sen dünyaya» insanların arasına ellerin çıplak olarak, basit varlıklar oldukları ve doğuştan onurlarını yitirmiş oldukları için kavrayamadıkları, korktukları, hattâ içlerinde dehşet uyandıran bir özgürlük vaadiyle inmek istiyorsun. Bu özgürlük onları korkutur, çünkü insan için insanlardan meydana gelen bir toplum için özgürlükten daha ağır bir yük yoktur! Oysa bu çıplak ve güneşten kasıp kavrulan taşlan görüyor musun? Onları etmek haline getir! Q zaman tüm insanlık daima içi titrediği halde, sana karşı şükran duyan uslu bir sürü gibi arkandan koşar. Elini çektin mi, verdiğin ö ekmek hemen yok olsun.»
«Ama sen insanı özgürlükten yoksun bırakmak istemedin ve bu teklifi reddettin. Çünkü şöyle düşündün: “Eğer insanların Sana bağlılığı ekmeklerle satın alına-o zaman bu, özgürlük olur mu?» Bu teklife kar-
vererek insanın yalnız ekmekle yaşamadığını söyle-
ama biliyor musun ki, gene işte bu dünyanın ek-uğruna yeryüzündeki tüm insanların ruhu Sana başkaldırıp, Seninle savaşacak ve Seni yenecek-tir O zaman herkes onun arkasından gidecek ve: «Bu eşit olan biri var mı? O bize gökyüzünün ateşini vermiştir!» diyecektir. Biliyor musun ki, yüzyıllar geçecek ve insanlık kendi düşüncelerinin derinliği, kendi bilimiyle vardığı yargıyı açıklayarak, dünyada suç diye birşey olmadığını, böyle olunca da günahın da olamayacağını ve ortada yalnız aç insanların bulunduğunu bildirecektir?
«Karınlarını doyur, ondan sonra onlardan iyilik bekle!» îşte sana karşı dikecekleri ve Senin mabedini yıkacak olan sancağa bunu yazacaklardır! Senin tapınağının yerine yeni bir yapı yükseltilecektir. Gerçi bu Babil kulesi de eskisi gibi tamamlanamayacaktır. Ama ne olursa olsun, Sen bu yeni Babil Kulesinin yapılmasına engel olabilir ve insanların çilelerini bin yıl kısaltabilirdin. Çünkü insanlar o yeni Babil Kuleleriyle daha bin yıl dert çektikten sonra gene de bize geleceklerdir! Bizleri gene toprağın altında, katakomblarda (Hıristiyanların Romalılar tarafından işkencelerle öldürüldüğü zamanlarda toprak altında gizlendikleri yerler.) gizlendiğimiz yerlerde (çünkü bizler gene oradan oraya sürünecek ve işkencelere uğrayacağız) bulacak ve: «Kamımızı doyurun, çünkü öbürleri bize gökyüzünden bir ateş vereceklerini vahdettiler, ama vermediler» diye bağıracaklar. İşte o zaman onların yaptıkları Kuleyi bizler tamamlayacağız, çünkü yapıyı ancak karınlarını doyuracak olan tamamlayacaktır. Karınlarını doyuracak olan ise yalnız biziz. Hem de Senin adına yapacağız bunu ve onları senin adına yaptığımızı söyleyerek aldatacağız.
«Ah, onlar biz olmadan hiçbir zaman karınlarım doyuracak ekmeği bulamayacaklardır! Hiçbir bilim onlara özgür kaldıkları sürece ekmek vermeyecektir, sonunda da onlar özgürlüklerini ayaklarımıza getirecek ve bize: «Size köle olalım daha iyi olur, hiç olmazsa karnımızı doyurursunuz…» diyecekler. Böylece sonunda özgürlüğün ve toprağın verdiği ekmeğin, herkes için eşit miktarda olamayacağını anlayacaklardır. Çünkü onları aralarında hiçbir zaman, hiçbir zaman paylaşamayacaklardır! Aynı zamanda hiçbir zaman özgür de olamayacakları kanısına varacaklardır; çünkü kendileri güçleri yetmeyen, kusurlu, önemsiz ama isyancı varlıklardır.
«Sen onlara gökyüzünden gelecek ekmeği vaadettin. Oysa tekrar ediyorum, güçsüz, kusurlarından bir türlü kurtulamayan, daima nankörlük eden insan kavimlerinin gözünde, o ekmek yeryüzündeki ekmeğe eşit olabilir mi? Diyelim ki, gökyüzünden gelecek ekmek uğruna Senin için, yalnız onbinlerce güçlü ve yüce olan varlıklar önemli de, geriye kalan o sahildeki kum gibi kalabalık, güçsüz ama Seni seven milyonlar; ancak o üstün, o yüce, o güçlü varlıkları meydana getirecek olan bir hamur mudur?
«Hayır, bizim için güçleri olmayanlar da değerlidir. Belki kusurlu ve isyan içinde olan varlıklardır, ama sonunda asıl sözümüzü dinleyecek olanlar onlardır. Onlar bize hayranlıkla bakacak ve başlarına gelip, o korktukları özgürlük yükünü omuzlarımıza almaya razı olduğumuz için bizleri birer Tanrı sayacaklardır. İşte sonunda özgür olmak onlara bu kadar ağır gelecektir! Ama biz onlara Sana bağlı olduğumuzu ve onları Senin adına idare ettiğimizi söyleyeceğiz. Onları gene aldatacağız; bu mümkün olacak, çünkü artık Seni bir daha aramıza bırakmayacağız. Bizim çilemiz işte bu aldatışta olacaktır, çünkü yalan söylemek zorunda kalacağız.
“İşte çölde Sana sorulan birinci sorunun anlamı buydu ve Senin her şeyden üstün tuttuğun özgürlük uğruna reddettiğin de budur. Bununla birlikte, o soruda Bu dünyanın yüce sırlarından biri saklıydı. Eğer «ekmek vermeyi» kabul etseydin, insanlığın yüzyıllar boyu hasret çektiği, tek tek olarak da, tüm insanlık olarak da, hep birlikte özlemini çektiği bir şeye karşık vermiş olacaktın; bu da «kime tapacağız?» sorusunun karşılığıdır.
«İnsan için özgür olur olmaz hemen tapacak, boyun eğecek birini bulmaktan daha sürekli, daha üzücü bir uğraşma yoktur: Ama insanın tapmak için aradığı varlık, artık tartışmasız kabul edilebilecek bir varlık olmalı, o kadar tartışmasız kabul edilecek bir varlık olmalı ki, herkes birden ona tapmaya razı olsun. Çünkü bu zavallı varlıkların derdi örneğin, benim ya da filânca kişinin tapacağı birini bulmak değildir. Onların istediği öyle birini bulmaktır ki, herkes ona inansın, ona boyun eğsin, üstelik ona hep birlikte tapsın, işte tapmada birlik olmak ihtiyacı, ayrı ayrı her insanın ve dünya yaratıldığından beri tüm insanlığın uğrunda acı çektiği en önemli şeydir. İnsanlar böyle hep birlikte ortaklaşa bir şeye tapmak için birbirlerini kılıçla yok etmişlerdir. Kendilerine Tanrılar yaratmış ve birbirlerine: «Kendi Tanrılarınızı bırakın, gelin bizim tanrılarımıza tapın, yoksa size de, tanrılarınıza da ölüm!» diye-bağırmış, birbirlerini kendi dinlerine bağlanmaya zorlamışlardır. Dünyanın sonuna dek de öyle olacaktır. Hatta dünyada Tanrılar yok olduğu zaman bile: O zaman da gene ilâhların önünde secdeye varacaklardır.
«Sen insan varlığının bu temel sırrını biliyordun, bilmemene imkân yoktu! Ama sana sunulan tek mutlak sancağı, «yeryüzünün insanlara kazandırdığı ekmek» sancağını, herkesi, hiçbir itiraz ileri sürmeden kendine boyun eğmeye zorlamak için ve özgürlükle insanlara gökyüzünden bağışlanacak ekmek uğruna reddettin. Ondan sonra daha neler yaptın. Hep özgürlük adına yaptın bunları! Oysa sana söylüyorum, insana. ° zavallı, o mutsuz varlığa dünyaya gelirken birlikte getirdiği özgürlük bağışını bir an önce devredebilecek birini bulmaktan daha çok çile çektiren bir dert yoktur.
»Ama insanların özgürlüğüne, ancak vicdanlarını tatmin edebilen sahip olabilir. İnsanlara ekmeği vermen, teklif edilirken, itirazsız olarak herkesçe kabul edilebilecek bir sancak sunulmuş oluyordu Sana! Ekmeği verirsen, insan boyun eğer; çünkü ekmekten daha itirazsız olarak kabul edilebilecek bir şey yoktur. Ama Sen, insanlara ekmek sunduğun sırada, herhangi bir başkası Sana rağmen insanın vicdanına sahip olursa, o zaman insan, Senin sunacağın ekmeği fırlatıp atar ve vicdanını aldatmış olanın peşinden gider. Bu konuda Sen haklıydın! Çünkü insan varlığının sırrı yalnız yasamak değildir; bir şey için yaşamaktır. İnsan neden yaşadığını, ne için yaşadığını kesin olarak kavrayamazsa, yaşamaya razı olmaz, dünyada yaşamaya devam etmektense, kendi kendini yok eder: hatta etrafında hep ekmekler olsa bile.
«Bu böyledir! Gelgelelim ne oldu? Sen insanların özgürlüğüne sahip olacak yerde, onlar için bu özgürlüğü daha da büyüttün! Yoksa insan için rahatın, hatta ölümün bile iyiliği ve kötülüğü kavradıktan sonra ikisinin arasında özgür olarak bir seçim yapmaktan daha değerli olduğunu unuttun mu yoksa? İnsan için vicdan özgürlüğünden daha çekici ama aynı zamanda daha acı veren bir şey yoktur, öyleyken Sen insan vicdanını sonsuzluğa kadar rahata kavuşturacak sağlam tekeller ele almaktansa, ne kadar olağanüstü, ne kadar tahmine dayanan, ne kadar belirsiz şey varsa, insanların güçlerini aşan neler varsa, onları ele aldın! Böylece insanları hiç sevmiyormuş gibi davranmış oldun. Hem de bunu kim yaptı: Sen! Dünyaya Kendi hayatını insanın uğruna bağışlamaya gelen Sen! Yani insanların özgürlüğüne sahip çıkmaktansa, onu arttırdın. Onun verdiği acılarla insanın ruh dünyasını sonsuzluğa dek sürecek bir yük altında bıraktın.
«Sen insanın özgür bir sevgi duymasını istedin, insanın Senin peşinden özgür olarak, seni beğendiği, sana hayranlıkla bağlandığı için gelmesini istedin. Eski çağlardan kalma kesin kural yerine bir başka kural koydun: İnsan kötülüğün ne olduğuna, iyiliğin ne olduğuna hiçbir etki altında kalmadan, özgür bir yürekle karar vermeliydi. Bunu yaparken de yalnız Seni örnek olarak almalıydı! Ama bunu ortaya atarken hiç düşünmedin mi ki, insan özgür bir seçim yapmak gibi ağır bir yük altında ezilirse, sonunda örnek olarak aldığı, seni bile hatta Senin getirdiğin gerçeği bile tartışmaya başlayacak ve sonunda onu reddedecek. Zaten insanlar sonunda asıl gerçeğin Sende olmadığını bağırarak, herkese bildireceklerdir; çünkü onları senin yaptığından daha büyük bir şaşkınlık ve acı içinde bırakmaya imkân yoktu. Sen ki onlara bunca dert, bunca çözülmemiş sorunlar bıraktın! Bunu yaparak dünyada kendi egemenliğinin temellerini sarstın. Bu yüzden kimseyi suçlama!
«Oysa sana teklif edilen bu muydu? Bu güçten yoksun isyancıların mutluluğu için, onların güçlü varlıklar haline gelebilmeleri için, vicdanlarını büyüleyecek, ona sonsuzluğa dek üstün gelebilecek üç güç vardır, yalnız üç çeşit güç! Bunlar da: “Mucize, sır ve otoritedir». Sen birincisini de, ikincisini de, üçüncüsünü de red ettin! Bu bakımdan örnek oldun. O korkunç, o her şeyi bilen ruh, Seni tapınağın tepesine koyup da «Eğer Tanrının oğlu olup olmadığını öğrenmek istiyorsan, kendini buradan aşağıya at. Çünkü Onu meleklerin yakalayıp götürecekleri bildirilmiştir ve o düşmeyecektir» parçalanmayacaktır? Eğer sen de parçalanmazsan Tanrının Oğlu olup olmadığını öğrenecek ve Babana olan inancını ispat etmiş olacaksın,” dediği vakit. Sen sözlerini sonuna kadar dinledikten sonra, teklifini red et tin, Ona kapılmadın ve kendini aşağıya atmadın!
«Doğrusu gerçekten gurur verici ve çok güzel
Davranışta bulundun. Tanrıya yakışır bir davranıştı bu! Ama insanlar, o güçsüz ve yüreği isyan dolu kavimdeki varlıklar, onlar Tanrı mı? Ama tabiî, Sen bir tek adım atarsan, hatta sadece kendini aşağıya atacakmış gibi davranırsan bile, hemen Tanrı’ya ihanet olacağını, ona olan inancını yitireceğini ve insanlarını kurtarmağa geldiğin bu toprağa çarparak parçalanacağını, o zaman gönlünü çelerek seni bu kötü yola sürükleyen o zeki ruhun bundan ötürü sevinç duyacağını anlamıştın. Ama tekrar ediyorum, Senin gibi olanlar çok mu?
«Bundan başka, Sen gerçekten, bir an için insanların böylesine çekici bir aldanışa kapılmadan durabileceklerini düşündün mü? İnsan denilen varlık yaşantının böyle korkunç anlarında, tüm varlığının temellerini sarsan ve ruhunda en büyük üzüntüyü yaratan sorunlarla karşı karşıya kaldığı vakit mucizeyi red edecek ve hiçbir etki altında kalmadan yalnız özgür vicdanından doğan kararla yetinecek gibi mi yaratılmıştır? Ama sen tabiî bu kahramanlığının kitaplara geçeceğini, çağlar boyunca dillere destan olacağını ve yeryüzünün son sınırlarına kadar duyulacağını biliyordun. İnsanın da seni örnek alarak, mucizeye ihtiyaç kalmadan Tanrıya bağlı kalacağını ümit ettin. Ama şunu biliniyordun ki, insan mucizeyi red ettiği anda, Tanrı’yı da red etmiş olacaktır. Çünkü insan Tanrı’dan çok, mucizeleri aramaktadır!

Büyük Engizisyoncu
“Karamazov Kardeşler” adlı aserinden bir bölüm.
 Devamı OKU>>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz