Psikanalizin Tarihçesi (2) – Sigmund Freud | Psikanalizin akıbeti, bu bilime karşı direniş gösteren Avrupa’da belirlenecekti

 <<Öncesi] Psikanalizin yayılması uğrunda Zürih psikiyatri ekolünün, özellikle Bleuler ve Jung’un gösterdiği büyük hizmetlerden ötürü şimdiye kadar tekrar takdir ve teşekkürlerimi belirttim. Koşulların alabildiğine değişik olduğu bugünkü durumda da aynı şeyi yapmaktan geri kalmak istemem O zamanlar bilim dünyasının dikkatini psikanaliz üzerine çeken başlıca etken, Zürih ekolünün psikanalize arka çıkmasıdır diye bir şey elbet söylenemez. Gerçek etken, kuluçka döneminin sona ermesi ve dört bir yanda psikanalize giderek artan bir ilginin gösterilmeye başlamasıydı. Ama her yerde bu ilgi, psikanalizi çokluk şiddetle yadsıma kılığında kendini açığa vururken, Zürih’te psikanaliz karşısında takınılan tutumun temelini tam bir benimseme oluşturmuştu. Ayrıca başka bir kentte Zürih’teki gibi mükemmel bir taraftar kitlesi bir araya gelmemiş, başka hiç bir yerde resmi bir klinik psikanaliz araştırmalarının hizmetine verilmemiş, psikanalizi bağımsız bir ünite olarak psikiyatri öğretim kapsamına alan bir klinik hocası başka hiç bir kentte çıkmamıştır.
Dolayısıyla, Zürihliler, psikanalizin benimsenip tutunması için uğraşan küçük topluluğun çekirdeğini oluşturdu. Ancak Zürih’te bu yeni tekniği öğrenip uygulama olanağı vardı. Bugünkü tarat tadarımdan çoğu, hatla bunların coğrafi bakımdan Viyana’ya isviçre’den daha yakın bölgelerde oturanları bile Zürih üzerinden kalkıp bana geldi. Uygarlığımızın büyük metropollerini sinesinde barındıran Batı Avrupa için eksantrik bir yeri elinde bulunduran Viyana, birçok yıldan beri birtakım ağır önyargılarla saygınlığına gölge düşürülmüş bir kent durumundaydı. Alabildiğine değişik ulusların temsilcileri akın akın seğirtip düşün yaşamı pek hareketli İsviçre’de bir araya geliyordu; Hoche’nin1* Freiburg’taki konuşmasında kullandığı bir deyimle ruhsal salgının yayılması bakımından isviçre’de bir enfeksiyon odağı özellikle önem taşıyacaktı.
Burghölzli’deki psikanalitik gelişim sürecine kendisi de katkıda bulunmuş bir mesiekdaşın anlattıklarına göre, bu bilimin adı geçen kentte daha çok erken yıllardan başlayarak ilgi uyandırdığı sonucuna varabiliriz. Jung’un 1902de gizli (okkult) olayları konu alan”1 kitabında benim Düş Yorumu’na ilk kez dikkatin çekildiği görülür. 1903 ya da 1904 yılından bu yana, yine benim mesekdaşın anlattığına göre, psikanaliz yine aynı kentte ön planda ilgi görür. Viyana ile Zürih arasında kişisel ilişkilerin kurulmasından sonra, 1907 yılının ortasında Burghölzli’de de bir dernek doğmuş, düzenli üyeler arasında psikanalizin sorunları konuşulup tartışılmaya başlanmıştır. Viyana ve Zürih ekolleri arasında bir birliğin sağlanmasından sonra, İsviçreliler asla bu birliğin salt alıp kabul eden parçasını oluşturnamış, kendileri de psikanalizin yararlandığı birtakım bilimsel çalışmalar ortaya koymuştur.
Wundt ekolünce başvurulan çağrışım deneyi, İsviçreliler tarafından psikanalizin hizmetinde, kullanılmış ve beklenmedik değerlendirmelere konu edilmiştir. Böylece psikanalitik bulgulamaların doğruluğu deneysel yoldan hızla kanıtlanıp, o zamana kadar psikanalistlerin yalnız okuyup İşitmekle yetindiği birtakım gerçekler, söz konusu bilimi öğrenenlere artık örneklerle sunulabilmiştir. Ve bütün bu çabalar sonucu, deneysel psikolojiyle psikanaliz arasında ilk köprü kurulmuştur.
‘Çağrışım deneyi psikanalitik tedavide her ne kadar ilgili vakanın geçici olarak niteliksel analizine imkân verirse de, psikanaliz tekniğine önemli bir katkıda bulunmaz ve psikanaliz uygulamalarında ille de kendisine başvurulması zorunlu değildir. Zürih ekolü ya da bu ekolün öncüleri sayılan Bleuler ile Jung tarafından bulgulanmış bir diğer gerçek çok daha büyük bir önem taşır. Bleuler, o zamana kadar tamamen psikiyatri kapsamına alınan bir sürü vakanın, psikanalizin düşlerde ve nevrozlarda varlığını kanıtladığı mekanizmaların (Freud mekanizmaları») dikkate Alınmasıyla ancak açıklığa kavuşturulabileceğini saptamıştı. Jung ise, psikanalitik yorum yöntemini erken bunama (Dementia praecox) kapsamına giren en acayip ve en karanlık vakalar üzerinde uygulamış, hastaların yaşam öyküleriyle yaşamsal yönelimlerinden bunların nasıl doğup çıktığını açık seçik göstermeyi başarmıştır. Dolayısıyla, psikanalizi artık daha uzun zaman göz ardı etmek psikiyatristler için olanaksız duruma gelmiştir. 1911de şizofreni üzerine yayınlanıp, psikanalitik gözlemi kliniksistematik gözlemle eşdeğer tutan Bleuler’in yapıtı, bu yoldaki başarıları adeta taçlandırmıştır.
Ancak, daha o zamanlar her iki ekolün çalışma doğrultusu arasında kendini açığa vuran bir ayrılığı burada belirtmeden geçemeyeceğim. Bir şizofreni vakası üzerinde uyguladığım psikanaliz denemesinin başarılı sonuçlarını daha 1897’de20 yayınlamıştım; ama vaka paranoid karakter taşıyordu, dolayısıyla Jung’un başvurduğu psikanaliz uygulamaları bakımından bir öncelik davasına kalkışamazdım. Ayrıca, benim için söz konusu vakada önemli olan, hastalık belirtilerinin açıklığa kavuşturulabilmesi değil, hastalığın ruhsal mekanizması, Özellikle bu mekanizmanın o zamanlar artık bilinen isteri mekanizmasına uygunluğu sorunuydu. Her iki hastalık mekanizması arasındaki ayrımlara henüz o zamanlar bir açıklık getirilmemişti. Çünkü o dönemde ben, nevrozlara ilişkin bir libido kuramını geliştirmeye yönelik çalışmalarda bulunmaktaydım; ilgili kuram, bütün nevrotik ve psikotik olayları libidonun normal dışı serüvenine, yani normal tüketim yollarından saptırılmasına dayanarak açıklayacaktı. Böyle bir bakış açısı ise, İsviçreli araştırmacılara yabancıydı. Bildiğim kadar, bugün bile* Bleuler, erken bunama çeşitlerinin organik bir nedenden kaynaklandığı kanısını elden bırakmamıştır. Yine aynı hastalık üzerindeki kitabı 1907’de yayınlanan Jung ise, 1908’de Salzburg’taki kongrede toksik bir kuramı savunmuştu. Bu da, libido kuramını kapı dışarı etmese bile üzerinden atlayıp geçen bir görüştü.21 İlkin başvurmaya yanaşmadığı bir malzemeden daha sonra fazlasıyla yararlanma yoluna gittiği için, Jung, ilgili konuda bir başarı sağlayamamıştır.
İsviçre ekolünün psikanalize yaptığı belki bütünüyle Jung’a maledilebilecek bir üçüncü katkısına, işin uzağındaki kimseler gibi pek değerli bir gözle bakamayacağım. Bu katkı, 1906 ve 1910 arasında sürdürülen diagnostik (tanısa çağrışım deneyleri’nden doğmuş kompleksler öğretişidir. İlgili öğretinin ne kendisi psikolojik bir kurama varılmasını sağlamış, ne psikanalitik öğretiler bütünü içine bir zorlamaya, başvurulmaksızın alınabilmiştir. Buna karşılık «kompleks» sözcüğü, psikolojik gerçeklerin tanımlanmasında başvurulan rahat ve çok vakit vazgeçilmez bir deyim olarak psikanaliz ülkesine gelip yerleşmiştir. Psikanalitik bir gereksinme nedeniyle ortaya atılan yeni isim ve deyimlerden hiç biri kompleks kadar geniş çapta rağbet görmemiş, kompleks kadar kötüye kullan’larak psikanalitik terimlerin oluşturulmasına zararı dokunmamıştır. Zamanla psikanalistlerin normal konuşmalarında «kompleks dönüşümü» diye bir söz geçmeye başlamış, bununla «bilinçdışna itilmiş nesnenin yeniden dönüp gelişi» anlatılmak istenmiş, doğrusu «ona karşı içimde ailerjim var» olması gerekirken, «ona. karşı bir kompleksim var» demek yavaş yavaş alışkanlık, durumunu almıştır. 1907″den başlayarak, Viyana ve Zürih ekollerinin birleşmesini izleyen yıllarda psikanaliz, günümüzde içinde bulunduğu bir atılımı sağlamıştr. Gerek bu bilime ilişkin yazılardaki yaygınlıkla onu uygulayan ya da öğrenmek isteyen hekim sayısındaki artış, gerek kongreler ve bilimsel derneklerde psikanalize karşı yöneltilen saldırıların çoğalması bunun kesin bir kanıtıdır. Psikanaliz alabildiğine uzak ülkelerin kapısından içeri ayak atmış, vardığı her yerde yalnız psikiyatristleri ürkütüp uyandırmakla kalmayarak, hekim dışı çevrelerdeki aydınlar n ve öbür bilim dallarında çalışan kimselerin de kendisine kulak kabartmasını sağlamıştır. Hiç bir vakit açıktan açığa psikanaliz taraftan görünmemesine karşın, bu bilimin gelişimini sempatiyle izleyen Havelock Ellis,2 Avustralya Asya T p Kongresi’ne sunduğu bir raporda şöyle demektedir: «Freud’s , psychoanalysis is now championed and carried out not only in Austria and Switzerland, but in The United States, in England, in India, in Canada and, I doupt not, in AustralaciaV* 1910 yıhnda Şili’nin Buenos Aires kentinde yapılan uluslararası kongrede, Alman asıllı olduğunu sandığım bir Şili’li hekim, çocuk cinselliği tezini savunmuş ve saplantı nevrozlarında psikanalitik tedavinin başarılarını övmüştür. Merkezi Hindistan’dan Berkeley Hill 4 adında bir İngiliz sinir hekimi, Avrupa’ya gelen nazik bir meslekdaşı aracılığıyla, psikanalitik yoldan tedavi ettiği müslüman Hindu’lardaki nevrozların tıpkı bizim Avrupa’lı hastalardaki nevrozlar gibi bir etiyolojiye sahip olduğunu bildirmiştir.
Psikanaliz, Kuzey Amerika’ya pek onurlandırıcı bazı durumların eşliğinde girdi. Boston yakınındaki Worcester üniversitesinin rektörü Stanley Hail tarafından Jung’la ben, üniversitenin yirminci kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaP’lması planlanan törende psikanaliz üzerine Almanca konferanslar vermek için Amerika’ya çağrılmıştık. Pedagoji ve felsefe öğretimi yapan o küçük, ama saygınlığı yüksek üniversite camiasma mensup peşin yargılardan uzak kişilerin, psikanaliz alanındaki bütün çalışmaları izlediklerini ve öğrencilerine psikanaliz konusunda dersler vererek bu çalışmaların önemini ortaya koyduklarını büyük bir hayretle gördük. Aşırı erdemli Amerika’da hiç değilse akademik çevreler, günlük yaşamda müstehcen gözle bakılan bütün sorunları serbestçe konuşup tartışıyor, bilimsel açıdan ele alabiliyordu. Worcester üniversitesinde önceden hazırlıksız verdiğim beş konferans, daha sonra American Journal of Psychologie’de (Amerikan Psikoloji Dergisi) İngilizce yayınlandı, arası çok geçmeden aynı konferanslar Psikanaliz Üstüne (Über Psychoanalyse) adı altında Almanca basıldı.
Freud Psikanalizi bugün artık yalnız Avusturya ve İsviçre’de değil, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Hindistan, Kanada ve kuşkusuz Güneydoğu Asya’da savunulup uygulanmaktadır. (Ç.N.)

Jung ise teşhiste çağrışım ve «çocuk ruhundaki çatışmalar»üzerinde konuştu.
Verdiğimiz konferanslara karşılık L.LX>. şeref payesiyle onurlandırıldık. Worcester’deki o şenlik haftasında, psikanaliz beş kişiyle temsil edilmişti. Jung ile benden başka. Amerika gezisinde bize eşlik eden Ferenczi, ayrıca o zamanlar Toronto (Kanada) üniversitesinde çalışıp şimdi Londra’ya yerleşmiş bulunan Ernest Jones ve daha o vakitler New York’ta psikanalitik uygulamalara girişmiş A. Brill vardı.35 Worcester’deki en önemli kişisel ilişki, Harward üniversitesinde nöropatoloji hocalığı yapan J. Putnam’la. benim aramda kurulmuştu. Yıllar önce psikanaliz konusunda olumsuz bir yargıyı açığa vuran J. Putnam, sonradan çarçabuk psikanalize ısınmış, onu gerek içerik ve gerek biçim bakımından güzel konferanslarla kendi hemşeri ve meslekdaşlanna salık vermeye başlamıştı. J. Putnam’ın yüksek ahlâk görüşü ve gözüpek bir gerçek sevgisine dayanan karakterine karşı Amerika’da duyulan saygı psikanalize yarar sağlamış, belki psikanalizi erkenden felce uğratacak suçlamalara karşı Putnam bu bilimi savunmuş, ona arka çıkmıştır. Ancak ilerde kendi mizacından kaynaklanan güçlü etik ve filozofik eğilimin fazlasıyla etkisinde kalmış ve psikanalize kanımca gerçekleştiremeyeceği bir istek yönelterek, onun belli bir ahlâksalfilozofik dünya görüşünün, hizmetine girmesi gerektiği tezini savunmuştur: ama yine de Putnam’ın, vatanı olan Amerika’da psikanalizin başlıca dayanaklarından biri olarak kaldığını söyleyebiliriz.26
Psikanalizin yayılmasında ayrıca Brill ve Jones’in alabildiğine büyük hizmetleri geçmiş, kendilerini hiç düşünmeden hani harıl sürdürdükleri çalışmalarla gündelik yaşama, düşlere ve nevrozlara ilişkin kolaylıkla gözlemlenebilecek temel gerçekleri tekrar tekrar vatandaşlarının gözleri önüne sermişlerdir. Brill kendi uğraşılarının başarısını, hekimlik yapıp benim yazılarımı çevirerek, Jones ise öğretici konferanslar verip, Amerika’da yapılan kongrelerde hazırcevaplık taşan konuşmalar yaparak pekiştirmiştir.27
Kökleşmiş bilimsel bir geleneğin eksikliği ve resmi otoritelerin gevşekliği. Stanley Hall’in Amerika’da psikanalizi yaymak için sürdürdüğü çalışmaların işine yaramıştır. Ayrica Amerika’da işin başından beri karakteristik olan şey, akıl ve ruh hastaliklanndaki yönetici ve profesörlerin bağımsız pratisyenler gibi psikanalize ilgi göstermeleridir. Ama işte bu yüzden, psikanaliz çevresinde sürdürülen savaşın akıbeti, bu bilime karşı daha büyük bir direniş gösteren eski kültür merkezlerinin barınağı Avrupa’da belirlenecekti.

Zürih’ii A. Maeder’üı övülecek çalışmalan Fransız okuyucusu için psikanaliz öğretilerine açılan rahat bir kapı sağlamasına karşın, Avrupa ülkeleri arasında Fransa psikanalize en kapalı bir ülke olarak kaldı. Bu bilime karşı ilk ilgi kıpırdanışlan Fransız taşrasında açığa vurdu kendini. Morichau Beauchant (Poitiers) açıktan açığa psikanalizi: savunan ilk Fransız oldu. Bordeux’dan Regis ve Hesnard ise daha bu yakınlarda (1914)28 ayrıntılı, ama yer yer gerekli anlayıştan yoksun ve özellikle simgelere takılan2» bir inceleme30 yayınlayarak, bu yeni öğretiye karşı kendi vatandaşlanndaki önyargıları dağıtmaya çalışmışlardır. Paris’te hâlâ, Janet’nin 1913 Londra Kongresi’nde ustalıkla dile getirdiği kanı, yani psikanalizde iyi ve güzel adına ne varsa hep kendi görüşlerinin birazcık değiştirilmiş şekilleri olduğu, bundan öte bu bilimin hiçbir işe yaramadığı kanısı, egemenliğini sürdürüyora benzemektedir. Janet, adı geçen Londra Kongresi’nde, kendisinin psikanalizi gerektiği gibi bilmediğini ileri sürerek bunu örnekleriyle kanıtlamaya çalışan £. Jones’in bir dizi suçlamasını sineye çekmekten başka çıkar yol bulamamıştı. Janet’nin savlan doğru> sayılmasa bile, onun nevrozların psikolojisinin araştırılması, konusundaki hizmetleri yine de unutulamaz. İtalya’ya gelince, burada çok şeyler vaat eder gibi görüneni başlangıçtaki adımlar ileriye götürülerek daha geniş çevrelerin psikanalize karşı ilgisi sağlanamamış, oysa kişisel, bağların yardımıyla psikanaliz henüz erkenden Hollanda, topraklarına ayak atmıştır; van Emden’in, van Ophuijsen’in, van Renterghem’in (Freud ve Ekolü)*1 ve Stârcke kardeşlerin burada gerek kuramsal ve gerek pratik alanda başarıyla psikanaliz çalışmalarında bulunduklarını görmekteyiz.*3 İngiltere’de ise bilimsel çevrelerin psikanalize karşı. ilgisi pek ağır bir gelişim izlemiştir. Ancak, ortadaki belirtilere bakılırsa, İngilizlerin incelmiş gerçeklik duygusu ve.adaleti savunma tutkuları dolayısıyla, psikanalizin özellikle bu ülkede enikonu yayılma göstereceği anlaşılmaktadır.
İsveç’te hekimlik çalışmasında Wetterstrand’in yerini alan P. Bjerre, psikanalitik tedavilerde ipnotik telkini hiç değilse şimdilik bir kenara bırakmıştır. İsveç in Kristiania kentinden R. Vogt, 1907’de çıkan Psykiatriens gruntraek adlı kitabında psikanalize de yer vermiş, dolayısıyla psikanalizin varlığını görmezlikten gelmeyen ilk psikiyatri kitabı Norveç dilindo yaymlanm.ştır. Rusya’da ise psikanaliz hayli yayılmış olup, hemen bütün çevrelerce bilinmektedir. ısıe;deyse benim bütün incelemelerim ve psikanaliz taraftan daiıa başka kimselerin yazları Rusça’ya çevrilmiştir. Ne var ki, psikanalitik öğretilerin Rusya’da henüz derinliğine bir anlayışa konu olduğu söylenemez. Rus hekimlerinin bu > oldaki katkıları şu sıra pek önemsenecek giui değildir. Yalnız Odesa kenti, M. Wulff un şahsında usta bir psikanalisti sinesinde baniîdınyor. Psikanalizin Polonya bilim ve edebiyat na girişini en başta L. Jekel’in çabalarına borçlu bulunmaktayiz. Avusturya’ya coğrafi bakımdan pek bağlı, ancak bilimsel bak mdan ona pek uzak Macaristan ise şimdiye kadar psikanalize bir tek kimiyi, yani S iereaczi’yi armağan etmiştir; ancak Ierenczi’nin de bir topluluğa bedel bir kişi sayılacağım belirtmek gerekiyor.33
Almanya’daki durum ise, psikanalizin henüz bilimsel tartışmaların odak noktasını oluşturduğu, gerek tıp, gerek tıp dışı çevrelerde alabildiğine kesin bir direnişin görüldüğü, bu direnişin henüz son bulmadığı, dönüp dolaşıp yeniden tazelendiği, hatta zaman zaman güçlendiği söylenerek özetlenebilir. Hiçbir resmi öğretim kurumu şimdiye kadar psikanalize kapısını açmış değildir. Almanya’da. Psikanaliz uygulamasında bulunan başarılı pratisyenler üç beş kişiyi aşmıyor. Ancak, İsviçre toprağında kalan Kreuzling’te Biswanger’in, Holstein’da Marcinowski’nin yönettiği psikiyatri klinikleri gibi birkaç klinik psikanalize kapılarım aralamıştır. O kritik Berlin toprağında ise daha önce Bleuler’in asistanlığını yapan ve psikanalizin en seçkin temsilcilerinden biri olan K. Abraham’ın başarıyla tutunduğu görülmektedir. Şimdi burada anlattıklarımızın ancak dış görünüşü yansıttığı bilinmese, durumun aradan bir hayli yıl
geçmesine karşın değişmeden kalmasına şaşmamak elden geimezdi. Oysa bilimin resmi temsilcileriyle klinik yöneticilerinin ve Dunlara ister istemez bağımlı durumdaki genç elemanların direnişlerini fazla önemsememek gerekiyor. Psikanalize karşı olanların seslerini enikonu yükseltirken, psikanaliz taraftarlarının ürküp sinerek seslerini çıkarmamalarının anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Psikanaliz ça1 ^malarına olan ilk katkıları gelecek hesabına hayli umutlar uyand ran psikanaliz taraftarlarından birçoğu, içinde yaşad klan koşulların baskısı karşıs.nda kendilerini çekip geriye almıştır. Ancak psikanaliz akımı önüne geçilmez bir güçie, ortalığı velveleye vermeden ilerleyerek gerek psikiyatristler, gerek tıp dışı çevrelerden kendisine yeni yeni dostlar edinmekte, bu konudaki yayınlar sayısı habire artan bir okuyucu kitlesini kendisine çekmekte, dolayısıyla, ilgili ak m karşıt gövüştekileri savunu çabalarını giderek iv. tt rmaya zorlamaktadır. Örneğin ben, söz konusu yıllar içerLinde belli kongrelerle bilimsel dernek oturumlarındaki tartışmalara ilişkin haberlerde veya bazı yayınlara ilişkin eleştirilerde, psikanalizin artık öbür dünyayı boyladığı, bundan böyle bir daha belini doğrultamayacağı, işinin bilirildı,,i giji Gözler okumuşumdur. Bunlara verilecek en güzel yanıtın, öldüğünü yanlışl kla ilan eden bir gazeteye^ Mark Twain’in çektiği telgraftaki şu cümle olması gerekirdi: «Ölüm haberimde aşırı abartma vardır.» Ölümünün her ilan edilişinden sonra psikanaliz kendisine yeni taraftarlar ve çalişma arkadaşları kazanmış, sesini duyuracak yeni yayın organlarına kavuşmuştur. Nihayet öldü olarak ilan edilmenin, sükûtla geçiştirilmeye yeğ tutulması gerektiğini söyleyebiliriz.
Yukarıda anlatılan yersel yayılmaya paralel olarak, nevrozlar öğretisi ve psikiyatriden yola koyulup öbür bilim dallarına siçramasıyla, psikanalizin içeriğinde de bir açıl’p yayılmanın gerçekleştiği görülür. Ancak psikanalizin gelişim tarihçesinin bu yönünü inceden inceye ele alamayacağın; çünkü Lowenfeld’in «Sınır Sorunları» adındaki kitap dizisinde çıkan Rank ve Sachs’ın mükemmel bir incelemesi,34 psikanalitik çalışmaların özellikle bu bakımdan sağlad ğı başarıları ayrıntılı biçimde okuyucuya sunmaktadır. Hem bu doğrultudaki çalışmalar başlangıç dönemindedir, ileri bir aşamaya ulaşmış durumları yoktur, çoğu çıkış noktası oluşturacak niteliktedir henüz, bazısı da tasarıdan başka bir şey değildir. Aklı başında bir kimsenin ilgili duruma psikanalizi suçlamak için bir neden gözüyle bakmaması gerekir. Üstesinden gelinmeyi bekleyen pek çok ödev var ortada, ama bu işte görev alanların hepsi bir avuç insanı geçmiyor. Söz konusu kimselerin çoğunluğunun da asıl mesleği hekimlik değildir; dolayısıyla, karşılarındaki yabancı bilimin uzmanlık alanına giren sorunlarına ister istemez amatörce eğilmek zorunda bulunuyorlar. Psikanalizden gelen bu elemanların amatörlüklerini saklayıp gizledikleri de yok; bütün istedikleri, sonradan gelecek uzmanlar için yolgösterici ve önceden yer tutucu bir rol oynamak, ilgili uzmanların kendileri işe koyulmak istediklerinde gereken psikanalitik teknik ve koşullan onlara salık verebilecek duruma gelmektir. Daha şimdiden azımsanmayacak bilgiler ele geçirilmişse, bu bir yandan psikanalitik yöntemin başarısından, beri yandan hekimlikle ilişkileri bulunmazken psikanalizi manevi bilimlere uygulamayı yaşamlarının kimsenin belli bir noktadan öteye geçemediğini hep ileri süregelmiştim. Ancak psikanalizde belli bir derinliğe inebilen kimsenin, sonradan bu konuda sağladığı başarılara sırt çevirip onları elden çıkarabileceğini doğrusu beklemezdim. Ne var ki, tedavinin gayet güçlü bir direnişle karşılaşılan ileri aşamalarının her birinde daha önce edinilmiş psikanalitik bilgilerden düpedüz geriye dönülebileceğini her gün hastalar üzerinde görüp yaşıyorduk. Diyelim bir hasta var da zahmetli bir çalışma sonucu psikanalitik öğretinin kimi parçalarını öğrenip kavraması ve bunlardan kendi malı gibi yararlanması sağlandı; bu durumda bazan içinde belirecek bir sonraki karşıkoymanın etkisiyle öyle olur ki, bütün öğrendikleri uçup gider, hasta yine o sırılsıklam acemilik günlerindeki gibi kendini psikanalitik gerçeklere karşı savunmaya kalkar. Psikanalistlerde de durumun hastalardakinden başka türlü olmadığını böylece öğrenmiştim. Adı geçen iki kopma olayının tarihçesini yazmak hiç de kolay ve imrenilecek bir ödev değil; çünkü bir kez bunun için gereken itici güç yok bende uğraşlarımda şimdiye kadar ne kimseden minnettarlık bekledim, ne de kendimi büyük ölçüde öç alma duygusuna kaptırdım; öte yandan, böyle bir şeyi yapmakla, bana karşı pek saygılı diyemeyeceğim kişilerin aşağılayıcı sözlerine hedef olacağımı ve «psikanalistlerin kendi aralarında birbirllerinin gırtlağına sarıldıkları» gibi dört gözle bekledikleri bir bahaneyi psikanaliz düşmanlarının ellerine tutuşturacağımı biliyorum. Bugüne kadar psikanaliz düşmanlarıyla kapışmamaya enikonu çaba harcamıştım; bugün ise psikanalizin eski taraftarlarıyla ya da kendilerini hâlâ psikanaliz taraftarı gösteren kişilerle savaşmak durumunda bulunuyorum. Ancak benim için yapılacak başka bir şey de yok; susmam, işin kolayına kaçmak ya da korkaklık olur, kendisine indirilen darbelerin gün ışığına çıkarılmasından daha büyük ölçüde psikanalize zararı dokunurdu. Öbür bilimsel akımları izleyenler, bu akımlarda da tıpkı psikanalizdekine benzer bozgunculukların ve anlaşmazlıkların patlak verdiğini bilecektir. Ama öbür bilimsel akımlarda daha bir titizlikle örtbas edilir bunlar; bir sürü geleneksel ideali yadsıyan psikanaliz, bu bakımdan da daha açıkyürekli bir davranışla ortaya çıkmaktadır.
Bana karşıt bir tutum takının her iki grup üzerine psikanalitik bir ışık düşürmekten de büsbütün kaçınamayışım, insanı pek üzen bir diğer tatsız durum oluşturmaktadır. Oysa psikanaliz polemik alanda uygulamaya pek elverişli değildir; analizden geçirilecek kimsenin rızasını, yol gösterecek bir kimseyle ona uyacak birinin varlığım gerektirir. Polemik uğrunda psikanalize başvuracak kişi, analizden geçirilerek kimsenin aynı silahı kendisine karşı yöneltebileceğini, dolayısıyla tartışmanın tarafsız bir üçüncü kişide şu ya da bu türlü bir kanının uyanmasına olanak vermeyecek bir yola sürüklenebileceğim düşünmeli ve buna göre kendisini hazırlamalıdır. Onun için, bu konuya el atarken psikanalize, dolayısıyla bazı mahremiyetlerin açıklanmasına ve saldırgan davranışlara elden geldiğince başvurmaktan kaçınacak, ayrıca psikanalizden yararlanıp bilimsel bir _ eleştiride bulunmak istemediğimi belirteceğim. Karşı çıkılmasını zorunlu saydığım öğretilerdeki gerçek olabilecek içerikleri alıp çürütmeye çalışacak değilim. Bu, psikanaliz alanındaki diğer yetkili kimselerin yapacağı ve şimdiye kadar biraz da yaptığı bir iştir. Ben, yalnızca, bu öğretilerin hangi noktalarda psikanalizin ana ilkelerine aykırı düştüğünü ve psikanaliz adı altında bunları ele almanın olanaksızlığını göstereceğim. Yani psikanalizden sapmaların psikanalistlerde nasıl ortaya çıktığını anlaşılır duruma sokmak için yararlanacağım psikanalizden. Ancak sapma yerlerinde tamamen eleştirisel açıklamalara girişecek, psikanalizin düpedüz hakkı olan bir şeyi de savunmaktan geri kalmayacağım. Nevrozların açıklığa kavuşturulmasını ilk ödev olarak karşısında bulan psikanaliz, karşıkoyma ve aktarım gerçeklerinden yola koyulmuş ve bir üçüncü gerçek olan amnezi (unutma) olayını da dikkate alarak, nevrozları hazırlayan cinsel içtepillerin geriye itimi ve bilinçdışı kuramlarını geliştirmiştir. Bunu yapmakla, insandaki ruhsal yaşamın eksiksiz bir kuramını verdiği gibi bir savla asla ortaya çıkmamış ve bulguladığı gerçekleri başka yollardan ele geçirilmiş bilgilerin bütünlenmesi ve gözden geçirilmesinde kullanmaktan öte bir amaç gütmemiştir. Oysa Alfred Adler’in kuramı bu amacın hayli dışına taşmış, insanların davranış ve karakterlerinin nevroz ve psikozlardan yola koyularak anlaşılabileceğini ileri sürmüştür. Oysa gerçekte hepsinden az nevrozlara uygulanabilecek bir kuramdır bu, nevrozları oluşum sürecinden koparıp öne alır. Uzun yıllar Dr. Adler’in inceleme ve araştırmalarını izlemiş, özellikle kuramsal alanda güçlü bir zekâsı bulunduğunu hep söylemişimdir. Benim tarafımdan şahsına karşı girişildiğini ileri sürdüğü «takip» eylemlerine61 gelince, böyle bir savın yersizliğine örnek olarak, Uluslararası Psikanalistler Derneği’nin kurulmasından sonra Viyana’daki yerel derneğin yönetimini kendisine bıraktığımı belirtmek isterim. Ancak, dernek üyelerinin ısrarlarına karşı duramayıp, bilimsel konular görüşülürken başkanlığı yine üstlenmeyi kabullendim. Dr. Adler’in özellikle bilinçdışınm değerlendirilmesinde pek yetenekli sayılamayacağını görür görmez, kendisine beslediğim güveni bir başka alana kaydırdım, bir gün gelip psikanalizle ruhbilim ve içgüdüsel olayların biyolojik temelleri arasındaki bağlantıları bulgulayıp açıklığa kavuşturabileceğini ummaya başladım; çünkü organsal yetersizlik konusunda yaptığı değerli inceleme62, bir bak: ma kendisine karşı haklı olarak böyle bir umut beslememe yol açıyordu. Gerçekten de Adler’in ilgili doğrultuda bir yapıt ortaya koymadığı söylenemez; ancak bu yapıt öyle bir özellik taşıyor ki, sanki kitabın kendi diliyle konuşacak olursam psikanalizi bütün savlarında haksız çıkarmak ve cinsel içgüdülere verilen önemin nevrozluların anlattıklarına sajça inanmaktan ileri geldiğini kanıtlamak için yazılmıştı. Dr. Adler’in söz konusu yapıtı kaleme alışındaki kişisel nedene de burada değinmekte sakınca görmüyorum, çünkü zaten kendisi Viyana derneği üyelerinden oluşan küçük bir topluluk karşısında ilgili nedeni belirterek şöyle demiştir: «Sanıyor musunuz ki, bütün ömrüm boyu gölgenizde yaşayıp gitmek benim için pek büyük bir zevktir?» Doğrusu genç birinin çıkıp, kitabının kaleme alınmasına yol açan nedenlerden biri olduğu zaten kitap okunduğu zaman görülecek bir açgözlülüğü kendisinde barındırdığını saklamadan itiraf etmesi, hiç de küçümsenecek bir davranış değil. Ancak, böyle bir açgözlülüğün elinde tutsak bile olsa, İngilizlerin o ince nezaket duygusuyla unfair diye niteledikleri, Almanların ise çok daha kaba bir sözcükle anlattıkları bir kişi durumuna düşmekten sakınmak gerekirdi. Bu bakımdan Adler’in ne büyük bir başarı sağladığını, çalışmalannı çirkin duruma sokan küçük hesaplardan gelme bir sürü ihaneti ve ilgili çalışmalarda kendini açığa vuran dizginlenemez bir öncelik tutkusunun belirtileri ortaya koymaktadır. «Nevrozlardaki tutarlılık» ve bunlara «dinamik bir açıdan bakış» konularındaki önceliği kendisine malettiğini, bir ara Viyana Psikanalistler Derneği’nde kendi kulağımla işitmiştim. Doğrusu, bu benim için büyük bir sürpriz oluşturmuştu; çünkü her iki ilkeyi de henüz Adler’i tanımıyorken kendimin savunduğumu sanmıştım hep.
Adler’in kendine ön sırada bir yer kapmak için gösterdiği çaba, yine de psikanalizin haynna yorumlanması gereken bir sonuç doğurmuştu. Aramızda uzlaşmaz bilimsel ayrılıklar başgösterip, kendisini Merkez Dergisi’nin yönetim kurulundan çekilmeye zorlamam üzerine Adler dernekten de ayrıldı, kendi başına bir dernek kurdu ve ilgili derneği önce özgür Psikanaliz Derneği gibi doğrusu zevkli bir isimle donattı. Gelgeldim biz Avrupalıların iki Çinli yüzünü birbirinden ayıran nüansları seçemeyişimiz gibi, psikanalizin uzağında yer alan kimseler de iki ayrı psikanalistin görüşleri arasındaki ayrılıkları da sezecek yetenekten yoksun bulunuyor. Dolayısıyla «özgür» psikanaliz, «resmî» ve «otoriter» psikanalizin gölgesinde yaşamını sürdürdü ve ona yalnızca bir ek diye görüldü. Derken Adler, şükranla karşılanacak bir adım atıp psikanalizle bağlantısını büsbütün kopardı ve Bireysel Psikoloji diye nitelediği öğretisini psikanalizden ayırdı. Nihayet Tanrı’nm bu dünyasında yerden çok bir şey yoktur, herkesin sere serpe gezip tozması elbette hakkıdır. Ama birbirini anlamayan ve birbiriyle geçinemeyen kimselerin de aynı çatı altında kalması özlenir bir şey değildir. Şu anda Adler’in «bireysel psikolojisi» psikanalizin karşısında yer alan, dolayısıyla’ ileride izleyeceği gelişim çizgisi psikanalizin ilgi alanı dışına taşan bir sürü psikoloji akımından biridir.
Adler kuramı, baştan beri bir sistem görünümünü taşımaktaydı; oysa psikanaliz, bir sistem oluşturmaktan titizlikle kaçınmıştır. Ayrıca adı geçen kuram, örneğin uyanık yaşamdaki düşüncenin düş malzemesi üzerinde uyguladığı ikincil (sekunder) işleme mükemmel bir örnektir. Bu kuramda düş malzemesinin yerine psikanalitik malzeme geçirilmekte, ilgili malzemeye ise düpedüz «ben» açısından bakılarak ben’in aşinası bulunduğu kategoriler arasına sokulmakta, bir başka dile aktarılmakta, tersine dönüştürülmekte ve tıpkı düşsel üründeki gibi yanlış anlamalara konu yapılmaktadır. Adler kuramının bir başka belirleyici özelliği de, ileri sürdüklerinden çok yadsıdığı savlardır. Dolayısıyla, bu kuramın hiç de eşdeğer sayılmayacak şu üç ayn öğeden oluştuğunu söyleyebiliriz: Benpsikoloj isine olumlu katkıları; psikanalitik gerçeklerin yeni bir dile gereksiz, ama bir sakıncayı içermeyen çevirisi; ben’in koşullarına uymadığı zaman adı geçen gerçeklerde başvurulan deformasyon ve ters yorumlamalar. Adler’in ilk öğe kapsamına giren çalışmalarının psikanaliz tarafından fazla bir ilgiyle karşılandığı söylenemese bile asla yadsınmış da değildir. Psikanalizi daha çok ilgilendiren şey, ben’den kaynaklanan tüm isteklere libido bileşenlerinin karıştığının kanıtlanmasiydi. Adler ise tam tersini ileri sürmüş, libido içgüdülerinde ben’sel bir katkının bulunduğunu açıklamıştır. Eğer Adler bensel içgüdü bileşenlerini savunmak için libido içgüdülerini yadsımaya kalksaydı, belki böyle bir saptama elle tutulur bir başarı diye gösterilebilirdi. Ne var ki, söz konusu davranışıyla bütün hastaların, kısaca bilinçli düşüncemizin yaptığı bir şeyi yapmış, yani hastalığa yol açan bilinçdışmdaki etkeni örtüp gizlemek üzere Jones’in deyimiyle ussallaştırma (rasyonalizasyon) eylemine başvurmuştur. Adler ilgili konuda öylesine ileri gitmiştir ki, erkeğin egemenliğini kadına gösterme, yani üstte bulunma arzusunu cinsel birleşmenin en güçlü nedeni olarak öne sürdürmeye kadar vardırmıştır işi. Bu acayiplikleri yazılarında da savunup savunmadığını doğrusu bilmiyoruz.
Psikanaliz, nevroz belirtisinin varolma şansını bir uzlaşmaya borçlu bulunduğunu daha çok önceden görmüştü. Böyle bir belirtinin varolabilmesi için, geriye itim mekanizmasını elinde tutan ben’in isteklerine de karşılık vermesi, ben’e bir avantaj, bir yarar sağlaması gerekiyordu, oysa başta geriye itilen içtepinin karşılaştığı akıbetle kendisi de karşılaşabilirdi. Bu gerçek dikkate alınarak, «hastalık kazancı» terimi ortaya atılmıştı. Ayrıca, nevrotik belirtinin doğuşunda ben için söz konusu birincil (primer) kazancı, ben’in güttüğü daha başka amaçlar bakımından kendisine gelip katılarak belirtinin tutunmasını sağlayan ikincil (sekunder) kazançtan ayırma yoluna gidilmiştir. Öte yandan, realitedeki bir değişiklikten ötürü ilgili hastalık kazancının ben’den çekilip alınması ya da sona ermesinin, belirtiyi giderebilecek mekanizmalardan birini oluşturabileceği de psikanalizin çoktan bulguladığı bir şeydi. Adler’in öğretisinde ana ağırlık, işte kolaylıkla saptanabilecek ve zahmetsizce anlaşılabilecek söz konusu ilişkiler üzerinde bulunmaktadır; gelgelelim, bu arada büsbütün gözden kaçırılan bir şey varsa, ben’in pek sık olarak bükülemeyen elin öpülmesi örneğindeki gibi bir yola sapması ve hiç de kendisinin istemeyip dışarıdan benimsemek zorunda bırakıldığı belirtiyi, kendisine sağladığı yarar nedeniyle sineye çekmesidir; korkunun güvenlik aracı diye benimsenmesinde olduğu gibi örneğin. Böyle bir benimsemede ben, tıpkı sirkteki seyircileri, manejdeki değişikliklerin kendi direktifiyle gerçekleştiğine inandırmaya çalışan bir palyaço gibi komik bir rol oynamakta, ama yalnız küçük seyircileri kendisine inandırmayı başarabilmektedir.
Adler öğretisinin ikinci öğesine gelince: Tıpkı kendi malıymış gibi buna sahip çıkması gerekiyor psikanalizin. Zaten ilgili öğe psikanalizin çeşitli bulgulamalar topluluğundan başka bir şey değildir; bunları Adiler, on yıllık ortak çalışmamızda ele geçirebildiği tüm kaynaklardan sağlamış, ancak sonradan isimlerini değiştirip üzerlerine kendi malıymış gibi bir damga vurmuştur. Örneğin ben, «güvenlik» deyimini kendi kullandığım «koruyucu önleme» göre daha yerinde bulmakta, ama söz konusu deyimde yeni bir anlam görmemekteyim. Bunun gibi, fingiert (uydurulmuş), fiktiv (uydurma, fiktif) ve Fiktion (uyduru, fiksiyon) sözcüklerinin yerine başlangıçtaki «hayali» ve «hayal» sözcükleri geçirildi mi, Adler’in savlarında öteden beri bilinen bir yığın özelliğin kendini açığa vurduğu görülecektir. Adler’in kendisi artık yıllardır çalışmalarımıza katılmıyorsa da, aradaki bu özdeşliği psikanalizin belirtmesi gerekiyor.
Adler öğretisinin, hoş görülmeyen psikanalitik gerçeklerin ters yorumlanması ve deformasyonu sayılacak üçüncü bolüm, günümüzdeki durumuyla bireysel psikoloji’yl kesinlikle psikanalizden ayıran noktalan içeriyor. Bireyin özyaşamım ayakta tutma amacının, «güçlü olma isteğinin», «erkeksel protesto» kılığına bürünüp gerek yaşayış biçimi, gerek karakter oluşumu, gerekse nevrozların etiyolojisinde başta gelen bir rol oynaması, bilindiği gibi, Adler sisteminin temel düşüncesidir. İlgili sistemin belkemiği sayılan «erkeksel protesto» ise, psikolojik mekanizmasından soyulup alınmış bir geriye itim’den başka bir şey değildir; üstelik cinselleştirilmiş (seksüalize) bir karakter taşır; dolayısıyla, Adler’in, ruh yaşamından cinselliğin rolunu kapı dışarı ettiği övüncüyle bağdaşacak yanı bulunmamaktadır. Erkeksel protestonun gerçekliğine elbette kuşku yoktur; ama Adler bunu ruhsal yaşamın motor gücü yaparken, gözlemden salt bir atlama tahtası olarak yararlanır. ÇocuKtaki temel isteklerden birini, yani büyükler arasındaki cinsel birleşmeyi gözlemleme isteğini alalım ele. Yaşamöyküleri sonradan hekimi meşgul eden kişiler üzerinde uygulanan psikanaliz, henüz erginlik çağına gi mı emiş çocuğun ruhuna böyle bir gözlem sırasında iki ayrı duygunun egemen olduğunu kanıtlamaktadır; duygulardan biri, çocuk ogiansa, aktil’ babanın yerini alma, ikincisi buna karşıt bir eğilim, yani pasif annenin yerine geçme isteğidir. Cinsel birleşmedeki haz olanakları, her iki istekle açığa vurur kendini. «Erkeksel protesto» deyiminin bir anlam taşıması isteniyorsa, söz konusu iki istekten ancak birincisinin ilgili deyim kapsammda yer alması gerekir. Oysa Adler’in tanımadığı ya da akıbetini umursamadığı ikinci istek, çocukta başgösterebilecek nevrozlar bakımından daha büyük önem taşımaktadır. İlgili davranışıyla Adler, benin hoşuna gidip onun arka çıkacağı içtepileri dikkate alan kıskanç bir ben dargörüşlülüğüyle davranmakta, özellikle nevrozlarda bene başkaldıran içtepilerin rol oynadığı gerçeği görüş alanının dışında kalmaktadır.

devamı>>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz