Rus şiirinin güneşi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in Erzurum Yolculuğu (2) “Geceler sıcak! Yıldızlar Yabancı”

<öncesi-1] Gürcülerin içki içişleri bizimkine benzemiyor. Şaşılacak kadar da dayanıklılar. Şarapları çabuk bozulduğu için dışarıya satılamıyor; fakat çok lezzetli şeyler. Kahetin ve Karabağ şaraplarının Burgon şaraplarını aratmadığını söyleyebilirim. Şarabı, marana dedikleri, toprağa gömülü büyük küplerde saklarlar. Parlak törenlerle açarlar bu küpleri. Geçenlerde bunlardan birini gizlice açan bir Rus askeri, tatlı şarap fıçısında boğulan bahtsız Clarence gibi Kahetin şarabına düşüp boğulmuş. (18)


Tiflis’i kayalık dağlar kuşatmış. Yanından da Kura Nehri akıyor. Bütün rüzgârları tutan bu dağlar, güneş ışınları altında kızışıyor; devinimsiz havayı cehenneme çeviriyorlar. Kırk birinci enlem dairesinde bulunmasına karşın, Tiflis havasının korkunç sıcaklığı buradan geliyor işte. Kentin asıl adı olan “Tbiliskalar” da ”kızgın kent” demekmiş zaten.
Yapılar büyük bölümüyle Asya mimarisinin eseri. Düz damlı, alçak evler. Kentin kuzey bölgesinde Avrupa tipi evler yükseliyor. Bunların yakınlarında da düzgün alanlar göze çarpıyor. Pazar birkaç çarşıya ayrılmış. Raflar, genel pahalılığı göz önünde tutarsak, oldukça ucuz sayılabilecek Türk ve İran mallarıyla dolu. Tiflis yapısı silahlara bütün Doğu’da büyük değer verilir. Buranın ünlü kahramanları olan kont Samaylov ile V., yeni kılıçlarını denemek için ya bir koyunu tek vuruşta ikiye biçer, ya da bir öküzün başını keserlermiş.
Tiflis halkının çoğunluğu Ermeni’dir. 1825 yılında 2500 Ermeni ailesi varmış burada. Şimdiki savaşlar sırasında sayıları daha da artmış. Gürcü aileleri 1500 kadar. Ruslar kendilerini buralı saymıyor. Subaylar zorunlu görevdeler. Dokuzuncu dereceden memurlar, sekizinci dereceden memurluğa yükseltilerek atanıyorlar buraya. Fakat onlar da, subaylar da bir sürgün yeri olarak görüyorlar Gürcistan’ı.
Tiflis’in havası sağlam değil diyorlar. Sıtması bir felaket. Cıvayla tedavi ediyorlar bu hastalığı. Hava sıcak olduğu için, cıva kullanılması sakıncalı değilmiş. Hekimler hiç çekinmeden cıva içiriyorlar hastalarına. General Sipyagin’in ölümünü, Petersburg’dan getirdiği özel hekiminin cıva kullanmaktan çekinmesiyle açıklıyorlar. Tiflis hummasının Kırım ve Moldavya hummasından farkı yok. Tedavisi de aynı.
Halk Kura Nehri’nin suyunu içiyor. Bulanık, fakat hoş bir su. Kaynaklarla kuyulardan çıkan su son derece kükürtlü. Fakat şarap tüketimi o kadar fazla ki, hani su olmasa farketmeyecek.
Tiflis’te paranın değersizliği beni şaşkına çevirdi. İki sokak geçmek için yarım saatliğine kiraladığım bir arabaya iki gümüş ruble ödedim. Yabancı oluşumdan yararlanarak arabacının beni kandırdığını sanmıştım ama, yanılmışım. Meğer gerçekten de fiyatı böyleymiş. Her şey aynı ölçüde pahalı.
Öğle yemeğini Alman kolonisinde yedik. İçtiğimiz biranın tadı çok kötüydü. Berbat bir yemeğe bir sürü para ödedik. Benim lokantanın yemekleri de hem çok kötü, hem de çok pahalı.
Ünlü yemek meraklısı General Strekalov bir gün yemeğe çağırdı beni. Yemekler rütbeye göre dağılıyordu ve sofrada general apoletli İngiliz subayları vardı işin kötüsü. Uşakların çabasıyla sofradan aç karnına kalktım. Tiflisli yemek meraklısının canı cehenneme!
Dileğime verilecek yanıtı sabırsızlıkla bekliyordum. Sonunda bir pusula geldi Rayevski’den. Hemen Kars’a hareket etmemi, ordunun birkaç gün içinde daha da ilerleyeceğini yazıyordu. Ertesi gün yola koyuldum.
Hayvanları Kazak karakollarında değiştirerek at sırtında yol alıyordum. Çevremdeki topraklar sıcaktan kavrulmuştu. Gürcü köyleri birer vaha gibi görünüyordu uzaktan. Fakat yaklaşınca, tozlu kavakların arasına serpilmiş birkaç zavallı kulübe çıkıyordu karşıma. Güneş battıktan sonra bile hava serinlemedi.

Geceler sıcak!
Yıldızlar yabancı!..

Ay parlıyordu. Derin sessizlikte atımın nal sesleri işitiliyordu sadece. Bir konut izine raslamadan uzun süre yol aldım. Neden sonra, tek bir kulübe gördüm. Kapıyı çaldım. Ev sahibi çıktı. Önce Rusça, sonra da Tatarca su istedim. Adam hiçbir şey anlamadı. Şaşılacak bir umursamazlık! Sen Tiflis’ten otuz verst ötede, İran ve Türkiye yolu üzerinde yaşa da, ne Rusça, ne de Tatarca tek sözcük bilme.
Geceyi bir Kazak karakolunda geçirip şafakla birlikte yeniden yola koyuldum. Dağların, ormanların arasından geçiyordum. Yolcu Tatarlara rasladım bir ara. Aralarında birkaç tane de kadın vardı. Hepsi atlıydılar. Çarşaflarına öyle sarınmışlardı ki, gözleriyle ökçeleri görünüyordu sadece.
Gürcistan’ı eski Ermenistan’dan ayıran Bezobdal Dağı’na tırmanmaya başladım. İki yanı ağaçlı geniş bir yol kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Tepeye çıkınca, sanırım Kurt Kapıları denen küçük bir boğazdan geçerek Gürcistan’ın doğal sınırlarına ulaştım. Yeni dağlar, yeni bir ufuk çıktı karşıma. Aşağılarda yeşil ekin tarlaları uzayıp gidiyordu. Cayır cayır yanan Gürcistan’a son bir kez baktıktan sonra aşağılara, serin Ermenistan ovalarına inmeye başladım. Bu sırada yakıcı sıcağın azaldığını hissederek anlatılmaz bir sevinç duydum. Başka bir iklimdeydim artık.
Adamım, yük beygirleriyle arkadan geliyordu. Uzak dağlarla çevrelenmiş çiçekli bir ovada tek başıma ilerliyordum. Atları değiştirmem gereken karakolu dalgınlıkla geçmişim. Altı saatten çok geçti. Karakollar arasındaki bu uzaklığa şaşırmaya başlamıştım. Uzakta bir yerde köy evlerini andıran bir taş yığını görerek atımı o yana sürdüm. Yanılmamışım; bir Ermeni köyüydü bu. Renk renk paçavralara sarınmış birkaç kadın, bir yeraltı evinin toprak damında oturuyorlardı. Derdimi yarım yamalak anlatabildim. İçlerinden biri eve girip peynirle süt getirdi. Birkaç dakika dinlendikten sonra yeniden yola koyuldum ve nehrin yüksek kıyısına kurulmuş Gergera Kalesi’ni gördüm az sonra. Yüksek kıyıdan aşağı üç çağlayan akıyordu. Nehri geçtim. İki öküz koşulu bir kağnı, sarp yolda yokuş yukarı ilerliyordu. Birkaç Gürcü vardı arabanın çevresinde.
”Nereden geliyorsunuz?” diye sordum.
”Tahran’dan” dediler.
”Ne götürüyorsunuz?”
”Griboyedov’u.”
İran’da öldürülen Griboyedov’un Tiflis’e götürülen cesediydi bu. (19)
Griboyedov’la bir daha karşılaşacağımız aklıma gelmezdi! Son olarak, İran’a hareketinden önce geçen yıl Petersburg’da görüşmüştük. Kaygılıydı. Tuhaf bir önsezi vardı içinde. Onu yatıştırmak istediğimde:
”Vous ne connaissez pas ces gensla: vous verrez qu’il faudra jouer des couteaux (20) demişti bana.
Şah ölür ölmez yetmiş oğlu arasındaki anlaşmazlığın bir katliama yol açacağını düşünüyordu. Yaşlı Şah hâlâ sağdı ama, Griboyedov’un kâhince sözleri gerçekleşmişti. Cahilliğe, hainliğe kurban olmuş; İranlıların hançerleri altında can vermişti. Üç gün süresince kara cahillerin oyuncağı olan cesedi, eski bir kurşun yarasının izini taşıyan elinden tanınabilmişti.
Griboyedov’la 1817’de tanışmıştım. Melankolik karakteri, öfkeli zekâsı, iyi yürekliliği, insanlığın kaçınılmaz yoldaşları olan zayıf yanları ve kusurlarıyla, olağanüstü çekicilikte bir kişiliği vardı. Tutkulu, aynı ölçüde de yetenekli bir insandı. Fakat uzun bir süre küçük dertlerin ve bir belirsizliğin pençesinde kıvrandı. Devlet adamlığı yeteneğinden yararlanılmadı. Şairlik yeteneği kabul edilmedi. Hatta gözüpekliğinden, parlak cesaretinden bile bir zaman kuşku duyuldu. Değerini anlayan sadece birkaç dostuydu. Onlar da bir toplulukta Griboyedov’un yeteneklerinden söz ettiklerinde; herkesin yüzünde bir güvensizlik gülümsemesi, o aptalca, o dayanılmaz gülümseyiş belirirdi. İnsanlar ün karşısında eğilirler sadece. İçlerinde herhangi bir atış bölüğüne kumanda etmemiş ikinci bir Napolyon ya da ”Moskova Telgraf”ta tek satır yayımlamamış ikinci bir Descartes bulunabileceğini kabul etmezler. Bizdeki bu ün tapınıcılığının nedeni bencilliğimizdir belki de. Ün karşısında eğilmekle, biz de ona bir katkıda bulunmuş oluruz çünkü.
Griboyedov’un yaşamını karartan birtakım bulutlar vardı. Ateşli tutkularının ve zorlu olayların sonuçlarıydı bunlar. Gençliğiyle kesin bir hesaplaşmaya girişmek, yaşamına yepyeni bir yön vermek zorunluluğunu hissediyordu. Böylece Petersburg’a, uçarı gençliğine elveda diyerek Gürcistan’a gitti. Bir köşeye çekildi: gece gündüz demeden tam sekiz yıl çalıştı orada. 1824 yılında Moskova’ya dönüşü yaşamında bir dönüm noktası, kesintisiz başarılar zincirinin ilk halkası oldu. Elyazması nüshaları elden ele dolaşan ”Akıldan Bela” güldürüsü olağanüstü bir etki yarattı: Yazarını birinci sınıf şairlerimiz arasına yükseltti. Bir süre sonra savaş başladı. Savaş bölgesini avucunun içi gibi bilmesi yeni bir alan sağladı ona; elçiliğe atandı. Gürcistan’a gelip sevdiği kadınla evlendi… Fırtınalı yaşamının son yıllarından daha imrenilecek bir şey bilmiyorum. Griboyedov’u kalleş bir kavga ortasında yakalayan ölümün, korkunç ya da üzücü bir yanı yok bence. Ansızın ve çok güzel bir biçimde geldi çünkü.
Griboyedov’un anılarına sahip olmayışımız ne kötü! Dostlarından biri oturup biyografisini yazmalıdır onun. Seçkin kişilikler arkalarında bir iz bile bırakmadan yitip gidiyorlar… Tembel, kaygısız insanlarız bizler…
Gergeralarda, benim gibi orduya katılmaya giden Buturlin’le karşılaştım. Gönlünün dilediği gibi, eğlene eğlene yolculuk ediyordu. Petersburg’u aratmayacak bir yemek yedirdi bana. Birlikte yolculuk etmeyi kararlaştırdık. Fakat sabırsızlık şeytanı yine ayarttı beni. Adamım dinlenmek için izin almıştı. Yanıma kılavuz bile almadan yola çıktım. Yol hep aynı yoldu; bir tehlikesi yoktu.
Dağı aşıp ağaçlı bir ovaya inerken yolu keserek akan bir maden suyu kaynağı gördüm. Erivan’dan Ahiska’ya giden Ermeni papazla karşılaştım burada.
”Erivan’da ne var ne yok?” diye sordum.
”Erivan’da veba salgını var” diye karşılık verdi. ”Ahiska’dan ne haber?”
”Ahiska’da veba salgını var” diye karşılık verdim.

Bu sevimli haberleri değiştokuş ederek ayrıldık.
Bereketli tarlalar, çiçekli çayırlar arasından gidiyordum. Ekinler büyümüş, orak zamanı gelmişti. Doğuda atasözlerine konu olan bu bereketli toprakları seyretmeye doyamıyordum. Karakol komutanı, (bir Kazak erbaştı bu), fırtına çıkacağını haber vererek geceyi orada geçirmemi öğütledi. Fakat ne pahasına olursa olsun, aynı gün Gümrü’ye ulaşmak istiyordum.
Kars paşalığının doğal sınırları olan orta yükseklikteki birkaç dağı geçmem gerekiyordu. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Gitgide şiddetini arttıran rüzgârın bunları sürükleyip götüreceğini umuyordum. Fakat önce damla damla düşmeye başlayan yağmur, gittikçe şiddetlenerek sağanağa çevirdi. Gümrü’yle Pernike arası 27 verst çekiyormuş. Yamçının kayışını sıkıştırdım; kasketimin üzerine de başlığımı geçirip kendimi Tanrı’ya havale ettim.
İki saatten çok geçti. Yağmur dinmek bilmiyordu. Ağırlaşan yamçımın ve başlığımın üzerinden su oluk oluk akıyordu. Sonunda boyunbağımdan içeri soğuk suların sızdığını hissettim: Az sonra da iliklerime kadar ıslanmıştım artık. Kapkara bir geceydi. Kılavuz Kazak önden gidiyordu. Dağlara sarmaya başladık. Bu sırada yağmur dindi; bulutlar dağıldı, Gümrü’ye on verst kalmıştı. Başıboş esen rüzgâr on dakika içinde tamamen kuruttu beni. Sıtmadan kurtulacağımı sanmıyordum artık.
Gümrü’ye gece yarısına doğru vardık. Kazak doğruca karakola götürdü beni. Koğuşun önünde durduk. Hemen içeri attım kendimi. On iki Kazak, yan yana dizilmiş uyuyordu burada. Yer açtılar. Yamçımı serdim; yorgunluktan bitkin bir halde yığıldım. O gece 75 verstten çok yol almıştım. Ölü gibi uyuyup kalmışım.
Kazaklar beni şafak sökerken uyandırdılar. Aklıma ilkin sıtmaya tutulup tutulmadığım düşüncesi geldi. Fakat Tanrı’ya şükürler olsun, çivi gibiydim. Hastalık şurda dursun, yorgunluğum bile uçup gitmişti. Koğuştan taze sabah havasına çıktım. Güneş doğuyordu… Dupduru gökyüzünde iki başlı, karlı bir dağ parlıyordu. Gerinirken:
”Ne dağı bu?” diye sordum.
”Ararat” dediler. (21)
Seslerin etkisi ne kadar güçlü! Var gücümle baktım bu efsanevi dağa. Yenilenme ve yaşam umuduyla onun doruğuna yanaşan Nuh’un gemisini, biri ölümün öteki barışın simgeleri olarak uçup gelen kuzgunla güvercini gördüm.
Atım hazırdı. Bir kılavuzla yola çıktım. Çok güzel bir sabahtı. Pırıl pırıl bir güneş altında; dünkü yağmurun suladığı ve üstlerinde çiğ damlaları ışıldayan yeşil, gür otlarla kaplı geniş bir çayırlık boyunca ilerliyorduk. Karşımızda, aşmak zorunda olduğumuz bir ırmak parıldamaya başladı:
‘İşte Arpaçay!” dedi.
Arpaçay!.. Yani sınır!.. Doğrusu Ararat’a bedeldi bu. Anlatılmaz bir yürek çarpıntısıyla atımı ırmağa doğru dörtnala kaldırdım. Ömrümde ilk kez yabancı bir ülkeye giriyordum. Sınır, içimde gizemli duygular uyandırırdı hep. Yolculuk, çocukluğumdan beri beni en çok saran bir hayaldi. Sonraları uzun süre oradan oraya gezmiş; kâh güneyde, kâh kuzeyde sürtmüş; fakat engin Rusya’nın sınırlarını hiç aşmamıştım. Bu kutsal ırmağa sevinçle girdim ve atım Türk kıyısına çıkardı beni. Fakat bizimkiler ele geçirmişlerdi bu kıyıyı. Böylece, demek ki Rusya’daydım hâlâ!
Kars’a 75 verst kalmıştı. Akşama doğru ordugâhımıza ulaşacağımı umuyor; mola vermeden ilerliyordum. Yolun yarısında; ırmak kıyısına kurulmuş bir Ermeni köyünde, berbat bir çörek yedim yemek niyetine. Biçimi bizim çörekleri andıran bu Ermeni ekmeği yarı yarıya külden ibaretti. Bir de Daryal Boğazı’ndaki Türklerin gözünde tütüyordu bu ekmek. Onların o kadar nefret ettikleri Rus kara ekmeğinin bir lokması için neler vermezdim şimdi!
Kılavuzum bir Türk delikanlısıydı. Korkunç geveze bir şeydi bu. Yol boyunca çenesi durmadı. Hem de anlayıp anlamadığıma aldırış etmeden Türkçe konuşuyordu. Bütün dikkatimi toplamış, onu anlamaya çalışıyordum. Rusları hep üniformalı görmeye alıştığı için beni yabancı sanıyor, veryansın ediyordu Rus gâvuruna. Yolda bir Rus subayıyla karşılaştık. Bizim ordugâhtan geliyordu. Ordunun Kars’tan ayrıldığını söyledi. Kolum kanadım kırılmış gibi oldu. Issız Ermenistan’da yok yere acı çekerek gerisin geri Tiflis’e dönmek düşüncesi beni beynimden vurulmuşa döndürüyordu. Subay yoluna devam etti; Türk monoloğuna başladı yine. Fakat onu dinleyecek durumda değildim artık. Atı eşkin yürüyüşten hızlı bir tırısa çevirerek Kars’tan yirmi verst uzaklıkta bir Türk köyüne vardım akşama doğru.
Attan sıçrayıp iner inmez karşıma çıkan ilk köy evine dalmak istedim. Fakat ev sahibi kapıda göğüsledi beni; sövüp sayarak dışarı itti. Onun bu hoş geldinine kamçıyla karşılık verdim ben de. Türk, bağırmaya başladı. Ahali başıma toplandı. Kılavuzum sanırım bana arka çıkarak bir şeyler söyledi. Kervansarayı gösterdiler. Ahıra benzeyen büyük bir kulübeye girdim. Yamçımı serecek bir yer bile yoktu. Hemen at istedim. Türk muhtar yanıma geldi. Anlaşılmaz bir şeyler söylüyor, ben de durmadan ver bana at diye karşılık veriyordum. Türkler bir türlü yanaşmıyorlardı bu işe. Neden sonra para göstermeyi kabul ettim. Meğer ilk yapmam gereken şey buymuş. Hemen bir at getirildi; yanıma da bir kılavuz verildi.
Dağlarla çevrili geniş bir ovada ilerliyorduk. Bu dağlardan birinin üstünde ağaran Kars’ı gördüm. Benim Türk, onu göstererek:
”Kars! Kars!” diye bağırdı ve atını dörtnala kaldırdı.
İçimde kaygının acısını duyarak onun ardı sıra gidiyordum ben de. Yazgım orada belli olacaktı. Ordugâhın yerini, orduya hâlâ yetişebilme umudunun olup olmadığını oradan öğrenecektim. Bu sırada gök de bulutlarla kaplanmış, yağmur yeniden başlamıştı. Fakat umurumda değildi benim.
Kars’a vardık. Kente yaklaşırken bir Rus trampetini duydum. Kalk borusu çalıyordu. Nöbetçi kimlik belgemi alıp komutana götürdü. Yağmur altında yarım saat bekledim. Neden sonra geçmeme izin verildi. Kılavuzuma, beni hemen bir hamama götürmesini emrettim. Dik, eğri büğrü sokaklardan geçtik. Kötü Türk kaldırımlarında atların ayağı sürçüyordu. Harap bir evin önünde durduk. Hamam burasıymış. Türk attan inip kapıyı çalmaya başladı. Ses veren olmadı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu üstüme. Neden sonra bitişik evden çıkan bir Ermeni delikanlısı, Türk’le biraz konuştu; sonra son derece temiz bir Rusçayla içeri buyur etti beni. Dar bir merdivenden ikinci kata çıktık. Alçak sedirlerle eskimiş kilimlerle döşeli bir odaya girdik. Yaşlı bir kadın oturuyordu burada. Delikanlının annesiymiş, kadın kalkıp geldi; elimi öptü. Oğlu, ateş yakmasını, bana yemek hazırlamasını söyledi ona. Soyunup ateşin karşısına oturdum. Ev sahibinin on yedi yaşlarında bir oğlan olan kardeşi geldi bu sırada. İki kardeş de Tiflis’te bulunmuş, birkaç ay oturmuşlardı orada. Ordunun bir gün önce Kars’tan ayrıldığını, ordugâhın 25 verst öteye konduğunu öğrendim. İçim rahatladı. Kocakarı az sonra soğanlı bir koyun yahnisi getirdi. Aşçılık sanatının ulaşabileceği en yüksek noktaydı bu. Uyumak üzere aynı odada hepimiz bir yana uzandık. Ben sönmek üzere olan ateşin karşısında yatıyordum. Ertesi gün Kont Paskeviç’in ordugâhında olacağımı tatlı tatlı düşleyerek uyuyakaldım.
Sabahleyin kenti dolaşmaya çıktım. Kardeşlerden küçüğü gönüllü rehberim oldu. Erişilmez savunma mevzilerine ve yalçın bir kaya üstüne kurulmuş kaleye baktıkça, Kars’ı nasıl ele geçirebildiğimize şaşıp kalıyordum. Ermeni delikanlısı savaşı gözleriyle görmüştü. Olayları dili döndüğü kadar bir bir anlatıp açıkladı bana. Onun askerliğe hevesini sezerek benimle birlikte orduya katılmasını önerdim. Hemen razı oldu. At getirmeye yolladım onu. Yanında bir subayla çıkıp geldi. Subay yazılı emir istiyordu. Adamın Asyalı olduğu yüzünden belliydi. Bunun üzerine gerekli belgeyi aramak zahmetine katlanmadım; elime ilk gelen kâğıdı çıkarıp verdim. Subay onu şöyle kurumlu kurumlu bir gözden geçirdi; yazılı emir gereğince ekselanslarına at getirilmesi buyruğunu vererek kâğıdımı geri uzattı. Bir şiirdi bu. Kafkas menzillerinden birinde, bir Kalmuk dilberine mektup olarak kaleme almıştım onu. Yarım saat sonra Kars’tan çıkıyordum. Artemi, (benim Ermeni’nin adı buydu), bir Türk kısrağı üstünde, elinde esnek bir kargı, belinde hançer, Türkleri ve savaşları sayıklayarak yanı başımda dörtnala ilerliyordu.
Ekin tarlaları arasından geçiyorduk. Çevrede köyler vardı. Fakat ahali kaçıp gitmiş, hepsi bomboş kalmıştı. Yol çok güzeldi. Bataklık yerleri doldurulmuş, döşenmişti. Derecikler üzerine taş köprüler kurulmuştu. Arazi gittikçe yükseliyor, Soğanlı (eski Toros) Sıradağları’nın ilk tepeleri görülmeye başlıyordu. İki saat kadar geçti. Bir yamacı tırmanırken ansızın bizim ordugâhı gördüm. Kars çayının kıyısına yerleşmişti. Birkaç dakika sonra da Paskeviç’in çadırındaydım.

3

Soğanlı’ya geçiş. Karşılıklı ateş. Ordugâh yaşamı. Yezidiler. Erzurum seraskeriyle savaş. Havaya uçurulan köy evi.

Tam zamanında gelmişim. Aynı gün (13 Haziran) orduya ilerleme emri verildi. Rayevski’de öğle yemeği yerken genç generalleri dinledim. Verdikleri hareket emrini irdeliyorlardı. General Burtsov büyük Erzurum yolunun solundan ilerleyerek Türk ordugâhına cepheden saldıracak, düşmanı kuşatacaktı.
Saat beşte hareket ettik. Ben Nijegorod Dragan alayına verilmiştim. Birkaç yıldır görüşemediğimiz Rayevski’yle söyleşerek ilerliyorduk. Gece bastırdı. Ordu bir ovada konakladı. Burada Kont Paskeviç’e takdim edilmek şerefine ulaştım.

Kont, açık ordugâh ateşinin karşısında oturuyordu. Kurmayı da çevresindeydi. Neşeliydi. Güleryüzle karşıladı beni. Savaş sanatına yabancı bir kimse olarak, seferin yazgısının o sırada belirleneceğinden kuşkum yoktu. Bizim Volhovski de oradaydı. Tepeden tırnağa toz toprak içindeydi. Sakalları uzamış, yüzü kaşık kadar kalmıştı. Yine de eski bir arkadaş olarak benimle iki çift söz etmeye zaman bulabildi. Geçen yıl yaralanan Mihail Puşçin de oradaydı. (22) Şanlı bir arkadaş ve yiğit bir asker olarak seviliyor, saygı görüyordu. Eski ahbaplar çevremi kuşattı. Ne kadar değişmişler… Zaman ne çabuk geçiyor!..

Heu! fugaces, Posthume, Posthume
Labutur anni… (23)

Rayevski’ye dönüp geceyi onun çadırında geçirdim. Gece yarısı korkunç haykırışlarla uyandık. Düşmanın beklenmedik bir baskın yaptığını sanırdınız. Rayevski durumu öğrenip gelmesi için bir adam gönderdi. Meğer iplerini koparan birkaç Tatar atı ordugâhın içinde koşuyor; Müslümanlar da (bizim ordudaki Tatarlara böyle deniyordu) hayvanları yakalamaya çalışıyorlarmış.
Şafakla birlikte ordu ilerlemeye başladı. Ormanlık dağlara yaklaşıyorduk. Dar bir boğaza girdik. Dragonlar kendi aralarında:
”Kardeşlik, aman gözünü aç; tepemize top mermileri düşmesin” diye konuşuyorlardı.
Gerçekten de tam pusuluk bir yerdi burası. Fakat General Burtsov’un hareketiyle oyalanan Türkler bu durumdan yararlanamadılar. Tehlikeli boğazı burnumuz kanamadan geçerek düşman ordugâhına on verst uzaklıktaki Soğanlı tepelerine çıktık.
Burada, hüzün verici bir görünümü vardı doğanın. Hava soğuktu. Dağlar kederli çamlarla örtülüydü. Dere yatakları, çukurlar karla doluydu.

…nec Armeniis in oris,
Amice Valgi, stat glacies iners
Merses per omnes (24)

Yemeği henüz bitirmiş dinlenirken, tüfek sesleri duyuldu. Rayevski bir haberci gönderdi. Türkler öncü müfrezemize ateş açmış. Yabancısı olduğum bu tabloyu seyretmek için Semiçev’le birlikte yola çıktım. Yolda yaralı bir Kazak’a rasladık. Eğerin üzerinde sallanarak oturuyordu. Sararmıştı ve kan içindeydi. İki Kazak destek oluyorlardı ona.
Semiçev:
”Çok Türk var mı?” diye sordu.
İçlerinden biri:
”Domuz sürüsü gibi saldırıyorlar efendimiz” diye karşılık verdi.
Boğazı geçince çarpışmayı gördüm. 200 kadar Kazak, karşımızdaki dağın yamacında bir lav yatağında savaş düzeni almıştı. Tepelerinde de 500 kadar Türk vardı. Kazaklar ağır ağır geriliyorlardı. Türkler ani ataklara kalkarak Kazakların 20 adım ötesine kadar geliyor; nişan alıp ateş ediyor, sonra dörtnala geri çekiliyorlardı. Yüksek sarıkları, kırmızı kaftanları ve atlarının parlak koşumları; mavi üniformalı, gösterişsiz koşum takımlarına sahip Kazaklarla tam bir karşıtlık yaratıyordu. Bizimkilerden 15 kişi yaralanmıştı. Yarbay Basov haberci göndererek imdat istedi. Bu sırada kendisi de ayağından yaralıydı. Kazaklar bozulmak üzereydi. Fakat Basov yeniden atına bindi; komutayı elden bırakmadı. Destek birliği gelip yetişti. Türkler bunu görünce, başı kesilmiş çıplak bir Kazak cesedini dağda bırakarak bir anda gözden yitip gittiler. Kestikleri kafaları İstanbul’a gönderiyorlarmış. Ellerini kana batırıp sancaklarına basıyorlar. Tüfek sesleri kesildi. Ordunun yoldaşı kartallar, dağa doğru süzülerek av kollamaya başladılar. Bu sırada bir generaller ve subaylar kalabalığı göründü. Kont Paskeviç geldi ve Türklerin ardına çekildiği dağa doğru at sürdü. Türkleri, derelerde ve hendeklerde siperlenen 4000 atlı destekliyordu. Dağın tepesinden, bizden sel çukurları ve tepelerle ayrılan Türk ordugâhını görebiliyorduk. Geç vakit döndük. Ordugâha gelince yaralılarımızı görmeye gittim. İçlerinden beş tanesi o gece ve ertesi gün öldüler. Akşam üstü de, aynı gün bir başka çarpışmada yaralanan Osten Saken’i görmeye gittim.
Ordugâh yaşamı çok hoşuma gidiyordu. Sabahleyin bir top atışıyla uyanıyorduk. Çadırda uyumak sağlığa çok yararlı. Öğlen yemeklerinde Asya şaşlığı (25) yiyor, Toros karlarında soğutulmuş İngiliz birası ve şampanya içiyorduk. Çok değişik bir sosyetemiz vardı. Müslüman alaylarının beyleri General Rayevski’nin çadırında toplanır, çevirmen yardımıyla sohbet edilirdi. Ordumuzda, Rus uyruklu Transkafkasya bölgelerinin ve henüz ele geçirilmiş toprakların ahalisinden kimseler de vardı. Bunların arasında Doğu’da şeytana taptıklarına inanılan Yezidiler çok ilgimi çekiyordu. 300 kadar Yezidi ailesi Ararat eteklerinde yaşıyor. Bunlar Rus hükümdarının egemenliğini kabul ettiler. Başkanları kara kalpaklı, kırmızı kaftanlı, çirkin bir adamdı. Ara sıra tüm atlı birliklerinin komutanı General Rayevski’nin çadırına gelirdi selam vererek. Yezidilerin inançları üstüne söylenenlerin doğruluk derecesini öğrenmeye çalıştım. Yezidi başkanı, şeytana tapmak diye bir şeyin aslı astarı olmadığını söyledi. Onlar da Tanrı’nın birliğine inanıyorlarmış. Fakat şeytanın ilençlenmesini de doğrulamıyor, yakışıksız buluyorlarmış. Tanrı’nın merhametine sınır konulamayacağına göre, bugün mutsuz olan şeytan yarın bağışlanabilirmiş. Bu açıklamayı yeterli buldum. Yezidilerin şeytana tapmayışlarına sevindim. Bu konuda düştükleri yanılgı bence pek o kadar önemli değil.
Adamım benden üç gün sonra geldi ordugâha. Düşmanın gözü önünde hareket etmesine karşın herhangi bir vukuat olmadan ilerleyen ağırlık koluyla gelmişti. Not: Savaş süresince, kalabalık ağırlık kolumuzdan tek bir araba bile düşman eline geçmemişti. Ağırlık kolu şaşılacak bir düzen içinde izliyordu orduyu.
17 Haziran sabahı yine silah sesleri duyduk. İki saat sonra Karadağ alayı sekiz Türk sancağıyla birlikte döndü. Albay Frideriks kaya yığınları ardında pusuya yatan düşmanla kapışmış, onu sıkıştırıp püskürtmüştü. Atlı Birliği Komutanı Osman Paşa canını zor kurtarabilmişti.
18 Haziranda ordugâh yeri değiştirildi. 19 Haziran sabahı top bizi uyandırır uyandırmaz bir kaynaşmadır başladı. Generaller görev alanlarına gidiyorlardı. Alaylar sıralandılar. Subaylar birliklerinin başına geçtiler. Ne yana gideceğimi bilemeden, öylece tek başıma kalakalmıştım. Atımı dehledim; kendi haline bıraktım. Yolda karşılaştığım General Burtsov sol kanada çağırdı beni. ”Sol kanat da ne ola ki?” diye düşünerek biraz daha ilerledim. Topları yerleştiren General Muravyev’i gördüm. Az sonra Türk delibaşları ortaya çıktı. Vadide dönmeye başlayarak bizim Kazaklarla karşılıklı ateşe başladılar. Bu sırada düşmanın kalabalık bir yaya birliği dere yatağından ilerliyordu. General Muravyev ateş komutu verdi. mermi, kalabalığın tam ortasına düşmüştü. Türkler kıyılara kaçışıp tümseklerin arkasında gözden yittiler. Kont Paskeviç’i gördüm bu sırada. Kurmayı çevresindeydi. Bizden derin bir hendekle ayrılan Türkler ordumuzu kuşatmaya başlamışlardı. Kont gidip hendeği incelemesi için Puşçin’i görevlendirdi. Puşçin dörtnala uzaklaştı. Onun saldırıya geçtiğini sanan Türkler yaylım ateşine başladılar. Gülüştük. Kont da toplara ateş buyruğu verdi. Burtsov’un beni çağırdığı sol kanatta kıran kırana savaş vardı. Türk süvari birliği de tam karşıdan üzerimize doğru ilerlemeye başladı. Kont, onlara karşı Nijegorod alayının başında General Rayevski’yi gönderdi. Türkler karşı saldırıyı görünce çekildiler. Bizim Tatarlar yaralı Türkleri bir anda soyup tarlanın ortasında çırılçıplak bırakıyorlardı. General Rayevski hendeğin kıyısındaydı. Albay Simoniç onları geri çevirdi.
Çarpışma durdu. Türkler kendi bildiklerince siperlenmek üzere, gözümüzün önünde toprak kazmaya, taş taşımaya başladılar. İlişilmedi. Atlardan inip Tanrı ne verdiyse yemeye başladık. Bu sırada Kont’a birkaç tutsak getirildi. İçlerinden biri çok ağır yaralıydı. Tutsaklar sorguya çekildi. Saat altı sularında ordu yeniden saldırı emri aldı. Türkler yığınakların gerisinde kıpırdanmaya başlamışlardı. Bizi önce top ateşiyle karşılayıp az sonra da çekilmeye başladılar. Atlı kolumuz önden gidiyordu. Dere yatağına inmeye başladık. Atların ayakları altında toprak kopup parçalanıyordu. Atım kazara bir kapaklansa, bütün hafif atlı alayı çiğneyip geçerdi beni. Çok şükür böyle bir şey olmadı. Dağları saran geniş bir yola çıktık. Süvari birliklerimizin tümü dörtnala saldırıya geçti. Kazaklar yol boyunca bırakılan topları kamçılayarak uçup gittiler. Türkler yolun iki kıyısındaki hendeklere sığınıyorlardı. Ateş etmiyorlar ya da en azından, kulaklarımızın dibinden kurşunlar vızıldayarak geçmiyordu artık. Hızlı ve güçlü atlara sahip Tatar alayları en önde gidiyordu. Benim atım da dizginini ağzına kıstırmış uçarcasına ilerliyordu. Onu güçlükle yavaşlatabildim. Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı. Yürüyerek ilerliyordum. Az sonra Rayevski gelip yetişti. Bir kâğıt parçasına Kont Paskeviç’e verilmek üzere bir rapor yazdı. Düşmanın tam bir bozguna uğradığını bildiriyordu. Sonra atını sürüp gitti. Onu uzaktan izliyordum. Gece oldu. Yorgun atım gitgide geriliyor, her adımda tökezliyordu artık. Kont Paskeviç kovalamanın durdurulması buyruğunu verdi. Albay Polyakov’la karşılaştım. Komutasındaki Kazak topçu birliği önemli bir rol oynamıştı o gün. Birlikte, bırakılmış bir köye geldik. Kont Paskeviç de oradaydı. Gece olduğu için kovalamayı bırakmıştı.
Kont’u bir yeraltı evinin damında, ateşin karşısında bulduk. Getirilen tutsakları sorguya çekiyordu. Hemen hemen tüm komutanlar oradaydı. Atların başında Kazak nöbetçiler vardı. Alevler Salvatora-Roza’ya yaraşır bir tabloyu aydınlatıyor, karanlıkta bir dere çağıldıyordu. Bu sırada Kont’a, köyde barut stoklarının gizlendiği, her an bir patlama tehlikesi bulunduğu haberi geldi. Kont, kurmayıyla birlikte damdan ayrıldı. Gecelediğimiz yerden otuz verst ötedeki ordugâhımıza hareket ettik. Süvari müfrezeleri yolları tutmuştu.

Yerimize henüz varmıştık ki, sanki bir göktaşı düşmüşçesine gökyüzü boydan boya aydınlandı ve boğuk bir patlama sesi işittik. On beş dakika önce damında durduğumuz ev havaya uçmuştu. Barut stoku varmış içinde. Savrulan taşlar birkaç Kazağı ezmişti.
İşte o sırada görebildiklerim bunlar oldu. Akşam üstü, aynı gün Erzurum Seraskerinin de bir çarpışmada bozguna uğratıldığını öğrendim. Serasker 30.000 kişilik bir orduyla Hakkı Paşa’ya katılmaya geliyormuş. Yenilince Erzurum’a kaçmış. Ordusu Soğanlı bölgesinde dağılmış, topları ele geçirilmiş, Hakkı Paşa da böylece teke düşürülmüştü. Kont Paskeviç toparlanma fırsatı vermedi ona.

Devamını oku>>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz