Ezilenler, tarih boyunca, sayısız isyan girişiminde bulundu. Bunların pek azı başarıya ulaştı. Ama her bir isyan, insanlara boyun eğdirmenin bir sınırının olduğunu bir kez daha gösterdi. İsyanların büyük çoğunluğunun yenilgiyle ya da başarısızlıkla sonuçlanmış olması, insanlık tarihinde bir yerlerinin bulunmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, ezenler, ezilenlerin isyan etme potansiyelini her zaman hesaba katmak zorunda kaldı. Bugün evrensel kabul edilen insan haklarının her birinin ardında, binlerce yıldır gerçekleştirilen isyanlar var.
Diğer yandan, egemen sınıflara karşı yürütülen mücadelelerin tümü, yenilgi ya da başarısızlıkla sonuçlanmadı. Bunlardan bazıları, toplumsal düzen değişiklikleri yoluyla, daha kalıcı bazı kazanımlara yol açtı.
Egemen sınıflara karşı yürütülen mücadelelerin bir düzen değişikliğiyle sonuçlanması, bazı koşulların varlığına bağlıdır. Yeni bir düzenin kurulmasını mümkün kılacak olan maddi koşullar yoksa, isyancılar, egemen sınıfları devirseler bile, eski düzeni yeniden kurmanın ötesine geçemez.
Feodalizmden kapitalizme geçiş, insanların feodalizmden sıkılmaları nedeniyle değil, feodal düzeni yıkabilecek olan toplumsal güçlerin ortaya çıkmış olması sayesinde gerçekleşti.
Bugünden bakıldığında, yöneticiliğin babadan oğula geçmesinin feodalizm döneminde de akıl dışı sayılması gerektiği düşünülebilir. Ama o dönemde, yalnızca yöneticilerin değil, neredeyse tüm insanların toplumsal konumları soyları tarafından belirleniyordu. En geniş üretici kesim olan köylüler, kendilerine ait olmayan topraklar üzerinde yaşamaya ve üst sınıflar için çalışmaya mahkumdu. İnsanlar, diledikleri yere gidip diledikleri yerde çalışma, diledikleri işi yapma özgürlüğüne sahip değildi. Ezilenlerin neredeyse hiçbir özgürlüğe sahip olmadıkları bir toplumda, yöneticilerin seçimle belirlenmesini istemek çok daha akıl dışıdır. Olsa olsa, tarihte örnekleri de bulunduğu üzere, yalnızca egemen sınıf üyelerinin katıldığı seçim mekanizmaları kurulabilir.
Kapitalizm öncesi dönem, aynı zamanda, insanların çok büyük çoğunluğunun neredeyse mutlak bir bilgisizlik içinde tutulduğu bir dönemdi. Okuryazarlık, devlet yöneticilerinin, memurların ve bazı din adamlarının ayrıcalığıydı. İnsanlığın yazılı birikimi, küçük bir seçkinler topluluğunun tekelindeydi. İletişim ve ulaşım araçlarının da son derece geri olması nedeniyle, kapitalizm öncesi dönemlerin insanları, dünyada olup bitenler bir yana, birkaç yüz kilometre ötede olup bitenlerden bile büyük ölçüde habersiz yaşıyordu. Dünya hakkındaki bilgileri, neredeyse yalnızca, devlet görevlileri ile din adamların aktardıklarından ve gezici tüccarlar ile askerlik yapıp dönebilen oğullarının anlattıklarından ibaretti.
Hiç kuşku yok ki, böylesi bir dönemde, “insanlığın kurtuluşu”, boş bir hayal olmanın ötesine geçemezdi.
Feodalizmin yıkılmasını, sanayi devrimine, makinelerin gelişmesine, fabrikaların kurulmasına ve üretim araçlarının sahipleri olan sınıfın, yani burjuvazinin ortaya çıkmasına borçluyuz.
Burjuvazinin ortaya çıkması ve gelişmesi ise, bir işçi sınıfının varlığını ve büyümesini gerektirir. İşçi, kendisine ait üretim araçları (toprak, iş aletleri, makineler vb.) bulunmayan ya da sahip olduğu üretim araçları yardımıyla üretim yaptığında geçimini sağlayamayan ve çalışma potansiyelini (“emek gücünü”) özgürce satabilecek durumda olan kişidir. Bir başka deyişle, işçi, yaşayabilmek için emek gücünü satmaktan başka çaresi bulunmayan ve emek gücünü dilediği kişiye satmakta özgür olan kişidir.
Avrupa’da, kapitalizmin gelişiminin ilk aşamalarında, fabrikalarda çalışacak kişileri bulmak o kadar da kolay değildi. Emekçilerin büyük bölümü toprağa, daha doğrusu toprak sahiplerine bağlıydı. Tarım dışı üretim faaliyetleri, zanaatçıların lonca tipi örgütlerinin tekelindeydi. İşçi bulmanın zorluğu nedeniyle, ilk kurulan fabrikalarda, ücretlerin yüksek tutulması gerekmişti.
Burjuvazinin başka ihtiyaçları da vardı. Makinelerin ve makine üreten makinelerin gelişmesi, üretimin ölçeğinin büyümesi anlamına geliyordu. Küçük ölçekli üretim yapan zanaatçılara göre, burjuvalar, çok daha büyük pazarların varlığına gereksinim duyuyordu. Ama kapitalizmin ilk aşamalarında, pek çok ülkede, dış gümrük duvarlarının yanı sıra iç gümrük duvarları vardı. Ayrıca, ithalat ve ihracat vergileri belirlenirken, üretim yapan burjuvaların değil, o dönemde henüz burjuvalaşmamış bir sınıf olan tüccarların çıkarları gözetiliyordu.
Burjuvazi, kendi çıkarlarını gözetecek, bunlara uygun yasalar çıkaracak devletlere ihtiyaç duyuyordu. Buna karşın, dönemin devletleri, toprak sahiplerinin, büyük tüccarların ve tefecilerin kontrolü altındaydı. Onların çıkarları, sanayinin gelişmesinden çok, mevcut durumun korunmasındaydı.
Bir başka deyişle, feodalizm, kendi bağrında ortaya çıkmış olan üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bir engele dönüşmüştü.
Bu koşullar altında, burjuvazi, devlet iktidarında pay sahibi olabilmek ve bu yolla kendi çıkarlarını kabul ettirebilmek için, diğer mülk sahibi sınıflarla mücadele etmek zorunda kaldı.
Ama nicel açıdan bakıldığında, çok küçük bir sınıftan söz ediyoruz. Burjuvazi, bu mücadelede, halkın desteğini almak için çaba harcamak zorundaydı. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik”, işte bu nedenle, burjuvazinin sloganı haline geldi.
Burjuvazi, diğer mülk sahibi sınıfların egemenliğini sona erdirmek için, hanedan yönetimlerine karşı cumhuriyeti ve demokrasiyi savundu. İhtiyaç duyduğu büyüklükteki pazarları yaratabilmek ve bunları dış rekabetten koruyabilmek için ulusal birliği savundu, milliyetçiliğin ortaya çıkmasını sağladı. Fabrikalarında çalışacak işçileri bulabilmek için insanların özgürleştirilmesini savundu. İktidara gelebilmek için, kendi çıkarlarını, halkın çoğunluğunun çıkarları olarak sundu. Halkı, siyasal mücadelelere katılan bir güç haline getirdi.
Burjuvazi ile feodal sınıflar arasındaki iktidar mücadelesi, İngiltere’de uzun bir sürece yayılır ve uzlaşmalarla ilerlerken, Fransa’da, feodal sınıfların iktidarlarını paylaşmaya yanaşmamaları nedeniyle, bir devrime yol açtı.
1789 Fransız Devrimi, iktidar mücadelesi yürüten burjuvazinin başarılarından biriydi. Burjuvazinin siyasi temsilcileri, bir halk ayaklanmasına öncülük etme yoluyla, Fransa’da cumhuriyetin ilan edilmesini sağladı.
Burjuvazi, o dönemde, devrimci bir sınıftı. Marx ile Engels, 1848 yılında yayımlanan Komünist Parti Manifestosunda, burjuvazinin devrimci yanlarından övgüyle söz etmişti.
Marksizm, kapitalizm öncesi dönemlere özlem duymaz. İnsanlığın altın çağını geçmişte değil gelecekte arar. Çünkü Marksizm, insanlar arasındaki her tür ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin ortadan kalkmasını hedefler. Kapitalizm öncesi dönemler, insanların biçimsel olarak bile eşit sayılmadığı ve bunun olanaklarının bulunmadığı dönemlerdi. Kapitalizm ise, insanları biçimsel açıdan eşit kılarken onlar arasındaki gerçek eşitsizlikleri geçmişte hiç görülmemiş boyutlara ulaştırmasına karşın, insanların gerçekten eşit olacağı bir döneme geçişin olanaklarını yaratır.
Burjuvazi, bir dünya pazarı yaratarak, kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen olmasını sağladı. İnsanlık, ancak kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğiyle birlikte, bir ortak tarihe sahip olabildi. Yine kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi sayesinde, işçi sınıfı, zaman içinde, dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde, devrim yapabilecek toplumsal güce ulaştı.
Bu süreç düz bir çizgi izlemedi. 1789 Fransız Devriminin ürünü olan cumhuriyet uzun ömürlü olamamış, daha 1804’te imparatorluk ilan edilmiş ve 1815 yılından itibaren Fransa önce büyük toprak sahiplerinin, ardından mali aristokrasinin çıkarlarını temsil eden hanedanların yönetimi altına girmişti. 1830 yılındaki devrimci hareketler, düzen değişikliğine değil, yalnızca bir hanedan değişikliğine yol açmıştı. 1848 yılının başına gelindiğinde, Avrupa’da yeni bir devrim dalgası bekleniyordu. Komünist Parti Manifestosu, bu devrim dalgasının hemen öncesinde kaleme alındı. Marx ile Engels, komünistlerin yeni devrim döneminde ne tür bir politika izlemeleri gerektiğine açıklık kazandırmak istemişti.
Devrimin öncülüğünü burjuvazinin, daha doğrusu onun siyasi temsilcilerinin yapacağı konusunda bir kuşkuları yoktu. İşçi sınıfı, siyaset sahnesine, yine burjuvazi tarafından taşınacaktı. Burjuvazi, bunu yaparken, aynı zamanda, gelecekte kendisini devirecek olan sınıfın siyasal mücadeleyi öğrenmesini sağlayacaktı.
Komünist Parti Manifestosunda, komünistlerin, “her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal koşullara karşı olan her devrimci hareketi” destekleyecekleri belirtilir.[1] Söz konusu “devrimci hareket”lerin çoğu, demokrasi mücadelesi yürüten burjuva hareketleridir. Örneğin:
Almanya’da, Komünist Parti, burjuvazi ortaya devrimci bir şekilde çıkar çıkmaz, mutlak monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvalara karşı burjuvaziyle birlikte mücadele eder.[2]
Buradaki “küçük burjuvalar”, kapitalizmin gelişimine direnç oluşturan zanaatçılar, küçük tüccarlar, dükkan sahipleri vb.’dir.
Komünist Parti Manifestosu’na göre, burjuvazi iktidarı aldıktan sonra, bu kez işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüteceği siyasal iktidar mücadelesi başlayacaktı. Hatta, Almanya özelinde, burjuva devrimi, bir proleter devriminin başlangıcı olacaktı:
Almanya bir burjuva devriminin arifesinde olduğundan ve bu devrimi, 17. yüzyıl İngiltere’sinden ve 18. yüzyıl Fransa’sından farklı olarak, genel olarak Avrupa uygarlığının daha ileri koşulları altında ve çok daha gelişkin bir proletaryayla gerçekleştireceğinden; dolayısıyla da, Alman burjuva devrimi, bir proleter devriminin başlangıcından başka bir şey olamayacağından, komünistler dikkatlerini temel olarak Almanya üzerinde yoğunlaştırır.[3]
Marx ile Engels, işçi sınıfı devriminin bazı nesnel koşullarının bulunduğunu her zaman vurgulamıştı. Bu devrimin gerçekleşebilmesi için, kapitalizmin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaşması gerekiyordu. Marksizmin devrimci yanlarından hoşlanmayanlar, “nesnel koşullar henüz olgunlaş-madı” demeyi pek sever ve bu düşüncelerini desteklemek için Marksizmin kurucularından bolca alıntı yapar. Oysa Marx ile Engels, daha 1848’in başında, Almanya’daki t şçi sınıfı devriminin yakın bir gelecekte gerçekleşeceğini düşünüyordu.
Bu konuda yanılmış oldukları ortada… Buradan, “devrimci iyimserlik her zaman doğru sonuçlar üretmez” türü dersler de çıkarılabilir… Ama en azından, Marx ile Engels’in, işçi sınıfı devrimini, çok uzak bir gelecekte gerçekleşebilecek, güncel mücadelelerle ilgisi bulunmayan bir hedef olarak görmedikleri kesin. Aksine, onlar için, i şçi sınıfı devrimi, güncel mücadeleler üzerinde belirleyici olması gereken hedefti. İleri kapitalist ülkelerde siyasal devrimlerin gerçekleşmesi durumunda, üretici güçlerin o dönemdeki gelişme düzeyinin, sınıfsız topluma ulaşmak için yeterli olacağını düşünüyorlardı.
Benzer şekilde, Marx ile Engels, “aman, burjuvaziyi ya da demokratları ürkütmeyelim, şu aşamada devrimden ya da sosyalizmden söz etmeyelim, gerçek hedeflerimizi mümkün olduğunca gizli tutalım” türü bir düşüncenin tümüyle uza-ğındaydı.
Burjuvazinin desteklendiği bir dönemde bile, komünistlerin işçi sınıfına vermesi gereken mesaj açıktı:
Ama, Alman işçilerinin, burjuvazinin kendi egemenliğiyle birlikte getirmek zorunda olduğu toplumsal ve siyasal koşulların her birini bir silah olarak burjuvaziye yöneltebilmesi, Almanya’daki gerici sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadelenin başlaması için, [Komünist Parti,] işçilere burjuvazi ile proletarya arasındaki düşmanca karşıtlığın olabildiğince açık bir bilincini kazandırmaktan bir an olsun vazgeçmez.[4]
Marksistler, bir miktar daha “akıllıca” davransalar ve gerçek niyetlerini açık edip burjuvaziyi ya da başkalarını ürkütmek yerine, gerçek amaçlarını ulaşmalarının koşulları ortaya çıkana kadar bazı konularda sessiz kalsalar daha doğru olmaz mı?
İnsanlığın kurtuluşunun yolunun ancak komplolarla açılabileceğine inananlar açısından, Marksistler gerçekten de biraz saftır. Dahası, egemen sınıfların ezilenleri komplolarla yönettiği bir düzende, ezilenlerin kurtuluşu için komplo kurmaktan daha meşru ne olabilir?
Sorun şu ki, devrimci bir komplonun başarıya ulaşması, onu gerçekleştirenlerin başlangıçtaki niyetlerinden bağımsız sonuçlara yol açar. “Başarılı” bile olunsa, bu, gizli tutulan “asıl” hedefler doğrultusunda yürütülen mücadelenin değil, somut olarak savunulan hedefler için yürütülen mücadelenin başarısıdır. Dolayısıyla, “başarı”, “asıl” hedeflere ulaşılmasının önündeki bir engele dönüşecektir. Tek amaçları şu ya da bu şekilde iktidara gelmek olanlar açısından, bunun sakıncaları daha az olabilir. Ama eğer hedeflenen şey işçi sınıfının, yani toplumun çoğunluğunun iktidarıysa, komplo-culuk, çoğu zaman, başarısızlığa mahkumdur.
Elbette, komploculuğun hiçbir koşul altında asıl hedeflere ulaşılmasına katkıda bulunamayacağı ileri sürülemez. Tadında bırakılan bir komploculuk, elde edilen iktidarın en hızlı şekilde gerçek bir işçi sınıfı iktidarına dönüştürülmesi koşuluyla, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunabilir… Ne var ki, bunun teorisini yapmaya kalkışmak hayli riskli olacaktır…
Marx ile Engels’in Manifesto’daki yaklaşımı ise şöyleydi:
Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmez. Hedeflerine ancak şimdiye kadarki tüm toplum düzeninin zorla yıkılması yoluyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler.[5]
Komünistler açısından, “görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmeme”yi gerektiren başka nedenler de var. Kapitalizm savunucuları, komünistlerin “asıl niyet”leri konusunda yeterince bol miktarda yalan üretiyor. Komünistlerin bu yalanları kendileri için birer silaha dönüştürmelerinin yolu, gerçek niyetleri hakkında alabildiğine açık olmalarından geçiyor.
Marx’ın ilk devrim modeline dönersek, bunun temel unsurları şöyle sıralanabilir:
1. Avrupa ülkelerinde, burjuvazinin önderlik edeceği devrimler yaşanacaktır.
2. Burjuvazi, bu devrimlerde, işçi sınıfını siyasal mücadele alanına çekecek ve böylece işçi sınıfının siyasal mücadeleyi
öğrenmesini sağlayacaktır.
3. Burjuvazinin iktidara geldiği ülkelerde, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi başlayacaktır.
4. Her ülkenin işçi sınıfı, öncelikle kendi ülkesinde devrim yapma mücadelesi yürütecektir.
5. Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde işçi sınıfı devrimlerinin gerçekleşmesiyle, dünya devriminin yolu açılacaktır.
6. Dünya devrimi, yani işçi sınıfının tüm ülkelerde ya da en azından dünya üzerindeki ülkelerin ağırlıklı bölümünde iktidara gelmesi, sınıfsız topluma giden yolu açacaktır.
7. Sınıfsız toplum, yani komünist toplum, ulusal sınırların, sömürenlerin, ezenlerin olmadığı bir dünya toplumu olacaktır.
Marx’ın bu ilk devrim modeli, sonradan, yazıldığı dönem dikkate alınmadan yapılan eleştirilere konu olabildi. Örneğin, Batı Avrupa’yı merkeze alarak düşündüğü, dünyanın geri kalan bölgelerindeki devrimci dinamikleri yok saydığı iddia edilebildi. Oysa, 1848 yılında, Avrupa ülkelerinin bile çoğu, devrim yapabilecek güçteki işçi sınıflarından yoksundu. O dönemde dünyanın geri kalanından işçi sınıfı devrimleri beklemek, yalnızca hayalcilerin ve kâhinlerin işi olabilirdi.
Diğer yandan, Marx’ın kendisi de, 1848 Devrimleri sonrasında, bu ilk devrim modelinde değişiklikler yaptı. Bunları, izleyen bölümde ele alacağım.
Bu arada, neredeyse herkesin duymuş olduğu üzere, Marksizme göre, “işçilerin vatanı yoktur”. Bir başka deyişle, işçi sınıfının çıkarları, sınırların ortadan kalktığı bir dünyanın kurulmasındadır.
Ama, bir sabah uyandığımızda, sınırların ortadan kalkmış olduğu bir dünyayla karşılaşmamız pek olası değil. O noktaya, ancak, işçi sınıfının dünya ölçeğindeki gücünün, sınırları ortadan kaldırmaya yetecek düzeye ulaşmasıyla varabiliriz.
İşçi sınıfı, bu gücü nasıl oluşturabilir? Ancak, gerçekçi hedefler uğruna mücadele aracılığıyla, somut bazı kazanımlar elde ederek. Farklı ülkelerin işçilerini aynı anda gerçekleşecek bir “dünya devrimi”ne çağırmak, işçi sınıfının önüne gerçekçi bir hedef koymak anlamına gelmeyecektir. Tek bir işkolundaki işçileri ortak hedefler doğrultusunda mücadeleye kazanmak bile hiç kolay değilken, aynı dili konuşmayan işçilerin ulusal sınırları aşan bir ortak mücadele yürütmesi çok daha zordur. Asıl önemlisi, bir “dünya iktidarı” bulunmadığından, onu devirerek dünya devrimini gerçekleştirmek de mümkün değildir.
Dolayısıyla, her ülkenin işçileri, öncelikle kendi ülkelerinde devrim yapmak zorundadır.
“İşçilerin vatanı yoktur” ifadesinin yer aldığı paragrafta da belirtildiği gibi:
İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şeyi onlardan almak mümkün değildir. Proletarya öncelikle siyasal egemenliği ele geçirmek, kendisini ulusal sınıf konumuna yükseltmek, bizzat kendisini ulus olarak kurmak zorunda olduğu sürece, hiçbir şekilde burjuva anlamıyla olmamakla birlikte, henüz kendisi de ulusaldır.[6]
Burada kastedilen, “milliyet”e dayalı bir ulus değil elbette. Ülke ölçeği anlamındaki ulusal ölçekten ve ulusal ölçekte egemen olacak insan topluluğundan söz ediliyor…
1871 yılına gelindiğinde de, Marx’in bu konudaki yaklaşımı değişmemişti. Fransa’da İç Savaşta şunu söylemişti:
Ulusun birliği bozulmayacak, tam tersine Komün Anayasası aracılığıyla örgütlenecekti; kendisini ulusun birliğinin ete kemiğe bürünmüş biçimi gibi gösteren, ama aslında yalnızca, üzerindeki asalak bir ur olduğu ulustan bağımsız ve onun üstünde olmak isteyen devlet iktidarının yok edilmesiyle, ulusun birliği bir gerçekliğe dönüşecekti.[7]
Kaynak: Teorisyeniniz Devrimciydi
21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm
“Karl Marx’in İlk Devrim Modeli” başlıklı bölüm
Notlar
1 -Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, a.g.y., s. 44.
2- a.g.y., s. 44.
3- a.g.y., s. 44.
4- a.g.y., s. 44.
5- a.g.y., s. 44.
6- a.g.y., s. 28.
7- MEW, a.g.y., c. 17, s. 340.