“İnsan, dünyayı tanıyabildiği oranda, kendisini tanır” Ruh Sağlığı – Erich Fromm

erich frommİlkin Freud ile başlıyalım. Çünkü onun bakış açısından ruh “sağlığı” yerinde olan kişi yalnızca ilkel olan insandır. Çünkü ilkel insan, içgüdüsel dürtülerini, bastırma, engelleme (frustration) ve yüceltme gereğini duymadan duyurabilmektedir. (Oysa Freud’un, “ilkel insanın içgüdüsel doyumlarla dolu, kısıtlanmamış bir hayat yaşadığı” yolundaki kanısının romantik bir hayalden başka bir şey olmadığı, çağdaş antropologların saha araştırmalarıyla ortaya çıkmıştır.) Fakat, Freud, tarihî spekülasyonları bir yana bırakıp da, dikkatini çağdaş insanın klinik incelemesine çevirdiği zaman, ilkel insanın ruh sağlığı tartışması bütün önemini yitirir. Uygar insanın bütünüyle sağlıklı ya da hattâ mutlu olamıyacağını kabul etsek bile, Freud, yine de bize, ruh sağlığının ne olduğu hususunda kesin ölçütler (kriterler) vermemektedir. Bu ölçütler, onun evrimsel teorisi, libidonun evrimi ve insanın öteki insanlarla kurduğu ilişkilerin evrimi içinde değerlendirilmelidir.

Libidonun evrimi teorisinde Freud, cinsel dürtü (drive) enerjisinin bir evrim geçirdiğini kabul etmektedir. Bu enerji, ilkin, çocuğun ağız faaliyetlerinde (emme ve ısırma gibi), sonra anal faaliyetlerde (fizyolojik boşalmalarda) toplanır ve kendini gösterir. Beş-altı yaşlannda ise, libido, ilk kez cinsel organlarda yoğunlaşır. Fakat cinsellik bu kadar erken yaşlarda henüz bütünüyle gelişmiş değildir. Altı yaş dolayındaki ilk phallic (erkeklik organı) dönem ile ergenlik (puberte) dönemi arasında, cinsel gelişmenin bir duraklama (bekleme) veya gizlenme (“latency”) dönemine girdiği görülür. Ergenliğin başlamasıyla, libidonun gelişmesi olgunluğa erişir.

Libidonun gelişme süreci, şüphesiz ki, oldukça karmaşık bir yol izler. Bu gelişmede, çocuğun, daha önceki gelişme aşamalarından birine takılıp kalmasına, jenital düzeye ulaştıktan sonra, önceki dönemlerden birine geri dönmesine, ya da jenital olgunluğa tam olarak ulaşamamasına yol açan, aşırı doyum ve aşın doyumsuzluk gibi birçok aksamalar görülebilir. Yetişkin kişi, sonuç olarak, cinsel güçsüzlük (empotans) yahut (eşin bağımlılık ve pasiflik gibi) nörotik karakter özellikleri gösterebilir. Freud’a göre, “sağlıklı” kimse, jenital düzeye, arada gerileme (regressing) yapmadan ulaşan, bir yetişkin hayatı yaşıyabilen, yâni, çalışabilen ve yeterli bir cinsel doyum sağlıyabilen; başka bir deyimle, üretebilen ve üreyebilen kişidir.
Sağlıklı kimsenin başka bir özelliği onun dış ilişkilerinde görülebilir. Yeni doğmuş bebeğin dış ilişkisi yoktur. O, henüz “ilkel bir narsisizm” dönemindedir. Bu dönemin tek hakikati çocuğun bedenî ve zihnî yaşantılarıdır. Çocuğun kavramsal ve duybabasına ve öteki sosyal güçlere başeğmeyi kabul ederek bağımsızlığına kavuşur. Manc’ın özgürlük ve bağımsızlık kavramı ise, kişinin kendini yaratma eyleminde gerçekleşir. Bu konuda Marx şöyle yazmıştır: “İnsan, kendi kendisinin efendisi olup, kendi varlığını yalnız ve yalnız kendisine borçlu olmadıkça, kendisini bağımsız olarak göremez. Başkasının lûtfu altında yaşıyan birisi ise kendisini bağımlı görür. Fakat, ‘ben”, sadece bugününü ve geleceğini değil yaradılışım dahi başka birisine borçlu gördüğü sürece bağımlıdır. Hayat, kişinin kendi yarattığı birşey değilse, onun kendi dışında geçerli bir nedeni olmalıdır.”. Ya da yine Manc’ın dediği gibi, insan “dış dünya ile ilişkilerinde, görerek, koklıyarak, duyarak, tadarak, düşünerek, işiterek ve severek, kısaca, bireyselliğinin bütün duyu ve yeteneklerini kullanarak tam bir insan gibi yaşıyabiliyorsa” işte ancak o zaman bağımsızdır. Bağımsız insan sadece, yaşamın temel gereksemelerinden bağımsız olmakla yetinmez, bir şeyler yapma özgürlüğünü de ister. Mant’a göre, özgürlük ve bağımsızlık, liberal anlamda bir siyasal veya ekonomik özgürlük değil, fakat insanın olumlu yönde kendisini (bireyselliğini) gerçekleştirmesidir. Onun sosyalizm kavramı da, insanın özkişiliğini gerçekleştirmesine hizmet eden bir sosyal düzenden başka bir şey değildir. Şöyle yazıyor bu konuda: “fBu kaba komünizm] iki biçimde ortaya çıkar: Mal, mülk ve mülkiyetin egemenliği öylesine güçlüdür ki, herhangi bir kimsenin özmül kiyeti altında sahip olamıyacağı birşeyi yıkmaya çalışır gibi görünür;  yaratıcılığı ve ona benzeyen başka yetenekleri kuvvet zoruyla ortadan kaldırır. Bu male-mülk, hayatın ve varlığın tek amacı gibi görünür ona. Emekçinin rolü ve görevi, ortadan kaldırılmak şöyle dursun, bütün insanları içine alacak ölçüde genişler. Özel mülkiyet, toplumun hayat dünyasında da aynen geçerlidir. Sonuç olarak, genel “özele-mülk’ün, özel mülkün karşısına çıkma eğilimi biyolojik bir biçimde ifadesini bulur. Tartışma götürmez kesinlikle özel bir mülkiyet biçimi olan evlilik, kadınların ortak mülk sayıldığı kadınlar topluluğuna) karşı çıkarılır. Denebilir ki “kadınlar topluluğu” kavramı, bu kaba ve ilkel komünizmin sırrını açığa vurmaktadır. Kadınların, evlilikten (alınıp, evrensel bir fahişeliğe yerleştirilmesi gibi, bütün varoluş dünyası da (insanın nesnel varoluşu) toplumla bir fuhuş ilişkisine dönüşecektir. Her alandaki insan kişiliğini reddeden bu tür bir komünizm, kendisi aslında bir inkâr olan özel mülkiyetin yegâne mantıkî ifadesidir. Toplumsal bir etken olarak ortaya çıkan evrensel kıskançlık, gerçek yüzünü maske arkasına gizlemiş bir mal-mülk edinme tutkusundan başka bir şey değildir. Özel mülkiyet, her varlığı (değeri X eşit ve ortak bir düzeye indirme sloganı arkasında, daha varlıklı bir özel mülkiyete karşı kışkırtılır. Öyle ki, bir yandan çekememezlik, öte yandan varlık düzeylerinin eşitlenmesi ülküsü, ekonomik yanşma (rekabet) olgusunun özünü oluşturur. Kaba komünizm, öyleyse, bu tür bir çekememezliğin ve yeniden paylaşmanın, önceden saptanmış en düşük bir düzeyde son bulmasıdır. Özel mülkiyetin kaldırılması önerisinin, gerçek bir düzenlemeden ne kadar uzak olduğu, özel mülkiyeti aşmak şöyle dursun, temel ihtiyaçların bile bilincine varmamış, henüz mal-mülk sahibi olmamış bireylerin, kültür ve uygarlık dünyasını reddetme ve böylece yoksulluğun ilkel basitliğine “evet” deme eğiliminde görülebilir. Topluluk (cemaat, community), evrensel bir kapitalist olan topluluğun ve ortak sermayenin sağladığı bir ücret eşitliğinden ve iş-güç olanağından başka bir şey değildir. Bu ilişkinin emek ve sermaye değişkenleri, varsayılmış bir evrenselliğe doğru yüceltilir; emek, herkesin bir iş bulma şartı; sermaye ise, topluluğun kabul edilmiş evrenselliği ve gücü olarak.”
Freud’un bağımsız insanı, anne bağımlılığından kendini kurtarmış bir kişi olduğu halde; Manc’ın bağımsız insanı, doğaya bağımlılıktan kurtulmuş kimsedir. Ancak, bu iki bağımsızlık kavramı arasında önemli bir ayrılık vardır. Freud’un bağımsız insanı, aslında, kendine yeterli bir kişidir. O başkalarına, kendi içgüdüsel arzularına sadece bir doyum sağlama aracı olarak muhtaçtır. Erkek ve kadın birbirlerine muhtaç olduklarından, evlilikteki cinsel doyum karşılıklı bir ilişkidir. Pazar yerindeki alıcı ve satıcının alışveriş amacında birleşmesi gibi, bu ilişki, birincil bir sosyal ilişki değil, ancak ikincil bir sosyal ilişkidir. Manca göreyse insan, ilkin, sosyal bir varlıktır. Onun hemcinslerine duyduğu ihtiyaç, ihtiyaçlarına doyum sağlama arzusundan değil, fakat onun insan oluşundan ve kendisi oluşundadır; o, hemcinsleri ve Doğa ile ilişki kurabildiği oranda ancak bütünüyle bir insan olur.
Bağımsız ve özgür insan, Mantın düşüncesine göre, etkin olan, çevresiyle ilişkiler kurabilen ve üretken bir kimsedir. Hegel ve Goethe’yi olduğu kadar Manc’ı da kuvvetle etkilemiş olan Spinoza, eylem ve eylemsizlik kavramlarının insan olgusunun anlaşılmasında taşıdığı öneme işaret etmiş, aktif ve pasif heyecanlan birbirinden ayırmıştır. Bunlardan ilki (yüreklilik, ceseret ve cömertlik gibi) bireyin kendinde oluşur ve yeterli fikirlerle beslenir, ikinci tur ise, insanı yöneten ve yetersiz, gerçekdışı fikirlere dayanarak insanı koleleştiren heyecanlardır. Bilgi ile heyecan arasındaki bu ilişki, Goethe ve He-gel’in doğru bilginin doğası konusuna verdikleri önem ve ağırlıkla, daha da zenginleşmiştir. Özne ile nesnenin birbirinden ayrı tutulduğu durumlarda güvenilir bilgi edinilemez. Onun için bu ikisinin birliği şarttır. Goethe’nin de dediği gibi, “insan, dünyayı tanıyabildiği oranda, kendisini tanır. O ancak kendi içindeki dünyayı bildiği gibi, dünya içine karıştığı oranda kendisini tanır. Gerçekten öğrenilen her yeni nesne, içimizde yepyeni bir ufuk açar.” Faust adlı eserindeyse Goethe, “her dem çabalayan” insan kavramının olağanüstü bir tanımlamasını yapmıştır. Varlık olgusunun insana yönelttiği soruların doyurucu ve kesin cevabını ne bilgi, ne siyasal iktidar ne de cinsiyet verebilir! Özgür ve üretici insan, yalnız ve yalnız o, kendi hemcinsleriyle birleştiği takdirde, varoluş sorununun doğru cevabını arayıp bulabilir.
Dinamik bir insan kavramına sahip olan Marx şöyle diyor: “İnsanın ihtirasları, onu gayesine götüren ana güçtür.” İnsanın özgücü, onun dünya ile kurduğu ilişkiler süreci içinde gelişir. “Nesne insanın yarattığı ve onun çizgisi olan insancıl ve sosyal bir hedef olduğu zaman, gözümüz gören ve gördüğünü algılayan, insancıl bir göz olur. Böylece, duyular, doğrudan uygulama sırasında, bir teorisyen olma yeteneğini de kazanırlar. Duyular, konu adına konuyla ilişki kurarlar; fakat konunun kendisi de, insan için nesnel ve karşılıklı bir insancıl ilişkidir. İhtiyaç ve haz duyma, böylece, bencil karakterini yitirir ve Doğa, en son yararın insancıl bir yarar hâline gelmesi olgusu karşısında, sırf yararlı olma niteliğini kaybeder. Uygulamada ya da yaşamda, “nesne” insancıl bir yoldan insanla ilişkili ise, “ben” de, ancak o zaman, insancıl bir biçimde kendini o nesneye (şeye) bağlıyabilir.”
Duyularımızın Doğa ile kurdukları üretim ilişkileri içinde gelişmesi ve insancıl duyular hâline dönüşmesi gibi; bizim insanla kurduğumuz ilişkiler de, diyor Marx, ancak sevgiyle insancıl olur. “Gelin, insanın insanla ve onun dünya ile ilişkilerinin insancıl olduğu sayıltısından yola çıkalım. O zaman sevgi ancak sevgiyle, güven de güvenle vb. değiştirilebilir. Sanattan zevk almak istiyorsanız sanat eğitimi görmek ya da bir sanat ortamında yetişmek; insanları etkilemek istoyarsanız, onlar üzerinde gerçekten uyana ve özendirici bir etki yapmak zorunda bulursunuz – kendinizi. insanla ve doğa ile kurduğunuz ilişkilerden her biri, gerçek bireysel hayatınızın ve iradenizin hedefine uygun ve özgün bir ilişki olmak zorundadır. Eğer, kendinizi başkalarına sevdiremeden seviyorsanız, yâni seven bir kişi olarak ortaya çıkışınızla, kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, o zaman aşkınız güçsüz ve talihsiz (hasta) bir aşktır. ”
Tam anlamıyla gelişmiş yâni sağlıklı olan insan, üretici olan, dünya ile içten ilgili olan ve onun uyarılarına cevap veren, güçlü bir kişidir. Bu sağlıklı insan tipine karşılık, Marx, kapitalist sistemde yaşıyan insanın bir portresini de çizer. ‘Yararlı şeylerin gereğinden fazla üretimi, çok sayıda yararsız insan yaratma sonucunu vermektedir”.  Bugünkü sistemde insanın mal ve mülkü artıyor, ama kendi özvarlığı azalıyor. Gerçekten gelişmiş olan insan, hem varlıklı hem de çok şey olan insandır. Sosyalizm, Manca göre, özel mülkiyeti,  ve insanın yabancılaşması olgusunu gereği gibi ortadan kaldırabilen; insan cevherini, insan için ve insanlar arasında yeniden dağıtabilen sistemdir. Bundan dolayı, insanın, sosyal ve gerçekten insanî bir varlık olarak özüne dönüşüdür. O, geçmiş yaşantıların tüm zenginliğini kendi içine sindiren bilinçli bir dönüşümdür. O, insanla Doğa ve insanla insan arasındaki çatışmanın kesin bir uzlaşması ve çözümüdür; varoluş ile öz arasındaki, nesnelleştirme ile kendini gerçekleştirme, özgürlük ile gereklilik, bireyle kendi öztürü arasındaki çatışmanın çözümüdür. Tarih bilmecesinin öyle bir çözümüdür ki, önerisinin bir çözüm yolu olduğunun bilincindedir. “

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz