Yeniden Fethedilen Saraylar – Pablo Neruda

Zengin büyükler beni hiçbir zaman, şehirdeki saraylarına davet etmemiştir. Çok şükür meraklısı da değilimdir. Şili’nin milli sporu, açık artırmalardır. Hafta sonlarında bir sürü insanın, düzenlenen açık artırmalara koşa koşa gittiği görülür.

Zengin evlerinin hepsinin bir başka alınyazısı vardır. Açık artırma, sarayın demir parmaklıklarının satılmasıyla başlar. En çok veren, parmaklığı alır. Geçmişte bu demirler ne benim ne de benim ait olduğum o toplumun içeri girmesine izin vermiştir. Parmaklıklardan sonra sıra evin eşyasına gelir. Koltuklar, kan kırmızısı kristal kadehler, aile tabloları, tabaklar, kaşıklar sahip değiştirir. Şilililer bu saray gibi evlere girmekten, sağa sola dokunup, seyretmekten hoşlanır. Gelenlerden çok azı gerçek alıcıdır. Sonra bina yıkılır. Alıcılar evin gözlerini, yani pencerelerini; boynuzlarını, yani merdivenlerini; ayaklarını, yani taban tahtalarını alır götürür. Bahçedeki palmiyeler bile satılır.

Avrupa’da ise koskocaman eski evler muhafaza edilir. Bu evlerde hâlâ asılı duran ve zamanında himaye gören bir ressamın çizdiği, düşesin çıplak tablolarını seyrederiz. Evin sırlarını görür, insanlarının perukalarına ve yıllar boyu konuşulanları yutmuş olan kumaş kaplı duvarlarına dokunuruz.

Romanya’yı ziyaret etmem için yapılan bir daveti kabul etmiştim. Yazarlar beni ormanların ortasındaki çok güzel bir evde konuk ettiler. Rumen yazarlarına ait bu konuk evi, eski yıllarda çılgın aşk olaylarıyla tanınmış kraliyet ailesinden Carol’a ait bir saraydı. Şimdi ise modern eşyası ve mermer banyolarıyla ülkenin düşünür ve şairlerinin hizmetine verilmişti. Belki de uyuduğum yatak, soylu bir kraliçenin yatağıydı. Sonraki günlerde bana, müze, dinlenme ve tatil evi olarak kullanılan başka sarayları da gösterdiler. Her gittiğim yerde şair Jebeleanu, Beniuc ve Radu Bourreanu bana eşlik ediyordu. Sabahın alacakaranlığında, eski kraliyet sarayının parkındaki yüksek çamların altında hep birlikte, kahkahalarla gülerek, bağırarak şiirler okuduk. Benim için, monarşi ve faşizm dönemlerinin uzun ıstırap yıllarında Rumen şairleri, dünyanın en yürekli ve en neşeli şairleridir. Bu şakacı insanlar, ormanlarla dolu ülkelerinin kuşları kadar Rumen olan, vatan aşkları bir türlü sönmeyen, reformlara öylesine bağlı ve salgın derecesinde hayata âşık bu şairler, benim için üstün kişilerdi. Romanya’da olduğu kadar başka hiçbir yerde böylesine çabuk dostlar kazanmamıştım.

Rumen şairlere, bir başka soylunun sarayına yaptığım ziyareti anlattım. İspanya’da savaşın ortasında Madrid’de Liria Sarayı’nı gezmiştim. Franco, İtalyanların, Kuzey Afrikalıların ve Nazilerin yardımıyla İspanyalıları öldürme görevini başarıyla yerine getirirken, milis askerleri benim 1934 ve 1935 yıllarında Argüelles caddesinden geçerken sık sık gördüğüm o saraya el koymuştu.

Sarayda yaşayan dük ve ailesi, savaş çıkar çıkmaz İngiltere’ye sığınmıştı. Orada da kaldılar. Tabloları ve en değerli eşyalarıyla. Kaçan dükü anlatırken aklıma Çin’den Formoza’ya giden, Konfüçyüs sülalesinin en son kişisi geldi. Yıllar önce ölmüş filozofun kemiklerini, evinin tablolarını ve değerli eşyasını yanına alan bu kimse, Formoza’ya yerleşmiş ve getirdiklerini halka parayla göstermişti.

O günlerde İspanya’dan bütün dünyaya şu haberler yayılmaya başladı: “Kızıllar Alba dükünün tarihi sarayını yağma etti”, “Tahrip etme hırsıyla dolu insanlar”, “Tarihi mücevherleri kurtaralım”

Sarayı gezmeye gittim. Şimdi içeri girmek serbestti. Yağmacı denen insanlar, mavi üniformaları ve tüfekleriyle sarayın kapısını bekliyordu. Onlara içeri girmek istediğimi söyledim. Dikkatle pasaportumu incelediler. Sonunda içeri bırakılacağımı sanarak, salona doğru ilerledim. Bana engel olduklarında irkildim. Kapının önündeki paspasa ayaklarımı silmemiştim. Haklılardı, çünkü yerler pırıl pırıl cilalanmıştı. Dediklerini yaptıktan sonra içeri girdim. Duvarlardaki dikdörtgen boşluklar, buralarda daha önce tabloların asılı olduğunu gösteriyordu. Milis askerleri bana, dükün daha yıllar önce tabloları İngiltere’ye göndermiş olduğunu ve bir bankada muhafaza ettirdiğini anlattılar. Sarayda görülecek pek bir eşya yoktu. En çok ilgimi çekenler, büyük salondaki, dükün avlarında vurduğu çeşitli hayvanların başları ve büyük boynuzlarıydı. Orta yerde, doldurulmuş bir kutup ayısı, iki ayağının üzerinde durmuş, beyaz kollarını açmıştı; dişlerini göstererek gülüyordu. Her sabah fırçaladıkları bu ayı, milis askerlerinin sevgilisiydi.

Tabii beni bu sarayın yatak odaları da ilgilendirdi. Yataklarında birçok Alba’nın bazen korkulu rüyalar görerek, bazen hayaletler tarafından ayaklarının altı gıdıklanarak uyuduğu odaları gezdim. Şimdi ayaklar yoktu, ama bir sürü ayakkabı vardı. Hayatımda böylesine büyük bir ayakkabı koleksiyonu hiç görmemiştim. En son dükün odalara yaptırdığı camlı büyük dolapların rafları binlerce ayakkabıyla doluydu. En üst raflardaki ayakkabılara ulaşmak için de, özel merdivenler vardı. En çok hoşuma giden, sarı ve siyah çizmeler oldu. Bazıları kumaş ya da sedef düğmelerle süslüydü. Dolaplar; çizmeler, ayakkabılar, sandaletler ve terliklerle doluydu. Kapıları açılsa hepsi Londra’ya gitmiş düklerinin peşinden koşacak gibi duruyordu. Bu ender koleksiyonu seyretmek yalnızca gözler için bir ziyafetti; bir böceğin bile ayakkabılara dokunmasına, omzunda tüfeğiyle peşimden gelen milis askeri kesinlikle izin vermezdi. “Kültür,” dedi. “Tarih,” dedi. Somosierra’nın tepelerinde karlar ve çamurlar içinde doğmuş ve şimdi faşizme “Dur” demeye çalışan bu insana baktım.

Düşesin banyo odasında heyecanlandırıcı şeyler görürüm sandım. Evdeki bazı tablolar beni böyle düşündürmüştü. Örneğin, Goya’nın çizdiği yatan kadın tablosu. Reformcu ressam kadının meme uçlarını birbirine o kadar uzak çizmişti ki, elimde olmadan onun bu aralığı öpücüklerden oluşan bir kolyeyle doldurmuş olabileceğini düşündüm. Yanılmıştım. Beyaz ayıdan ve ayakkabılarla çizmeler koleksiyonundan sonra bir tanrıça banyosu yerine, beğeni yoksunu fayanslar, mermerler, küçük lambalar ve dolaplarla doldurulmuş, yalnızca Amerikan filmlerinde görülebilecek çirkinlikte bir banyo odasıyla karşılaştım.

Hayal kırıklığına uğramış çıkmaya hazırlanırken, milis askerlerinin bir davetiyle neşem yerine geldi. Öğle yemeğine kalmamı istiyorlardı. Birlikte aşağıdaki mutfağa indik. Dükle birlikte burada yaşamış olan kırk kadar uşak, aşçı, bahçıvan, temizlikçi kadın şimdi kendilerine ve sarayı koruyan milis askerlerine yemek pişirmekteydi. Ben o gün öğle yemeğinde onların onur konuğu oldum. Aralarında usul usul konuştuktan sonra ortaya bir şarap şişesi çıkardılar. Yüz yıllık bir Lacrimae Christi şarabıydı. Şişeden sadece birkaç yudum içmeme izin verdiler. İçeni baştan çıkartan bal ve ateş karışımı bir şaraptı. Alba dükünün bu gözyaşlarını kolay kolay unutamam.

Bir hafta sonra sarayın üzerinde bombalar patladı. Yükselen dumanları evimin balkonundan gördüm. Sarayın son saatlerini yaşamıştım.

“Aynı gün öğleden sonra, hâlâ dumanlar çıkan enkaza gittim,” diye anlattım, beni dinleyen Rumen yazarlara. “Orada işittiklerim beni kalbimden yaraladı. Cesur milis askerleri, patlayan bombalar ve her yanı saran ateşin arasından beyaz ayıdan başka bir şey kurtaramamışlardı. Bunu yaparken bile hayatlarını tehlikeye atmışlardı. Büyük salonun tahtaları yanar, tavanı çökerken, doldurulmuş hayvanı dışarı çıkarmaya uğraşmışlardı. Onu son defa görüyordum, saray bahçesinin çimenleri üzerinde. Beyaz kollarını uzatmış, ölüme gülüyordu.”

Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz