Yaratıcılık ve Eleştiri – Zahit Atam


(*)
Giderek sinema eleştirmenleri bir düşün adamından uzaklaşıp, kızmasınlar ama birer Gurmeye dönüşüyor. Sanat ise insanın midesini değil, ruhunu ve beynini besliyor. Bu ters ilişki ülkemizde bir gerilime dönüşüyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, sanatçıların ensesinde bir de AKP ve gericilerin tehditleri, gücü elinde bulundurmanın verdiği saldırganlıkla sanatı ehlileştirme ve aptalca “ıslah etme” çabaları birleşince sanatçı ülkemizde kendini anlamsız bir gerilim-tehdit-güvensizlik üçgeninde buluyor.
Avrupa’da 20. yüzyılın ilk döneminde şöyle yaygın bir söylem vardı; eleştirmenler kendi sanat dallarında başarılı olamayan sanatçı adaylarıdır. Bu düşünce Rus toprağında da vardı. Ama bizzat sanat tarihi gerçekten önemli eleştirmenlerin bilinen basit eleştiriyle kendini sınırlamadığını, zaman içinde diğer sanat dallarına eğildiğini, giderek bir kuramcı kimliğine büründüğünü bilir. Tarihsel kesit aşıldığında, dönemin nefesinin ise bu tip eleştirmen-kuramcı-ve düşünürlerde işitildiğini de biliyoruz. Örneğin 19. yüzyıl için Belinski (Rusya), yirminci yüzyılın ilk yarısı için Walter Benjamin (Almanya), hemen ikinci savaş sonrası için Andre Bazin (Fransa) böyle insanlardı. Çok büyük saygınlık elde ettiler; kimi kendi dönemlerinin sanatçılarından bile daha derinlikli duyarlılıkların ve derin görü ve içgörülerin taşıyıcıları oldular.
Bu açıdan ise bizim toprağımız özel olarak bereketsizdi. Sanatının eksikliğinin yanında düşünür eleştirmeni-ve kuramcısı hep eksik kaldı. Bu eleştirmenlerin çoğu hayatları boyunca sanatın mutfağına hiç girmeyen insanlardı aynı zamanda. Ülkemizin basiretsizlik ve kültürsüzlük toprağı olduğunu hatırlatan önemli verilerdendir bu.
Aynı zamanda sanatçının en uygun dalı ve en uygun eserlere yönelmesinin de rolü vardır. Örneğin İngiltere’den John Berger’i düşünelim. Sanatta ilk pratiği resimdi, durmada desenler çiziyordu hemen ikinci savaş sonrasının İngiltere’sinde. İngiliz ressamlarının kendilerinden bildikleri bir isimdi. Ama Berger kendinde bu yaratıcılığın izlerinin yetersiz olduğunu keşfettiğinde, sanat tarihine, görsel olana, resim tarihine eğildiğinde, deyim yerindeyse Batı Avrupa tarihini sarsacak denli önemli kitaplar yayınladı. Orta yaşlarına geldiğinde keşfettiği şey kendisinin bir ressamdan çok daha fazla hikâye-anlatıcısı (storyteller) olduğuydu. Art arda romanlar yazmaya başladı, Türkiye’de genelde bilinir bu yönü, yirminci yüzyılın en önemli romancılarından birisiydi. Yıllar geçtikten sonra ise artık romandan öte bilgeliğin ve insani duyarlılığın anlatıcısı olmaya başladı. Bir tür meselciye dönüştü. Eğer Berger resimde diretseydi, insanlığın evrensel kültüründe ve ortak belleğinde bu yerini elde etmesi mümkün değildi. Sanatın doğurgan yapısı, sanatçının zaman içinde keşfi ve kendini bulması sürekli bir arayışın sonucudur. Bazıları büyük yolculuklara çıkacak gücü kendinde bulur, bazıları ise giderek huysuz ihtiyar gibi gelene gidene oturduğu yerden işin esası diye başlayarak herkese atıp tutar. İmajının kendi kalemini aşması için çabalar durur. Bazıları ise imajın ötesindeki ruh kardeşlerini arar.
Ruh kardeşi deyince bizim Nuri Bilge Ceylan’ın yıllardır sanat tarihinde söylenen bir sözü benimsemesi aklıma geliyor; bir yönetmenin kendi ruh kardeşlerine yazdığı bir mektuptur film yapmak diye. Bunun gerçekten doğru bir tarafı vardır, ama gelin görün ki bizim insanlarımızın kaç tanesi kendi ruhunun derinliklerinde yatanı keşfedebilecek, sarih bir şekilde görebilecek kadar kendisiyle yüzleşebilmektedir ki? Bu açıdan filmlerin kendisinden öte bilip bilmeden bu filmler hakkında atıp tutmak hakikaten bir entel işi olup çıktı bu ülkede. Sanatçıların eserlerinin derinlikleri ve samimiliklerini es geçip, gerçekte bilmedikleri sinema tarihinden birçok örneği vererek, şu anda başta Avrupa olmak üzere, dünya genelinde Türkiye Sinemasına yönelik ilgiyi bir moda, bir egzotiklik eğilimi olarak gören yaklaşım ağırlığını hissettiriyor. Orta sınıf olmak için can atan, kendinde yaratacak gücü olmayan, entel işi laf kalabalıklarında kendilerini bulan insanlar için pek yavan da olsa genel bir eğilim olmaya başladı. Bu açıdan Türkiye Sinema tarihinde anlamlı bir yeri olan Ömer Kavur’un 1980’lerin sonlarında söylediği “Türkiye’de eleştiri kurumu sinema sanatımızın gerisinde kalmıştır” sözüne okuduğumdan beri hep inandım, bugünde bütün kalbimle inanıyorum. Dahası Türkiye’de eleştirileri görünce bunu sürekli olarak teyit ediyorum. Sanatsal ifademiz düşünsel arkaplanlarımızı ezecek düzeyde gelişmiş durumda. Aslında sanatçılarımız gelişirken, düşünsel hayatımız giderek gerilediği için aradaki fark da bir uçuruma doğru dönüşüyor. Giderek sinema eleştirmenleri bir düşün adamından uzaklaşıp, kızmasınlar ama birer Gurmeye dönüşüyor. Sanat ise insanın midesini değil, ruhunu ve beynini besliyor. Bu ters ilişki ülkemizde bir gerilime dönüşüyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, sanatçıların ensesinde bir de AKP ve gericilerin tehditleri, gücü elinde bulundurmanın verdiği saldırganlıkla sanatı ehlileştirme ve aptalca “ıslah etme” çabaları birleşince sanatçı ülkemizde kendini anlamsız bir gerilim-tehdit-güvensizlik üçgeninde buluyor.

(*) Zahit Atam’ın 26 Temmuz 2009 Tarihinde Birgün Gazetesi’nde Yayınlanan Yazısıdır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz