Tezer Özlü’nün 1982’de yaptığı Peter Weiss söyleşi: “Ben bu kentin yitik bir çocuğuyum.”

Peter Weiss1982 yılı Bremen Edebiyat Ödülü Peter Weiss’a verildi. Bu, Federal Almanya’da verilen en önemli edebiyat ödülü. Yirmi yıla yakın bir süredir okuduğum ve Alman yazının savaş sonrası yazarları içinde en sevdiğim bu büyük yazarı tanımak ve onunla Milliyet Sanat Dergisi okurları adına konuşmak için Berlin’den Bremen’e gitmek ne büyük bir olanak. Sabah saat altıda Berlin Tegel Havaalanı’na gitmek üzere sakağa çıktığımda, Kurfürstendamm üzerindeki durakta benden başka otobüs bekleyen, başörtülü, şişman bir de Anadolu kadını var. Hava nemli ve karanlık. Uçak, saat dokuza doğru Bremen’e inerken, ortalık biraz aydınlandı. Ama o biraz aydınlık, gün boyu hiç tam aydınlığa dönüşmedi. Peter Weiss, istasyon karşısındaki Columbus Otel’de kalacaktı. Onunla görüşebilmek için, aynı otelde bir oda tuttum. Büyük görkemli bir otel. Tam karşısında kentin kırmızı tuğlalarla örülmüş, büyük tren istasyonu yer alıyor. Resepsiyona, Peter Weiss gelince bana haber vermelerini söyledim ve hemen bir iki saat uyudum.

Kente çıktığımda, hiçbir yerde Peter Weiss ile ilgili afiş görmedim. Yalnız büyük bir kitapçının vitrininde bütün yapıtları dizilmiş, son üç ciltlik romanı “Asthetik des Widerstandes” (diremenin estetiği) üzerine “Bremen 1982 Edebiyat Ödülü” yazılmıştı. Burası bir liman kenti. Ben üç saat yürüdüm, ama ne denize giden kanalları, ne de gemileri gördüm. Ancak kent, ,Almanya’dan çok Hollanda’yı andırıyor. Dar yollar, küçük, iyi restore edilmiş yapılar, eski alanlar, sarı, mavi, mor boyanmış, küçük pahalı, küçük pencereli, önleri balkonlu yapılar… Genişlikleri 50 santimi geçmeyen geçitlerden yürüdüm. “Avluların ardı” adı verilmiş büyük bir bahçeye girdim. Burada birçok “grup” ve seramik atölyesi yer alıyor; avlu kış gününün rüzgâr ve yağmuruyla yıpranmış ağaç ve bitkilerle dolu, merdivenler tahta balkonlara çıkıyor. Cadde ve sokak adları bile Hollandacayı düşündürüyor.

Öğleden sonra otele döndüm. Okudum. Hiç kimseyi tanımadığım bu kentte, bir ara, acaba Peter Weiss gelecek mi, gelmeyecek mi, diye düşündüm. Saat beşe doğru onun geldiğini öğrendim. Telefon ettim. Kısa bir süre sonra otelin büyük giriş salonunda gazeteciler fotoğrafını çekerken onu fotoğraflarından tanıdığım gibi buldum.

Peter Weiss 1916 doğumlu. Berlin yakınlarında nowawes’de doğmuş. Uzun boylu, incecik bir adam. Koyu gri bir takım elbise, lacivert gömlek, siyah “V” yakalı bir kazak giymiş. Kısacık siyah saçları az kırlaşmış. Sarı metal çerçeveli gözlüğü ve saatinden başka hiçbir şey takmamış. 66 değil de, en çok 46 yaşında gibi. Sade, mütevazi, insancıl, dimdik bir kişi. Pipo içiyor. Alman gazetecilerinde sonra, salonun küçük bir özel bölümünde konuşmaya başlıyoruz.

( Peter Weiss çocukluğunu Bremen’de geçirmiş. 1934’de Londra üzerinden Prag’a göçmek zorunda kalmış ve 1936–1938 yıllarında Prag Sanat Akademisi’nde okumuş.1939’da ailesi ile birlikte İsveç’e göçmüş. Bilindiği gibi Peter Weiss ve ailesi, Auschwitz toplama kampına gönderilecek Museviler listesinde yer alıyordu. 1954’te İsveç vatandaşlığına geçen Weiss, 1948’den bu yana Stockholm’de yaşıyor. Ressam. Film de yapmış.)

Peter Weiss

Görünüşünüz Almandan çok bir Türk’ü anımsatıyor!

Babam balkan ülkelerinden, Macar Yahudi’si. Türk’e benzemem Balkan kökenli olmamdan gelebilir.

Siz edebiyat dışında resim de yaptınız, film de yönettiniz. Şimdi bu uğraşlardan hangisini sürdürüyorsunuz?

İnsanın bir tek yaşamı var.her şeye yetişemiyor. Film de çekmiyorum. Yalnız edebiyat. Sanat eskiden burjuvalara erişirdi yalnız. İlkin feodal sınıfa, sonra burjuvaziye. Ama sanat, insanın ürünüdür belli bir süre belli bir sınıfın elinde kalsa bile.

Her yazarın en çok sevdiği bir yapıtı bulunur. Sizinki?

“Asthetik des Widerstandes”. Bu benim başyapıtım. Bu roman için on yıl çalıştım. Ama insanın en son çalışması da yüreğine en yakın çalışması oluyor. Şimdilerde İsveç Kraliyet Tiyatrosu’nda rejisini de üslendiğim oyun “Der neue Prozess” (Yeni Süreç) bu. Pazar ve pazartesi prova olmadığı için Bremen’e gelebildim.

Bu oyun benim en kişisel oyunum. Diğer tiyatro eserlerim gibi belgesel değil. Tabii politik. Ama var olmanın (dünyanın) kişisel sorununu irdeleyen bir oyun. Kişisel derken “ben”in sorunlarını kastetmiyorum. Dünyanın varoluşundan bu yana, dünyamızda yaşayan insanlar hiçbir dönemde bugünkü kadar büyük bir tehdit karşısında kalmamışlardı. Bu tehlikeyi anlatıyorum son oyunumda.

Almanya’yı terk ediş nedeninizi biliyoruz. Ya dönmeyişinizin nedenleri?

Öyle pek elle tutulacak nedenler yok. 1930’larda Almanya’dan sürgüne gidenler, genellikle1945, 1947 yıllarında geri döndüler. Benim yurt dışındaki gelişmem bambaşka oldu. Faşizm her şeyi damgalamıştı. Almancadan bile nefret ettim. Ne duymak, ne konuşmak istedim. Yurt dışında yeni yeni dostlar edindim. İnsanın dostları neredeyse, vatanı orası oluyor. Türkiye’ye gelmiş olsaydım, eminim orada da yakın dostlarım olurdu.

Ancak taa 1960’larda yeniden Almanya ile bağ kurdum. Ve her iki Almanya ile. Ama hangi Almanya’yı seçecektim? İkisinde de olmamak istedim. Çünkü bu durumda ikisini de karşılaştırabiliyorum. Almanya’da olmayışımın en önemli sorunu, dilimi yaşar tutabilmek. Ama bu sorunu da çözümlüyor insan. Benim için artık vatan olarak Almanya yok. Biz artık “uluslararası” olduk. Ve göç olayının en büyük kazancı “uluslararası” olduk. Dediğim gibi, dostlarımın olduğu yer, benim vatanım: İsveç, İtalya, İspanya nerede çalışabiliyorsak, vatan orası. Böyle insanlar dünyanın her yerinde var. Örneği Erich Fried, hep İngiltere’de kaldı. İnsan ailesinin kesildiği bir ülkeye bir daha dönemez. Bu insanın kanına işler.

En sevdiğiniz yazar?

Neruda. Hem şiirleri, hem ”yaşadığımı itiraf ediyorum”. (Weiss bu soruyu hiç duraksamadan yanıtladı.)

Bir tutukevine gitseniz hangi kitapları yanınıza almak isterdiniz?

Brecht’in şiirlerini. Gramsci’yi. Rosa Luxemburg’u. Stendhal’ın “Kızıl ve Kara”sını, “Parma Manastırı”nı ve Dante’nin “İlahi Komedya”sını.

Türk yazınını biliyor musunuz?

Ne yazık ki bir şey söyleyecek kadar bilmiyorum. Türk yazının büyük bir soluk olduğunu, özellikle şiirini, biliyorum. Ama Nazım Hikmet’ten başka yazar okumadım. Vietnam’a gittiğimde orada Too Hu diye bir ozanın şiirleriyle karşılaştım. Olağanüstü şiirler. Eminim türkiye’ye gelseydim, böyle büyük ozanlarla karşılaşırdım, severdim. Türk yazınının yeterli çevirileri yok.

“Salozun Mavalı” ve “Marat/Sade’ın Türkiye’de başarıyla ve yinelenerek oynandığını biliyorsunuz tabii.

Biliyorum. Çevirmeni Can Yücel ile de yazışmamız oldu.

Ya Türk sineması?

Sürü’yü izledim. Olağanüstü bir film. Çok sevdim. Artık uzun seyahatler yapamıyorum. Ama bir gün türkiye’ye gelirsem, Bergama, Selçuk, Efes yöresini çok gezmek istiyorum.

İki Almanya ile bağınızı biraz daha anlatır mısınız?

Faşizmin ezilmesi süreci Federal Almanya’da yeterince gerçekleştirilemedi. Federal Almanya’da apolitize edilmiş iki kuşak yetişti. Oysa Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde bu süreç çok güçlükle gerçekleştiriliyor. Oyunlarımın tümü Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde sahnelendi. Kitaplarımda basıldı, “Estetiğin Direnişi” Nisan ayında orada da çıkmış olacak.

“Estetiğin Direnişi”nde oldukça güç bir anlatım kullandınız. Bu konuda ne dersiniz?

Güç olabilir. Ama aşılması olanaksız değildir. Her insanın her şeyi kavrayabilecek yaratılışta olduğundan hareket ediyorum. Pécasso’da devrimi kendi yapıtları ile gerçekleştirmiştir. Sanat bir işçiliktir. Tıpkı bir marangozun iyi bir sandalye yapması gibi. Brecht ne der: “işçi için hiçbir şey yeterince güç değildir”. Bu unutulmaması gereken bir gerçek.

Bu kitap, benim kendi gelişimimdir. İnsanın verimi, ona armağan edilmez. Yeniden başlamak gereklidir. Yalnız içerik yönünden değil, biçimde de yeniden başlamak gerekir.

Bu romanınız başka hangi ülkelerde yayınlandı?

İsveç’te yayınlandı. Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca çevirileri de yapılmakta.

İsveç’te yaşayan Türk dostlarım, oranın dinamizmden yoksun bir ülke olduğunu söylüyorlar. Siz böyle bir duyguya kapılmadınız mı?

İsveç bir kırsal kesim toplumudur. Kent yaşamı henüz üç kuşak önce başlamıştır. Orada savaş sırasında tarım işçisi olarak çalıştım. 1950’lerde halk okullarında öğretmenlik yaptım. Tutuklularla, toplum dışına itilmiş insanlarla çalıştım. Bilemezsin böylesi insanlardan ne denli güçlü inisiyatifler geliyor. Sonra bu konuları film çalışmalarımda yansıttım. İnsanın şahsen yaşadığı olaylar, sanat yapıtlarından daha önemli. Dediğim gibi, çalışabildiği ülkeyi önemsiyor insan.

Tartışmalı Nobel Ödülü için ne dersiniz?

Nobel Ödülü komitesinin iki kanadı vardır: ilericiler ve tutucular. Çoğunlukla tutucular baskın çıkar. Tabii İsveç büyük sanayisi de etkindir. Bu büyük sanayi hangi ülke ile alışveriş yapacaksa, o ülke yazarına da verilir. Böyle kurumlaşmış bir edebiyat ödülünde, bu durumlar kaçınılmaz gerçeklerdir.

OKUMA SALONUNDA

Glocke salonu, eski alanın ortasında, 600 kişilik bir salon. Girişte Peter Weiss’ın bütün yapıtları satılıyor. Salona girmek için bilet kalmamış. İzleyicilerin çoğunluğunu gençler oluşturuyor. Ama 80 yaşına yaklaşmış yada geçmişlerde var. Ben, “Türkiye Yazarlar Sendikası” kartımı gösterip basına ayrılmış ikinci sıraya oturuyorum. Bir düre sonra Weiss, Türkiye’de “Oppenheimer Olayı” adlı oyunuyla tanınan Kipphardt ile geliyor. Jüri üyelerinden Alman dili profesörü Emmerich, onu sahneye çağırıyor. Üstten açılan, orta büyüklükte kahverengi çantasıyla sahneye çıkıyor. Çantayı açarken, “çanta kitap dolu değil, korkmayın. Hepsini okumayacağım” diyor. Ödül kazanan romanı ”Direnmenin Estetiği”nden bölümler okuyor.elli dakika kadar sürüyor bu. Saat 21 de okuma bitiyor. Tartışma bölümünde prof. Emmrich ve Kipphardt da onun yanında oturuyorlar.

İlk soru yöneltildiğinde, Weiss, Kipphardt ve Emmerich’e soruyor:

“siz mi yanıtlayacaksınız, ben mi?”

Gerçek bir işçi kadar alçak gönüllü. Yanıtlarından Milliyet Sanat okuruna aktarmak istediklerimi not ediyorum:

……………………………………

Bu kitap büyük bir epik çalışma. Bütün deneylerimi topladığım bir çalışma. Göç olgusunu yaşayan, ülkesini terk etmek zorunda kalan insanın tüm deneylerini. Çünkü göçen insan, kendi toplumsal sınıfından atılır. Başka sınıfa geçer. Proletarya sınıfına yaklaşır. Sürgüne çıkan, proletarya sınıfına girer. Artık kendi toplumunda sahip olduğu bütün haklarını yitirmiştir. O artık, özellikle haklarında yoksun bir insandır. Sürgünü bilen, bu duyguları çok iyi bilir. O, yaşamda kalmak için her şeyi yapar. Tıpkı bir Gastarbeiter (yabancı işçi) gibidir.

“Bu kitap düşünülmüş bir kitap, ama gerçek aynı zamanda.
Sürgüne giden insanın gerçeği nedir? O insan sürgünde nasıl değerlendirilecektir? Geçmişine göre mi, yoksa şimdiki durumuna göre mi?”

“İnsan, yazar olarak, söylemek isteyeceğini uygulayacağı biçimleri arar. Ben bu kitabı bir blok gibi biçimledim. Baskısı bile bir kerpiç tuğla gibi. Gri. Resimsiz. Çekici değil. Picasso’nun Guernica’sim bilirsiniz. O da anlaşılması güç bir yapıttır. Bu kitap okurdan büyük çaba bekler. Ama insan, yazar olarak da kendinden çok çaba bekler. Bu, okuru küçümseme değil, aksi¬ne yüceltmektir. Böylece okur, yazar ile aynı düzeye getirilir. Ben bunu böyle anlıyorum. Okur, yazar düzeyindedir. Brecht: ‘Her insan, en büyük çelişkileri kavrayacak yaratılıştadır’ der.”

“Bu kitap boyunca bir tek umut örülmüştür: Birlik. Çünkü Yalta Konferansı’ndan sonra, halklar gözetilmeden dünya bölünmüştür. Ben bu bölünmeye 40 yıllık bir süreçten sonra bakıyorum ‘Birlik’ umuduyla.”
“Her yazar yapıtına kendi deneyimlerini de koyar. Kendini ne denli güçle koyarsa, o denli inandırıcı olabilir. Sorun, ezilmek ve cehaletten kurtulma, bu iki olguyu yeryüzünden kaldırmanın sorunudur. Kültürü herkese maletmek sorunudur. İşte direnç budur.”

Ödül töreni, Belediye Sarayı’nın klasik, görkemli salonunda yapılıyor; yedi yüz kişinin doldurduğu salonda izleyicilerin birçoğu ayakta kalıyor.
Kültür Senatörü Werner Franke’nin konuşmasından sonra, Christof Meckel, Peter Weiss üzerine konuşuyor. Sonra Rudolf-Alexander-Schröder Vakfı’nm ödülü, vakıf başkanı tarafından Peter Weiss’a sunuluyor. Weiss, kürsüde çok kısa, çok yalın, çok yürekten birkaç cümle söylüyor:

“Ben bu kentin yitik bir çocuğuyum. Bundan elli yıl önce, bu Belediye Sarayı’nın altında durur, bu görkemli yapıya bakardım. Yapının üzerindeki heykeller, sokakta gezinen bir çocuk iolarak bana bir tehdit gibi gelirdi. Bu kent, çalışmalarımın te- melini oluşturur. Yürümeyi, konuşmayı bu kentte öğrendim. İlk insan ilişkilerini bu kentte tanıdım. Toplumda sınıfların var olduğunu bu kentte gördüm. Babamın işlerinin iyi yürüdüğü dönemlerde, bizim oturduğumuz bulvar, fakir mahallelerinden çok farklıydı. Bu kentte algıladıklarım beni düşünmeye itti. Resimlerimde işlediğim her konu, bu kentin bende uyandırdığı izlenimlerle doludur. Şimdi, bu kentte dolaşırken, bu yeni mimari gerisinde eski görüntüleri arıyorum. İnsanın çocukken algıladıkları, daha sonraki yaratmasının temelini ¡oluşturuyor. İnsan kökü ile birlikte yaşıyor. Kökünden kesilip Satılsa ne korkunç olur!”

Peter Weiss, Hamburg’dan 18 uçağı ile Stockholm’e dönüyor. Bugün Kraliyet Tiyatrosu’nda provaları var. Ben de hiç ¡zaman geçirmeden, bu satırları yazıyorum. Onu saygı, sevgi ve dostlukla anarak.

Milliyet Sanat, 1 Mart 1982

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz