Virginia Woolf: Zekâ ve Duyarlılığını Bilinç Akışına Yönelten Titiz Anlatımcı – Tomris Uyar

Virginia WoolfZaman… Elimizden kaçan, kayan yaşam… Büyük bir yaşama sevgisi, insan onuruna duyulan inanç ve bu tartışmasız gerçeğin bir yerinde düz bir olay olarak ölüm… 

Virginia Woolf, 1941’de Sussex’te bir ırmakta intihar ettiğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın zorbalıklarına, kıyımına katlanamadığı konusunda birleşildi, verdiği edebiyat savaşına katlanamadığı düşünülmedi hiç.

Virginia Woolf, akıcı, şiirsel, atak anlatımıyla yüzyılımız romanını soluklandıran, yeni alanlara süren bir yazar. “Çağdaş” sıfatını yalnızca çağda yaşamaktan ötürü kazanmamış, hak etmiş; bileğinin gücüyle koparıp almış bir yazar. Onun, yaşamı boyunca yüzyılın karmaşıklığına, değişkenliğine uygun düşen bir ivedilik, bir anlatım yoğunluğu ardından koştuğunu, görüyoruz. Psikolojideki, biyolojideki yeni açılımlar, yeni bulgular bir sığınak değil onun gözünde. Yaşamı, “yarı saydam bir zarf” olarak görüyor, o yüzden de “bizden kaçıyor yaşam” diyor ve bu kaypak yaşamı kavrayabilmek, somutlayabilmek için zekâsını ve duyarlığını seferber ediyor. Onda, bilim ve düşün alanındaki her yeniliğe, her gelişmeye açık bir kafa, dinmek bilmeyen bir araştırma tutkusu, gerçeği didik didik etme kaygısı, duygudan ürkmeyen bir zekâ var. Titiz, soylu, duyarlıklı bir anlatıcı.

Woolf’u bilinç akışı romancıları arasına katabiliriz, ama gönül erinciyle değil. Belli bilinç akışı yöntemlerini kullandığını söylemek, sanırım daha doğru olur. Woolf, zihne doluşan izlenimleri kâğıda dökmeyi amaçlamaz, “ikincil düşgücü”yle bu izlenimleri belli bir düzen ve sıra içinde yeniden yaratmak ister. Joyce’un değerlerden bütün bütüne sıyrılma çabasına da yabancıdır, değerleri araştırmaktan yanadır. “İnsan zihninin yaşamı ve başka başka kişiliklerin karşılıklı etkilenişleri: Yatay olarak bir zaman-mekân ilişkisinde dikey olarak da, mekân zaman sınırlarının artık var olmadığı bir psikolojik yansıtma yöntemiyle gerçekleşir” onun romanlarında. Doğacı (natüralist) romancıları, insanı yalnızca maddi yanıyla algılamakla suçlar, sığ bulur. Toplum düzenini işler halinde eleştirmek, ama gerçeği bütün yanlarıyla kavramaktır derdi.

Bu yaman işe girişen Virginia Woolf un yazarlık serüveni, Landon Times’m Edebiyat Eki’ne yazdığı eleştirilerle başlıyor. Sonra kocası Leonard Woolf la birlikte Hogarth Press’i kuruyorlar. O dönemin ünlü romancıları, eleştirmenleri, iktisatçıları doluşuyor çevrelerine. Yalnız, 1882’de doğan yazarın ilk iki romanı, The Voyage Out (1915) ve Niglıt and Day (1919), sonraki Virginia Woolf hakkında ipuçları vermiyorlar. Yazar, Joyce’un UIysses’i ile Marcel Proust’u okuduktan sonra, yeni bir dünyanın eşiğinde buluyor kendini. Yetkin romanlar birbirini izliyor: jacob’s Room (1922), Mrs. Dalloıuay (1925), To The Liglıthouse (Deniz Feneri) (1927), The Waves (Dalgalar) (1931). Kısa hikâyelerden ve karalamalardan oluşan Monday or Tıtesday (1921) bu dönemin ürünlerinden sayılabilir. Kadın yazarların sorunlarına eğilen A Room ofOne’s Oıvn (1929) adlı deneme kitabı da…

]acob’s Room’da romancı, genç bir adamın yaşamını, üniversite yıllarını, yurtdışı yolculuklarını, Londra’daki çalışmalarını ve sonunda Birinci Dünya Savaşı’nda “ölüşünü” işler. Ama bu yaşam, roman başkişisinin ya da yazarın ağzından değil, Jacob’u tanıyanların gözlerinden verilir. Woolf’un sık sık başvurduğu bir yöntemdir bu. Deniz Feneri’ndeyse, Hebrid adalarında tatil geçiren bir aile konu alınmıştır. Bir türlü gidilemeyen bir deniz feneri vardır. Yıllar sonra ailenin küçük çocuğu, genç bir adam olduğunda, yıllar öncesinin küskünlüklerini atmak için kalkıp deniz fenerine gidecektir, ama Woolf’un romanlarının değişmez başkişilerinden “zaman” aileye de, çocuğa da, deniz fenerine de yapacağını yapmıştır. Genç adamı yeni kırgınlıklar, düş kırıklıkları beklemektedir orada. Değişmez başkişi “zaman”… Mrs. Dalloway on iki saatlik bir sürede geçer. Roman kişileri açısından bir dönüm noktasıdır bu on iki saat. Woolf, zamanı kısıtlarken, kuramını pekiştirmiştir aslında: Mrs. DalloWay’in o süre içinde başına gelen, ya da kendi istemiyle yaptığı her şey, o on iki saatten önce başına gelenlerle ve kendi yaptıklarıyla biçimlenmiştir: Zaman… Elimizden kaçan, kayan yaşam… Büyük bir yaşama sevgisi, insan onuruna duyulan inanç ve bu tartışmasız gerçeğin bir yerinde düz bir olay olarak ölüm… “İnsanların gözlerinde, bu çalkantıda, avarelikte, itiş-kakışta, bu gürültüde, bu şamatada, arabalar, otomobiller, otobüsler, kamyonlar, güçlükle ilerleyen, itişen gezginci satıcılarda, bando sesinde, tepelerden geçen uçağın o utkulu, kulak tırmalayan, garip, tiz homurtusundaydı sevdiği şey: Hayat, Londra, bu haziran dakikası” (Mrs. DalloWay’den).

Woolf, Dalgalar’da altı arkadaşı, doğumlarından ölümlerine kadar geçen süre içinde, yaşamlarının değişik anlarında ansızın üstlerine tuttuğu flaşla aydınlatır. Onların bir geriye, bir yaşanılan âna, bir ötelere kayan içkonuşmalarıyla ilerler roman. Dalgalar, “zaman”dır; yükselen ve batan güneş de kişilerin yaşamlarını simgeler. İçkonuşmalar bize kişiler hakkında bilgi değil, ipucu verirler. Bilinç akışı akımının bellibaşlı yöntemlerindendir içkonuşma: “Bilinçsize yakın düşüncelerin dile getirilmesidir; doğal nitelikleri bakımından düzenleyici mantıktan önce gelen en içten düşünceleri, doğuşlarına, akışlarına göre sıralayan bir konuşma…”

“Percival öldü (Mısır’da öldü, Yunanistan’da öldü, bütün ölümler tek ölümdür). Susan’ın çocukları var; Neville hızla yükseliyor, gözden kaçacak gibi değil. Hayat geçiyor. Bulutlar durmadan değişiyor evlerimizin tepesinde. Bunu yapıyorum, şunu yapıyorum, sonra yine bunu yapıyorum, yine şunu. Karşılaşarak, ayrılarak değişik biçimler alıyoruz, kalıplara giriyoruz. Ama bu izlenimleri tahtaya çivilemezsem, içimdeki sürüyle adamdan tek adam yaratamazsam, uzak dağlara serpilmiş kar çelenkleri gibi bölük pörçük bir biçimde değil de şu anda, burada var olmazsam, çay fincanımı, sevdiğim peksimeti almazsam, kar gibi eriyiveririm, harcanırım” (Dalgalar’dan).

Bir tek kişide, bir sürü olabilir varlığın, yaşamın barınması… Orlando’da (1928) da aynı erişilmezliğin sınırını zorlar Woolf. Dalgalarda her roman kişisini kendi diliyle konuşturur, çünkü amacı, tek tek “karakter” çizmekten çok, insanın tinsel yaşamının evrenselliğini vurgulamaktır. Yazarın son romanları Flush (1933), The Years (1937) ve Betıueen The Acts (1941), eleştirmenlerce pek tutulmamış; yazarlığında bir düşüş olarak nitelendirilmiş bu romanlar. Three Guineas (1938), savaşın kıyıcılığını, yazarın savaşa duyduğu nefreti yansıtıyor. Virginia Woolf, 1941’de Sussex’te bir ırmakta intihar ettiğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın zorbalıklarına, kıyımına katlanamadığı konusunda birleşildi, verdiği edebiyat savaşına katlanamadığı düşünülmedi hiç. Onun romanlarında baştan beri eksik olmayan ölümölüler teması, eksen seçilen ölüler, nasıl bir bildiri iletiyor bize? Mrs. Dalloıvay’e bakalım: “Onlar (bütün gün Bourtan’u, Peter’ı, Sally’yi düşünmüştü) onlar ihtiyarlayacaklardı. Oysa önemli bir şey vardı; kendi günlük yaşamında gevezeliğe boğulan, yalan, düzen içinde bozulan, silinen, gün geçtikçe soysuzlaşan bir şey. İşte o genç, (intihar eden Septimus Warren Smith) bu önemli şeyi korumuştu. Ölüm, bir direnmeydi. Ölüm, iletişim kurma çabasıydı. İnsanlar gizemli bir şekilde ellerinden kaçan öze ulaşamayacaklarını anlıyorlardı, yakınlık uzaklaşıyordu, tad yok oluyordu. Bir kucaklaşma vardı ölümde.”

Tomris Uyar
Milliyet Sanat, Sayı 216, 28 Ocak 1977

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz