Varoluşçuluk: Felsefeden Edebiyata Uzanan Bir Yol – Nedret Öztokat

Fransa’da felsefeyle edebiyatın buluştu ğu bir akımdır Varoluşçuluk. Bu etkileşim özellikle J. P. Sartre, A. Camus, S. de Beauvoir gibi modern Fransız edebiyatının önemli yazarlarının yapıtlarında imgesel ev reni felsefenin ışığında kurmalarıyla belirginlik kazanmıştır. Kahramanların dünya ya bakışında yansımasını bulan Varoluşçu savlar bu ustaların yaratıcılığında yirminci yüzyıl edebiyatına roman, öykü, deneme gi bi alanlarda başyapıtlar bırakmıştır. Tüm olağanlığıyla insan?ı anlatan bu yapıtlar- da, örneğin Bulantı’nın Roquentin’i, Yabancı’nın Meursault’su tüm anlamsızlığıyla karşılarına dikilen yaşamın içinde kendi varlıklarını sorgularken, Varoluşçu savların yazınsal boyutta dile getirilmesinin birer aktörü de olurlar aynı zamanda. Özetle, felsefeden edebiyata bir köprü kuran Varoluşçu yazarlar romanı, öyküyü, tiyatroyu, denemeyi felsefeleştirmişlerdir. Varoluşçu yazının en belirgin özelliklerinden biridir bu? ¹

Akımın yazınsal izdüşümlerini araştırmadan önce, felsefi dayanaklarını gözden geçirirsek hemen her kaynakta aynı adlar ve aynı kavramlar karşımıza çıkar: Kierkegaard, Heidegger, Merlau-Ponty, Jaspers, Husserl, öz, varlık, ontoloji, fenomenoloji, gibi.

Temelini varoluş sorununa dayandıran Varoluşçuluk, Kierkegaard ve Nietzche’nin yapıtından esinlenir; yaşamını Protestan ki lisesiyle hesaplaşarak geçiren Kierkegaard, varoluş? terimini daha sonra aynı adla anılacak olan felsefe akımının anladığı biçimde teknik terim olarak ilk kez ele alan kişidir. Öznellik kavramını seçebilme gücüyle ilişkilendiren Kierkegaard, insanı Isa’ya ya da dünyaya bağlayan hiçbir dış nedenin bulunmadığını belirtir. Yaşam bizi farklı varoluşlara (estetik, etik, dinsel) taşıyan seçimlerimizden oluşmuştur. Yaşam da, dünya da sistematik değildir, Hegel’ in dediği gibi gerçek olan mantıklı olsaydı ya da mantıklı olan gerçek olsaydı?, dünyayı anlayacak tek kişi Hegel değil, Tanrı olurdu.

Böylece Kierkegaard’ ın vardığı sonuca göre, insanın dünyada ve yaşamda nasıl bir yer tuttuğunu kimse bilemez, en iyisi cesur bir seçimle, elinden gelenin en iyisini yapmaktır. Hıristiyanlık karanlık bir uçuruma atlamakla eş anlamlıdır: umutsuzluk, bunalım, boşluk duygusu inanca yönelmek için gereklidir. Hıristiyanlığa inanmakla bir insan boşluk duygusundan kurtulmak için bir deneme yapar ve kendisini Tanrı’ nın karşısında tam bir yalnızlık içinde bulur. Gerçeğe ulaşmak yolundaki çabalarını bir yana bırakıp kendi yolunu Sokrates ya da oğlunu kurban etmeye kalkan Hazreti İbrahim gibi örnekler Kierkegaard’a göre son derece anlamlıdır. Kierkegaard’ın düşüncesi felsefeden çok edebiyata ve dinselliğe yakın durur, Acı ve boşluk duygusuna yüklediği olumlu değerler ve öznellik kavramının Birinci Dünya Savaşı sonrasının bilincini önemli ölçüde etkilediği bilinir.

Varoluşun daha metafizik bir kavrayışla ele alınması için Martin Heidegger’in 1927 tarihli Varlık ve Zaman- Sein und Zeit yapıtını beklemek gerekir; Heidegger’ in düşüncesi varlıkbilime yaklaşır. Jean-Paul Sartre ise Varlık ve Hiçlik’te ele almıştır. Varlık sorununun Varoluşçu felsefeciler arasında değişik biçimler aldığı bilinir: Heidegger ve Karl Jaspers teknik ve sistematik denemeleriyle konuyu ele alırken, Sartre konuyu estetik bağlamda ele almıştır. Ne var ki Camus, Sartre, Beauvoir gibi yazarların kaleminde Varoluşçu feslefenin önermelerinin yazınsal yaratıma yansıması ancak 1940’larda gerçekleşir.

Sartre, Paul Nizan ve Raymond Aron’la yakın dostluğunun kurulduğu Ecole Normale Supérieure (ENS) öğrenciliği sırasında klasik anlamda bir felsefe donanımına sahiptir. Sorbonne’ da psikoloji profesörü Henri Delacroix yönetiminde Psikolojik yaşamda imgenin rolü ve yapısı? konulu bir bitirme tezi hazırlar. Platon’a hayran, Aristoteles okumalarından sıkılan, Hume’den hoşlanan, ama Kant’ı yeğleyen genç adam, Goethe aracılığıyla Spinoza’yı keşfeder, Etik onu büyüler. Nietzche, Schopenhauer ve Bergson’u yutarcasına okur. Descartes onu heyecanlandırır, yapıtın duru biçemi ve söylemi, genç adamın daha sonra kendi felsefesine temel olacak cogito? üzerinde yoğunlaşmasını sağlar. Yoğun okumalarla geçen ENS yıllarında bir felsefe dizgesi kurmamakla birlikte, bir dizge oluşturacak öğeleri kendi düşünce dizgesine yerleştirmeye başlamıştır, kişiliği ve düşünceleri yavaş yavaş yerini bulmaktadır. Ancak o sıralar imge onun için önemlidir, çünkü kendi varoluşundaki imgeyi sorgulamasına yol açmaktadır.

1927’de Yüksek Okul diplomasından sonra Sartre felsefe çalışmalarına yönelir. 1933 Eylülü’nden 1934 Haziranı’na kadar burslu olarak Berlin’de kalan Sartre, arkadaşı Raymond Aron’un da yönlendirmesiyle Husserl okumalarına girişir. Hitler’in iktidarda olduğu dönemdir. Yakın dostu Raymond Aron totaliter yönetime ve yükselen Nazizme eleştiriler yağdırırken, Nizan, Malraux, Gide gibi yazarlar Moskova’da sosyalizmin vatanını? keşfederken, Sartre Husserl okumakta, fenomenolojiyle yoğrulmakta ve romanını yazmaktadır.

Bulantı felsefi malzemeyle yoğrulmuş bir anlatı olur. Soyut bir kavramlaştırmaya gerek kalmadan Roquentin’in oluş?la ilgili deneyimi somutluk düzeyinde sunulmaktadır. Emmanuel Levinas’ın Husserl’le ilgili yapıtı La théorie de l’intuition dans la phénoménologie de Husserl ‘ini okuyan Sartre, Berlin günlerinde kısa bir deneme de yazar: La transcendance de l’ego, esquisse d’une description phénomenolgique? (Ego’ nun aşkınlığı:fenomenolojik bir deneme). Bakışını şeylerin varlığına çevirmiş, sorgulaması kendine yönelmiştir. Yeniden cogito’ya döner. Düşünme edimindeki ben?in doğasını sorgular, ben? kavramının bilincin içinde yerleşik bir öğe değil, bilinçle varolduğunu düşünür. Bilinçte ise her şey açık ve nettir, Sartre fenomenologların bireyi sıkıntılarıyla, acıları ve başkaldırılarıyla dünyanın içine kattığını saptar. 1 934’ten başla yarak geliştireceği görüşlerin temeli böylece atılmıştır. Sartre’ in yolu belli olmuştur ar tık: Önce bir psikoloji oluşturacaktır, ar dından bir ahlak ve bir siyaset. Dünyayı böylece yeniden kuracaktır.?

Sartre’ın ilk romanı Bulantı son haliyle 1938’de yayımlanır (bir çok kez metni yeniden yazmıştır). Yazarın tasarladığı Melancholia başlığını yayımcı Gaston Gallimard Bulantı olarak değiştirir. Bireyin ağır ağır kendi varoloşunu bir bulantı? olarak keşfediş sürecini aktaran anlatıcı Roquentin içine gömüldüğü yalnızlık ve unutuş içinde bir bakıma memnundur. Yine de müzik aracılığıyla ulaştığı düş gücü onun bulantıdan çıkışını sağlar. Yazınsal yaratım varoluşun kabullenilmesinde bir çözüm olabilir. Bulantı’ nın sonunda kahramanın duyduğu Some of these days ona dokunaklı ve güzel gelir.

Sartre Roquentin’in duyarlılığını şöyle açıklar: (…) eğer Some of these days Roquentin’i heyecanlandırıyorsa, nedeni bunun bir insan tarafından, çok uzaklarda olup dizeleriyle gelip onu duygulandıran bir insan tarafından yaratılmış bir nesne olmasıdır. Bu Roquentin’in insancıl olmasından değildir; onu saran, sevgi uyandıran, insanın yaratımıdır? der. Böylece varoluşun insanın üstüne geldiği, olağanın özneyi boğduğu bir dünyada uyumsuzluğun aşılması yaratımla ya da eylemle olanaklıdır.

Romanda yer alan ve bireyin kökten yalnızlığını ele alan bu öznellik felsefesinin o dönemin siyasal ve estetik bağlamında pek yankı bulduğu söylenemez. Ertesi yıl yayımlanan öykü kitabı Duvar ise yazınsal çevrede geniş bir kabul görür. Örneğin André Gide bir başyapıtla karşı karşıya olduğunu yazarken, eleştirmenler Sartre’ın çağdaş edebiyatın eğilimlerini yansıttığı görüşünde birleşirler. Ancak savaş yıllarıyla birlikte Sartre da askere alınır ve o tuhaf savaşa tanıklık eder ve anlamlı deneyimler yaşar. Güç koşulların altında öğrencilik yıllarındaki gibi, birlik ruhunu yaşamıştır. Yeni toplumsal düşünceler edindiği savaş yıllarında sosyalizmin özgürlüğe giden yol olduğunu savunur, faşizme karşı bir örgütlenmeye gider.

Ancak 1941-42 yılları güçlüklerle doludur, Yine de Sartre düşünsel ve yazınsal üretimini sürdürür: felsefe denemeleri ve piyesler yazmaktadır. Örneğin Sinekler’de bireyin özgürlüğünü ve angajmanını, bireyin kendisini suçlamasına yol açan dinsel kalıpları, baskıcı yönetimleri sorgulamaktadır. Sartre’ın deyişiyle, yapıtta özgürlükten, kendi mutlak özgürlüğü(n)den, insan özgürlüğünden ve özellikle Almanlar önünde işgale uğramış Fransızların özgürlüğünden söz etmek istiyordu?. Yazarın toplumun sarsan değişimlere du yarlılığı, bir sonraki piyesi Mezarsız Ölüler’de de açıktır: Fransız halkının savaştan sonra, direnişçilere karşı nasıl ilgisiz kaldığını, onları yavaş yavaş nasıl unutmakta olduğunu göstermek istiyordum. O sıralarda burjuva çevrelerinde -az ya da çok Alman larla işbirliği halinde olan bir burjuvaziydi bu? geçerlilik kazanan bir Rönesans eylemi vardı; ve tabii Direniş Eylemi üzerine bir piyes bu çevreyi sinirlendirdi?. Bir yıl son ra, l944’te yayımlanan Gizli Oturum ise oyun yazarlığının başyapıtı olarak nitelen dirilir. Eleştirmenlerce genç Fransız tiyatro sunun Anouilh’dan sonra en önemli olay?ı olarak selamlanır.

Bu piyeste yer alan ünlü Cehennem başkalarıdır? önermesi bugüne değin bir çok yorumla karşılaşmıştır. Fazla yoruma aslında gerek yoktur, yapıt iç içe geçmiş iki temel izlek olan öteki ve özgürlük üzerine kuruludur. Sartre bu formülün yanlış anlaşılmasıyla ilgili şunları söyler: Bunu söylerken, bizim ötekilerle olan ilişkilerimizin hep zehirlenmiş, yasaklanmış ilişkiler olduğunu söylediğimi sandılar. Oysa bambaşka bir şeydi söylemek istediğim. Eğer ötekiyle olan ilişkilerimiz kısıtlayıcı, kusurluysa, o zaman öteki cehennem olabilir, Niçin, çünkü kendimizle ilgili en önemli olan şey, kendimizi tanımamızdır. Kendimle ilgili ne söylersem söyleyeyim, hep ötekinin yargısı işe karışır, ne hissedersem edeyim, ötekinin yargısı vardır. Eğer ilişkilerim kötüyse, tümden ötekinin egemenliği altında kalırım ve o zaman gerçekten cehennemdeyimdir. Dünyada cehennemi yaşayan birçok insan var, çünkü fazlasıyla başkalarına bağımlılar. Başkalarıyla ilişkilerimiz olmaması gerektiği anlamına gelmez bu. Sadece başkalarının bizim için ne denli önemli olduğunu gösterir?. Roquentin’in dünyanın fazlalığı karşısında duyduğu bunalma bir süre sonra bireyin ötekiyle olan ilişkilerini de düşündürür. Böylece Sartre’ın yazınsal üretimi ilerledikçe bireyin varoluş koşullarının bir panoraması da belirir.

Sartre’ ın kendi yazarlık serüveninde felsefe ve edebiyat ilişkisi ayrıcalıklı bir yer tutmuştur. Carnets de la drôle de guerre’de de belirttiği gibi, edebiyatın, okurun daha önce hiç düşünmediği bir şeyleri dile getirmesinde bir araç olmasını, felsefenin ve kişisel olarak inandığı düşüncelerinin romanına yansımasını arzulamıştır. Yaşamının son döneminde dava ve hayat arkadaşı S. de Beauvoir’la yaptığı ve neredeyse tüm yaşamının bir bilançosunu sunan Veda Töreni adlı yapıtta toplanan söyleşilerinde edebiyatı şöyle tanımlar: Edebiyat dünya üzerindeki gerçeği açınlar, ama felsefeden bir başka biçimde; felsefede bir başlangıç ve bir son, yani bir süreç vardır ama edebiyat süreci reddeder derken zamansallık kavramını edebiyata özgü bulur; ancak kendi felsefe yapıtlarında da bir süreçten söz edilebileceğini sözlerine ekler.

Felsefe konulu yapıtlarına baktığımızda araştırmacıların da belirttiği gibi, varoluş konusunu, felsefe açısından ele almadan önce, Sartre 1938 tarihli Bulantı’yla yazınsal açıdan irdelemiştir. Dizgesel bir sunuş için başvurulacak en önemli felsefe yapıtları Varlık ve Hiçlik (1943) ve Diyalektik Aklın Eleştirisi’dir (1960). Varlık ve Hiçlik ?yazınsal yapılarda da ele alınan? bazı ahlaksal konulara açılan metafizik ve ontolojik bir yapıttır. Çıkış noktasını Varlık nedir?? sorusu oluşturur. Varlıkla ilgili iki alan vardır, bilincimde beliren bir alan ve bilincimin alanı. Bir başka deyişle, olgu ya da fenomenin karşılığı olan kendinde?lik ( en -soi?) ve bilincin karşılığı olan kendi için?lik ( pour-soi?).

Bu iki tür varlığın anlamı nedir? sorusu yapıtın özünü oluşturur. Aslında bu soru Descartes’ın ruh ve beden arasındaki ilişkileri sorgulayışını anımsatır; ancak yanıt bu iki alanın ayrı ayrı ve soyutlama yoluyla çözümlenmesiyle değil, insanın dünyada bir bütün olarak varolmasını? sorgulayarak bulunabilir,

İnsanın dünyada var olmasına ilişkin iki temel davranış dikkat çeker: Sorgulayan insan ve yadsıyan insan. Sartre bu davranışları olmama ( non-être) durumuna karşı insanca davranışlar olarak niteler. Kendi olmak için insan sorular sorarak kendi koşullarını aşarak insan olmaya doğru yol alır. Bir bakıma yadsıyorum, o halde varım demektir bu. Fenomenolojik bir dil kullanan Sartre insana ilişkin gerçekliklerin kendisinin birer varlık ( présence? ) olduğunu belirtir. Böylece dünya ve bilinç arasındaki ilişkinin önemi belirir. Bu ilişki bireyin kendisiyle ve ötekiyle olan ilişkilerini kapsar.

Varlık ve Hiçlik eylem ve özgürlük kavramlarının çözümlenmesiyle sona erer. İnsanın içindeki varoluş, özden önce geldiği için insan özgürdür. Geçmişin yükleri insan için belirleyici değildir. Tam tersine olanları üstlendiği ölçüde özgür olduğunu dile getirebilir. Özgürlük benim durumumu seçme ve o yönde angaje olma edimimdir. İnsanın yazgısının bazı öğelerce belirlenmişliği bir anlam ifade etmez. Bir başka deyişle, insan özgürlüğe yazgılıdır. Böylece başıma gelen herşeyin sorumlusu benim; savaşın içinde yer aldıysam, bunu seçmiş olan benim, (eğer isteseydim, intihar ya da kaçma yoluyla savaşa katılmayabilirdim), alçaklıkta da yücelikte de bir seçim vardır hep. Herşeyi yadsımak benim elimde (gerekirse intiharla), yalnızca sorumluluğumu yadsıyamam, ben ben olduğum için sorumluyum, bu da gösteriyor ki, ben kendi varlığımın temeli değilim.

Bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi, Sartre’ın Varoluşçuluğu Tanrı düşüncesini dışlar ve eylemci bir siyaset ve ahlakın önemini vurgular. Çünkü insan herşeyden önce varsa, onun varlığından önce yaratılmış bir varlık olamaz: İnsan, insanın geleceğidir, insan edimleridir. Bu önermeler ışığında Sartre, Varoluşçuluğun bir hümanizma olduğunu? belirtmiştir.

Geleneksel hümanizma anlayışı açısından eleştirilmiş olsa da, Sartre’ın görüşünün temelinde insan değeri olduğunu düşünmemiz gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan sorumluğu onu özgürlükle sınırlandırır. O zaman özgürlük dediğimiz şey bir davaya inanmak ya da angajmanla ilişkili hale gelir. Böylece Sartre’ın düşünce dizgesinde önemli eksenlerden olan onur ya da gurur kavramına geliriz, Bu gündeliğe ilişkin bir kavramdır: özgürlüğün gururu benin boş gururundan farklıdır, bu gurur kendini aşmayı öneren bir bilinçle, edimlerini sürekli yadsıyan, olağanın içinde kendini sorgulayan bireyin aydınlığıdır ve özgürleşme yolunda sürekli bir çaba gerektirir. Piç’in özünde yatan, insanlık durumunun iki koşulunu da çok iyi anlamış olmasıdır: Baba’dan yana hiçbir sığınağı yoktur, Ruh’tan (Tanrı’dan) yana hiçbir özrü yoktur, hiçbir kaçış olanağı yok tur, ne geriye?, ne ileriye?. Böylece hem gururlu bir biçimde sorgulayan, hem de açık bir alçakgönüllülük taşıyan bu tavır Sartre’ın düşüncesinde uzun yıllar belirginliğini korudu, bu kaçış biçimini kendisi bir nevroz olarak tanımladı?.

1970’lerde toplumsal olayların etkisiyle Varoluşçu felsefeden uzaklaşan Sartre’ı artık eylemci? ve radikal? bir aydın olarak sahnede görürüz: Özellikle sömürgecilik ve üçüncü dünya ülkeleri konularında sürekli yazar, tartışır, kamuoyunu uyarır. Geri kalmış ülkelere dayatılan Batılı kültürü edinmekte bu halkların ne denli istekli olduğunu sorgular Sartre.

Cezayir sorunuyla ilgili gazete ve dergiler dolusu yazılar yazar. Siyasal sorunlar üzerinde yoğunlaştığı bu dönemde en yakın dostu Aron ile aralarının açıldığı bilinir.

Sartre bir yandan da Fransa’yı Katolik, milliyetçi, geleneksel bir ülke haline getiren General de Gaulle’e karşı tavır alır. Diyalektik Aklın Eleştirisi Varoluşçulukla Marksizmin arasındaki gerilim noktalarını ele alır ve Tarihin anlamı? sorusuna yanıt bulmaya çalışır: İnsan mı Tarihi barındırır, yoksa Tarih mi insanı barındırır?

1968 Mayısı’nda Sartre Paris sokaklarında Cezayir ve Vietnam karşıtı üniversite öğrencilerinin yanında ya da işgal altındaki Sorbonne’dadır: Bu gençler babalarınınki gibi, yani bizimki gibi bir gelecek istemiyorlar, kapalı bir sistemin kurbanları olmuş, tümüyle boyun eğmiş, alçak, sıkkın, tükenmiş, yorgun insanlar olduğumuzu kanıtlamış bir gelecek istemiyorlar. Henüz babalarının sistemine girmemiş ve girmemekte direnen bu öğrencilerin elinde yalnızca şiddet var? der, RTL’de yayınlanan bir söyleşide.’

Sartre birbirinden değerli yapıtlara çağının en önemli yazarı olarak imzasını atarken ilerleyen dönemde etkinliğini, Varoluşçuluğun da önerdiği gibi, eylemle sürdürmüştür. 15 Nisan 1980’de ölümü ne kadar gerçek bir aydın tavrıyla her zaman Fransız toplumunun önünde yer alan Sartre dürüst tavrı, olayları ele alışındaki açıklık ve sağduyusu, halkın yanında yer alan içten tutumuyla modern dünyanın önemli düşünürlerinden olmayı sürdürmektedir.

Yaşamının sonuna kadar gündemde kalmış olan Sartre’ın uzun hayatı, Varoluşçu edebiyat denildiğinde akla gelen bir başka önemli yazar ve düşünür Albert Camus ‘nün 1960 yılında erken yaşta bir trafik kazasında ölmesiyle siyasal açıdan yarım kalmış aydın kimliğini gölgede bırakıyor gibi durabilir. Ancak ölümünde arabasının bagajında bulunan ve sonradan basılan İlk Adam ‘ın Cezayir gerçeğini yansıttığı o eşsiz sayfalardan okura ulaşan aydın bilinci Camus’nün de eğer yaşasaydı ülkesinin ve insanlığın sorunlarına her zaman duyarlı kalacağını sezdirir.

Camus yetkin bir roman dili ve tekniğiyle Veba ve Yabancı gibi romanlarla ya da Sisyphos Söylemi, Başkaldıran İnsan gibi denemeleriyle yirminci yüzyıl Fransız edebiyatının en seçkin yazarları arasında yer alır. Toplumsal ve yazınsal kariyerleri, aydın kimlikleri birbirine çok yakın dursa da, kırılgan dostlukları 1951 ?de, mutlak ideolojileri, özellikle de Stalin totalitarizmini eleştirdiği Başkaldıran İnsan’ın yayımlanmasıyla birlikte kesin bir biçimde son bulur. Angajmanı çekimserdir Camus’ nün. Sartre onu felsefi yetersizlikle suçlar. Daha sonra başka araştırmacılar da Camus’nün felsefi donanımını vasat bulmuşlardır. Oysa oyunlarından öykülerine, denemelerinden romanlarına uzanan geniş bir yelpazede parlak yazınsal dehası Camus’yü çağımızın en önemli yazarlarından yapmıştır. Tümyapıtı uyumsuz ve başkaldırı kavramları üzerinde biçimlenir.

Felsefi açıdan eleştirilse de, Camus Fransa’da uyumsuz felsefenin tanınmasında öncü olmuş, edebiyata uyumsuz bir kahraman armağan etmiş, Yabancı’nın anti- kahramanı? Meursault’yu kazandırmış, uyumsuz felsefenin başucu kitapları arasına da Sisyphos Söyleni’ni yerleştirmeyi başarmıştır. Gündelik davranış ve alışkanlıklarla ağırlaşmış, giderek anlamsızlaşmış yaşamda bireyin acı çekmesi, çırpınması, yabancılaşması, yeryüzündeki sürgünü ve tüm bunlara çözüm olarak intihar olasılığı Camus’nün düşüncesinin omurgasını oluşturur: Varlığı, yaşaması için gerekli olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, açıklanabilen bir dünya, dost bir dünyadır. Ama tersine, birdenbire düşlerden, ışıklar dan yoksun kalmış bir dünyada, kendini yabancı bulur insan. Yitirilmiş bir yurdun anısından ya da adanmış bir toprağın umu dundan yoksun olduğu için, bu sürgünlük çaresizdir. İnsanla yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki bu kopma, uyumsuzluk duygusunun ta kendisidir.?

1942 tarihli Sisyphos Söyleni’nde uyumsuzu bir mantık dizgesi içinde tanımlayan Camus, uyumsuz ille de ölmeyi buyurmaz?, derken, gerçek mücadelenin uyumsuzla yüzleşerek direnim ve açıkgörüştülükle verilebileceğini belirtir. Camus’nün felsefesinde de temelde bu bilinç yer alır: Çünkü herşey bilinçle başlar, herşey ancak onunla değer taşıyabilir?

Her sabah yatağından kalkıp, tramvaya binip işine giden, sonra da aynı yoldan evine dönen insan bir gün bu alışkanlıklar zincirinin koptuğunu duyumsar, uyumsuzluğun ilk belirtisidir bu. Neden?? sorusunun yükseldiği zamandır bu. Otomatiğe bağlanmış yaşamının orta yerinde bıkkınlıkla tanışır insan. Böylece bilinç işlemeye başlar. Bu uyanışı iki izleyebilir intihar ya da iyileşme. Hep yarına ertelediğimiz yaşamımızın zamana boyun eğdiğini anlamak, buna bağlı olarak da zamanı düşman olarak görmek, bedenin başkaldırısıdır, uyumsuz işte bu noktada yer alır. Bilincin uyumsuzu kavrayışı ise yazgı sorununa yeni bir yorum getirecektir.

Bu uyumsuz dünyada bilincinin ışığında yaşamayı seçecekse eğer insanın tavrını da şöyle betimler Camus: Ama bir tek dünya var yalnızca. Mutluluk ve uyumsuz aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar.? (…) Sisyphos’un bütün sessiz sevinci buradadır. Yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde uyumsuz insan da, sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, bütün putları susturur. (…) Uyumsuz insan evet der, çabası hiç dinmeyecektir. Kişisel bir yazgı varsa, üstün alınyazısı yoktur, hiç değilse tek bir alınyazısı vardır, onu da kaçınılmaz bulur ve küçümser.?

O zaman Sisyphos söyleninin trajik boyutunu yeniden anlamlandırmak gerekir. Yapıt bu çağdaş yorumla sona erer:

Sisyphos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisyphos, Tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da [ Oidipus gibi] herşeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerek.?

Görüldüğü gibi insan bilincinin değerini vurgulayan Camus’nün düşünce dizgesi de bir humanizmaya varır. Veba’da bulaşıcı hastalığın Oran’lılara dayattığı çaresizlik döngüsünü kırmak için mücadele eden bir avuç bilinçli insanın ortak çabasında yine Camus’nün bilinçli insana duyduğu inancını buluruz.

Yirminci yüzyıl Fransız düşünce tarihine genel bir açıdan baktığımızda, 1970’lerde yapısalcılık gibi yeni felsefe akımların Fransız düşüncesinin ufkunda önemli değişiklikler yarattığını görürüz. Yazınsal açıdan ise felsefeyle beslenen Varoluşçu edebiyat çağdaş insanın yetkin bir tablosunu sunmuştur. Daha sonraki yıllarda okur, yabancılaşma, öteki, özgürlük, sınır, umutsuzluk gibi izleklerin yeniden ele alınmasına tanık olurken, aslında edebiyat cephesinde teknik ve dilsel arayışlar dışında pek de bir şeyin değişmediğini görecekti belki de.

Kitap-lık
Eylül 2005

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz