Van Gogh’un mektupları ve Aslı Özge’yle söyleşi

vangoghYalnızlığından beslenen mutsuzluğu, hiçbir zaman hiçbir şeyi başaramayacağına olan inancı, kendisinden duyduğu kuşku, trajik tesadüfler, ve ekonomik sıkıntılardı onu melankolik yapan. iç dünyasında fırtınalar yaşamış bir sanatçı. Kendisini alçalmış, sevgilerden uzaklaşmış olarak gördüğü için 37 yaşında  yaşamsal acılarına son verdi. Ama şimdi milyonlarca insanın hayranlığını toplayan, tabloları milyonlarca dolara satılarak rekorlar kıran Hollandalı bir ressam.
Daha önce kitap olarak  yayımlanmış mektuplardan yakın zamanda ortaya çıkan Van Gogh’un diğer mektupları ile yayıncılar, resim dünyasında egemen olan Van Gogh imajını değiştirmeyi, ressamın çektiği iç eziyetlere ışık tutmayı amaçlıyor. BBC’nin düzenlediği Van Gogh’un mektupları ve “Köprüdekiler” filmiyle 53. Londra Film Festivali’ne katılan yönetmen Aslı Özge ile yapılan söylaşiyi aşağıdan başlatarak dinleyebilirsiniz.

Van Gogh’un Theo’ya Mektuplar

“Acı duymak gülmekten iyidir, zira acı insanın yüreğini arıtır. İnsanları diri diri gömercesine kilitleyip çevrelerinde duvarlar örenin ne olduğu bilinmez ama yine de bir takım duvarların, tel örgülerin, demir parmaklıkların varlığı hissedilir. Bütün bunlar bir kuruntu, bir hayal midir? Sanmıyorum. Ve insan kendi kendine sorar; Tanrım bu uzun süreli mi, temelli ve herkes için geçerli olan bir ebediyet midir?”

Van Gogh resimde kendini yaşamdan koparıp alacak yolu arıyordu. Coşkusunu, içinde kopan fırtınaları, hüzünleri, aşırı hislerini portrelerine yansıtan ikinci bir ressam daha yoktur. Kendisiyle sürekli hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasının eline bakmaktan dolayı sürekli ezik ve hassas olan ama gittiği, inandığı yoldan vazgeçmeyen, çevresindekiler tarafından anlaşılamamış bir Van Gogh. Acılarıyla, mutsuzluğuyla, huzursuzluğuyla, arayışları, hırsı, coşkusu, sonsuz yalnızlığı, sevgiye açlığı, yoksulluğu, yaptığına duyduğu saygı, kısa yaşantısına sığdırdığı onca yapıtı, erkek kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar, hastalığı, krizleri, bir tas çorba ile boya tüpü arasındaki seçimleri onu Van Gogh yapanlar.

“Çoğu zaman 30 yaşında olduğuma inanamıyorum. Çok daha yaşlı hissediyorum kendimi. En çok beni tanıyanların çoğunun bana ‘rante’ gözüyle baktıklarını düşündüğümde ve bazı şeyler değişmezse belki de haklı çıkacaklarına inandığımda içim kararıyor, sanki bu şimdiden gerçekleşmişçesine bir umutsuzluğa kapılıyorum”

Van Gogh: Theo’ya Mektuplar

Sevgili kardeşim,

Tatlı mektubuna ve içinden çıkan 50 franka çok teşekkür. Madem her şey iyi, en önemlisi odur ve daha az önemli şeyler üstünde durmaya gelmez; baş başa oturup iş konuşmaya gelince, o gün daha uzaktır herhalde.

Öbür ressamlar, ne düşünürlerse düşünsünler, günlük alış veriş işinden uzak kalıyorlar içgüdülerine uyarak.

Eh, doğrusu, resimlerimizi konuşturmaktan başka çaremiz de yok. Ne var ki, sevgili kardeşim, birçok kez söylediğimi bir daha söylüyorum, elden geldiği kadar iyi yapmak konusunda bütün çabaları harcadıktan sonra elde edilen bir ciddilikle bir daha söylüyorum ki sana, sen bir Corot satıcısı değilsin sadece, sen benim aracımla birçok resimlerin yaratılmasına katılmış bulunuyorsun ve bu resimler keşmekeşin içinde bile huzurlarını korurlar.

İşte buraya vardık. Ve nisbî bir bunalım anında sana söyleyebileceğim en önemli söz de budur. Evet, ölmüş sanatçılarla yaşayan sanatçıların resimlerini satan satıcılar arasında durum çok gergindir şu anda.

Eh, benim çalışmam benim hayatımı tehlikeye koyuyor ve aklımın yarısı da erimiştir bu çalışmada – öyle ama geç – ne var ki sen insan satıcıları arasında değilsin, benim bildiğim kadar, ve bence, gerçekten insanca davranarak, taraf tutabilirsin, ama ne çıkar?
Vincent’in üzerinde bulunan ve son mektup. Auvers-sur-Oise, 29 Temmuz 1890

Amsterdam, 18 Ağustos 1877

Erkenden kalkmıştım: işçileri şantiyeye gelir gördüm, pırıl pırıl bir güneşin altında. Sen de görsen hoşuna giderdi: irili ufaklı kara insancıklar bir ırmak olmuş akıyordu, önce çok az güneş alan dar sokaktan, sonra da şantiyede. Daha sonra bir parça kuru ekmek ve bir bardak bira ile kahvaltı ettim. Böylesine bir kahvaltıyı Dickens canlarına kıymak üzere olan insanlara salık verir, onları daha bir süre niyetlerinden vazgeçirir diye. İnsan tam bu ruh haletinde değilse de, yapmalı bunu zaman zaman, Rembrandt’ın «Emmaüs Hacıları» adlı tablosunu düşüne düşüne.

Amsterdam, 9 Ocak 1878

C. M. (*) bugün bana Gérome’un Phryné’sını güzel buluyor muyum diye sordu. Ben de dedim ki Israels’in ya da Millet’nin çirkin bir kadınını, yahut ta Ed. Frére’in bir koca karısını seyretmekten daha çok haz duyarım, çünkü bu Phryne’nin bedeni gibi güzel bir beden ne anlam taşır önünde sonunda? Hayvanların da güzel bedeni olabilir, hem belki de insanlarınkinden daha güzel, oysa Israels’in, Millet’nin ya da Frere’in çizdiği insanlardaki ruh gibi bir ruh hayvanlarda olamaz. Hem hayat bize niçin bağışlandı: bedenimiz acı içinde kıvrandığı zaman bile yüreğimizi zenginleştirelim diye değil mi?
Ben Gérome’un figürü için hiçbir şey duymuyorum, çünkü en ufak bir zekâ belirtisi görmüyorum onda. Çalışmaktan yıpranmış eller bence bu figürdeki ellerden daha güzeldir.

Böyle bir kızla Parker ya da Thomas’la Kempis, yahut ta Meissonier’nin çizdiği figürler arasında daha da büyük bir ayrılık vardır; insan iki kere efendiye birden hizmet edemediği gibi, birbirinden bu kadar ayrı iki şeyi de bir arada sevemez, ikisine karşı aynı duyguyu duyamaz.

Derken C.M. güzel bir kadından, güzel bir kızdan hoşlanmaz mısın diye sordu bana, ben de dedim ki çirkin, yaşlı, yoksul, ya da herhangi bir nedenden ötürü bahtsız da olsa, hayat görgüleri, çektiği acılar, çileler yüzünden bir zekâ ve bir ruh edinmiş olan bir kadınla daha iyi anlaşabilir, uyuşabilirim.

(*) Vincent Van Gogh’un Cornelius-Marinus adlı bir amcasının kısaltılmış adı. Ona kimi zaman da Cor Amca der.

Amsterdam, 3 Nisan 1878.

Konuştuğumuz üstüne daha epey düşündüm, ve istemeyerek «dün ne idiysek bugün de oyuz» sözleri geldi aklıma. Ama bu demek değildir ki durmalı ve ilerlemeye çalışmamalı, tersine ne yapıp yapıp ilerlemenin yolunu bulmalıyız.

Ama bu sözü bir kere benimsedik mi bir daha gerileyemeyiz, nesnelere özgür ve güvenli bir bakışla da baktık mı, geri dönüp sırt çeviremeyiz onlara.

«Dün ne idiysek bugün de oyuz» diyen adamların «doğru adamlar» oldukları kaleme aldıkları yasadan belli; bu yasa her zaman var olacaktır, «yukardan gelme bir ışığın altında» ve «ateşten bir parmakla» yazıldı denebilir bu yasa. «Doğru adam» olmak iyidir, gün geçtikçe daha doğru olmaya çalışmalı, doğru olmak için de «içine dönük bir ruh adam!» olmak gerektiğine inanmak yerindedir.

İnsan bu cins insanlardan olduğuna kanı getirdi mi, ereğe varacağından emin olarak rahat rahat, güvenerek yürür yolunu.

Adamın biri bir gün kiliseye girip şöyle bir soru sormuş: «Bunca iyi niyetle yanılmış olmayayım sakın? Yolu şaşırıp yanlış yola sapmış olmayayım? Ah, bir kurtulabilsem bu kararsızlıktan! Sonunda yeneceğimden, başaracağımdan emin olabilsem!» Derken bir ses duymuş: «Emin olsaydın ne yapardın? Eminmişsin gibi davran, göreceksin ki yanılmayacaksın.» Adam bunun üzerine inançsız olarak değil, inançla devam etmiş yoluna ve kuşku ile kararsızlığın bir yana bırakarak sarılmış işine.

«İçine dönük ruh adamına gelince, insan genellikle tarih bilgilerini arttırarak, özellikle de Kutsal Kitaptan Fransız Devrimi tarihine ve Odysseia’dan Dickens’in, Michelet’nin kitaplarına kadar, her çağda yaşamış belli kişileri inceleyerek, bu tipi gerçekleştiremez mi kendinde?

Ayrıca Rembrandt gibi adamların eserlerinden bir şeyler öğrenemez mi?

Breton’un «Yabani Otları», de Greux’nun, «Benedicite» si, gene de Groux’nun (ya da Conscience’ın mı?) «Askere Alınan Adam»ı, Dupre’nin «Koca Meşe Ağaçları» yahut ta Michel’in değirmenleri ve kum ovaları gibi eserlerden faydalanamaz mı?

Ödevimiz nedir, nasıl iyi bir şey yapabiliriz konusunda epey tartıştık ve belli bir yer edinmenin, kendimizi büsbütün verebileceğimiz bir meslek bulmanın başlıca ereğimiz olması, gerektiği sonucuna vardık.

Ayrıca şu noktada da fikir birliğine varmıştık sanırım: insan en başta sonu, ereği gözetmeli, bir ömürlük çalışmalar ve çabalar sonunda varılan bir zafer daha önce kazanılmış bir başarıdan daha iyidir.

İçten, candan yaşayan, gerçek acılar ve hayal kırgınlarıyla karşılaşıp da yıkılmayan adam, her işi rastgelen ve bir bakıma bolluk içinde ömür süren adamdan daha değerlidir. Çünkü üstün değerleri apaçık ortaya çıkan insanlar, İsa’nın şu sözleriyle niteleyebileceğimiz insanlar değil mi: «Çiftçiler, ömrünüz üzüntü içinde geçer, çiftçiler, hayatta çile doldurursunuz, çiftçiler, mutlusunuz!» «Bir ömür boyu eğilmeden yıkılmadan savaşıp çalışan» insanlardır bunlar. Onlar gibi olmaya çalışmak iyi şeydir.

Demek ki yolumuzdan «indefessi favente Deo» , Tanrının sarsılmaz desteğiyle yürüyoruz.

Bana gelince, ben iyi bir şeyi, dünyada faydalı olabilecek bir şeyi dile getirmeyi başaran iyi bir vaiz olmalıyım. Bu bakımdan oldukça uzun bir hazırlık devresi geçirip, başkalarına seslenmeye girişmeden önce, kendime iyice güvenebilmek fırsatını bulmam belki daha iyi olur. Var gücümüzle gerçek, içten bir hayat sürmeye çalıştık mı her şey yoluna girer, derin acılara, gerçek kırgınlıklara uğramak zorunda kalsak da; herhalde ağır hatalara da düşeceğiz, kötülükler de yapacağız, ama daha çok hata işlesek de cömert ve coşkun olmak cimri olmaktan, fazla tedbirli olmaktan daha iyidir.

Elden geldiği kadar çok sevmeliyiz, çünkü asıl güç sevgidedir, çok seven adam büyük işler görür, büyük işler görebilecek güçtedir ve sevgiyle yapılmış iş iyi yapılmış iştir: kimi kitaplar, örneğin (rastgele sayıyorum) «Kırlangıç», «Çayır Kışı», «Bülbül», «Sonbahar Dilekleri», «Bir Hanım Görüyorum Buradan» ve Michelet’nin «Bu Tuhaf Şehirciği Seviyordum» gibi kitaplar dokunaklı ise, bunların akıl gücü karışmadan safça yazılmış kitaplar olduğundandır. İnsan yalnız birkaç söz söylemekle yetinebilir, ama bu sözler bir anlam taşımalı, anlamlı birkaç söz kimseye yaramayan, o derecede de kolay söylenen bir araba dolusu laftan daha değerlidir.

Gerçekten sevilmeye değer şeyleri candan sevdik mi, sevgimizi önemsiz, tatsız tuzsuz, ve boş şeylere harcamaktan sakındık mı, yavaş yavaş aydınlığa varır, gücümüzü pekleştiririz.

Belli bir çalışma alanında ve belli bir meslekte ne kadar, çabuk ilerlersek, az çok özgür bir düşünüş Ve davranış benimseyip değişmez kurallara ne kadar bağlı kalırsak, o kadar karakterimiz pekleşir, üstelik tek yönlü bir insan da olmayız.

En akıllıcası böyle yaşamaktır, çünkü hayat kısadır, vakit çabuk geçer; insan bir alanda yetkinliğe erer de o alanı iyice kavrarsa, daha birçok şeylerin anlayışına ve tanımına da varır aynı zamanda.

Dünyaya karışmak, birçok insanlarla görüşmek kimi zaman iyidir, kimi zaman öyle yaşamak zorundayız, ama tek başına kalıp rahat rahat çalışmayı seçen yalnız birkaç dostuyla görüşmek isteyen adam, insanlar arasında ve dünyada kendine en, çok güvenen adam olarak çıkabilir karşımıza. Güçlükler, dertler.

Her çeşitten engellerle karşılaşmamak güvenli olmak için bir neden değildir, kendimize kolay bir hayat düzenlemekten kaçınmalıyız. Kültürlü çevrelerde, en iyi topluluklarda ve en iyi koşullar içinde bile bir Robenson Crusoe’nin ya da bir doğa adamının özgün karakterinden birşeyler korumalıyız, ruhumuzun ateşini hiç söndürmeyip durmadan körüklemeliyiz. Yoksulluğu seven, ona bağlı kalan insan büyük bir varlık taşır içinde, vicdanının sesini her zaman duyacaktır o. İçinden gelen bu sesi duyan ve dinleyen adam, Tanrının en büyük armağanını edinip bir dost bulacaktır kendine, yalnız kalmayacaktır hiçbir zaman…

Bizim kaderimiz bu olsun, kardeşim, yolun açık olsun, ve Tanrı seninle birlik olup her işini rasgetirsin, sana dileğim budur. Bu dilekle elini sıkar, uğurlarım seni.

Vincent

Laeken, 15 Kasım 1878.

Tam o saat sokak süpürücüleri yaşlı kır atların çektiği çöp arabalarıyla dönüyorlardı. İskele yolunun başında, sözüm ona Çamurlar Çiftliği boyunca bu arabalardan uzun bir kuyruk vardı. Bu ihtiyar beygirlerin bazıları aquatinta ile yapılmış eski bir gravürü andırıyor, belki bilirsin, büyük bir sanat değeri yoksa da, çarpar, sarsar beni bu gravürler. Serinin son gravürü «Bir Atın Hayatı» adını taşır. Anlatmak istediğim asıl o. Yük taşımaktan, bir ömür boyu ağır işler görmekten bitkin düşmüş, zayıflamış, kadidi çıkmış bir kır at görülür bu gravürde: zavallı hayvan kuru ottan başka bir şey bitemeyen alabildiğine ıssız bir ovada korkunç bir yalnızlığın içine gömülmüştür; şurda burda kasırgadan eğilmiş, bükülmüş, kırık yamru yumru bir ağaç, yerde bir kafatası ve uzakta, arka planda rengi solmuş bir beygir iskeleti, hayvan leşlerinin derilerini kemiklerinden yüzmekle hayatını kazanan bir adamın oturduğu kulübenin yanı başında. Hepsinin üstünde fırtınalı bir gök, insafsızca sert bir gün, koyu kapkara bir hava.

İnsanın yüreğine işleyen, ruhunu karartan bu manzara, günün birinde bizim de ölüm denilen badireden geçeceğimizi ve «insan ömrünün ak saçlar ve göz yaşları» ile sona erdiğini bilen ve duyan kişiyi derinden etkiler. Bunun ötesinde olan yalnız Tanrının bildiği bir sırdır, ne var ki Tanrı ölülerin dirileceğini bildiren sözü ile bu sırrı çürütülemez kanıtlarla açıklamıştır bizlere.

Zavallı beygir, insanın sadık uşağı, sabırlı ve edilgen bir tavırla durur orda, «muhafız ölür de teslim olmaz» diyen ihtiyar muhafız gibi son saatini beklemektedir o da. İşte bu akşam, Çamurlar Çiftliği’nin orada çöp arabalarının atlarını görürken bu gravürü hatırladım birdenbire.

Ya arabacılar, kirli paslı iğrenç giysileriyle, de Groux Usta’nın «Yoksullar Sırası» nda çizdiği o uzun yoksullar alayında, daha doğrusu kümesindeki figürlerden daha da çok sefalete dalmış, sefaletin içine kök salmış gibiydiler. İşte böyle anlarda, dile gelmeyen, sözle anlatılamayan bir çaresizlik karşısında – yalnızlık, yoksulluk, bahtsızlık, her şeyin sonu… bitimi… işte o anda Tanrı düşüncesi doğar birdenbire kafamızda. Başkaları değilse de ben bunu duyarım.

Babamız da öyle demez mi: «Hemcinslerime mezarlıkta seslenmekten hoşlanırım, çünkü orada hepimiz toprağa basarız, aynı toprağa basmakla kalmayız, aynı toprağa bastığımızın bilincine varırız.»

Müzeyi seninle birlikte gezebildiğimiz çok iyi oldu, de Groux’nun, Leys’in eserlerini ve Coosemans’ın o peyzajı gibi dikkate değer bunca tabloları birlikte gördüğümüze sevindim.

Bana verdiğin iki gravürden çok memnumum, ama sen de benden «Üç değirmen» adlı o küçük ofortu kabul etmeliydin. Oysa onu sen kendin satın aldın – hem de yarı fiatına değil, benim istediğim gibi. Onu koleksiyonuna katmalısın, çünkü çok güzel yapılmış değilse de dikkate değer bir parçadır.

Bilmiyorum ama bence onu Kadife Breughel değil de Köylü Breughel çizmiş olsa gerek. Bu mektupta «Kömür Madeninde» adlı küçük krokiyi ekliyorum.

Yolda giderken gözüme çarpan sayısız şeylerin kaba taslak krokilerini çizmek isterdim, ama bu beni asıl işimden alıkoyar korkusuyla hiç girişmiyorum. Eve döner dönmez «Kısır İncir Ağacı» üstüne (Lukka İncili, XIII, 6-9) hazırladığım vaıza başladım.

«Kömür Madeninde» adlı küçük desen pek o kadar önemli değil, ama hiç düşünmeden çiziverdim işte onu, çünkü madende çalışan bir sürü adamlar görüyorum burda, belli niteliği olan bir topluluk bu. Gördüğün evceğiz iskele yolunun üstündedir, büyük bir atölyeye bitişik küçük bir kahvehanedir aslında, işçiler paydos saatinde oraya ekmeklerini yemeğe ve bir bardak bira içmeye gelirler.

Bir zamanlar, İngiltere’de maden ocaklarının işçileri arasında papaz olmak için dilekçe vermiştim, ama kabul edilmedi, en azından yirmi beş yaşında olmam gerektiği ileri sürüldü. Bilirsin ki, yalnız İncil’in değil, bütün Kutsal Kitabın en köklü, en esaslı gerçeklerinden biri «Karanlıkta Parlayan Işıktır».

Karanlıktan varılır ışığa…

Ama kim gerçekten gereksinir bu hakikati, kim kulak verir ona? Tecrübeler gösterdi ki maden ocaklarında çalışan maden işçileri gibi yerin dibinde karanlıkta çalışanlar İsa’nın sözüne asıl kulak verenler, ona asıl inananlardır.

Belçika’nın güneyinde, Mons çevresinde de, Fransız sınırında da Hainaut denilen bölgede, giderek onun daha da ötesinde Barinage adlı bir bölge vardır, orada çeşitli maden ocaklarının işçileri yaşar; değişik, meraklı bir topluluktur bu. Küçük bir coğrafya elkitabına baktım, şöyle anlatıyor bu madencileri:

«Borin’ler (Mons’un batısında, Barinage’da oturanlar) yalnız kömür madenciliğiyle uğraşırlar. Toprağın üç yüz metre derinliğine kadar açılan bu kömür madenleri görülecek yerlerdir: saygımızı, sevgimizi hak eden bir alay madenci her gün oralara inip çalışır.

Kömür madencisi Borinage’a özgü bir tiptir, gün diye bir şey yoktur onun için, pazar günleri dışında gün ışığından hemen hiç faydalanmaz. Solgun, ölgün bir lâmbanın ışığında, daracık bir galeride, bedeni iki büklüm, kimi zaman yerde sürünerek çalışır; ne kadar yararlı olduğunu hep bildiğimiz o madeni yerin dibinden koparmağa uğraşır; hep yenilenen bin bir tehlike arasında çabalar durur, ama Belçikalı madenci neşeli, iyi huylu insandır, bu çeşit hayata alışıktır ve başlığının tepesinde, ona karanlıkta yol gösterecek olan küçük bir lâmbayla dibe inerken, çabalarını görüp kendisini, karısını ve çocuklarını koruyan Tanrısına güvenir.»

Borinage bölgesi, taş ocaklarının bulunduğu Lessines’in güneyindedir demek.

Oraya İsa’nın öğretisini yayan bir papaz olarak gitmek isterdim. Bay de Jong ile Pastör Pietersen’in benim için uygun gördükleri üç aylık staj sona eriyor. Aziz Paulus Paganlar arasında Hıristiyanlığı yaymak için uzun yollara dökülmeden üç yıl Arabistan’da kalmış. Ben de böyle bir bölgede kendi kendime çalışabilsem iki üç yıl, çevreme baka baka bir şeyler öğrenebilsem, dönüşümde söyleyecek bir sözüm olurdu, hem de gerçekten duyulmaya değer bir söz. Bunu tam bir alçak gönüllülükle, ama inanarak söylüyorum.

O gün Forest’in ötesine kadar gezindim ve sarmaşıkla örtülü küçücük bir kiliseye varan bir kestirmeye saptım. Parkta gördüğümüz ıhlamur ağaçlarından daha da çapraşık, daha da gotik diyebileceğim ağaçlar gördüm; mezarlığa giden çukur yol boyunca da Albert Dürer’in «Atlı, Ölüm ve Şeytan» gravüründeki gibi birbirine girmiş, yamru yumru, acaip gövdeler ve kökler.

Carlo Dolci’nin «Zeytin Bahçesi» tablosunu ya da onun fotoğrafını hiç gördün mü? Orada Rembrandt üslûbunda bir şeyler var; geçenlerde gördüm.

Ya Rembrandt’a göre aynı konuda çizilmiş kocaman, kaba ofort, iki kadın ve bir beşikli «Tevratı okurken» gravürün karşılığıdır, onu bilirsin herhalde.

Corot babanın gene bu konuda yaptığı tabloyu gördüğünü bana söylemiştin, ben de o zaman hatırladım bunu, ölümünden bir az sonra eserlerinden açılan bir sergide görmüştüm onu, çok etkilemişti beni bu tablo.

Ne çok güzellik var sanatta! İnsan gördüğünü aklında tutabilirse, her zaman yapacak düşünecek bir iş bulur kendine, yalnız kalmaz hiç, gerçekten yalnız sayılmaz.

Petit – Wasmes, 26 Aralık 1878.

Bil ki Barinage’da hiç resim yoktur, bir resmin ne olduğunu bilmezler genellikle. Bu yüzden de Bruxelles’den ayrıldığım günden bu yana sanat diye bir şey görmedim. Ama gene de çok ilginç bir resim havası var buralarda, her şey konuşuyor gibidir, her şeyin kendine özgü bir karakteri var.

Bu son günler, Noel’den önceki güneşsiz günlerde kar yağdı. Her şey Ortaçağ tablolarını andırıyordu, Köylü Breughel’in ve onun gibi kırmızı ve yeşilin, akla karanın özgün etkisini çarpıcı bir canlılıkla vermeyi başaran daha bunca ressamın tablolarını.

Burada gördüklerim bana örneğin Thijs Maris’in, ya da Albert Dürer’in eserini hatırlatıyor. Burada çalılar arasından geçen oyuk yollar var, yıllanmış eğri büğrü ağaçları acayip biçimde kökleriyle Dürer’in «Atlı ve Ölüm» adlı ofortunda görülen yola tıpatıp benzer.

Bu son günlerde, akşamüstü, güneşin battığı saatte maden işçilerinin evlerine dönüşünü seyretmek çok çekiciydi. Bu adamlar karanlık madenden gün ışığına çıktıklarında kapkaradırlar, baca temizleyicilerine benzerler. Evleri çoğu zaman küçüktür, onlara ev değil de kulübe denebilir, çukur yolların kenarına, ormana, tepelerin yamaçlarına dizilmiş, serpilmiştir bu evcikler. Şurada burada yosunla örtülü damlar görülür, geceleri sevimli bir ışık sızar ufacık camlı pencerelerden.

Bizim Brabant bölgesinde meşe ağacından baltalık orman ve fundalıklar, Hollanda’da top tepeli söğütler ne kadar çoksa, burada da kara böğürtlen çitleri o kadar çoktur bahçelerin, tarlaların ve sürülmüş toprakların çevresinde. Son günlerde yağan karın üstünde bu çalılıklar beyaz kağıt üstüne yazılmış bir yazıya benziyor; İncil sayfaları gibi…

Bu hafta Aziz Paulus’un bir metnini yorumladım bir toplantıda: «Ve Paulus’a gece Makedonyalı bir adam göründü ve karşısına dikilip yalvardı, dedi ki: Makedonyaya gel ve yardım et bize.» (Acta XVI. 9)

İşte bu metni incelerken İncil’le avutulmaya susamış, tek gerçek Tanrıyı tanımaya can atan bu Makedonyalının görünüşünü anlatmaya çalışıyordum ki herkes kulak kesildi. Onu gözümüzde nasıl canlandırmalı: “güzellikten hiç pay almamış, acı ve yorgunluktan çizik çizik olmuş bir yüzü; ama tükenmez besiye, özellikle Tanrı sözüne susamış ölmez bir ruhu vardı” dedim.

İsa’ya gelince, o çetin bir hayat süren bir işçiyi avutabilecek, gönlünü rahatlandırıp pekleştirebilecek güçte bir Tanrıysa, kendisinin de sonsuz acılar görmüş, İnsanın bütün çilelerini çekmiş, Tanrı’nın oğlu olduğu halde, bir marangozun oğlu olarak yaşamış ve Tanrı buyruğunu yerine getirmek için otuz yıl fakir bir marangozhanede yaşamış olduğundandır.

Tanrı insanın da yeryüzünde İsa gibi yaşamasını ister, yoksulluğa katlanıp büyük şeylere göz dikmekten sakınmasını ve İncil’den ders alarak iyi yürekli ve alçak gönüllü olmasını buyurur.

Wasmes, Nisan 1879

Geçenlerde çok ilginç bir gezi yaptım, bu arada bir madende altı saat kaldım.

Marcasse dedikleri burası çevrenin en eski ve en tehlikeli madenlerinden biriymiş. Çok belâlı sayılıyor, çünkü inişte de çıkışta da boğucu havası ve grizu patlamaları, bir de yeraltında akan sular ve eski galerilerin çökmesi yüzünden birçok kazalar olurmuş bu madende. Kapkara bir yer burası, bütün çevresi de ilk bakışta donuk ve kasvetli.

Bu madenin işçileri genellikle zayıf, hastalıktan yüzleri solmuş, yorgun, yıpranmış, kavrulmuş ve vaktinden önce ihtiyarlamış adamlar, kadınların da hemen hepsi sapsarı ve solgun. Madenin çevresinde madencilerin perişan evleri, dumandan kapkara olmuş birkaç ölü ağaç, dikenli çitler, gübre ve kül yığınları, dağ gibi yığılmış kullanılmaz kömür tozları, vb.

Maris burada seyrine doyulmaz bir tablo çizebilirdi.

Wasmes, Haziran 1879

Sanat kelimesinin şu tanımlamasını bir dinle, daha iyisi yapılamaz bence: «Sanat doğaya eklenmiş insandır».

Evet, doğayı, gerçeği, hakikati dile getirmektir sanat, ama sanatçının doğaya kattığı, ayırıp belirttiği, özgürleştirdiği, aydınlatıp renklendirdiği bir anlam, bir görüş ve bir özellikle dile getirmektir.

Mauve’un, de Maris’in ya da Israels’in bir tablosu doğanın kendisinden daha çok şey söyler, daha açık seçik bir biçimde dile getirir.

15 Ekim 1879

Hayatımda bir düzelme, bir ilerleme olsun – buna can atmıyor muyum, buna gereksinmiyor muyum acaba?

Daha iyi olmak istiyorum. Ama asıl buna can attığım içindir ki, «hastalıktan daha kötü olabilecek ilâçlardan» korkmuyorum.

Bir hasta hekiminin değerini ölçüp biçer ve kötü bir hekimin ya da bir şarlatanın eline düşmekten çekinirse, kınayabilir miyiz o hastayı?

Cuesmes, 20 Ağustos 1880

Sevgili Theo,
Yanılmıyorsam, Millet’in «Tarla İşleri» sende kalmıştır.

Bunları bir süre için bana ödünç verip posta ile gönderir misin ?

Millet’ten esinlenerek büyük desenler hazırlamaktayım, «Günün Saatleri»ni ve «Ekici» yi de çiziyorum.

Sabah kar altında kömür madenine giden kadın erkek madenciler gördüm; dikenli bir çit boyunca uzanan bir patikada yürürken, gölgeleri hayal meyal seziliyordu alaca karanlıkta; arkada madenin büyük yapıları ve hurda demir yığınları birer karaltı olarak süzülüyordu havada.

Bir krokisini gönderiyorum ki gözünde canlandırabilesin. İnsan yüzünün çizgilerini Millet, Breton, Brian ya da Broughton gibi ustaların eserlerini inceleyerek öğrenmek istiyorum. Ne dersin bu krokiye ! İyi bir fikir değil mi?

Etten, 3 Eylül 1881

Sevgili Theo,

Sana açmak istediğim bir sıkıntım var, ama belki biliyorsun, anlatacağım belki yeni değildir senin için. Sana söyliyeceğim şu: bu yaz K’yı (*) sevmeye başladım, ama o bana geçmişiyle geleceğini birbirinden ayıramadığını ve benim duygularıma hiçbir zaman cevap veremeyeceğini söyledi.

İki şık karşısında seçmek zorunda kaldım: bu «hayır, hiçbir zaman» sözüne boyun eğeyim mi; yoksa işi bitmiş sayıp umut beslemekten vazgeçmeyeyim mi?

Bu son şıkkı seçtim.

Bu arada da var gücümle çalışmaya devam ediyorum, ona rastladığım günden beri çok daha kolay çalışıyorum üstelik.

Onun yanında bir yıl geçirmek onun için de benim için de hayırlı olurdu, ama aileler bu konuda alabildiğine dik kafalı.

Ama anlarsın ki ona yaklaşmak için elden geleni yapacağım; beni sevinceye kadar onu sevmeye kararlıyım.

Sen de zaman zaman âşık oluyor musun, Theo? Olmanı isterdim, çünkü, inan bana, küçük dertlerin de bir değeri var. İnsan kimi zaman üzgündür, öyle anlar olur ki cehennemde sanırsın kendini, ama başka, daha güzel şeyler de vardır.

Üç aşaması var bu işin:

1. Sevmemek ve sevilmemek
2. Sevmek ve sevilmemek (benim durumum)
3. Sevmek ve sevilmek

Bence ikinci aşama birincisinden güzeldir, üçüncüye gelince, onun üstüne yoktur!

Haydi, old boy, sen de aşık ol ve aşkını bana anlat, benim durumumu da hoş gör ve anla.

Rappard buraya geldi: epey ilerleme gösteren sulu boyalar getirdi. Mauve da yakında gelir umarım, gelmezse ben giderim ona.

Çok desen çiziyorum, daha iyi gidiyor sanırım, fırça ile de daha çok çalışıyorum eskisine kıyasla. Havalar öyle soğuk ki yalnız ev resimleri yapabiliyorum: bir terzi, bir sepetçi vb.

Âşık olur da «hayır, hiçbir zaman» sözüyle karşılaşırsan sakın vaz geçme! Ama sen öyle şanslı bir adamsın ki, senin başına gelmez hiçbir zaman.

* Vincent’ın dul ve bir çocuklu amca kızı

Etten, 7 Eylül 1881

Old boy, bu mektup yalnız sanadır, onu yalnız kendine sakla, olur mu?

Önce sana soracağım: «Hayır, hiçbir zaman» tekerlemelerin soğutmayacağı kadar derin ve ateşli bir aşkın var olabilmesine bir azıcık olsun şaşar mısın? Ben sanıyorum ki, şaşmak şöyle dursun, bunu tabii karşılarsın; «akıllıca» bir iş dersin buna.

Aşk gerçekten de olumlu bir şeydir, güçlü bir şey, öylesine var olan bir şey ki, seven insan nasıl canına kıyamazsa, bu duygusunu da atamaz içinden. Ama diyeceksin ki: «Canlarına kıyan insanlar da vardır.» Ben de derim ki: «Bu çeşit eğilimleri olan bir adam değilim sanıyorum.»

Hayatı gerçekten sever oldum ve âşık olduğuma çok seviniyorum. Hayatla aşk birdir benim gözümde. Ama diyeceksin, «hiç bir zaman, hayır, hiç bir zaman» cevabı ile karşılaşıyorsun. Ben de sana derim ki: Old boy, şimdilik bu «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» sözünü kalbimin üstünde sıktığım bir buz parçası sayıyorum.

Bakalım kim üstün gelecek, bu buz parçasının soğukluğu mu, yoksa benim canlı sıcaklığım mı?

Bu nazik meselede söz söylemek istemiyorum şimdilik, başkalarının da «yola gelmez», «deli olmalı» gibi lâflardan başka söyleyecek bir şeyleri yoksa, konuşmamalarını dilerdim. Hoş, Groenland ya da Yeni Zemliyadan gelme, şu kadar metre yüksekliğinde, kalınlığında, ve derinliğinde bir buzdağı ile karşılaşıp da bu koca yığını eriteceğim diye yüreğime bassaydım, duruma kötü denirdi elbet.

Ama madem ki şimdilik geminin pruva bodoslaması bu çapta bir buz yığınına çarpmadı, madem ki boyuna «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» dediği halde, boyu, eni ve genişliği birkaç metre olmaktan çok uzaktır ve, iyi ölçmüşsem, pekalâ kucaklanabilecek durumdadır, davranışımın neden «çılgınca» olduğunu daha anlamış değilim.

Demek ki ben kendi hesabıma, «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» adlı buz parçasını bağrıma basmaktan başka çare bulamıyorum ve onu bu yoldan eritip yok etmeye çalışıyorsam kim ne diyebilir bu çabama ?

Bilmem hangi fizik kitabında buzun erimez olduğunu okudular?

Bu kadar çok sayıda insanın işi fazla ciddiye aldıklarını görünce üzülesim geliyor, ama kendimi üzüntüye kaptırıp yüreğimin gücünü de yitirmek istemiyorum. Tam tersine.

Canı isteyen üzülsün, ben bıktım üzüntüden. Çayırkuşu bahar günü ne kadar neşeliyse, o kadar neşeli olmak istiyorum. «Gene sevmek» şarkısından başka şarkı söylemek gelmiyor içimden.

Sen bu «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» sözü üstünde durur muydun, Theo?

Hayır, senden tam tersini umarım. Ama öyle adamlar var ki, onlar «bilmeden» ve herhalde iyi niyetle, bağrıma bastığım buz parçasını söküp atmaya uğraşıyor ve ne yaptıklarının farkına varmadan, yanan aşkımın üstüne soğuk su atıyorlar.

Ama eminim ki kovalar dolusu su bile soğutmaz benim aşkımı; şimdilik öyle, old boy.

Ya bazı insanların şu imâlarına ne dersin: hazırlanmam lâzımmış, yakında benden daha iyi, daha zengin bir adamla nişanlandığını duyacakmışım, çok güzelleştiğinden birçok kısmetler çıkacakmış, üstelik de «kardeşliği» aştığım zaman (sınırı nerde bunun?) bana karşı fazla bir duygu beslemiyormuş, ben de «bu arada» benim için daha hayırlı olabilecek bir fırsatı kaçırırsam yazık olurmuş!

«Yalnız o, başkası olamaz» demesini bilmeyen adam aşkın ne olduğunu bilir mi?

– Bana bütün bunları söylediklerinde yüreğim, gönlüm, zekâm, bütün benliğimle «yalnız o, başkası olamaz» diye duydum içimden.

Yalnız o, başkası olamaz dediğiniz zaman, size: «Bu sizinkisi zaaf, tutku, çılgınlık, dünyadan habersizlik» diyenler, üstelik de sakınmanızı, işleri tatlıya bağlamaya çalışmanızı salık verenler olur. Benden uzak olsun bu çeşit düşünceler!

Zaafım gücüm olsun, başkasına değil, ona bağımlı kalmak istiyorum, elimden gelse de bağımsız olmak istemem ondan.

Bir başkasını sevdi ya, kopamıyor o geçmişten ve yeni bir aşk düşüncesi ürkütüyor belki onu. Ama bir söz var, belki bilirsin: «İnsan sevmeli, sonra sevgisinden kopmalı ve yeni baştan sevmeli!»

«Sen de yeni baştan sev, sevdiğim, sevdiceğim, sevgilim!»

Hep geçmişi düşündüğü, kendini büsbütün geçmişe verdiği besbelli. Ben de ne yapayım, duygularına saygım var, derin yası bana dokunuyor. Sarsıyor beni… Ama onun belâlı yanı da kaçmıyor gözümden…

Yüreğim yumuşayabilir, ama kendim çelik gibi sağlam ve kararlı olmalıyım. Onda yeni bir şey uyandırmaya çalışmalıyım, eski sevgisi ortadan silinmese de, onun kadar yaşamayı hak eden yeni bir duygu yaratmalıyım.

İşte bu yüzdendir ki atıldım bu işe, başında hantal ve beceriksizdim, ama sonra kararlı olarak: K sizi kendimi sevdiğim kadar seviyorum dedim. İşte o zaman da bana: Hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman, karşılığını verdi.

«Hayır, hiçbir zaman!» ne denir buna?

Ben: «Gene sevmelisin» dedim. Bakalım sonunda kim üstün gelecek. Allah bilir, beri şunu biliyorum ki «that I had better stick to my faith» (İnancımdan şaşmamalıydım)

Bu yaz o «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» sözünü duyunca… Allahım ne feciydi, sonsuzluğa dek cehennem cezasına çarpıldığımı sandım başlangıçta ve o anda sanki gerçekten yere fırlatılmış gibi oldum.

Ruhuma çöken o anlatılmaz sıkıntı arasında birdenbire karanlıkta doğan bir ışık gibi bir fikir parladı: vazgeçebilen vazgeçsin, ama inanabilirsen inanmaya bak. O zaman vaz geçmiş bir insan olarak değil, inanan bir insan olarak doğruldum ve “yalnız o, başkası olamaz” düşüncesinde karar kıldım.

Ama diyeceksin ki: kandırabilirsen neyle yaşayacaksınız? Yahut ta “elde edemeyeceksin onu” – ama, hayır, sen böyle bir şey söylemezsin. Seven yaşar, yaşayan çalışır, çalışan ekmeğini çıkarır.

Bunun içindir ki rahat ve güvenliyim işte: bu durum çalışmamı etkiliyor, çalışmam da gitgide sarıyor beni, başaracağımı anlıyorum da ondan. Olağanüstü bir şey yaratacağımdan değil, tersine olağan bir şey yaratacağımı sezinliyorum, yani bir varlığı olan, faydalı olabilecek sağlam, «tutarlı» bir eser. Var gücümüzle gerçeğe ermenin en kestirme yolu gerçek bir sevgidir bence. Gerçeğin içinde yaşayan yanlış bir yolda olabilir mi? Sanmam.

Ama neye benzetsem âşık olma durumunun yarattığı o kendine özgü duyguyu ve bilinci?

İnsan hayatta gerçekten âşık oldu mu yeni bir kıta keşfetmiş gibi oluyor.

İşte bunun içindir ki senin de âşık olmanı diliyorum, ama bunun için bir «aşk» bulmak gerek; bu aşkı bulmaya gelince, derim ki başka işlerde olduğu gibi aşkta da arayan bulur ve bulduğumuz gün kendimizi becerikli değil, mutlu saymalıyız.

Etten, 12 Kasım 1881

Ama aşk çok güçlü olduğu içindir ki, biz gençken (yani 17, 18, 20 yaşlarında) dümenimizi iyi kullanabilecek kadar güçlü olamayız çoğu zaman.

Bak bence tutkular gemimizin yelkenleridir.

Yirmi yaşında olan biri duygusuna büsbütün kaptırır kendini, yelkenlerini fazla şişirir, gemisi su alır ve – batar – ya da çıkar.

Oysa direğine ihtiras yelkenini serip de hayat denizinde kazasız belâsız, batıp çıkmadan ilerleyen adam gider … gider de bakar ki sonunda olmayacak durumlarla karşılaşır, o zaman da: yelkenim bana yetmedi demek zorunda kalır, “daha bir metre kare yelken edinmek için varımı yoğumu verirdim,” der. Ama bulamaz aradığını ve umutsuzluk içindedir.

İşte o zaman başka bir güçten de faydalanabileceği aklına gelir; o güne dek hor gördüğü, sintinede saklı kalan başka bir yelkeni kullanmak aklına gelir. O yelken kurtarır onu.

«Aşk» yelkeni onu kurtaracaktır, ama onu açmazsa, varamayacaktır ereğe.

La Haye, 7 Ocak 1882

Biliyorsun ki sulu boya yapmakta direniyorum, elim alışır da başarırsam, satabileceğim yaptığımı.

Ama emin ol, Theo, ilk kez Mauve’un evine gidip de ona mürekepli kalemle yaptığım deseni gösterince ve Mauve bana: füzen ve tebeşirle, fırça ve estompla çalışmayı denemelisiniz, deyince – bu yeni araçlarla çalışmak korkunç zor oldu benim için.

“Sabırlı olayım” dedim işime yaramadı, derken cesaretim kırıldı ve füzenimi ayak altına alıp çiğneyecek kadar sabırsızlandım.

Bir süre sonra tebeşir ve füzenle, sonra da fırçayla yapılmış bazı desenler gönderdim sana, ve gene bir sürü desenle Mauve’a gittim; bu desenleri birçok bakımdan eleştirdi haklı olarak, sen de eleştirdin bunları, ama ben bir adım ileri gitmiştim.

Şimdi gene öyle bir durumdayım: umut ve umutsuzluk, sabır ve sabırsızlık, sevinç ve üzüntü içinde çırpınıyorum. Bu savaşı kazanmalıyım, kazanırsam sulu boya hakkında daha sağlam bir görüşüm olacak.

1 Yorum

  1. selamlar…
    varlığıma ve yalnızlığıma ulaştırdığınız tüm dostlar ve onları tanıttığınız için sevgili cafrande.org yaratıcıları sizi dostça yeniden selamlıyorum 🙂

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz