Tüketim Karşıtlığı, Doğanın Dengesi, İnsanın Doğası – Dr. Suat Kamil Aksoy

Bir uçurumdan yuvarlanan Temel düşerken bir ağaç gövdesine tutunur ve birkaç dakika içerisinde ölecek iken ölmemiş olur. Fıkranın devamına bakmayıp kendinizi onun yerine koyun. Sizi duyacak kimse yok ise tutunmak neye yarar. Zaten bir süre sonra tutunacak gücünüz de tükenecek. Yirmi dakika daha asılı vaziyette yaşama imkanınız olacak. Diyelimki ağacın gövdesi, üzerinde oturabileceğiniz kadar geniş olsun. Bu durumda da eninde sonunda uykunuz gelecektir. Yada açlık baş gösterecektir. Gerçekte yaşamınız uçurumdan kaydığınız anda sona ermiştir. Bu düşüşün ardından ölümünüze kadar geçen süre ne olursa olsun, bu süre sadece ölmüş olduğunuzun bilincinden ibarettir. Yukarı tırmanmak imkansız, aşağıya ölmeden inmeniz imkansız, bağırsanız sizi duyacak birisini bulmanız imkansızdır.
Temel bağırdığında Allah’tan yardım diler, kendini bırak diye bir ses duyunca, başka kimse yokmu diye bağırmaya devam eder.

Tüketim Karşıtlığı, Doğanın Dengesi, İnsanın Doğası

Günümüzün moda söylemleri arasında yer alan tüketim karşıtlığını biraz irdeleyelim. Daha az enerji tüketmeliyiz, küresel ısınma insanlığın geleceğini tehdit ediyor vb. Bu türden fikirlere maruz kalmamış tek bir kişi olmadığını biliyoruz. Üstelik uygulamada ne kadar riayet ediliyor odlunu bilemesek bile, fikrin yaygın bir kabule kavuştuğu aşikardır. Hükümetlerin etkinlikleri tartışılabilir olmakla birlikte, halkı uyarmanın yanı sıra, bazı önlemlere imza attıkları da gözlenmektedir. Ortada basbayağı egemen bir fikir vardır. Biz hangi sınıfın fikri diye sormayacağız. İşçisi ile patronu ile liberali ve sosyalisti ile bu fikir artık mevcut toplumun egemen fikridir. Tasarrufçu ve pinti bir psikolojinin estetize edilmiş hali olarak da itham edilebilir. Kitlelerin tüketimleri azaldıkça işçiliğin ucuzlayacağını uman burjuva aklıevvelliğinin bir tezahürü de olabilir. Ve elbette bu gidişatın sonunun hayırlı olmadığını gören sorumlululk sahibi bir duyarlılık da olabilir.

Doğanın dengesi ve onun bozulması temel dayanak olduğuna göre biz de buradan girebiliriz. Doğa nedir? Örneğin uzak gezegenlerden birinde, uranüste, doğa dünyanın ağırlığından daha fazla metan ve karbon bileşikleriyle yoğrulmuş bir mavilik olarak görülebilir? Güneşin doğası için ise, milyonlarca santigrat hızla çırpınan hidrojen atonları, bunların devasa bir hidrojen bombası teşkil etmelerine karşın, birleşmeden doğan enerjinin, hidrojenin helyuma tek seferde dönüşmesine mani olduğu nükleer bir yanma halidir diyebiliriz! Dünyanın doğası için ise, bu devasa hidojen bombasının eninde sonunda patlayacak olduğu günü bekleyen taş toprak ve su yığınından ibaret olduğu ya da uranüsten farklı bir tür mavilik olduğu söylenebilir. İçerisinde tekdüzelikten eser yok tabi. Akla ziyan karmaşıklıktaki moleküller vb. İnsan, hayvan, bitki, karbonhidrat, DNA, kültür, bilim, teknoloji, emek, sevgi, aşk vb. Bu iyice karmaşıklaşmış gezegenin asıl doğası bu karmaşıklık olsa gerek. Ama kendi dışındaki doğanın karşısında bir tür küçük ve geçici istisna gibi görünüyor. Zira kulağının dibinde patladığında geride hiçbir hafıza bırakmayacak olan patlama için fitil milyarlarca yıl önceden ateşlenmiş durumdadır. O halde bu gezegenin doğasının gerçekte kavrulmuş taş topraktan başka bir şey olmadığı şimdiden söylenebilir. Dünyanın şu anki doğasının yüzlerce yılda temizleyemeyeceği plastikler, nükleer atıklar vb bu patlama açısından iş bile değiller. Yani sıkıntı duyulan bazı sorunlar ve hatta sıkıntı yaratan insanlar gerçek doğa tarafından zahmetsizce bertaraf edilecekler. Her şey tertemiz! Ama biliyoruz ki şu doğanın dengesi, ya da doğal olan şeylerin asıl tanımı bu değildir. İnsanın kendisine karşı açık sözlü olmasında yarar var! Doğanın dengesine karşı duyulan bu aşk pek dürüst değil. Bütün serenatlar sonunda insanın varlığına ve sürekliliğine yönelmiş haldeler. İçerisinde insanın varolmadığı ya da insanın giderek yok olduğu bir doğa dengesinden yana olan var mı? Gerçekte yok! Doğanın dengesinin bozulması denilen şey, özünde bu doğanın insan içinliğinde bir bozulmaya gidişin, doğrudan ya da dolaylı emarelerinden başka nedir? Gerçek doğanın ise, insan için pek özen gösterme projesine sahip olmadığını şu devasa hidrojen bombasına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsan kendisinin varlığına yol açmış doğa vektörün bir kural olmadığını zor da olsa içselleştirmelidir. Bir yerden sonra doğa insan varlığına gereksinimi olmayan bir devinimdir. Bu yüzden insan kendisini doğuran doğa anası tarafından sevilen, korunan bir şey olmadığını ne kadar üzücü de olsa bilmelidir. Yalnız ve kendisiyle baş başa olduğunu ve aradığı sevgiyi yine ancak kendisinden göreceğini hiç unutmamalıdır. Bu yüzden doğa sevgisi gibi görünen tutumları yüzünden onun naif bir duygulanım içerisinde olduğu kabul edilmelidir. Bu doğa sevgisi aslında bilinçdışı bir özsevgidir. Öz sevgi gerçekte bencilliktir.

İnsan olağan bencilliği sonucu tüketime yöneliyor, kapitalizm onu kışkırtıyor ve doğa ve onun dengesi tahrip oluyor. Ama bu nasıl bir öz sevgidir, öze zarar veren bu bencillik demek ki, yeterince bencillik değildir. Atmosferde karbondioksit artmakta ve küre ısınmaktadır bu doğanın dengesini, ama gerçekte insanın yaşam ortamlarını bozmaktadır. Peki şu insan niçin bu kadar önemli? Karbondioksit emisyonu arttıkça, bitki kardeşlerin temel besini artmış olmayacak mı, onlar bu yüzden daha da gürbüzleşmeyecekler mi? Hayat insanlar için belki zorlaşacak, ama yepyeni yaşamların doğması bir doğa severi niçin sevindirmesin! Yoksa doğa ananın, doğa severlerden aldığı iltifatlar, onun güzel çocukları için mi? Anneye yönelen iltifatlar, çocuğa duyulan aşk yüzünden mi acaba? Basit bir mantık yürütme bizi, insanın doğacı eğilimlerinin kendi varlığına yönelik koruyucu tutumun bir dolayımı olduğu fikrine ulaştırır. İnsanın kendi varlığının devamlılığına eğilim göstermesinden daha doğal ve doğru bir şey de yoktur. Bu yüzden bu tutum, gizlenmesi, saklanması ve dolayımlanması gerekmeyen bir tutumdur. Dolayımlar bazen asıl ereğin kaybolmasına yol açabilir ve bu insanın ahmaklığından başka bir şey olmaz.

İnsan kendi varlığı ile uyumlu kalacaksa, bunun tersi saçma ve ahmakça ise, kendi varlığını ilk sıraya yerleştiren fikirlerinden dolayı utanmamalıdır. Daha ötesi kendi varlık ve sürekliliğine geliştirmek konusunda açık bir bilinç ile çaba harcamalıdır.
Nasıl ki tüm varlığın doğası insan içinlikle tanımlanamıyor ise ya da onun sonsuz varlığı insanın varlığını otomatik olarak sürekli kılamıyorsa, canlı doğa da, insanı otomatik olarak varetmek zorunda değildir. Elbette varlığın tümü karşısında canlı doğa ile insan aynı pozi syondadır. Ama bu canlı doğa ile insan arasında otomatik bir ittifak olduğu anlamına gelmez. İnsan bu canlı doğa içerisinde kendi varlığını kendisi sürdüremiyorsa nesli tükenenler listesine girmekten başka şansı yoktur. Yani canlı doğanın da acıması yoktur. Ama canlı doğa ile insan arasında bir ortak yan vardır. Gerçekte canlıların evrimi, insanın doğadan bilgi edinmesi sürecine benzer bir şeydir. Evrim genetik kayıt ile doğadan bilgi edinilmesi sürecidir. Bu bilgi edinme süreci insanda olduğu gibi bir bilinç içermez. Ama her edinilmiş bilginin eksikli olmasına karşın canlı doğanın edindiği ve yanlışlarını eleyebildiği kadarıyla biriktirdiği bilgi, halen insanın elinde bulunan bilginin çok ötesindedir. Özetle insanın kendini tüm üstün görüşlerine karşın, bilgi bakımından canlı doğaya göre geçici olan geriliği bir veridir. İnsanın bu durumun farkında olması elbette zorunludur. O henüz kendisi gibi bir organizmayı, ya da doğada belirli bir yeri olabilecek bir organizmayı kurgulayabilecek halde değildir. İnsanın canlı doğa karşısındaki bu geriliği elbette geçicidir. Canlı doğanın genetik kayıt ve onun dolayımları şeklindeki bilgi birikimi ile insanın edindiği bilgi gerçekte aynı şeydir. Bu açıdan bakıldığında canlı doğa ve insan tüm varlıktan edinilen bilgi ile tanımlanabilmeleri anlamında bir ve aynıdır. Canlı organizma her durumda bir genetik bilginin açılımıdır ve bu bilginin kendisini güncel tutma ve geliştirmesinin bir aracısıdır. Aracının ölümlü oluşu kaynaklandığı bilgi birikiminin potansiyel ölümsüzlüğü ile bir karşıtlık teşkil eder. Aynı durum insan için de geçerlidir. Birey bilgi ve kültürün taşıyıcısı olarak ölümlüdür, ama bunların gelişmesinin ve sürekliliğinin taşıyıcısıdır. Tüm bu sürece bir açıklama getirmek gerekirse kısaca, olmakta olan şeyin, varlığın bilgisinin (ki bu insandır), varlığın özündeki sonsuzluğa ve kalıcılığa öykünmesi olduğu söylenebilir. Ama bu kadar soyut noktalarda dolaşmak niyetiyle yola çıkmadık. İnsanın kendi varlığı ve bu varlığın sürekliliği ile barışık olması anlamına gelen doğa severliği gayet yerindedir. Eğer insan bu tutumu ile tutarlı kalacak ve saçmalamayacaksa, saflığı bırakmalıdır. Canlı doğanın dengesi ve devinimi denilen şey genetik düzeydeki bilgi kümelenmesi sürecinin düşünme mekanizmalarından bu mekanizmanın sağlığından başka bir şey değildir. İnsanın ruhsal dengesi ve düşünme yeteneği aynı sürecin sadece başka bir boyutudur. Konuya bilinç dahil olmuştur, bu anlamda bir düzey farkı da vardır. Ama bu kesinlikle otomatik olarak daha üstün bir bilgi birikimi demek değildir. İnsan elbette kendisini de vareden canlı doğanın biriktirdiği bilgiye hakim olarak, ona nüfuz edecektir. Ötesi bir yana insan henüz bu açıdan yolun başındadır. İnsan bilgisi ile canlı doğanın ötesine geçmenin yanı sıra, yaşam bulduğu dünyanın da ötesine geçmek zorundadır. Zira yeryüzü ona sonsuza kadar ev sahipliği edemeyecektir. O halde insanın geleceği aşağı yukarı belirli ve bilinebilir haldedir.

O kendi varlığı ile tutarlı kalacaksa en önce yeryüzünü terk etmeli, güneş henüz patlamamışken, bu patlamadan etkilenmeyecek bir yere doğru çekilmeli, giderek güneşin söneceği ve yaşam kaynağı olmaktan çıkacağı günlerde bir başka yaşam kaynağı edinmelidir. Peki bu nasıl olacak. Bilim kurgu fantezileri kurmak kolaydır. Ancak bir astronotun uzay istasyonunda bir yıl yaşamasının maliyeti nedir? Bu kaç para ya da bizim kavramımızla kaç emek zamanına mal olmaktadır? Gerçek rakamın ne olduğunu bir yana bırakıp bir varsayım ile düşünmeye başlayalım. Bir astronotun uzay boşluğunda bir yıl yaşamasının maliyeti 15 milyon TL, yani dünyanın kişi başı ortalama hasılasının 1000 katı olsun. Yani bir kişinin uzaydaki varlığı, yeryüzünde 1000 kişinin bir yıllık emeğini soğuruyor olsun. Bu insanın uzayda henüz yaşayamadığını sadece temsil edilebildiğini ve elbette yaşama potansiyeli taşıdığnıı gösterir.

Bağımsız yaşam emek üretkenliğinin bin kat artışına ihtiyaç duymaktadır. Daha ötesi yeryüzü insana bazı imkanları bedavadan sunmaktadır. Bu imkanları insanoğlunun dünyadan bağımsız bir yerde yeniden üretmesi ek bir emek üretkenliği de gerektirir. O halde basitçe şunu söyleyebiliriz. İnsan şu anki emek üretkenliğinin bir milyon katına erişmediği sürece dünyaya bağlıdır ve bu da onun uzun vadede ölü olduğunu, varolmadığını gösterir. Uzay boşluğunda yaşayabiliyor olma koşulu sağlandığında insanın orada da uzun süre kalamayacağı açıktır. İnsanın güneşten kurtulmak için de belki milyon katanda daha fazla üretkenlik artışına ihtiyacı vardır. Hayal edebildiklerimize ek olarak neler olabileceğini ise henüz bilmiyoruz. Stephen Hawking insanlığın bin yıl içerisinde dünyayı terk etmesi gerektiğini ilan etti. Ama insan üretkenliği bu kadar sürede ne kadar geliştirebilir? Zaman yetecek mi acaba? Daha ötesi diyelimki dünyayı terk edebilecek durumda olsun, acaba güneşi terk etmek için vakti kaldı mı?
Bir uçurumdan yuvarlanan Temel düşerken bir ağaç gövdesine tutunur ve birkaç dakika içerisinde ölecek iken ölmemiş olur. Fıkranın devamına bakmayıp kendinizi onun yerine koyun. Sizi duyacak kimse yok ise tutunmak neye yarar. Zaten bir süre sonra tutunacak gücünüz de tükenecek. Yirmi dakika daha asılı vaziyette yaşama imkanınız olacak. Diyelimki ağacın gövdesi, üzerinde oturabileceğiniz kadar geniş olsun. Bu durumda da eninde sonunda uykunuz gelecektir. Yada açlık baş gösterecektir. Gerçekte yaşamınız uçurumdan kaydığınız anda sona ermiştir. Bu düşüşün ardından ölümünüze kadar geçen süre ne olursa olsun, bu süre sadece ölmüş olduğunuzun bilincinden ibarettir. Yukarı tırmanmak imkansız, aşağıya ölmeden inmeniz imkansız, bağırsanız sizi duyacak birisini bulmanız imkansızdır. Elbette çok başka bir dünyada yaşıyor olabilirdiniz. Üzerinizdeki gps cihazı önce sizi uçuruma doğru ilerlediğiniz konusunda uyarabilir. Dahası uçuruma yaklaşan birisi olduğunu alglayan iletişim sistemi çoktan sizin uçurumdan düşmenize mani olacak önlemi alıyor ve olası düşme durumunda gerekli yardımı bölgeye yönlendiriyor da olabilirdi. Temel bağırdığında Allah’tan yardım diler, kendini bırak diye bir ses duyunca, başka kimse yokmu diye bağırmaya devam eder. Fıkraya bakılırsa Temel’in yaşama isteği çaresizce ağır basmaktadır. İnsanlık şu anda dünya adlı bir gezegende asılı halde bekleyen bir ölü müdür? Yoksa hikayenin devamı başka mıdır? Şu an bir iddiada bulunmak zor. İnsanın bundan milyar yıl sonra yapması gereken bir hamle için iş işten geçmiş olabilir mi? Peki insan ne yapıyor? Doğanın dengesi diyor, tüketimi üretimi azaltmalı diyor, nüfusu azaltmalı diyor. Kendisinden korkuyor. Üretkenliğini yani doğada ki etki gücünü ve yeteneğini artırmaktan başka varlığını sürdürme imkanı olmadığı halde o oyalanıyor, aza kanaat getirmek, kabuğuna çekilmek gibi depresif davranışlar sergiliyor. Şöyle bir bakıldığında insanın varlığıyla barışık güdülere sahip olanlar yok değil. Kar peşinde koşarken üretkenliği artırmanın peşinde de koşan kapitalisti hatırlayalım! Gerçi onun coşkusu sermayenin coşkusu sayılır ama şu kriz tehdidi de olmasa onun pozitif duygularına mani olacak hiçbirşey yoktur. Peki başkası var mı? Gerçekçi olmak gerekirse yok. İnsanlığın varoluşu adına tek çabanın kapitaliste ait olması size güven veriyor mu? Zira bu kapitalist bile üretkenliği ancak karlarını artırdğı sürece umursayabilir. Zaten karlarını artırmak için kitlelere tüketimlerini azaltmaları yönünde fikirler vermenin yanı sıra, onları sağlanan geliri kısmak için de gayret sarfeden kapitalistin güven vermesi mümkün değildir. Buna rağmen kapitalizm üretkenliğin ağır aksak da olsa ilerleyişi ile anılabilir. Peki ama varoluşun zorunlu koşulu niçin sınırlı bir azınlığın kar güdülerine ve rastlantılara terk edilmek durumunda. Herkesin varoluşla uyumlu güdülere sahip olması gerekmez mi?
Evet üretkenlik ve elbette üretimin artışı herkesin ortak güdüsü olmadan yeterince hızlı ilerlenemez.
Bütün bunların olabilmesi için insan üretkenliğini ve üretimini artırmakla bunun ödülünü doğrudan alıyor olmalıdır. Bu olmaz ise üretkenlik bir güdü haline gelemez. Bir atasözü, insan alnının teri soğumadan hakkını almalıdır der. Bu söze bir de bu açıdan bakarsak yeni keşiflere ihtiyacımız kalmayabilir. Tüketiminin gelişmesi ile insan doğa karşısında etkinliğini ve varlığını yükseltir. Bu onun için basitçe sevinç ve mutluluktur. Demekki insanın üretkenliği ve varlığı birbirini besleyen şeylerdir. Peki ama tek umudumuz olan kapitalistin işi ne? O üretkenliğin meyvesini, emek sahibinin alnının teri soğumadan cebe indiren kişi değil mi? O böylece üretmekle ilgisi olmadığı halde üretkenlik güdüsünün sahibi haline geliyor. Giydiği üretkenlik elbisesinin onun üzerinde eğreti duracağı kesin olmakla birlikte kapitalistten başka pozitif öğe bulmak zordur. Zira emekçi ya da üretici, üretkenlikle pek ilgisiz kalmakta, hatta üretkenlik artışı onun işsiz kalması tehdidini içermektedir. Üretkenlikten zarar gören, korkan ya da en iyisi ilgisiz kalan üretici tipi yani işçi insanın varlığı ile pek bağdaşmayan bir öğedir. İnsanlığın kapitalizm ile boş yere oyalanmakta ve kağnı hızıyla ilerlemekte olduğunu mu söylemeliyiz? Ama geçmiş ile karşılaştırıldığında kapitalizm epeyce hızlı ilerliyor. Bu görüntüye bakıldığında varoluş adına kaygılanmaya gerek olmadığı izlenimi doğmaktadır. Bu tatlı rüyadır. İnsanlık birbiriyle uyumlu bir kütle halinde büyüyecek ve varlığını koruyacak ise bu tüm öğelerinin katılımı ile olabilir. Her insan çıkarını ve varlığını yükseltme etkinliği içerisinde olmalıdır. Bu toplu olarak insanlığın varlığı ve çıkarının en üst düzeyde gerçekleşmesidir. Gerçi bu fikirler bundan çok önce Spinoza tarafından söylenmişler. Sözler, söylenmesine söylenirler, bu onların duyulduğu anlamına gelmez. Duyulabilmeleri için bazen yüzyıllar gerekir. Sonsuz zamanın içerisinde bu da bir andır. Yaşadığımız toplumun temel öğesi işçi insanın ölümü tercih edişinin somutlanışıdır. Kapitalistin bulunduğu pozitif konumun ise insanın varoluşu ile ilgisi yoktur. Zira o sermayenin, yani değerini genişleten değerin insan kılığına bürünüşüdür. Dolayısı ile kapitalist kişileşmiş sermaye olarak insanın ölümüdür. Bunu kendi benliğinde yakıcı bir biçimde hissedip soluğu tema vakıflarında alan Karaca amca çok güzel betimliyor. O ruhunu kurtardıktan sonra insan olarak kendisine kalan çok kısa yaşamını sermayenin çok uzağında, hatta sermayenin insana yabancı doğasının yarattığı olumsuzluklarla mücadeleyle geçiriyor. İnsanın varlığının insan olmayan bir şeyin devinimin eline kalmış olması herhalde insanın sahipsiz kalması yada kendine sahip çıkamayışı demektir. Kendi çıkarını kollamayanın en iyisinden şansı yaver gidebilir, eğer şansı da yoksa vay haline!

Suat Kamil Aksoy

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz