Tolstoy: İnsanlar ışıktansa karanlığı daha çok severler, çünkü yaptıkları şeyler fena şeylerdir

Lev TolstoyBen de Budizm’i ve İslam’ı kitaplardan inceledim. En çok da Hıristiyanlığı gerek kitaplardan gerekse de etrafındaki insanlardan inceledim.
Doğaldır ki ilk olarak çevremdeki dindar ve aynı zamanda eğitimli olan insanlara; kilise ilahiyatçılarına, keşişlere, en son görüşleri savunan ilahiyatçılara ve hatta insanlığın günahlardan ve Cehennem azabından Hz. İsa’nın kefaretiyle kurtulabileceğini söyleyen bazı Protestan kiliselerine yöneldim.
Bu inananların peşlerini bırakmadım ve onlara inançları ile yaşamın anlamına ilişkin arılayışlarıyla ilgili olarak sorular sordum. Ancak mümkün olan tüm ödünleri verdiğim ve her türlü fikir ayrılığından kaçındığım halde bu insanların inançlarını kabul etmem mümkün olmadı. Şunu gördüm ki, onların inançları olarak dile getirdikleri şeyler var oluşun anlamını açıklamıyor, daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu.

İnançlarımın benim var oluşa ilişkin soruma yanıt vermediğini kendileri de kabul ediyorlardı. Beni inanca yönelten şey o varoluş sorusuydu ve bu soru şimdi bir takım başka sebeplerden bana uzak geliyordu.
Bu insanlarla olan konuşmalarımda sıkça yaşadığım o umut duygusundan sonra tekrar eski ümitsiz durumuma dönmek korkusuyla acı çektiğimi hatırlıyorum.
Bu insanlar bana öğretilerini tam anlamıyla açıkladıkça, onların yanlışlarım daha açık bir şekilde görüyor ve onların inançlarında var oluşun anlamına yönelik bir açıklama bulma umudumun boş olduğunun farkına varıyordum.
Öğretilerinde pek çok gereksiz ve akıldışı şeyi, bana hep yakın gelmiş olan, Hıristiyanlığın hakikatleriyle birleştirmiş olmaları değildi yanlış olan. Beni iten şey bu değildi. Bana itici gelen gerçek bu insanların hayatlarının benimki gibi olmasıydı; şu farkla ki, yaşadıkları hayat öğretilerinde savundukları ilkelere karşılık gelmiyordu. Apaçık bir şekilde şunu anladım ki, onlar kendilerini kandırmaktaydılar ve benim gibi onlar da hayatta, hayat devam ederken yaşamaktan ve ellerinin tuttuğunu almaktan başka bir anlam bulamıyorlardı. Bunu anlamıştım çünkü eğer kendileri kaybetme, acı çekme ve ölüm korkusunu ortadan kaldıracak o anlamı bulmuş olsalardı, bütün bu şeylerden korkuyor olmazlardı. Ancak bizim çevremizdeki bu inanan insanlar tıpkı benim gibi yeterlilik ve bolluk içerisinde yaşıyorlar; bu yeterlilik ve bolluğu daha da artırmaya ya da korumaya çalışıyorlar; yoksunluktan, acı çekmekten ve ölümden korkuyorlardı. Tıpkı ben ve bütün inanmayanlar gibi, arzularım tatmin etmek için yaşıyorlar ve de inanmayanlardan daha kötü olmasa bile en az onlar kadar kötü bir yaşam sürüyorlardı.
Hiçbir görüş beni onların inançlarının doğruluğuna ikna edemezdi. Sadece, hayatta bana korkunç gelen şeyleri -yoksulluğu, hastalığı ve ölümü- onların kendileri için korkunç olmaktan çıkaran bir anlam bulduklarının göstergesi olan eylemler beni buna ikna edebilirdi. Bu tür eylemlere ise bizim çevremizdeki pek çok inanan arasında rastlamıyordum. Tam tersine bu türden eylemleri bizim çevremiz içerisindeki en inançsız insanların gerçekleştirdiklerini görüyordum, sözde inananların değil.
Bu insanların itikatlarının benim aradığını inanç olmadığını ve inandıkları şeyin gerçek bir inanç olmayıp hayattan Epikürcü bir yaklaşımla bir teselli bulmak olduğunu anladım.
Şunu anladım ki, bu inanç ölüm yatağındaki tövbekar Süleyman için bir teselli değilse bile, bir oyalama vazifesi görse de; kendilerinden başkalarının emeklerini çar çur edip eğlenmeleri değil de, yaşamı yaratmaları beklenen insanlığın o büyük çoğunluğuna hizmet edemez.
Bütün o insanların yaşayabilmeleri ve hayata bir anlam atfederek yaşamaya devam edebilmeleri için onların, o milyarlarca insanın inanca dair farklı ve gerçek bir bilgilerinin olması gerekir.
Gerçekten de, beni inancın varlığına ikna eden şey ben, Süleyman ve Schopenhauer’un kendimizi öldürmemiş olmamız değil, o milyarlarca insanın geçmişte yaşamış ve bugün de yaşamakta oldukları ve bizleri var oluşlarının dalgasında taşımış oldukları gerçeğiydi.
Ben de fakir, basit ve cahil halkın arasındaki inananlara -hacılara, keşişlere, tarikatçılara ve köylülere- yaklaşmaya başladım. Bu insanların inancı da bizim çevremizdeki yalancı inananların ikrar ettikleri aynı Hıristiyan inancıydı. Onların arasında da Hıristiyanlık gerçeklerine karışmış pek çok batıl inanışa rastladım. Ama şu farkla ki, bizim çevremizdeki inananların batıl inanışları kendileri için oldukça gereksiz ve yaşadıkları hayata uygun düşmez, sadece bir tür Epikürcü aldatmacadan ibaretken; işçi kitlelerinin arasındaki inananların batıl inançları yaşamlarıyla öylesine bir uygunluk gösteriyordu ki, onları hayatlarının kaçınılmaz bir parçası olan bu batıl inançlar olmaksızın hayal etmek imkansızdı. Bizim çevremizdeki inananların bütün hayatları inançlarıyla bir çelişki içerisindeyken, işçi-halktan inananların bütün hayatları inançlarının kendilerine verdiği o var oluşun anlamının bir doğrulamasıydı. Ben de bu insanların yaşamlarını ve inançlarını daha derinliğine araştırmaya başladım; bu konu üzerinde ne kadar düşündüysem, bu insanların kendileri için zorunluluk olan, tek başına hayatlarına bir anlam veren ve yaşamı onlar için olanaklı kılan gerçek bir inançları olduğuna o kadar ikna oldum.
Kendi çevremizde -inanmadan yaşamanın mümkün olduğu ve ancak bin kişiden bir kişinin kendisinin inançlı biri olduğunu kabul ettiği o çevremizde- gördüklerimin tersine bu insanların arasında inanmayanlar neredeyse binde birdi. Bütün yaşamın aylaklık, eğlence ve tatminsizlik içerisinde geçtiği o kendi camiamızda gördüklerimin tersine, bu insanların bütün hayatlarının ağır işlerde geçtiğini ve bu insanların hayattan memnun olduklarını gördüm. Bizim çevremizdeki insanların kadere karşı çıkışları ve çekilen yoksunluklar ve acılar yüzünden kaderden yakınmalarının tam zıddı olarak bu insanlar hastalıkları ve acıları şaşırmadan, karşı koymadan ve başa gelen her işte bir hayır olduğuna dair dingin ve sarsılmaz bir inançla kabulleniyorlardı.
Bilgeliği arttıkça yaşamın anlamını daha az anlayabilen, acı çekiyor ve ölüyor oluşumuz gerçeğinde kötü bir istihza bulan bizlerin tersine, bu insanlar yaşamaya ve acı çekmeye devam ediyorlar, ölüme ve acıya sükunetle, pek çok durumda da memnuniyetle yaklaşıyorlardı. Sükunet içerisinde, dehşet ve çaresizlikten uzak bir ölümün bizim çevremizde çok nadir rastlanan bir istisna olmasının tersine kederli, isyankar ve mutsuz bir ölüm bu insanlar arasında en nadir rastlanan istisnalardandı. Bizim ve Süleyman için yaşamın tek iyi tarafı olan bütün o şeylerden yoksun, ancak gene de mutlulukların en büyüğünü tatmakta olan böyle insanlar büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu.

Etrafıma daha geniş bir açıdan bakmaya başladım. Geçmişteki ve günümüzdeki bu muazzam insan kitlesinin yaşamları üzerinde düşündüm. Bu şekilde, hayatın anlamını kavrayan, yaşama ve ölme becerisine sahip iki, üç ya da onlarca değil; yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan gördüm. Hepsi de tarzları, zekaları. eğitimleri, toplumsal konumlan sonsuz farklılık arz etse de- aynı şekilde, benim cehaletimin tam tersi olarak, yaşamın ve ölümün anlamını biliyor, sükunet içerisinde işlerini yapıyor, yoksunluklara ve acılara göğüs geriyor, yaşamayı sürdürüyor ve ölümde hiçliğin değil, bir hayan olduğunu görerek can veriyorlardı.
Bu insanları sevmeyi öğrendim. Onların hayatlarını, haklarında bir şeyler okuduğum ve işittiğim, halen yaşamakta ya da geçmişte ölmüş olanların hayatlarını daha yakından tanıdıkça, onları daha çok sevdim ve yaşamak benim için kolaylaştı. ıki yıl kadar bu şekilde devam ettim ve bende, nicedir olgunlaşan ve umudunu hep içimde taşıdığım bir değişim gerçekleşti. Bu değişim öyle bir şekilde gerçekleşti ki, bizim zengin ve eğitimli camiamızın hayat tarzı bende sadece tiksinti uyandırmakla kalmadı, gözümdeki bütün anlamını da yitirdi. Bütün yapıp ettiklerimiz, tartışmalarımız, bilim ve sanat gözüme bir başka şekilde gözükmeye başladı. Anladım ki, bu yaşam biçimi bir zevk düşkünlüğünden ibaretti ve böyle bir yaşamda bir anlam bulmak imkansızdı. Öte yandan, bütün o alın teri döken insanların, yaşamı var eden bütün o insanlığın hayatının gerçek anlamını kavramıştım. Anlıyordum ki, işte “bu” hayatın kendisiydi ve böyle bir hayata atfedilen anlam doğru anlamdı. Ben de bu anlamı kabul ettim.

İnançlarıyla çelişkili hayatlar süren insanlarca dile getirildiğinde bu inançların beni nasıl ittiğini ve bana nasıl anlamsız geldiğini ve de inançlarına uygun yaşayan insanları gördüğümde bu aynı inançların bana nasıl cazip ve mantıklı geldiğini hatırladıkça, o zamanlar bu inançları niçin reddettiğimi ve anlamsız bulduğumu, şimdiyse niçin kabul ettiğimi ve çok anlamlı bulduğumu anlıyordum. Hata yaptığımı ve niçin hata yaptığımı anladım. Hatayı daha çok, yarılış düşündüğüm için değil, kötü bir yaşam sürdüğüm için yapmıştım. Anladım ki, benden gerçeği gizleyen şey düşünce akışımdaki bir hata olmaktan çok hayatımı içinde geçirdiğim, isteklerin Epikürcü yoldan tatmininden oluşan o istisnai şartlardı. Anladım ki, hayatının ne olduğuna dair sorduğum soru ve verdiğim cevap – kötülük – gayet doğruydu. Tek hata, cevabın sadece benim hayatımla ilgili olmasıydı, oysa ben onu hayatın geneliyle ilişkilendirmiştim. Kendi kendime yaşamımın neden ibaret olduğunu soruyordum ve şu cevabı alıyordum: Bir kötülük ve saçmalıktan ibaret. Gerçekten de, kendi hayatım -zevk düşkünlüğünden ibaret olan o hayat- anlamsızdı ve kötüydü, bu yüzden de “Hayat kötülük ve saçmalıktan ibarettir” yanıtı sadece benim kendi hayatımla ilgiliydi, bütün insanlığın var oluşuyla ilişkili değildi.
Sonradan İncil’de rastladığım şu gerçeği idrak ettim: insanlar ışıktansa karanlığı daha çok severler, çünkü yapıp ettikleri şeyler fena şeylerdir. O ki kötülük yapar, ışıktan nefret eder ve yapıp ettikleri için azar işiteceği korkusuyla ışığa gelmez.” Şunu anladım ki, var oluşun ne anlama geldiğini kavrayabilmek için ilk önce yaşam anlamsız ve kötü olmamalıydı, ancak bu şekilde onu akıl yoluyla açıklayabilirdik.
Böylesi apaçık bir hakikatin çevresinde neden bu kadar uzun bir süre dolanıp durduğumu ve kişinin eğer insanlığın var oluşundan söz edecekse, durup düşünmesi ve yaşamın bir takım parazitlerinden değil de, varoluşun kendisinden söz etmesi gerektiğini anlamıştım. Bu gerçek her zaman için iki kere ikinin dört ettiği kadar doğruydu, ama ben bu gerçeği kabul etmemiştin, çünkü iki kere ikinin dört ettiğini kabul etmem demek, kendimin de kötü biri olduğunu kabul etmem demekti. Kendimin iyi biri olduğunu düşünmem benim için iki kere ikinin dört etmesinden daha önemli ve vazgeçilmez bir şeydi. Güzel insanları sevmeye başlamıştım, kendimden nefret ediyor ve gerçeği itiraf ediyordum. Artık benim için her şey apaçıktı.
Ya, bütün hayatını insanlara işkence yapmak ve insanların kafalarını uçurmakla geçiren bir cellat, ya da içinde hacetini giderdiği karanlık odadan çıkmamaya yeminli, eğer çıkarsa kafasında öleceğini kuran umutsuz bir ayyaş, ya da deli kendisine “Hayatın anlamı nedir?” diye soracak olsa şurası kesindir ki, bu soruya yaşamın en büyük kötülük olduğundan başka verecek yanıtı olamaz. Bu deli adamın vereceği yanıt tamamen doğru olur, ancak bu yanıt yalnızca kendisini bağlar.
Peki ya ben böyle bir deli isem? Ya zengin ve çok boş vakti olan bizler böyle delilersek? Anladım ki bizler gerçekten böyle delileriz. En azından ben kendi adıma kesinlikle öyle bir deliydim.

Gerçekten de, bir kuş uçabilecek, yiyecek toplayabilecek ve yuva inşa edebilecek şekilde varolmuştur; bir kuşun bunları yaptığını gördüğümde onun mutluluğundan ben de mutluluk duyarım. Bir keçi, bir yaban tavşanı ve bir kurt da kendilerini besleyecek, yavrulayacak ve ailelerine bakacak şekilde yaratılmışlardır; ben de onların bunları yaptığını gördüğümde, onların mutlu olduğunu ve var oluşlarının akla uygun olduğunu kesin olarak bilirim. O halde bir insanın yapması gereken şey nedir? Bir insan da aynı şekilde hayvanların yaptığı gibi kendi var oluşunu üretmelidir; şu farkla ki, bunu tek başına yaparsa yok olup gidecektir; bunu kendisi için değil, tüm insanlık için yapmalıdır. Bunu yaptığında şuna kesin olarak kaniyim ki, o mutlu bir insandır ve var oluşu akla uygundur.
Peki ya ben hayatımın o sorumluluk gerektiren otuz yılı boyunca ne yapmıştım? Bütün var oluşu desteklemek şöyle dursun, kendim için bile o var oluşu yaratamamıştım. Bir parazit gibi yaşıyor ve kendime “Yaşamamın faydası ne?” diye sorduğumda “Bir faydası yok” yanıtını alıyordum. Şayet insan var oluşunun anlamı bu var oluşu desteklemekte yatıyorsa, otuz yıldır kendimdeki ve başkalarındaki var oluşu yok etmekle meşgul olan ben, yaşamımın anlamsız ve kötü olduğundan başka bir yanı ta nasıl ulaşabilirdim? .. Yaşamım hem anlamsız hem de kötü bir yaşamdı.
Yeryüzünün var oluşu birisinin iradesi sayesinde süregelmektedir – birisi tüm yeryüzünün ve bizlerin var oluşuyla amacını gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamını kavramayı umabilmesi için, kişinin ilk önce kendisinden istenenleri yerine getirerek, bu iradeyi gerçekleştirmesi gerekir. Ancak eğer benden istenen şeyi yapmayacak olursam, benden neyin istendiğini asla anlayamayacağım gibi, hepimizden ve bütün evrenden de ne istendiğini anlayamam.
Eğer çıplak, aç bir dilenci sokaklardan alınır da güzel bir kuruma ait bir binaya getirilir, orada kendisine yiyecek içecek verilir ve bir kolu aşağı yukarı hareket ettirmekle yükümlü kılınırsa, açıktır ki, niçin sokaklardan alınıp getirildiğini, kolu niçin hareket ettirmesi gerektiğini, ya da o kurumun tamamen mantıklı bir düzene sahip olup olmadığını sorgulamadan önce, dilenci ilk olarak o kolu hareket ettirmelidir. O kolu hareket ettirirse kolun bir pompayı çalıştırdığını, pompanın su çektiğini ve o suyun bahçedeki tarhları suladığını görecektir. Sonra o dilenci pompa istasyonundan alınıp meyve toplayacağı ve efendisinin cennetine gireceği bir başka yere götürülecektir. Aşağı işlerden daha yüksek işlere terfi ederek kurumun düzenini gitgide daha iyi anlayacak ve bu düzen içinde yer aldığı sürece niçin orada olduğunu sorgulamayacak ve efendisine asla serzenişte bulunmayacaktır.
Demek oluyor ki, O’nun isteğini yerine getirenler, bizim “sığır” diye nitelendirdiğimiz o basit, cahil, emekçi halk efendisine şikayette bulunmuyor. Ama biz bilgeler efendinin yemeğini yiyip onun bizden istediklerini yapmıyoruz da onun yerine bir daire etrafına oturmuş şunu tartışıyoruz: “Bu kolu ne diye hareket ettirmek lazım? Bu aptalca bir şey değil mi?” Bu şekilde bir karara varıyoruz. Efendinin aptal olduğuna, ya da var olmadığına ve kendimizin bilge olduğuna karar veriyoruz. Bunun şu sakıncası oluyor:
Hiçbir işe yaramadığımızı ve bir şekilde yaşamlarımıza son vermemiz gerektiğini düşünüyoruz.

İtiraflarım
Lev Nikolayeviç Tolstoy

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz