Tezer Özlü’de Baskı, Denetim ve Kuşatılma – Müge Karahan

Deleuze’ün de üzerinde durduğu gibi, “Birey sürekli olarak, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kapalı ortamdan diğerine geçer: Önce aile, sonra okul (‘artık evinde değilsin’), sonra kışla (‘artık okulda değilsin’), sonra fabrika, bazen hastane, ve muhtemelen en önde gelen kapatıp-kuşatma ortamı olan hapishane.”

Tezer Özlü (anlatıları) baskının ve ideolojinin aygıtlarının ittifakı karşısında ancak öfke besleyerek direnç gösterebilmiştir. Rahibeler tarafından karşılandığı okuluyla, askeri bir disiplin yaratma çabasındaki baba evi arasında gidip geldiği zamanları, güneşli günler olarak değil soğuk geceler olarak hatırlamaktadır. Geceleri soğuktan ve yalnızlıktan korkup annesinin koynuna kaçan kız çocuğu, gece uzaklaşıp da ilk ışığın düşmesiyle birlikte babasının çaldığı düdükle güne başlamak zorundadır: “Babamın bu evle, askerlik arasında ne gibi bir bağlantı kurabileceğini düşünüyorum. Babam ev yaşamında askeri bir düzen istiyor. Bu kesin. … Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyorlar…?

Öfke içinde ve güneşi avuçlamak özlemiyle büyüyen bu kız çocuğu, çocukluğunu atlattıktan sonra başka baskı aygıtlarıyla da tanışır. Asla doyurulamayacak olan gitmek isteği ile bir yerlere yerleşme isteğinin kederi içinde ‘hasta düşmüş’ ve gökyüzünü ararken bir kez daha kapalı kalmıştır. Sinir hastanesi diye bahsettiği yerde kaldığı günleri, hastaların başkaldırılarını anlatan Guguk Kuşu adlı filmi izlerken kimbilir kaçıncı kez hatırlamıştır: “Guguk Kuşu” filmini izliyoruz. Doktorlar, hastane düzenine başkaldıran, hastaların dış dünyada iyileşeceklerini savunan, bu yolda çaba harcayan bir hastayı elektroşoka yatıracaklar. Hemen sinema salonundan çıkıyorum. Ayakkabılarım yumuşak halılara gömülüyor. Dışarı çıkar çıkmaz bir sigara yakıyorum. … ‘Seyirciler arasında benden başka elektroşok yiyen yok’, diye geçiyor aklımdan”.

Tezer Özlü’nün çocukluğunu kapatan bu mekanlar ve aygıtlar, sadece onun kuşağının çocukları için değil, sürekli başka kılıklarda var olarak tüm çocuklar ve çocukluklar için denetlemeye devam etmektedir. Deleuze’ün de üzerinde durduğu gibi, “Birey sürekli olarak, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kapalı ortamdan diğerine geçer: Önce aile, sonra okul (‘artık evinde değilsin’), sonra kışla (‘artık okulda değilsin’), sonra fabrika, bazen hastane, ve muhtemelen en önde gelen kapatıp-kuşatma ortamı olan hapishane.” Ona göre, (Foucault’ya atıfta bulunarak) 18. ve 19. yüzyılların disiplin toplumlarının yerini denetim toplumları alacak; eski disiplinlerin yerine açık hava denetim biçimlerinin geçecektir. Deleuze, İki Konferans’ta insanların “otoyollarda ‘serbestçe’ dolaşırken kapatılmış olmadıklarını ancak kusursuz bir biçimde denetlendikleri”ni ifade etmektedir.

Tezer Özlü de bir kısa anlatısında bu geçişi, farklılaşmayı sezmiş gibidir: “Havaalanlarını sevmiyorum. Bu beton ve alüminyumdan oluşan kapalı kutularda kendimi hapishanelerden de öte, daha ileri bir tekniğin hücrelerinde hissediyorum. Hapishaneler ilkçağ, ortaçağ. Ama havaalanları öyle mi? Asık yüzlü ve herkese kuşkuyla bakan polisler. Ekranlara girip çıkan çantalar. İnsanın üzerine tutulan büyük mikroskoplar. İnsanın üzerinde dolaşan bir kadının yaşamayan, silah arayan elleri. Oysa silahlar kendi bellerinde asılı.”

Bu noktada Deleuze, en katı ya da en hoşgörülü rejimin hangisi olduğunu sormanın gereksizliğine işaret eder, çünkü, “özgürleştirmeler ve köleleştirmeler her birinde çarpışmaktadır”. Yine onun ifadesiyle, “kaygılanmak ya da umut etmek değil, yeni silahlar aramak gerekmektedir”.

Enseyi Karartmak

Tezer Özlü’nün anlatıları ve anlatı kahramanları/kişileriyse öfkeden bir silah kuşanmaya çabalasa da ancak öfkeyle büyüyebilecek kadar dayanıklıdırlar: “Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu. Diğer ülkeleri aşan, batıda bir okyanusa, doğuda başka bir okyanusa varan uğultu.”

Bu, hedefe çevrilmiş bir öfkeden çok kendi içini sarmış bir kahırdır. Öfke bir ur gibi yayılır, gama kedere doğru yol alır. Oturduğu yere öfke duyarak büyüyen çocuk daha çok sıkışıp kalmıştır. “Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak aşağıya atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı. Bu kente, bu eve, bu halılara, bu değişmeyen her şeye, bu ölmeyen herkese karşı.”

Tezer Özlü’nün anlatısında umut yoktur, çünkü umut onu hep özlemini duyduğu özgürlükten mahrum edecek ve hayatın bir gün daha iyi olacağı avuntusu içinde oyalayacaktır. Oysa Tezer, kaçırdıklarının, kaçırdıklarımızın, kaçırılanlara rağmen kaçmanın zorluğunun, baskıların şiddetinin ve bu baskılara şiddetle direnmek gerektiğinin farkındadır. Bu nedenle de iyimser değildir o, daha iyi bir hayatın geleceğine, başka bir hayatın yarınlarda ve ötelerde mümkün olduğuna inanıp umut beslemez, çünkü başka hayatı kurmak için umuttan ziyade bir silaha, bir düşünürün satırlarından feyz alarak “karamsarlığı örgütlemeye” gereksinim vardır: “Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alanı’nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka biçimde bir güzel yaşam yok. Güzel yaşamın sınırları, ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar.”

Her şeye yeniden başlamak için bu her şeyin bitmesi, değişmesi gerektiğinin farkındadır. Başka bir kentin de yabancı olduğunu, daha iyi bir hayatın ötelerde değil de buralarda olduğunu bilir. Yoksa onca gitme isteğine rağmen havaalanlarını ya da otogarları sevmeyişi de bundandır. Kahır basan yerlerdir otogarlar. Onun incelikleri görmeye vakti olmuştur hep, ancak kendi öyküsünde alıntıladığı gibi, “insanın kavrayabileceğinden daha çok şey bilmesi bir mutsuzluktur. Bu bazen olgunluktur, ama olgunluk değilse, o zaman- çöküştür.”

“…Dost olmadan erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalayanları” gördükçe çökmüştür Tezer: “Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için ilkin nikah imzası mı atılmalı? … Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor.”

Tezer Özlü’nün hali, yakınlarda ve bugünlerde gazetedeki köşesinden umuda, iyimserliğe değil de karamsarlığa,”enseyi karartmaya” çağıran Yıldırım Türker’in satırlarıyla ve dolayısıyla da bugünün ruh haliyle buluşmaktadır: “Karamsar olun. Bu hayat böyle yaşanmaz. Bu hayatın herhangi bir kıyısından güneş sızmayacak. Bu hayattan vazgeçip yeni bir hayatın çığırtkanlığını yapmalıyız. Başka bir hayat mümkün. … Mızmız ve sitemkâr bir gelecek umuduyla değil, düşleyerek, eyleyerek, statükonun okşayışlarına kanmayarak kurulabilecek bir hayat. Geleceği değil şimdiyi, hemen şimdi isteyerek başlanabilecek bir hayat. Kara enselilerin, sıfırdan başlayarak kurabilecekleri bir hayat.”

Tezer Özlü, yaşadığı çöküş yüzünden yeni bir hayatın çığırtkanlığını yapacak gücü yitirmiş, yeterince şiddetli olamamıştır. Baştan başlayacak gücü bulamasa da çocukken güneşi avuçlayamadığı hayatı bitti. Enseyi karartıp yeni hayat için çığırma sırası kalanlarda.

Müge Karahan
Tezer Özlü Romanları: Çocukluk Bildirisi [Mesele Kitap Dergisi Sayı: 25, 2009]

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz