Tezer Özlü: Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor

Küçük burjuva mahallelerinde, okul giysilerimize bakıp, yabancı bir okulda okuduğumuz için bize özenenler var. Ağır çantalarımız kollarımızda, Günk’le birlikte, Fatih’in henüz yaşlı çınar ağaçları kesilmemiş bulvarında yürüyoruz.
— İşte bu sokakta oturuyoruz,
diyor.
— Biz de iki durak ötede oturuyoruz,
diyorum.
Günk bize ilk kez geliyor. Kısa bir konuşmadan sonra, ikimiz de eşit düzeydeki ailelerin çocukları olduğumuzu anlıyoruz. Gecekondularla yolu kesilmiş, çıkmaz sokaktaki evimize çekinmeden getirdiğim ilk arkadaşım Günk. Evimizi hiç yadırgamıyor. Üstelik kendi evlerinden daha geniş ve daha da rahat olduğunu söylüyor.
Solgun yüzlü, dümdüz siyah saçlı, zayıf, akıllı bakışlı, duyarlı bir çocuk.
— Zola’yı okudun mu?
diyor.
Hemen Zola’nın –acı dolu– birkaç romanını okuyorum. Sonra Günk ile birlikte Dostoyevski’nin roman dünyasına ve kişilerine dalıyoruz. Guruşenka’nın sarhoş babasının neden içtiğini anlatışı beni çok ağlatıyor. Bu romanlar, yaşadığımız dünyayla ne kadar bağdaşıyor.
Sabahları yedide Günk’e uğrarken ağarıyor hava. Sokak lambaları sönüyor. Beş on dakika taş koridorlarında oyalanıyoruz. Annesi ve babası da kalkmış, öğretmenlik yaptıkları okullara gitmek için hazırlanıyorlar. Annesi okula, öğrencilerine, başarıya ve özellikle “yurduna” çok düşkün bir öğretmen. Her sabah, vatanın bizden beklediği görevlere değiniyor. Günk’ün babası daha rahat bir insan. Boş zamanlarını arkadaşlarıyla kahvede oturmak, oyun oynamakla geçiriyor. Dünyaya alaylı bir yaklaşımı var. Durmadan sigara içiyor.
Günk’ün ve bizim evin tüm bireyleri (Bunni dışında) okula gidiyor. Kimse fabrika, dükkân, büro, atölye gibi bir yerde çalışmıyor. Bu nedenle tüm yaşamımız okul. Bir “öğrenme merkezi”.
(Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında…
— Hiçbir yanlış değişmedi,
diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak, ağaçları, rüzgârı, güneşi, yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum.)
Henüz tramvaylar işliyor.. Beşiktaş – Fatih’in yeşil vagonu tıkış tıkış.
Günkler’in taş holünde oturuyoruz. Burada bir kanepe, önünde bir tahta masa, bir de pencerenin önünde, üzerinde radyonun durduğu komodin var. Ağabeyi odasında ara sıra opera aryaları bağırıyor. Akşamüstü. Henüz kalkmamış. Bir süre sonra bol ve çizgili pijamasıyla odasından çıkıyor. İkimizi de görmezlikten geliyor. Mutfakta ayaküstü kahvaltı ediyor. Susuyoruz. Odasından müthiş bir sigara dumanı yayılıyor. Bir süre sonra giyiniyor. Annesinin bir kitap arasına bıraktığı gündeliğini, kış aylarıysa bej paltosunu alıp, hiçbir şey söylemeden evden çıkıyor.
— Hiç konuşmaz mı?
diyorum.
— Çok ender konuşur,
diyor Günk.
Sonra bir süre ağabeylerimizin bunalımlarından söz ediyoruz. Bunalımlarıyla aile içinde yaptıkları baskıdan, kendi aralarında neşeli, konuşkan olduklarından. Günk’ün ağabeyinin odası küçük. Kitaplarla dolu. Günk annesi ve babası ile aynı odada yatıyor. Ablası da konuk odasında. Günkler’in evinde hiç giysi dolabı yok. Her şey kapıların arkasında asılı.
O sonbahar, kış, ilkbahar ve yazlarda henüz çocuğuz. Ama içimizde çocuksu bir sevinç yerine, garip bir hoşnutsuzluk, bir sıkıntı. Öğretmen anne babanın, Müslüman mahallelerindeki dar evlerin, kilise okulunun Katolik havasının, düşüncelerimizle bağdaşmayan çılgın sayılacak rahibelerin davranışlarının, öteki öğretmenlerin, öğrenmenin, düşüncelerimize yön verecek bir akım olmayışının, kavranması istenen önümüzde bekleyen tüm yaşamın sıkıntısı var. Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?
(İşte şimdi o ilerilere itilen, gelecekteki yaşamın içindeyim. Artık kimse beni hiçbir şeye hazırlayamıyor. Sabahları doğan güneşin gölgede bıraktığı Boğaz’ın Anadolu kıyısına, yalıların dibinde balık satan, sakallı, lastik çizmeli ve muşambalı balıkçılara, büyük ve yeni arabalara, caddelere, insanlara, kalabalığa, köprünün altına sarhoş gelip nara atan adama, onu -düşmesin diye- tutan içki arkadaşına, Tünel’e binen insanlara, Evlendirme Dairesi’ne renkli giysiler ve çiçeklerle koşuşan süslü insanlara, duvarlara asılan afişlere, her gün bir yenisi açılan Beyoğlu birahanelerine, dolmuş kuyruklarına, grevci işçilere, Taksim Alanı’nı bekleyen tabur tabur askere, banka önlerinde duran tüfekli, genç erlere kendi gözlerimle bakıyorum. Başka ne isteyebilirim ki?)

Tezer Özlü
Çocukluğun Soğuk Geceleri
Yapı Kredi Yayınları – 2015

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz