Sylvia Plath: “Tanrım, her şey bu kadar mı, bir kahkaha ve gözyaşı…”

Sylvıa PlathBenim için, şimdi sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir, akar erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık ölmüştür. Ama yeni anda sil baştan başlayamazsın. Ölmüş olana göre yargılamak zorunda kalırsın. Tıpkı bir bataklık gibi… daha en başından umutsuz. Bir öykü, bir resim biraz merak uyandırabilir ama yeterince değil. Şu andan başka hiçbir şey gerçek değil ama ben yüzyılların ağırlığı altında boğulduğumu hissediyorum. Tıpkı benim yaptığım gibi, bir zamanlar, yüzyıl önce bir kız yaşıyordu. Şimdiyse ölü. Ben şimdiyim ama biliyorum, ben de göçüp gideceğim. Zirvedeki o an, ani bir parıltı gelir ve seni alıp götürür, sonrası süregelen bataklık. Ama ben ölmek istemiyorum.

“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum”

Bu gece, bir an için, iç huzurumu buldum. Saat on iki olmadan bir türlü doyurulmayan arzulardan bıkkın, yalnız, kendi kendime söverek sokağın karşısındaki evden çıkmıştım. Ve işte, mucizevî bir ağustos gecesi vardı dışarıda. Yağmur yeni dinmişti; ılık nem ve sisten hava ağırdı. Ay, ışığa gebe dolunay halinde küçük ve sık bulutların ardından kendini tuhaf şekillerde gösteriyor, arkadan vuran ışığıyla her bir parçanın hatlarını çizer gibi, parçalarına ayrılmış resimli bir yapboz gibi havada asılı duruyordu. En ufak bir esinti yok gibiydi ama ağaçların yaprakları kıpır kıpır hareket ediyor, üstlerinde biriken sular sokakta yürüyen insanların adım seslerine benzer bir sesle iri damlalarla kaldırıma düşüyordu. Havada küf, kurumuş yaprak ve çürümenin tuhaf kokusu vardı. Puslu bir sis bulutu ön basamakların tepesindeki iki ışığın üstünde bir hale oluşturmuş, narin, ince ve kanatlı bu ihtişamla kör olmuş, serseme dönmüş, uyumuş tuhaf böcekler lambaların üzerinde kanat çırpıyordu. Şimşekler, bir parlayıp bir sönüyordu; bir sahne görevlisi ışık düğmesiyle oynuyordu sanki. Granit basamaklardaki çatlakların ta içine saklanmış iki cırcır böceği tatlı, akıldan çıkmayan titrek bir sesle şakıyordu. Ve sırf orası benim evim olduğundan, onları seviyordum. Hava, koyu kıvamlı bir pekmez gibi üzerimden akıp gidiyor; aydan ve sokak lambasından şizofrenik mavi hayaletler gibi, gülünç ve belli belirsiz tekrarlarla parçalarına ayrılıyordu.

Üst katta, sıcak vücut ve diş macunu kokan aydınlık, beyaz, steril, küçük banyoda, düşünmeksizin yapılan sıradan bir törenle lavabonun üzerine eğilmiş, mikropların hüküm sürdüğü bölgeleri temizliyor, parıldamaya başlayan kroma, ileri geri hareket ettikçe musluklara vuran, narin, göz kamaştırıcı ışığa tapınıyordum. Sıcak ve soğuk; hoş kokulu yeşil sabun kalıplarından gelen temizlik; incecik, kalemle çizilmiş gibi duran, beyaz yüzeyin üstünde kıvrılmış kıllar; sert cam kaplarındaki rengârenk reçeteli ilaçlar, nezle semptomlarına iyi gelecek ya da bir saat içinde uyumanızı sağlayabilecek şişeler… Ve sonra, aynı olası üretken havada, lavanta kokulu yatağıma gittim, seni derhal sindirmeyi bekleyen dantel perdeler ve miske benzer sıcak, kedilere özgü bir koku… her yerde bu donuk bekleyiş. Ve sen bütün bunların arasında devinim halindeki tek şeysin. Seni, senin tarafından, senin için. Tanrım, her şey bu kadar mı, bir kahkaha ve gözyaşı koridoru boyunca seksek oynayıp durmak mı? Kendine tapma ve kendinden nefret etme? Övünç ve tiksinti?

Sylvia Plath
Günlükler/ Sylvia Plath/ Çeviren: Merve Sevtap Ilgın/ Kırmızı Kedi Yayınları/ 532 s.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz