Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” Kitabı Üzerine – Aslı Ekşi

Sevgi soysalKimi zaman kitaplar filmlerden daha görsel oluverir sizin için. Sanki satırları okumuyormuşsunuz da kareler geçiyormuş gibi olur gözlerinizin önünden. O kareler ki anlatılmak istenenleri en yalın haliyle gözlerinizin önüne seriverir; bir toplumu, bir dönemi, bir şehri… Dahası tüm bunlar bir kavak devrilecek ka-dar kısa bir sürede gerçekleşse de, sergilenen aslında koskoca bir dönemdir. Sevgi Soysal’ın bir kadının dünyasını derinlemesine inceleyip toplumu arka plan olarak kullandığı ilk dönem yapıtlarından farklı olarak, ikinci dönemki ilk yapıtı sayılabilecek bu kitapta yazar, çok çeşitli karakterleri tarafsız bir şekilde anlatıyor. Bu betimleme sırasında yazar, kalemini bir kamera objektifi gibi kullanıyor ve kitaptaki bir karakter objektif altındayken diğeriyle karşılaştığında, yazarın objektifi de diğer karaktere kayıveriyor.

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’yle beraber Sevgi Soysal’ın toplumsal romanlar yazmaya başlaması bir rastlantı değil kuşkusuz. 12 Mart döneminde yazılan romanlar gibi Sevgi Soysal da romanında “düzeni sağlamak adına yaratılan düzensizlikleri” anlatıyor ve bu anlatma isteği de doğal olarak yazarın hapishanede geçirdiği günlere denk düşüyor. Hapis-hanede karşılaştığı değişik karakterler Sevgi Soysal için belki de ilham kaynağı oluyor. Karakterlerin birbirinden bu denli farklı oluşu kitabın bir roman bütünlüğü taşımadığı eleştirisini beraberinde getiriyor, ancak yazar böyle bir eleştiriyle karşılaşacağını bilerek yazıyor romanını. “Bir kavağın devrilme süresi içinde, bir öğle vaktinde Kızılay’dan Piknik’e akan başkent kalabalığına bir film makinesinin objektifiyle bakmak ve objektife giren kişileri bu devrilme olayı içindeki yerlerine oturtmak istedim.” diyerek açıklıyor amacını.

Tezgâhtar Ahmet’in ve sevgilisi mahalle kızı Şükran’ın hikâyesiyle başlıyor roman. “Evlenilecek kızlardan” olmayan Şükran’ı bodrumda sıkıştıran Ahmet’in telaşında toplumdaki namus anlayışını eleştiriyor Sevgi Soysal. Sonra Ahmet’in Hatice Hanım’a çarpmasıyla birden Hatice Hanım’ın öyküsüne geçiyor objektifimiz. Tutumlu Türk kadını Hatice Hanım’a göre toplumu bozan şeyler ahlaksız zamane gençleri, cezasız kalan suçlar, müşteriye iyi mal vermeyen satıcılar… Hatice Hanım’ı görgüsüz bulan Necip Bey’e göre ise tüm sorun insanların nezaketsiz-liğinden, kıymet bilmeyişinden, gün görmeyişinden kaynaklanıyor. Necip Bey gibilerin banka hesabını tutan Mehtap’ın derdi ise bambaşka: Onun tek amacı para biriktirip ailesine gün yüzü göstererek karabasanlarından kurtulabilmek. Amerikalılara paskalya yumurtası satarak işe başlayan Güngör Bey de tüm suçu işini bilmeyen züppelere, ticaret kafası olmayanlara, zamanının kıymetini bilmeyenlere atıyor. Ardından bir trafik tıkanıklığında yazarın objektifi Salih Bey’e takılıyor, onun ve ailesinin hayatını izlemeye başlıyoruz. Okuyarak iyi bir hukukçu olan ancak içinden çıktığı yoksul çevreye nefretini bir türlü içinden atamayan Salih Bey ve milletvekili kızı olmakla övünen eşi Mevhibe Hanım’a takılıyoruz bir süre. Mevhibe Hanım’dan ev idaresini, “örnek, düzenli ve çağdaş bir aile nasıl olunabiliri” öğreniyoruz kalıplarıyla. Sonra da onların çocukları Olcay ve Doğan’a eğiliyoruz farklı ilişki boyutlarıyla. Toplumdaki tabular yetmezmiş gibi bir de annesinin kurallarıyla boğulan Olcay bu kitapta üzerine en çok yoğunlaşılan kadın, ana karakter denilebilir. Uzun bir süre Olcay ve ağabeyi Doğan’ın kendisine tanıştırdığı Ali’ye takılı kalıyor objektif. Doğan-Ali-Olcay üçgeninde ağabey-kardeş, dostluk ve sevgili ilişkilerini 70’li yıllar koşullarıyla gözlüyoruz.

Olcay sürekli tartışmaya, sorgulamaya açık bir kadın. Üniversite yıllarında; cinselliği ve kadın kimliği üzerinde kafa karışıklıkları yaşadığı dönemde, bu konulardaki toplumsal baskılara karşı çıkmanın yolunu rasgele ilişkiler yaşamakta buluyor. Ancak düşünce sistemi biraz daha geliştikçe bireysel karşı çıkışların bu çarpıklığı değiştirmeyeceğini kavrıyor: “Ali’yi tanıdıktan, bir yığın konu üstünde, yeniden ve daha sağlıklı bir biçimde düşünmeye başladıktan sonra, cinsel tabulara bireysel bir savaş açmanın, temeldeki tatsızlığı değiştirmeyeceğini kavramıştı. Böyle bir davranış, sadece ve sadece bu düzenin kendisini daha çabuk yozlaştırıp tüketmesine yardımcı olacaktı.”[41] Fakat yine de, Olcay tam olarak burjuva kökenlerinden kurtulamıyor ve kafasındaki her soruya mantıklı bir cevap bulabilmiş değil henüz.

Devrimle birlikte her şeyin güzelleşeceğine inanan Ali ise samimiyeti ve doğruluğu ile “olumlanan” bir karakter olarak çizilmiş. Ancak gerçeğe yakın bir karakter olarak çeşitli handikaplar da barındırıyor. Örneğin, dönemin klasik sol anlayışında olduğu gibi kadın-erkek eşitliğinin de devrimin getirdiği eşitliklerden biri olacağını düşünüyor. Sevgilisi Olcay’a “bacı” şeklinde hitap eden, “önce bir devrimi yapalım, sonra gerisi kendiliğinden gelir” diyen Ali’nin bu özellikleri karakterin derinleştirilmesini, gerçeğe yaklaştırılmasını sağlıyor.

Ali’yle yolu nezarethanede kesişen Aysel ise Ali’nin “bahsedip durduğu” bu eşitlik fikrine pek inanamıyor. “Ablasıyla babasının piçi” olarak geldiği dünyada kendini zaten kaybetmiş sayıyor. Hayatta kalabil-mesinin tek yolu fahişelik yapmak. Aysel ancak bu düzeni kabul et-tiğinde düzensizlikler içinde kendine bir düzen kurabiliyor. “İdealist Ali, hiçbir amacı olmadığını düşündüğü oysa en büyük amacı hayatta kalmak olan Aysel’e çarpmış ve maalesef mahallesinin insanlarını anlatan kadını anlamak yerine bu insanlar hakkında nutuk çekmiştir. Solculuk üzerine en az bilgi sahibi devrimcilerin yapacağı bir konuşmadır bu. … Ancak hayata “ablasıyla babasının piçi” olarak göz-lerini açan, büyüdüğünde nüfus kağıdı olmadığı için doğru dürüst bir iş bulamayıp fahişeliğe yönelen Aysel, dibe vurduğu noktada yaşamını inatla sürdürerek daha devrimci bir iş yapmıştır.”[42] Aysel için dünya kendisini ezerek ya da yok sayarak bir kimliği bile çok gören bir düzen tutturmuşken, o kendi devrimini yapıyor ve kendi doğrularını kuruyor. Bu sebeple de Ali’nin bahsettiği gelecek, eşitlik ve devrim onun için hep lafta kalıyor.

Ankara’da hayat işte bu karakterlerin de arasında bulunduğu bir toplulukla bir öğle vaktinde akıp giderken sanki köklü ve çürümüş bir sistem devrilircesine bir kavak devriliyor. Kavağın devrilmesi pek çok kişinin hayatını aksatıyor belki ama görünürdeki asıl kurban Mevhibe Hanım’ın hışmından yılmış kapıcı Mevlüt oluyor. Kapıcı Mevlüt de düzendeki zincirin sadece bir halkası aslında ama zincirin son halkası değil o da; çünkü Mevhibe Hanım’ın azarlamalarının hıncını olur olmaz sebeplerle tartıştığı karısından çıkarıyor ve zincir böyle devam ediyor. Belki de zincir Mevlüt’ün bulunduğu halkadan kopuyor kavağın çatırtılı devrilişiyle…

İşte tüm bu olaylar bundan otuz küsur sene önce yaşanmış olmasına rağmen sanki hâlâ bir yerlerde benzerleri yaşanıyor başka isimler altında. Ankara’da anlatılan yerler değişse de yıllar içinde toplumdaki düzensizlikler inatla direniyor; hâlâ namus tabularda yaşatılıyor, hâlâ insanlar farklı şeyleri suçluyor yanlışlıklar için ve hâlâ çürümüş sistemin kurbanı zincirin alt ucuna yakın halkalar… Değişen şeyler de vardır elbet ama bunlar Ali’nin beklediği değişikler değildir pek. Mesela gidilen popüler mekânlar değişmiştir, insanların dışı değişmiştir, cadde ve sokak adları değişmiştir… Yine de Sevgi Soysal’ın Yenişehir betimlemeleriyle Ankara daha da tanıdık bir şehirdir artık bizler için yeni ya da eski çehresi fark etmeksizin…

70’ler Dönemi Kadın Edebiyatı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz