Savaşın ilahi olarak mukadder olduğu doğru değildir* Savaş – Eric Hobsbawm

Avrupa, 1792-1815 arasında neredeyse kesintisiz bir savaşa sahne oldu. Bu savaş durumu, zaman zaman Avrupa dışındaki savaşlarla birleşti ya da çakıştı.

(1790’lar ile 1800’lerin başlarında Batı Hint Adaları’nda, Doğu Akdeniz’de ya da Hindistan’daki savaşlar, zaman zaman deniz aşırı harekatlar, 1812-14’de Amerika’daki savaşlar) Dünya haritasını değiştirdiklerinden, bu savaşlarda alınan zaferler ya da yenilgiler oldukça önemliydi. O nedenle öncelikle savaşların sonuçlarını göz önüne almamız gerekir. Fakat, bu kadar somut olmayan bir başka soruna da eğilmemiz gerekecek. Fiili savaş sürecinin, askeri seferberliğin ve harekatların ve bunlara bağlı olarak alınan siyasal ve ekonomik önlemlerin sonuçları neydi?

Bu benzersiz yirmi yıl boyunca, çok farklı iki türden düşman karşı karşıya geldiler: Devletler ve sistemler. Fransa çıkarları ve özlemleri olan bir devlet olarak, kendisi gibi diğer devletlerle karşı karşıya geldi (ya da ittifak içinde oldu). Fakat öte yandan Fransa, bir Devrim olarak, dünya halklarına tiranlığı devirmek, özgürlüğe kavuşmak için çağrıda bulunmuş, muhafazakârlar ve reaksiyonerler de ona karşı koymuştur. Devrimci savaşın ilk mahşeri yıllarından sonra bu iki çatışma hattı arasındaki farkın azaldığına kuşku yoktur. Napoleon’un hükümranlığının sonuna gelindiğinde, Fransız birliklerinin yengilerinde, işgallerinde ve ilhaklarında, emperyalist fetih ve sömürü öğesi, özgürleşme öğesine galebe çaldı; o nedenle de uluslararası savaş durumunun, uluslararası (ve her bir ülkedeki) iç savaşla ilişkisi azaldı. Diğer taraftan, karşı-devrimci güçlere, devrimin Fransa’daki başarısından artık geri dönüş olmadığı kabul ettirildi; bunun sonucunda bu güçler, aydınlıkla karanlığın güçleri arasında değil, olağan işleyen devletler arasında (belli çekincelerle) barış koşullarını görüşmeye hazır hale geldiler. Hatta Napoleon’ün ilk yenilgisinin daha dumanı üzerindeyken, büyük devletler, ilişkileri diplomasinin düzenlediği geleneksel ittifak, karşı ittifak, blöf, tehdit ve savaş oyununda Fransa’nın eşit bir oyuncu olarak eski yerini yeniden almasına izin vermeye hazırdılar. Yine de, hem devletler hem de toplumsal sistemler arasında bir çatışma olarak savaşların ikili doğası değişmeden kaldı.

Toplumsal açıdan değerlendirirsek, taraflar oldukça eşitsiz bir biçimde ayrılmışlardı. Fransa’dan başka, devrimci kökeni ve İnsan Hakları Bildirgesi’ne sempatisi nedeniyle Fransa’ya ideolojik yakınlık duyabilecek tek bir önemli devlet vardı: Amerika Birleşik Devletleri. Aslında ABD, Fransa’ya sırtını dayadı ve hiç değilse bir defa (1812-14), Fransa ile ittifak içinde olmasa da, ortak düşman İngiltere’ye karşı savaştı. Ne var ki ABD büyük ölçüde tarafsız kaldı; İngilizlerle olan anlaşmazlığı da ideolojik açıklamalar gerektiren bir şey değildi. Geri kalanlar içinde Fransa’nın ideolojik müttefikleri, başlı başına devlet güçleri olmaktan çok, başka devletlerin içindeki partiler ve fikir akımlarıydı.

Çok geniş bir anlamda, eğitim görmüş, yetenekli ve aydınlanmış herkes, en azından Jakoben Diktatörlüğü’ne (bazen de daha sonrasına) kadar Devrime yakınlık duyuyordu. (Beethoven, ona ithaf ettiği Eroica Senfonisi’ni, ancak Napoleon kendini imparator ilan edince geri aldı). Başlangıçta Devrimi destekleyen Avrupalı dâhilerin ve yeteneklerin listesi, sadece 1930’ların İspanya Cumhuriyeti’ne duyulan benzer ve neredeyse evrensel sempati ile karşılaştırılabilir. İngiltere’de şairler —Wortsworth, Blake, Coleridge, Robert Burns, Southey—, bilim adamları, kimyacı Joseph Priestley ve Birmingham Ay Derneği’nin çok sayıda seçkin üyesi dn, demir yapımcısı Wilkinson, mühendis Thomas Telford gibi teknisyen ve sanayiciler ile, genel olarak liberal (whig) ya da muhalif aydınlar bu listede yer alıyordu.

Almanya’da Kant, Herder, Fichte, Schelling ve Hegel gibi filozoflar, Schiller, Hölderlin, Wieland ve yaşlı Klopstock gibi şairler ve müzisyen Beethoven, İsviçre’de eğitimci Pestalozzi, psikolog Lavater ve —İngiltere’de Fuseli olarak anılan— ressam Füssli, İtalya’da kiliseye muhalif görüşlere sahip hemen herkes de bu listeye dahildi. Ne var ki, Devrim yanına çektiği bu aydın desteğini ve tanınmış saygıdeğer yabancı sempatizanlarla onun ilkelerinin yanında durmaya iman etmiş insanları fahri Fransız yurttaşlığıyla dn onurlandırmışsa da, ne bir Beethoven ne de bir Robert Burns, kendi başlarına fazla bir siyasal ya da askeri önem taşıyordu.

Fransa’yla benzer toplumsal koşullara sahip ve sürekli bir kültürel bağı bulunan Fransa’ya yakın bölgelerde (Hollanda, Lüksemburg ve Belçika, Ren Bölgesi, İsviçre ve Savoy), İtalya’da ve biraz daha farklı nedenlerle İrlanda ve Polonya’da Jakobenseverlik ya da Fransız yandaşlığı gibi önemli bir siyasal duyarlılık bulunmaktaydı. İngiltere’de ise ‘Jakobenlik’, Terör döneminden sonra bile, kuşkusuz büyük siyasi öneme haiz bir olgu olabilirdi; ne var ki, popüler İngiliz milliyetçiliğinin geleneksel Fransız karşıtlığına çarptı (semirmiş John Bull’un dn açlıktan kırılan kıtalıları horlaması —dönemin popüler karikatürlerinde tüm Fransızlar çöp gibi incecik çizilirlerdi— ve aynı zamanda İskoçya’nın ezeli müttefiki de olsa, her şeyden önce İngiltere’nin ‘ezeli düşmanı’na duyulan husumet, aynı oranda bu milliyetçiliğin bir parçasıydı.) dn İngiliz Jakobenliği, en azından ilk genel coşkunluk havası geçtikten sonra, öncelikle zanaatkârlara veya işçi sınıfına ait bir görüngü olması bakımından benzersizdir. Corresponding Sodeties’in [Yazışma Dernekleri], işçi sınıfının ilk bağımsız siyasi örgütü olduğu söylenebilir. Ancak İngiliz Jakobenliği, Tom Paine’in yaklaşık bir milyon satan İnsan Hakları kitabında benzersiz güçlü bir ses buldu. Yine, İngiltere’nin kişisel özgürlük geleneklerini ve Fransa’yla görüşmeler yoluyla barış yapılmasını savunmaya hazır, zenginlikleri ve toplumsal konumları nedeniyle kovuşturmadan bağışık olan Whig yanlısı çıkar gruplarından da belli bir siyasal destek buldu. Yine de, savaşın en hayati safhasında ayaklanan (1797) Spithead’deki filonun, ekonomik talepleri karşılanır karşılanmaz Fransızlara karşı savaşmak için bir kez daha denize açılmalarına izin verilmesi için yaygara koparması, İngiliz Jakobenliğinin ne kadar zayıf olduğunu gösteren bir olgudur.

İber yarımadasında, Habsburg dominyonlarında, Orta ve Doğu Almanya’da, İskandinavya’da, Balkanlar’da ve Rusya’da ise Jakobenlik sevgisi, göz ardı edilebilir bir güçtü. Ateşli gençleri, aydınlanmacı aydınları ve Macaristan’daki Ignatus Martinovics ya da Yunanistan’daki Rhigas gibi ülkelerinin ulusal ve toplumsal özgürleşme mücadelesinde öncüler olarak saygın yerleri olan kişileri kendine çekebilmişti ancak. Bağnaz ve cahil köylülerden soyutlanmış olmalarını bırakın bir yana, görüşlerinin orta ya da daha üst sınıflar arasında herhangi bir kitle desteğinden yoksun olması, Jakobenliği, Avusturya’da olduğu gibi darbe yapmaya giriştikleri zaman dahi kolayca bastırılacak bir hareket haline getirdi. Birkaç küçük öğrenci kalkışmasından ya da 1792-95 yıllarının Jakoben casusluğundan, güçlü ve savaşçı İspanyol liberal geleneğinin doğması için bir kuşağın geçmesi gerekecekti.

Gerçek şuydu: Fransa dışında Jakobenlik, eğitimli ve orta sınıflarda dolaysız ideolojik bir çekicilik yarattı; dolayısıyla Jakobenliğin siyasal gücü de, onların etkinliğine ya da onu kullanma iradelerine bağlıydı. Örneğin Fransız Devrimi, Polonya’da derin bir etki yaratmıştır. Fransa, öteden beri Polonyalıların gözünde, ülkenin büyük bölümünü zaten ilhak etmiş ve çok geçmeden de tamamen kendi aralarında bölüşecek olan Prusyalılar, Ruslar ve Avusturyalıların ortak hırslarına karşı, kendilerine arka çıkacağını umdukları başlıca yabancı güçtü. Aynı zamanda Fransa, bütün düşünen Polonyalıların ancak o sayede ülkelerinin cellatlarına karşı direnebileceklerinde hemfikir oldukları köklü bir reform modeli sunmaktaydı. O yüzden, 1791 [Polonya] Reform anayasasının bilinçli ve köklü bir biçimde Fransız Devrimi’nden etkilenmiş olması hiç şaşırtıcı değildir. Bu anayasa, söz konusu etkiyi taşıyan ilk modern anayasaydı. dn Fakat Polonya’da reformcu soylular ve toprak sahipleri, diledikleri gibi hareket etme serbestisine sahiplerdi. Viyana ile yerel özerklik yanlıları arasındaki sürekli kanayan bir çatışmanın, taşra soylularına, direniş kuramlarıyla (Gömör Kontluğu, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne aykırı olduğu için sansürün kaldırılmasını istemişti) ilgilenmek için benzer bir neden sağladığı Macaristan’dakilerinse böyle bir serbestlikleri yoktu. Bunun sonucu olarak ‘Jakobenlik’ orada hem daha zayıftı hem de daha az etkili oldu. Yine, İrlanda’da ulusal ve tarımsal nedenlerden kaynaklı hoşnutsuzluk, ‘Jakobenlik’i, ‘Bileşik İrlandalılar’ hareketinin önderlerinin özgür düşünceli masonik ideolojisine verilen desteği kat ve kat aşan siyasal bir güç haline getirdi. Katı Katolik olan bu ülkede kilise, tanrısız Fransızların zaferi için ayinler düzenliyordu. İrlandalılar, işgalci Fransız birliklerine kucak açmaya hazırdı; Robespierre’e yakınlık duydukları için değil, İngilizlerden nefret ettikleri ve onlara karşı bir müttefik aradıkları için. Öte yandan yoksulluğun ve Katolikliğin eşit derecede yaygın olduğu İspanya’da, Jakobenlik tam tersi bir nedenle tutunamadı: İspanya’yı baskı altında tutan yabancılar yoktu ve böyle bir şeyi yalnızca Fransızların yapma ihtimali vardı.

Ne Polonya ne de İrlanda, Jakobenlik sevgisinin tipik örnekleriydiler; zira devrimin gerçek programı buralarda hemen hiç taraftar bulmadı. Bu, Fransa’nınkine benzer toplumsal ve siyasal sorunların bulunduğu ülkelerde gerçekleşti. Bu ülkeler iki gruba ayrılıyorlardı: Yerli ‘Jakobenlik’in siyasal gücü ele geçirme şansının hayli yüksek olduğu devletler ile, ancak Fransa’nın fethinin ileri götürebileceği ülkeler. Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsviçre’nin bazı yerleri ve muhtemelen bir ya da iki İtalyan devleti ilk gruba, Batı Almanya’nın büyük bölümüyle İtalya ikinci gruba giriyordu. Belçika (Avusturya Hollandası) 1789’da zaten ayaklanmıştı; Camille Desmoulins’in, gazetesine ‘Les Revolutions de France et de Brabant’ (Fransa ve Brabant Devrimleri) adını verdiği sık sık unutulur. Fransa yandaşı devrimciler (demokrat Vonckistler), kuşkusuz muhafazakâr Statistlerden daha güçsüzdüler; ama ülkelerinin Fransızlarca fethedilmesine gerçek bir devrimci destek verecek kadar güçlüydüler. Birleşik Eyaletler’de Fransa ile ittifak arayışındaki ‘vatanseverler’, bir devrimi göze alacak kadar güçlü olsalar da, dışarıdan yardım almadan bunu başarabilecekleri yolunda kuşkuları vardı. Bunlar, küçük orta sınıfı ve büyük tüccar soyluların oluşturduğu egemen oligarşilere karşı birlikte harekete geçenleri temsil ediyorlardı. İsviçre’nin kimi Protestan kantonlarında, sol kanat unsurlar hep güçlü olmuş ve Fransız etkisi her zaman güçlü bir biçimde hissedilmiştir. Burada da, Fransız istilası yerel devrimci güçler yaratmaktan çok onların gücünü artırdı.

Batı Almanya ve İtalya’da ise durum böyle değildi. Fransız işgali, özellikle Mainz’daki ve güneybatıdaki Alman Jakobenlerince hoş karşılandı; ama bunların, kendi başlarına hükümetlerine sorun çıkaracak kadar bir mesafe katetmiş oldukları söylenemezdi. dn İtalya’da aydınlanmacılığın ve masonluğun yaygınlığı, eğitimli kişiler arasında Devrimi son derece popüler kıldı; ancak yerel Jakobenlik, neredeyse bütün aydınlanmış (yani kilise karşıtı) orta sınıfı ve toprak sahiplerinin bir bölümünü yanına çektiği Napoli Krallığı’nda güçlüydü ve Güney İtalya’nın ikliminde hayli serpilmiş olan gizli loncalar ve dernekler içinde çok iyi örgütlenmişti. Ancak toplumsal devrimden yana kitlelerle ilişki kurmada tamamen başarısız olmasının acısını çekti. Fransızların ilerledikleri haberi gelir gelmez, Napoli Cumhuriyeti’ni kurmak zor olmadı. Ancak Papa ve Kralın bayrağı altında sağcı bir toplumsal devrim sonucunda aynı kolaylıkla devrildi. Çünkü köylüler ve Napoliten ayaktakımı (lazzaroni), belli bir haklılıkla Jakobenliği ‘faytonlu biri’ olarak tanımlıyorlardı.

O halde, üstünkörü bir ifadeyle, yabancı Jakobenlik sevgisinin askeri değeri, esas olarak Fransız fetihlerine yardımcı olmak ve fethedilen topraklarda siyasi olarak güvenilir yöneticiler sağlamaktı. Gerçekten, yerel Jakobenliğin güçlü olduğu yerlerdeki eğilim, uydu cumhuriyetlere dönüşmek ve sonra vakti geldiğinde Fransa’ya iltihak etmek yönündeydi. 1795’te Belçika ilhak edildi; aynı yıl Hollanda Batavian Cumhuriyeti’ne ve giderek Bonapartların bir aile krallığına dönüştü. Ren bölgesinin sol şeridi ilhak edildi ve Napoleon’un (Berg Büyük Dükalığı —şimdiki Ruhr Havzası— ve Westphalia Krallığı gibi) uydu devletleri ve doğrudan ilhaklar, kuzeybatı Almanya’ya doğru boylu boyunca yayıldı. İsviçre, 1798’de Helvetia Cumhuriyeti oldu ve daha sonra ilhak edildi. İtalya’da ağırlıkla uydu devletler olan İtalyan Krallığı ile Napoli Krallığı’nın dışında, giderek kısmen Fransız toprağı haline gelecek olan (Cisalpine (1797), Liguria (1797), Roma (1798), Partenope (1798) gibi) bir dizi cumhuriyet kuruldu.

Yabancı Jakobenliğin belli bir askeri önemi olmuştu. Fransa’da da yabancı Jakobenler Cumhuriyetçi stratejinin oluşturulasında önemli bir rol oynadılar. İtalyan asıllı Napoleon Bonapart’ın Fransız ordusunda yükselişinde ve İtalya’da sonradan elde ettiği başarılarda azımsanmayacak bir payı bulunan Salicetti grubu buna bir örnektir. Fakat Salicetti grubunun ya da yabancı Jakobenlerin başarıda belirleyici olduğu iddia edilemez. Etkili biçimde değerlendirilebilmiş olsaydı, Fransa yanlısı dış hareketler içinde sadece biri, İrlandalıların Jakobenliği böyle belirleyici bir rol oynayabilirdi. Özellikle İngiltere’nin, Fransa’nın savaş meydanındaki tek rakibi olarak kaldığı 1797-98 yıllarında, İrlanda devrimi ile Fransız işgalinin birleşmesi, İngiltere’yi barış yapmaya zorlayabilirdi. Ancak bir denizi aşarak ülke işgal etmenin yabana atılmayacak teknik sorunları vardı; Fransızlar bu konuda hem kararsızdılar hem de doğru düzgün planları yoktu. 1798 İrlanda ayaklanması da, kitlesel bir halk desteğine sahip olmasına karşın çok kötü örgütlenmişti ve kolayca bastırıldı. Bu nedenle bir Fransa-İrlanda ortak harekatının teorik olasılıkları üzerine kafa patlatmak boşunadır.

Fakat Fransızlar, Fransa dışındaki devrimci güçlerden destek görürken, aynı şeyi Fransa’nın karşıtları da yaptı. Fransa’nın istilasına karşı halk arasında kendiliğinden ortaya çıkan direnme hareketlerinin, hatta bu savaşı veren köylülerin, bu bileşeni savaşçı bir kilise ve kralcı muhafazakârlık terimleriyle ifade ettikleri anlarda bile yadsınamaz bir toplumsal devrimci bileşeni vardı. Çağımızda neredeyse tamamen devrimci savaşla özdeşleşen bir askeri taktiğin, yani gerilla ya da partizan savaşının, 1792 ile 1815 arasında hemen hemen sadece Fransa karşıtlarının saflarında görülmüş olması manidardır. Bizzat Fransa’da Vendéeliler ve Bretanyalı chouanlar, 1793’ten itibaren aralıklarla 1802’ye dek kralcı bir gerilla savaşı sürdürdüler. Fransa dışında, 1798-99’da Güney İtalya’nın eşkıyaları, Fransa karşıtı halk gerillası hareketinin başlatıcısı oldular. Andreas Hofer önderliğindeki Tirollüler, 1809’da, ama daha önemlisi 1808’den itibaren İspanyollar ve bir ölçüde 1812-13 yıllarında Ruslar, bunu kayda değer bir başarıyla uyguladılar. Bu devrimci taktiğin Fransa karşıtları açısından taşıdığı askeri önemin, yabancı Jakobenliğinin Fransızlar için taşıdığı askeri önemden kesinlikle çok daha büyük olması gariptir. Fransız birlikleri yenildikten ya da geri çekildikten sonra Fransa sınırlarının ötesinde hiçbir yerde Jakoben yanlısı bir hükümet tutunamadı; fakat Tirol, İspanya ve bir ölçüde Güney İtalya, resmi ordularının ve yöneticilerinin yenilmesinden sonra, Fransızların başına daha önce olduğundan çok daha önemli askeri sorunlar çıkardılar. Bunun nedeni besbellidir: Bunlar köylü hareketiydi. Yerel köylülüğe dayanmadığı yerlerde Fransa karşıtı milliyetçiliğin askeri önemi ihmal edilebilir düzeydeydi. 1813-14 yıllarında geriye dönük bir vatanseverlik, bir Alman ‘kurtuluş savaşı’ yaratmıştır; ancak bunun Fransa’ya karşı gelişen bir halk direnişine dayandığını söylemenin bağnazca bir uydurma olacağı kesindir. Ordular başarısız olunca, İspanya’da Fransızları halk durdurdu; Almanya’daysa nizami ordular onları nizami bir biçimde yendi.

Toplumsal açıdan ele alırsak, savaşın Fransa ve ona sınırı olan ülkelerin diğerlerine karşı verdiği bir savaş olduğunu söylemek pek yanıltıcı olmaz. Devletler arasındaki artık geride kalmış güç ilişkileri açısından, bu hat daha da karışıktı. Buradaki temel çatışma, yüzyılın kayda değer bir bölümünde Avrupa çapındaki uluslararası ilişkilere egemen olan İngiltere ile Fransa arasındaydı. İngilizlerin bakış açısından bu çatışma, neredeyse tümüyle ekonomik bir nitelik taşıyordu. Kendi ticaretinin Avrupa pazarlarına tamamen egemen olması, sömürge ve deniz aşırı pazarların denetimini tümüyle ele geçirme ve bunun sonucu olarak da açık denizlerin kontrolünü sağlama yolunda önüne çıkan başlıca rakibini ortadan kaldırmak istiyordu. Aslında, savaşlar sonucunda elde ettiği de bundan aşağı kalır bir şey değildi. Avrupa’da bu hedef, deniz yolları üzerindeki bazı önemli noktaların denetimini ele geçirmek ya da bunların tehlikeli olabilecek güçteki devletlerin eline geçmemesini sağlamak dışında, herhangi bir toprak kazanma hırsını içermiyordu. Bunun dışında İngiltere, potansiyel bir rakibin diğer devletler tarafından denetleneceği herhangi bir kıtasal çözüme razıydı. Kıta dışındaysa hedef, diğer halkların sömürge imparatorluklarının tümüyle ortadan kaldırılması ve hatırı sayılır ölçüde İngiltere’ye ilhak edilmesiydi.

Tek başına bu politika bile, Fransa’ya bazı potansiyel müttefikler sağlamaya yetti. Zira denizcilikle, ticaretle uğraşan ve sömürgeleri olan bütün devletler, [İngiltere’nin] bu politikasını kaygıyla ve düşmanlıkla karşıladılar. Aslında bu devletlerin normal tutumları, savaş zamanında özgür ticaret yapabilmenin hatırı sayılır yararları olduğundan, tarafsızlıktı. Ne var ki İngilizlerin, oldukça gerçekçi bir biçimde, tarafsız gemi taşımacılığını kendilerinden çok Fransa’ya yarar sağlayan bir etmen olarak değerlendirmesi, Fransa’nın 1806’dan sonra uyguladığı abluka politikası tam aksi bir yöne itene kadar, zaman zaman çatışmanın içine girmelerine neden oldu. Denizci devletlerin büyük bölümü, İngiltere’ye sorun çıkarmak için ya çok zayıftı ya da Avrupa’da sıkışıp kalmışlardı; fakat 1812-14 İngiliz-Amerikan savaşı, bu çatışmanın bir sonucuydu.

Fransa’nın İngiltere’ye olan düşmanlığı biraz daha karmaşık olmakla birlikte, İngilizler gibi onların da içlerinde var olan tam zafer arzusu, iştahları en az İngilizler kadar sınırsız bir Fransız burjuvazisini iktidara taşımış olan Devrim nedeniyle daha da güçlenmişti. İngilizler karşısında elde edilecek bir zafer, en azından, İngiltere’nin (isabetli bir biçimde) hayat damarı olduğuna inanılan İngiliz ticaretinin yıkılmasını; İngiltere’nin gelecekte toparlanmasına karşı bir tedbir olarak kalıcı bir şekilde yok edilmesini gerektiriyordu. (Fransa-İngiltere ile Roma-Kartaca çatışmaları arasındaki benzerlikler, siyasal imgelemleri büyük oranda klasik bir nitelik taşıyan Fransızların kafasını çok meşgul ediyordu). Daha hırslı olan Fransız burjuvazisi, İngiltere’nin aşikar ekonomik üstünlüğünü ancak kendi siyasal ve askeri kaynaklarıyla, yani rakiplerini sokmadığı kendisi için geniş bir esir pazarı yaratarak dengelemeyi umabilirdi. Bu iki düşünce de, İngiliz-Fransız çatışmasına diğerlerine benzemeyen bir kalıcılık ve inatçılık kazandırdı. Her iki taraf da, gerçekten —bugün sıradan bir durum olmakla birlikte o günlerde pek mümkün olmayan— tam bir zaferden daha azına razı değildi. İki ülke arasında yaşanan kısa bir barış süresi (1802-03), her ikisinin de barışı sürdürmekte isteksiz olmaları yüzünden sona erdi. Askeri durum bir açmaz dayattığından, olay daha da dikkate değerdi: 1790’ların sonlarından itibaren İngilizlerin kıtaya tam olarak geçemeyeceği, Fransa’nınsa kıtayı tam anlamıyla terk edemeyeceği açıktı.

Fransa karşıtı diğer güçler, daha az ölümcül bir mücadele tarzı yürütüyorlardı. Tümü de, elbette kendi siyasal emellerinden vazgeçmeden Fransız Devrimi’ni yıkmayı umuyordu; fakat 1792-95’den sonra bunun artık uygulanabilir olmaktan çıktığı görüldü. İtalya’daki müstemlekeleri, nüfuz alanları ve Almanya’daki önder konumu Fransa tarafından doğrudan tehdit edilince Bourbonlarla aile bağlarını daha da sıkılaştıran Avusturya, en tutarlı Fransa karşıtı kesildi ve Fransa’ya karşı kurulan her büyük koalisyonda yer aldı. Sadece 1795-1800, 1805-07 ve 1812’de savaşa giren Rusya, dönem dönem Fransa karşıtı bir tutum içinde girdi. Prusya, karşı-devrimci cenaha yakınlık, Avusturya’ya duyduğu güvensizlik ve Fransa’nın girişiminden nemalanan Polonya ve Almanya üzerindeki emelleri arasında bölünmüştü. O nedenle savaşa (1792-95’te, tuzla buz olduğu 1806-07’de ve 1813’te) zaman zaman ve yarı bağımsız bir kılıkta katıldı. Zaman zaman Fransa karşıtı koalisyonlara katılan öteki devletlerin politikası, benzer dalgalanmalar göstermektedir. Devrime karşı olmakla birlikte, politika politikadır deyip başka sularda avlanıyorlardı ve bu ülkelerin çıkarları arasında, onları Fransa’ya, özellikle Avrupa toprağının yeniden paylaşımını tayin ettiği bir dönemde muzaffer bir Fransa’ya karşı kalıcı, değişmez bir düşmanlığa zorlayacak bir şey yoktu.

Avrupalı devletlerin bu kalıcı diplomatik emelleriyle çıkarları, aynı zamanda Fransa’ya sayısız potansiyel müttefik sağladı; çünkü devletlerin sürekli olarak birbirleriyle rekabet ve gerginlik içinde bulunduğu bir sistemde, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ anlayışı egemendir. Aralarında en güvenilir olanları, prenslikler üzerinde İmparatorun (yani Avusturya’nın) gücünün zayıflamasında uzun zamandır çıkarları olan —normal olarak bu konuda Fransa ile ittifak halindeydiler— ya da Prusya’nın gücünün artmasından rahatsızlık duyan küçük Alman prensleriydi. Güneybatı Alman devletleri, Napoleoncu Ren Konfederasyonu’nun (1806) çekirdeğini oluşturacak Baden, Wurtemberg, Bavyera ile Prusya’nın eski rakibi ve kurbanı Saksonya, bunların en önemlileriydi. Gerçekten de Saksonya, yine kısmen ekonomik çıkarlarla açıklanabilecek nedenlerden dolayı, Napoleon’un en son ve sadık müttefiki olmuştu; çünkü son derece gelişkin bir imalat merkezi olarak Napoleon’un ‘kıta sistemi’nden fayda sağlıyordu.

Yine de, Fransa karşıtı kanattaki bölünmelerle Fransa’nın yanına çekebileceği potansiyel müttefikler hesaba katılsa bile, Fransa karşıtı koalisyonlar kağıt üzerinde kaçınılmaz olarak, en azından başlangıçta daha güçlüydüler. Ancak askeri savaşlar tarihi, adeta Fransa’nın kesintisiz, soluk verici zaferlerinin bir tarihiydi. Yabancı devletlerin ve ülke içindeki karşı-devrimin ilk saldırılarının geri püskürtülmesinden sonra (1793-94), Fransa ordularının ciddi biçimde savunmaya çekildiği tek bir kısa dönem oldu: İkinci koalisyonun, Suvorov’un başında bulunduğu muazzam Rus ordusunu seferber ettiği 1799’da (Bu, Rusya’nın Batı Avrupa’daki ilk harekatıydı). 1794 ile 1812 arasındaki bütün seferler ve kara savaşları listesi, hemen hemen aralıksız Fransa’nın zaferlerinden oluşmaktadır. Bunun nedeni, Fransa’daki devrimde yatmaktadır. Devrimin ülke dışında yarattığı siyasal aydınlanma, daha önce de gördüğümüz gibi tayin edici oldu. En azından bunun, reaksiyoner devletlerin halklarını, onlara özgürlük getiren Fransa’ya karşı direnmekten alıkoyduğunu ileri sürebiliriz; fakat aslında onsekizinci yüzyılın ortodoks devletlerinin askeri strateji ve taktikleri, sivillerin savaşa katılmalarını ne bekliyordu ne de böyle bir şeyi hoş karşılamaktaydı: Büyük Frederick, kendisine Ruslara direnmeyi öneren sadık Berlinlilere, ısrarla savaşı kendisinin de bir parçası olduğu profesyonellere bırakmalarını söylemişti. Fakat bu, Fransa’nın savaşma tarzını değiştirerek, eski rejimin orduları karşısında onlara ölçüsüz bir üstünlük sağladı. Teknik açıdan eski rejimlerin orduları daha iyi eğitimli ve disiplinliydiler; deniz savaşında olduğu gibi bu niteliklerin belirleyici olduğu yerlerde, Fransızlar belirgin şekilde zayıf kalıyorlardı. Fransızlar iyi birer korsandılar ve vur kaç saldırıları yapıyorlardı; fakat yeterli eğitime sahip denizcilerin, hepsinden öte —büyük ölçüde krallık yanlısı Norman ve Breton soylularından oldukları için— Devrimde büyük kısmı yok edilen ve yerlerine hızla yenileri konulamayan ehil deniz subaylarının yokluğunu telâfi edemiyorlardı.

İngiltere ile Fransa arasındaki altı büyük, sekiz küçük deniz çarpışmasında Fransa’nın insan kaybı, İngiltere’den on kat fazlaydı. Fakat irticalen örgütlenme, hareketlilik, esneklik ve hepsinden öte gözü karalık ve moral güç göz önüne alındığında, Fransa’nın rakibi yoktu. Bu üstünlüklerin herhangi birinin askeri dehayla ilgisi yoktu; çünkü Fransa’nın, Napoleon’dan önceki askeri tarihi zaten yeterince göz kamaştırıcıydı ve ortalama olarak Fransız komuta kademesi fazla bir istisnai niteliğe sahip değildi. Fakat bu üstünlük, her devrimin başlıca sonuçlarından biri olarak, ülke içindeki ve dışındaki Fransız kadrolarının gençleştirilmesine bağlı olabilir. 1806’da güçlü Prusya ordusundaki 142 generalden yetmiş ikisi, kıta hizmetindeki bütün komutanlar gibi, altmış yaşın üzerindeydi. Fakat 1806’da (yirmi dört yaşında general olmuş) Napoleon, (yirmi altısında bir alaya komuta eden) Murat, (aynı görevi yirmi yedisinde üstlenmiş) Ney ve Davout, bunların hepsi de yaşları yirmi altı ile otuz yedi arasında değişen kişilerdi.

Devrim Çağı
Eric Hobsbawm

*Savaşın ilahi olarak mukadder olduğu doğru değildir; toprağın kana susadığı doğru değildir. Tanrı savaşı lânetlemiştir; savaşanlar ve onu gizemli bir dehşet içinde sürdürenleri de öyle.”  Alfred de Vigny, Servitude et grandeur militaires

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz