“Ritm bütün sanatların…” Tuncel Kurtiz’in ardından…- Zahit Atam

Tuncel Kurtiz
Hep rüyalarımda görüyorum, bir kalabalık yerdeyim, sahnedeyim, seyirciden alkışlar alıyorum, bakıyorum arkada Yılmaz Güney oturuyor, onu görünce rolümü şaşırıyorum, birden tutuluyorum, seyirciler şaşkın, bakışlarımız kesişiyor. Rolü molü bırakıp diyorum ki “Yılmaz sen öldün!” “Hayır, ölmedim, yaşıyorum”, “Hayır sen öldün Yılmaz, ben de kabul edemiyorum, ama öldün işte”, gülümsüyor bana bakıyor, şaşırıyorum, seviniyorum ve ardından uyanıyorum. 

Tuncel Kurtiz’in ardından…

Tuncel Kurtiz öldü.

Ağlasam mı, yazsam mı?

Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum.

Bana yazmak düşer diye düşünüyorum. “Beni ben yapanlar”dan biridir o. İlkokulda ilk öğretmenim Mukaddes Hanım’la başlayan, beni şiirle tanıştıran Fethi Savaşçı’ya, küçücük bir ortaokul öğrencisinin eline Goethe tutuşturup “Oku. Zevk almazsan başa dön, bir daha oku. Zenginleştiğini göreceksin” diyen bilge komşum Hüsniye ablama, ergenlik sivilcelerinden yeni kurtulmuş, hukuk okumak üzere İstanbul’a gelmiş hamhalat bir Ege çocuğuna Türkçeyi iyi kullanmanın sırlarını ve tekniklerini öğreten Tahir Alangu öğretmenime, sosyalizmin fakirlere merhamet duymaktan ibaret sulugözlü bir öğreti olmadığını inatla anlatan ve öğreten Cemal Hakkı Selek ağabeyime,  gazetecilik mesleğindeki ustalarıma kadar  “Beni ben yapanlar” arasında onun yeri başkadır ve büyüktür.

O yüzden bana yazmak düşer diye düşünüyorum.

Oysa ben anılar, bitip tükenmeyecek kadar uzun ve derin anılar arasında yapayalnızdolanmak, okuru hiç, ama hiç ilgilendirmeyecek küçük anları hatırlayıp, yapayalnızkederlenmek istiyorum…

Tuncel Kurtiz öldü.

Ağlasam mı, yazsam mı ?

Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum…

*    *    *

Herhalde 1961’di.

İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin amatör tiyatrosundan iki arkadaş ellerindeki kitabı yutarcasına okuyorlar. Moskova Sanat Tiyatrosu geleneğinin Stanislavsky’den sonra gelen ustalarından Boleslavsky’nin Türkçe’de dumanı tüten kitabı: Aktörlük Sanatı. Suat Taşer çevirisi.

İki arkadaştan büyüğü (çok değil beş yıl) yıllar boyu seyircilerin belleklerine kazınacak o kalın ve gür sesiyle okuyor:

– Ritm bütün sanatların prensidir. Tempo onun piç kardeşi…

Ah ! Biz bu kısacık, bu yalın cümleyi yıllar boyu kaç kez  yineledik, didikledik, anladık, anlamaya çalıştık, tiyatroda sinemada karşılığını  bulduk, bulamadık, ama bıkıp usanmadan aradık…

Mesela yıllar, çok yıllar sonra Stockholm’den Berlin’e bir telefon. Selamsız sabahsız  bir soru:

– Örümcek Kadının Öpücüğünü seyrettin mi ?

– Evet. Tabii…

– Tam da o değil mi ? Ritm bütün sanatların prensidir…

– Haklısın. Peki sen Le Ball’ı seyrettin mi. Ettora Scola’nın Le Ball’ını.

– Hayır.

– Hemen et. Ritm neymiş gör ve kıskan…

*   *  *

Aydın Engin yedek subay öğretmen olarak gittiği Erzincan dağlarından bir oyunla döndü:Aykırı.

Oyun yazarlığında ilk oyun yazar için önemlidir. Ama İstanbul’un çıtkırıldım tiyatrocuları dudak bükebilir: “Draması iyi de oyun biraz tezek kokuyor değil mi?”

Kah kah kah, kih kih kih !..

“Beni ben yapan” mı demiştim?

Tepeme dikildi, omuzumdan sarstı:

– Bu sahici bir tiyatro oyunudur. Sen de iyi bir yazarsın. Bu oyun oynanacak.

Oynandı da. Gülriz Sururi – Engin Cezzar Topluluğunun 1965 mevsiminde açılış oyunu oldu. Başrolünü Tuncel Kurtiz oynadı. Aktör sevene sevmeye “Vay be” dedirtti. “Ne biçim oynuyor ve ritmi nasıl sürüklüyor…”

Aynı evde oturuyorlar. Arnavutköy’de Kuruçeşme yönünden gelirken ilk yalının, o yaşlı ve neredeyse harap yalının ikinci katında….

Çalıştıkları tiyatrodan “Biz o Tatlı İrma adlı hava civa oyunda oynamayız” deyip ayrılmışlar.

Para yok. Bakkal Cumali rakı, şarap, peynir, ekmek ve sigarayla sınırlı (Lafa bak, daha ne olsun!) bir veresiye hesap açmış. Balık tutmak ikisine kalmış. Arnavutköy koyunda balığı o yıllarda neredeyse elle yakalıyorsun.

Şarap ve balık eşliğinde sıkı ve hiç bitmeyen sanat tartışmaları: Ritm bütün sanatların…

Durup dururken konuştu:

– Bir oyun vardı senin kafanda, onu yaz. Kafadar arkadaşları da buluruz, bir tiyatro kurarız. O oyun mutlaka tutar.

Olmayan bir oyunla bir kadro kuruldu: Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Mustafa Alabora, Müjdat Gezen, Umur Bugay, Aydın Engin.

Kadro kurulduktan sonra oyun yazıldı: Devri Süleyman. İki yıl kapalı gişe oynandı. Oluk gibi akan gişe gelirleriyle Türkiye’de iz bırakmış bir tiyatro doğdu: Halk Oyuncuları.

*   *   *

Halk Oyuncuların son yılında (1969) Tuncel Kurtiz askere gitti. Aydın Engin ise tiyatro yazarlığını da, yöneticiliğini de bırakıp İstanbul’da sendika yayınlarında çalışan bir gazeteci oldu.

Kurtiz askerden izinli geldiğinde bu kez Gümüşsuyu’nda bir bodrum katındaydılar.

– Tiyatroyu bıraktın profesyonel devrimci mi oldun?

– Hayır sendika yayınları çıkaran gazeteci oldum.

– İyi halt ettin. Peki  artı-değer sömürüsünü anlatıyormuşsun ha bire. Bana da anlat. Nedir bu artı-değer sömürüsü?

Anlatıldı. Anladı ve küplere bindi:

– Bu hesapça ben mavi yakalı değilim ve artı-değer üretmiyorum öyle mi ?

– E öyle yani…

– Halt etmişin sen. Biz de proleteriz be… Yakanın mavisine, beyazına tükürmüşüm. Ben sanat üretiyorum, sen fikir üretiyorsun. Nemiz eksik işçiden ?

Tabii kavga çıktı. Hiç konuşmadan ha bire şarap içilen berbat bir geceydi.

*    *   *

Onun gönüllü, benim zorunlu göçmenlik yıllarımızdaydı. Berlin’de buluştuk. Yine geceler boyu şarap içtik ve yine geceler boyu konuştuk: Ritm bütün sanatların…

Frankfurt’ta benim evde buluştuk. Gözlerinin içi gülüyordu.-

– Dinle bak. Sana şiir okuyacağım. Ama bedenimi kullanarak ve ritmin ne olduğunu sana göstereceğim…

Gösterdi de…

Gömleğini, atletini sıyırdı. Çıplak bedenine güçlü yumruklar indirerek  ve asla “Ritmin piç kardeşi tempo” tutmanın kolaylığına kapılmadan Şeyh Bedrettin Destanı’nı okumaya başladı…

*   *   *

Tuncel Kurtiz öldü.

Ağlasam mı, yazsam mı ?

Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum.

Beni ben yapanlar”dan, beni koşulsuz ve çıkarsız destekleyip yüreklendirenlerden Tuncel Kurtiz öldü.

Siz yazıyı okuyadurun, ben anılar, bitip tükenmeyecek kadar uzun ve derin anılar arasında yapayalnız dolanmak, sizleri hiç, ama hiç ilgilendirmeyecek küçük anları hatırlayıp, yapayalnız kederlenmek, yapayalnız ve sessizce ağlamak istiyorum… 


I.Yılmaz Hakkında: Bir türlü kurtulamadım ondan, hep rüyalarımda görüyorum, bir kalabalık yerdeyim, sahnedeyim, seyirciden alkışlar alıyorum, bakıyorum arkada Yılmaz Güney oturuyor, onu görünce rolümü şaşırıyorum, birden tutuluyorum, seyirciler şaşkın, bakışlarımız kesişiyor. Rolü molü bırakıp diyorum ki “Yılmaz sen öldün!” “Hayır, ölmedim, yaşıyorum”, “Hayır sen öldün Yılmaz, ben de kabul edemiyorum, ama öldün işte”, gülümsüyor bana bakıyor, şaşırıyorum, seviniyorum ve ardından uyanıyorum. Bilincimin açılmasıyla içimi bir üzüntü kaplıyor.

Böyle anlatıyordu Yılmaz abiyi, üstelik bunu anlatırken Yılmaz abinin ölümünün üzerinden yirmi beş yıl geçmişti.

Sürü’nün hikâyesi çok acı bir sevinç veriyordu ona. İsveç’ten prodüksiyon için para bulup Karayollarını çeke çeke Toptaşı cezaevine kadar geliyor, buradan geçerken Yılmaz görülmeden geçilmez manevi kuralına uyarak bir şişe viski ile hapishaneyi ziyaret ediyor. Habersiz, anında haber veriliyor, “Neredesin sen, biz de seni arıyoruz?” “Niye Yılmaz?” Görüşmeyi kesiyor Yılmaz abi, içeri gidiyor, önüne Sürü’nün senaryosunu koyuyor, kısa süre sonra ayrılıyor ve doğru baba yadigârı evine gidiyor. Sabaha kadar okuyor senaryoyu, müthiş duygulanıyor, Hamo Ağa rolü Tuncel Kurtiz için yazılmış, adı yazmıyor, oraya İhtiyar yazmış, 1959’dan beri lakabı o.

Duygulanıyor, gözünden yaş geliyor, senaryodan iki yıl önce Yılmaz Güney babasını kaybetmiş, Hamit Çavuş adı, köylüler ona Hamo Ağa diyorlar, Yılmaz Güney babasının mezarını görmeden öldü, hesaplaşmasını bitiremedi, onu her zaman ki gibi en iyi bildiği dilde, senaryoyla anlattı ve bu rolü en yakın arkadaşı oynayacaktı. Kendi filmini bırakıyor ve iki gün sonra Siirt’e yola çıkıyorlar.

Tuncel Kurtiz hemen anlıyor rolü, babasını Umut’u çekerken tanımış, Yılmaz Güney’in ailesini tanıyor, yarenlik etmişler. Sürü yapıldıktan sonra Avrupa’da büyük iş yaptı ve Tuncel Kurtiz’in de kariyerini etkiledi. Türkiye’de afişlerde başrol Tarık Akan’ın, ama Fransa’da Yılmaz Abinin isteğiyle başrole Tuncel Kurtiz yazılmış, Avrupa öyle biliyor, en iyi oynayan da filmdeki en kritik rolü oynayan da Tuncel Abi.

II.Zeki Demirkubuz hakkında: Tuncel abiyi Kaz Dağlarında ziyaret ettik ailecek, onun daveti üzerine, dört gün üç gece kaldık, orada Türkiye Sineması üzerine de tartıştık, 2008 yılındaki Antalya Film Festivalinden başladı tartışma ve kısa sürede Zeki Demirkubuz / Nuri Bilge Ceylan tartışmasına dönüştü.

Benim tanıdığım insanlar böyle konuşmuyor, benim bildiğim insanlar böyle tartışmıyorlar, benim ülkemin ne görsel dili ne de hayata bakışı böyle değil.

İyi ama o film zaten Türkiye için değil, Fransız Akademisi için yapılmış.

Öğrenci filmi gibi, ama bizim toplum için değil, Avrupa’ya ben sizin en parlak öğrencinizim der gibi bir havası var. Ben Zeki Demirkubuz’a çok daha bu toprağa ait, bu toprağın dilinden, bu hayatın içinden anlatıyor diye bakıyorum.

İyi, doğru bu ama eksik, bu toprağın insanı büyük tutku patlamalarıyla yaşar ve hareket eder ve bu yüzden eşitsizdir davranışları, tepkileri, yargıları. Onun filmi de bu yüzden patlamalarla inşa edilir, oysa Nuri’nin filmi sinirleri alınmış gibidir, intikam yemeği soğuk yenir düsturuyla yapılırlar.

Doğru bu yüzden ödülü bizden değil, benzemek istediklerinden alsın, biz de kendi hesaplaşmamızı yapalım.

O da doğru. Ama biçim arayışları ıslah edilirse dil de gelişebilir, konuşmayı öğrenebilir mi bilmiyorum, aslında yalnızca bizim milletimiz gibi konuşmuyor değil, gerçek şu, aslında konuşmayı bilmiyor.

III. Bankalar hakkında: Can Caz projemi yapamadım, hiçbir sponsor bulamadım, oysa ne çok şey yapabilirdim orada. Eski yılları hatırlıyorum, bin banka sponsoru bulalım denince insanlar bağırıyorlardı, biz bankayı sponsor olarak almayız, ancak bankaya soymak için gideriz. Şimdi epey o arkadaşlardan banka yöneticisi olan var. Ben Çiçek Barda çok emek verdiğim Bedrettin’i sergiledim, tıka basa dolu, bitti alkıştan millet birbirini duymuyor, ayaktalar. Herkes tebrik ediyor, birisi Sabancı’nın bankasında genel müdür, beni tebrik etti, çeyrek yüzyıldır tanışıyoruz, eskilerden. Nasıl buldum, çok etkilendim, çok iyi o zaman. Destek ver şu projeyi pek çok yerde sergileyeyim, ayrıca başka projelerimde var, mesela Can Caz gibi, Datça’da yapmak istiyorum. Nazım da komünist, sen de öyle, müşteri profilimize uymuyor. Neyse iyiymiş dedim, şimdi baba yadigârı evi satıp Kaz Dağlarına yerleşeceğim, mutfak bile rahat dönmüyor artık.

IV. Laz Müteahhitten Burjuva Olmaz Hakkında: Gittik Kaz Dağlarına ama banka yöneticilerinden kurtulamadık. Oteli kurduk, işlettik, bir gün telefon geldi en büyük bankalardan birisinin genel müdürü, Tuncel Bey sizin evi gördüm utandım. Hayrola müdür bey. Size yürüyerek iki dakika mesafede ben de ev yaptırdım, modern bir apartman gibi, kullanışlı rahat, bahçeli. Ama sizin bin yıllık taş evleri hatırlatan butik otelinizin havasını görünce kendimi Laz Müteahhit gibi hissettim. Ben de sandım ki bir şey diyecek, iyi dedim, sen kendini öyle hissetmeye devam et, zaten sanat kültür alanına girsek, Laz Müteahhitten farklı yanınız var mı? Parayı yönetiyorlar, ama kültür onlar için tehlikeli, sakıncalıyız biz, şimdi televizyona çıkıyoruz, yoldan çevirip Ramiz Dayı diyorlar, adımı bilen yok, eminim o banka müdürü de adımı o diziden öğrenmiştir.

Hayat bazen böyledir, öfkesini hiçbir zaman yenemedi Tuncel abi, coşkusunu ise hiç eksik etmedi, gidip geldi Türkiye’ye ama bu ülkenin burjuvazisine ve statükosuna hiçbir zaman alışmadı, hayatı boyunca isyana hep bir eğilimi vardı. O kadar ki her sabah gazete okurken sinirleniyordu, Menend Hanım diyordu ki niye o gazeteleri okuyorsun, Tuncel, sadece Birgün oku, bir tek onda sinirlenmiyorsun, kendini yıpratmana değmez. Ama sanıyorum Tuncel abi öfkelenmeyi de seviyordu ve hayatı boyunca mücadele etmenin ne kadar kıymetli olduğunu bildi. 

Zahit Atam

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz