Sanatçının işi dünyaya göz-kulak olmak… Bergson

Henri Louis Bergson, 18 Ekim 1859’da, Yahudi kökenli Polonyalı bir babayla İrlandalı annenin çocuğu olarak Paris’te doğar. Annesinin konuştuğu dil nedeniyle İngiliz dilini öğrenir. İlköğrenime Londra’da başlar. Dokuz yaşında Paris’e gelirler, liseye burada devam eder. 1878’de Ecole Normale’e kabul edilir. Felsefe eğitimi alırken, matematik yarışmasında Pascal’ın çözümsüz bıraktığı bir problemi çözer. Yorucu bulduğu matematik yerine felsefeyle uğraşmaya karar verir.

Okulda dönemin tanınmış filozoflarından Olle Loprune’nun, Emile Boutreaux’un öğrencisi olur, onlardan etkilenir. Loprune, koyu bir katoliktir, döneme egemen olan pozitivizm eleştirisi yapar. Boutreaux’sa determinist (gerekirci) bilim-dünya görüşü karşısında zorunsuzluğu savunur.

Bergson öğrencilik, öğretmenlik yaptığı yıllarda, İngilizce avantajını kullanarak İngiliz düşünür Stuart Mill, İngiliz filozof Herbert Spencer’in eserlerini okur, etkilenir. Mill, yararcılık, liberalizm, bireycilik, azınlık hakları düşüncelerini savunur. Spencer’ın evrim düşüncesi, bilimle dini uzlaştırmaya çalışmaktır.

Yahudi bir aileden gelmesine karşın Bergson, Hıristiyanlığa, özellikle Katolikliğe eğilim gösterir. Katolikliği, Yahudiliğin kusursuz bir bütünlenişi olarak görür. Yahudilerle dayanışma halinde kalmak için din değiştirmez. Yahudi düşmanlığının büyümemesi için Katolik kilisesine vaftiz olacağını belirtmesine karşın bir çıkar yol bulamaz. Adını Yahudi olarak kaydettirmek için kuyrukta saatlerce bekler. 4 Ocak’ta Paris’te zatürreeden ölür.

Bergson Alman felsefesinden uzak durur. Kant’tan itibaren Alman idealizmi Hegel’de en üst seviyeye ulaşır. “Akli olan gerçek, gerçek olan aklidir” sözüne sadık kalarak aklı-zihni mutlak güç haline getirir. Bergson akıl-zihin dışında gerçeğin bilgisine götürecek, metafiziğe adım attıracak olan bir bilme olarak, sezgiyi ortaya koyar, entelektüel-rasyonalist anlayışa sarsıntı yaşatır.

Yetiştiği felsefe çevresindeki kişilerden biri de Nietzsche’dir. Her iki filozof hayat filozoflarıdır. İkisi de biyolojiden faydalanırlar. Nietzche, Darwin’in doğal ayıklanma görüşünden hareketle üstün insan anlayışını ortaya koyarken; Bergson, Darwin’in insanla hayvan arasındaki nitelik farkını ortadan kaldıran evrim görüşünü eleştirir. İnsandaki ruhi tarafı yükselterek Darwin teorisinin sarsıntısını sakinleştirir. Bergson’a göre, biz kendimizi hayvansal dünyadan bir parça olarak acımasız bir yaşam mücadelesinin egemenliği altında düşünmekten hoşlanmayız. Nietzsche’deyse yaşamın temeli mücadeledir, kriz dönemlerinde yaşama şansı olan yalnızca güçlülerdir. Bergson çağın varoluşçulardan da etkilenir. Yine aynı dönemde yaşamış olan eylem felsefesinin kurucusu Blondel’le de yakın düşünceleri vardır.

Russel, felsefeleri; yöntemlere, sonuçlara, filozofu felsefe yapmaya iten egemen isteğe göre sınıflandırır. Yöntemlere göre ampirik ve a priori, sonuçlara göre idealist felsefeler ortaya çıkar. Üçüncü durumdaysa “Mutluluk sevgisinden esinlenen duygu felsefeleriyle, bilgi sevgisinden kaynaklanan kuramsal ve eylem sevgisinden esinlenen pratik felsefeler elde ederiz”(1) der.

Bergson’un felsefesi “Eylemi en üstün iyi, mutluluğu bir sonuç, bilgiyi başarılı etkinliğe yalnızca araç sayan” (2) bir felsefe olarak pragmatistlerle birlikte anılır. Bergson’a göre biz, düşünmekten çok hareket etmek için yaratıldığımızdan hep bir şeyler yapmak amacıyla düşünür, amaç olmadıkça da hiçbir şey yapmayız. Dahası eksiklik duymadıkça bir şey aramayız.

Beden – Ruh

Gülme adlı eserinde, insan hem beden hem ruhtur. Bedeni pratik amaçlarda kullanır. Kimi durumlarda beden öne çıkar, bedenden oluşmuş gibi hareket ederiz. Yalnızca fizik kanunlarına uyduğumuzda, bir muz kabuğuna basarak düşürsek ya da eylemlerimiz mekanik-otomatik hale geldiğinde bedenden ibaretmiş gibi davranırız. Bu gibi durumlarda bize gülerler. Bu aynı zamanda komedyanın unsurlarıdır.

Ona göre ruh-beden arasındaki ilişki, etkileşim ölüme kadar sürer. Ruh başlangıçta belirli bir yapı değildir. Hazır içeriği yoktur. Kendini yaşam içinde oluşturma yetisi vardır. Ruhun oluşumu için bir bedene gereksinim vardır.

Bilinç – Beyin

Bedenle ruh arasındaki ilişkiyi kavramak, bilinç-beyin arasındaki ilişkiyi kavramakla olanaklıdır. Beyin olayları bir çerçeveyse, ruh olayları çerçevenin içindeki resimlerdir. Çerçeve-beyin içine konan resmi belirlemez. Belirli bir çerçeveye o çerçeveye sığabilecek resimler-ruh konabilir.

Beyni telefon santraline benzetir. Görevi iletişimi, haberleşmeyi sağlamak ya da bekletmektir. Santral aldığına hiçbir şey katmaz. Dolayısıyla beyin; bilinç ve ruhla özdeş kabul edilemez. Ruh beyni, bedeni bir alet gibi kullanır.

İki Bellek

Ruh-beden tasarımında belleğin merkezi rolü vardır. Çünkü “ben” bilincine ancak bellekle erişilebilir. İleriye yönelik eylemlerimizi yönetmek için “seçici bir “ben” imiz, bunun ortaya konuş aleti olan beynimiz vardır.

Bu birinci belleğimizdir. Yüzeysel olan bu bende, pratik ilişkilerin hareketlerini içeren otomat hafıza bulunur. Asıl bellek; kendi kendine çalışan “özgür hafıza”ysa, “ben”in arkasındadır. Haberimiz olmadan aldığımız duygu-algılardan meydana gelir. Saf düşünce, kuramsal bilgiler ikinci belleğin eseridir.

Belleğin işleyişi / Anımsama – Rüya

Geçmişi anımsamak için geriye dönmek olanaklı değildir. Bilinç durumlarında yineleme, geriye dönme yoktur. Bilinç sürekli büyüyerek geleceğe akan, kaynağı olan geçmişe asla dönmeyen bir nehri andırır. Şener Aksu’nun nehrine bakalım, ne diyor; “Kimi kendine saklar biriktirdiklerini, kiminin biriktirecek bir şeyi yoktur / ben, ırmağın kıyısına serdim yüreğimi / buyurun seyreyleyin / seyreyleyin ki kendine mayalansın söz / kimi eksikliğinden korkup kapanır, kimi eksiklik arar / ben, gün yüzüne çıkardım eksikliklerimi / buyurun seyreyleyin / seyreyleyin ki göz, eskidikçe büyüyen güneşte sönsün / diyeceğim / kim ne yaparsa yapsın / ben sesimi suya verdim / oturup kenarında seyretmekteyim öylece / buyurun siz de seyreyleyin / seyreyleyin ki göç, süzülüp ırmağa dönsün” (3) Şimdide ki “ben” anımsamak istediği olguları bilince getirmek için geçmişe dönmez. Aksine geçmiş, yaşamımızda meydana getirdiği tepelerin doğal meyillerinden kayarak şimdiki “ben”e kendiliğinden gelir. Anımsama; geçmişin gerek duyuldukça kendiliğinden gelip, şimdiyle kaynaşmasıdır. Bergson’un, “Dinamik olduğunu iddia ettiği “özgür bellek” kişilikten başka bir şey değildir.” (4)

Beyin uykuda işleyişine ara verdiğinden özgür bellek bilince serbestçe girerek rüya görmemize neden olur. Bu nedenle rüyalar iş, çıkar ilgisinden kurtulmuş, düşünce, kişiliğin yansımasıdır. (5) Selâhattin Uyuşan’ın “O cin içimde mi yaşıyor” başlıklı şiirinde cin olmuş özgür belleğin… olduğu ya da olmak istediği kişilik nasıldır. ” Uykularımı düzenleyen cin / galiba benimle eğleniyor / ya farkında değil ettiğinin / yahut da sabrımı deniyor / özleyip elde edemediğim / ne varsa getiriyor rüyama / bazen de farkında olmadığım / ayrıntıları fark ettiriyor bana / dün gece Yugoslavya’da / güya bir parktan geçiyorum / ince narin Boşnak güzellerinin / ikramı ayranları içiyorum / gelmişken diyorum hiç olmazsa / olimpiyatlara da katılayım / eğer şampiyonluk olmazsa / bari bir üçüncülük alayım / kahpe felek orada da önüme / bilmediğim bir engel çıkarıyor / en sevdiğim iş arkadaşım / benim yerime madalya alıyor / gerçi kızıyorum kızmasına ya / uyanınca aklımdan çıkıyor / uçarak gittiğim ülkelerden / getirip yatağıma atıyor / rüya da olsa insanın / sabrı bir yerde taşıyor / çok merak ediyorum acaba / o cin içimde mi yaşıyor”

Madde – zekâ / Süre- sezgi

Bir şeyi bilmenin farklı iki yolu vardır. Birincisi nesnenin etrafında dönerek dıştan, durağan bilmek, öbürü onu içten, devinim halinde bilmeye çalışmaktır. Bu iki biliş tarzı iki ayrı bilme yetisi gerektirir. Birincisi donmuş, katılaşmış oluş ve yaratmayla bağları koparılmış madde, nesne alanını geometrik esaslara göre bilmeye yönelen zekâdır. Öbürü; hayat, oluş, yaratma, yani süreyi bilmeye yönelen sezgidir.

Bu gerçekliğin ikili yapısından kaynaklanır. Madde-hayat ikiliği şeklinde açımlanır. Bu ikilik, hayat hamlesinin-e lan vital’in zıt iki doğrultusunu meydana getirir. Bu karşıtlıkta madde; “yerinde sayan kasırga” diye tanımlar. Yaşamın sönmüş parçaları, sonsuzca eksilmiş hayattır. Hayat yükselen, maddeyse alçalan hareket olup, maddeyi zekâyla, hayatı sezgiyle biliriz.

Bergson’u araştırırken 2008’de yazdığım şiirde maddeyi-hayatı, akıp gideni yakalamaya çalıştığım “Baharda tüm anlarda” başlıklı şiirde neler oluyor benim baharımda. ” baharda / dünya taş krallığı yaşarken / biraz ışık biraz su / pamuğu delmeye çalışan / fasulye tanesi / insanın başlattığı hareket değil mi hayat / baharda aynı anda / kent kaldırımlarında / taşları deldi ebegümeci / insana inat / özün gerçekleştiği hareket değil mi hayat / baharda tam o anda / yeni taş duvarlar yükseliyordu inleyen ağaç kökleri karıncalar / gelinciklerin unutulduğu haritalarda / öz yok edilirken / özün gerçekleşmeye çalıştığı hareket değil mi hayat / baharda işte o anda onlarca kertenkele / duvar delmeyi öğretiyordu yavrularına / kırkayak ordusu sırayı hiç bozmadan / yürüyordu delik duvar diplerine / yaşamak için koşuşan hareket değil mi hayat / baharda tüm anlarda / toprağın üstünde küçük kız / elinde fasulye filizleri / umutlu bir sabah şarkısı söylüyordu yıldızlara / insanın başlattığı hep yükselen hamle değil mi hayat”

Elan Vital – Yaratıcı Evrim

Bergson’un evrim kavramını anlayabilmek için “uyum sağlama”, “yaratı” sözcüklerinin hangi anlamda kullanıldığını açmak gerekir. Uyum sağlama, suyun bardağa döküldüğünde bardağın şekline uyum sağlaması gibi mekanik düzende uyma değildir. Sıvı hazır verilmiş biçime uyum sağlamıştır. İçerenin-bardak biçimi, maddeyi-su kendi şeklini alması için zorlamıştır. Bu mekanik bir uyumdur, organizmaların çevrelerine sağladığı uyum değildir.

Bergson, şu soruyu sorar. Bir organizmanın içinde yaşamak zorunda olduğu koşullara uyum sağlamasında, maddesini bekleyen önceden var olan biçim nerededir. Yanıtını verir. Koşullar, yaşamın içine sokulduğu, biçimini benimsediği bir kalıp değildir. Önceden hazır verilmiş biçimler yoktur. Yaşam kendi biçimlerini değişen koşullara göre sürekli yeniler.

Yaşamı açımlar. “Yaşam bir eğilimdir” eğilim birbirine karşı yönler yaratmayı gerektirir. Yaşam farklı eğilimleri barındırır, onlarla birlikte ayrı ayrı evrimleşecek türlerin birbirlerine karşı dizilerini yaratır. Böylelikle birbirlerine karşı yollarda yepyeni biçimler yaratan yaşamın genel hareketinden söz edebiliriz. Bu genel hareketi oluşturan şeye elan vital -hayat hamlesi-yaşam atılımı deriz.

Hayat hamlesinin evrimi boyunca; insana giden yolda bitki, hayvan, insan olmak üzere takip ettiği üç yol vardır. Üç türden üstteki alttakine dayanır. “Hayvanlar bitkilere dayanıyor, insanlar hayvanlara, bütün insanlık da mekân ve zamanda, her birimizin yanında, ön ve arkamızda sürükleyici bir hamule (yük) içinde bütün mukavemetleri süpürecek, birçok engelleri, belki de ölümü aşacak büyük bir ordu gibi ilerlemektedir.” (7)

Hayat hamlesi bitkilerde uyuşuk durumda, hayvanda içgüdü, insanda zekâ olarak ortaya çıkar. Bir tarafta madde, onun bilgisini araştırma aletimiz zekâdır. Öbür tarafta hayat onu tanıma aracımız sezgidir. Sezgi içgüdüye gereksinir. İçgüdü de, âdete kâhin bilgisi vardır. Mekân için zekâya, süre için sezgiye, durağan sabit durumlar için zekâya… oluş, hareketlilik için sezgiye, bilim için zekâya, metafizik için sezgiye başvurmak zorundayız.

Elan vital, yaşamı gitgide karmaşık biçimlerle, gittikçe daha yüksek kaderlere taşıyan içsel bir ittirmedir. Durmaksızın yenilenen yaratıdır.

Estetik

Bergson bir estetikçi değildir. Felsefesi estetik açılımlı felsefedir. Estetik, bilgi kuramının bir sonucu olarak ortaya çıkar, bizi bilgi kuramından daha çok ilgilendirir. Bergson’da estetiğin bilgi sorunlarını aştığı, öncelediği görülür. Bunun nedenini filozofun bakış biçiminde aramalıyız. Sezgisel olan öznel olandır. Öznelcilikte genellikle sanata yaklaşan, sanatı andıran, özellikler vardır. Fransız filozof Raymond Bayer şöyle söyler; “Sezgiyle ilgili metafiziklerin yazgısı önünde sonunda estetiğe açılmaktadır: her sezgisel felsefe sanatçının evrenini tanıklığa çağırır, öte yandan gerçek bir estetik de sezgi dışında temellendirilemez.” (8)

Felsefe gerçeğin açımlayıcısıdır. Sanatçı da gerçeği açımlayan bir gözdür. Bu göz, Bergson’da iç yaşama, ardından yaşamın bütününe yönelir. Bergson felsefesinde; estetiğe yansıyan nesnesini içselliğin alanına yerleştirir, şimdi’nin sınırlarına çeker. Her şeyin Heraklietos’ta olduğu gibi hızla akıp geçtiği dünyada her şey yenidir. Göz olmak, görebilmek bu yeniyi ele geçirmekle ilgilidir. Yenilik, içselliğin sezgisinde kendini gösteren bir oluştur. Sezgi, şeylerin görünmez yanlarına derinliklerine bir dokunmadır; buna göre tüm düşünce bileşimlerinin, usavurumların dışında gerçekleşir. Sezgi akıcı gerçekliği bir çırpıda veren şeydir. Bir çırpıda yakalanan da bütünselliktir. Gerçeklik bütünseldir, sürekli akıp geçer. Kavramsal düşünce, sezgisel düşüncenin karşıtıdır. Çünkü zihin bütünü parçalar, akıcıyı dondurur.

Bergson estetiği bize duyulur dünyayı aşan bir şeyleri, duyulur dünyanın üst duyarlılığını önerir. Şöyle söyler; “Bir roman yazan yazar, kişiler ve durumlar yaratan tiyatro yazarı, senfoni besteleyen müzikçi, şiir yazan şair kafasında basit ya da soyut bir şeyler olan insandır. Bir şema üzerinde çalışılır, öğelerden ayrı bir imgeye ulaşıldığında işin sonu alınmış olur.” (9)

Bergson’ın bu sözlerinden sonra “sanatçı yaşamın sunumuna ulaşmaya çalışandır” çıkarımını yaparız. Duyulur dünyanın üstünde bir yerden algılamak, elde edilen yetkin bir sunumla içselliği dışa vurmak. Dünyanın sunumu bir ölçüde bireyselliğin sunumudur. Bu sunum simgelerden kurtulmuş, simgelerin sunumu, dili simgelerin dili olmuştur. Her sunumsal bakış simgelerin dilidir. Berson şöyle söyler; “Simgelere başvurma gereksinimi içinde gerçeğin imgesine ulaşmak için gerçeğin biçimini bozar” (10) Şener Aksu’nun “Yüzünü arayan bedaliza” başlıklı şiirinde, bedaliza, kitabındaki öbür bedalizaler şairin yarattığı bir simgedir. Simgeyle gerçeğin bozuluşuna, gerçeğin imgesine nasıl ulaşıldığına bakalım. “uçurumda açan bir güldür hayat / kokla bedaliza / yoksa tutsak kalır, perçinlenir korkulara ömür / göllerde su çürür, yamaçlarda renk / ak bedaliza / herkes kendi yüreğini eze eze büyür / ölüm mayandandır, kapılardan gelmez / korkma bedaliza / gölgenden soyun, ışıktan arın, geceye sür atını / ara yalnızlığını / insan kendi yüzünü ancak yalnızken görür / pencereden renkleri içmeden seher / kalk bedaliza / kalk ki sabah uykularda ölür”(11) Simge bedalizadır. Gerçeğe götüren imgeyse bedalizanın yüzünü (kişiliğini) aramasıdır. Gerçeklikse; durağan bir hayat, kişiliğimizi bulmamıza engeldir. Göllerde çürüyen su, yamaçlarda renk, durağanlıktır. Akış durumunda olmalıdır bedaliza. Ama yine de bu akıştan sonra kendi yüzünü kendi bulacaktır. Şiirde yalnızlık, bedalizanın düşünmesi, kendini tanımasıdır, bir soluklanmadır. Kendini tanımak için yaşamın içinde akıp durmalıdır.

Bergson’da amaç dünyanın üstünde bir dünya kurmak değil, dünyaya dokunmak, onu parıldayan bir yıldızı tutmaya çalışırcasına ele geçirmektir. Ele geçirilen biricik olandır. Gerçeklik tektir, sanat özeldir. Sanatçı, bu tek olana, özel olana alışık göz’dür. Gerçeklik girilmesi zor ama kendini salkıyan bir şey değildir. Sanatçının işi, her an yeni, akıp giden bir dünyada benzersizi yakalamaktır. Bergson, sanatçı kavramını şöyle açımlar: “İşleri tam tamına görmek ve bizim doğal olarak göremediklerimizi bize göstermek olan insanlar vardır, bunlar sanatçılardır.”(12) Ardından sanat kavramını açımlar. “Sanat duyguları açıklamaktan çok bizde duygular uyandırmayı amaçlar, sanat bize duyguları esinler ve daha etkin araçlar bulduğunda doğayı öykünmekten bile bile vazgeçer” (13) Sanat ve sanatçı açılımıyla, göz olmanın dünyaya yerleşmiş olmanın gerekliliğine varırız. İğreti bir yerleşme değildir bu.

Sanatçının gerçekliği göstermeye çalıştığı insana bakışı nedir. Bayer, Bergsoncu dizgenin kanıtı “İnsanlıkta bir sanatçı gözünün varoluşudur, sanatçının kuramı böylece tüm sezgisel gerçekliğin dayanağıdır, estetiği kaldırın her şeyi tehlikeye atarsınız”(14) der. Kemal Özer, dünyada kendinin dışındaki sezgisel gözle bakanlara, benim gördüğümü, sizin de görebildiğinize inanıyorum der. “Balkona çıktığımda gecenin bu saatinde / gözüme ilişen ilk yıldıza bakarken aynı anda / aynı yıldıza dünyanın bir yerinde birinin daha baktığı / geçerdi içimden.” (15)

Elan Vital – Şair sorumluluğu

Her filozofu okurken katıldığımız, katılmadığımız düşüncelerini görürüz. Katılmadığımız düşünceleri var diye okumadan, bir kenara atmamalıdır. Filozoflar felsefelerini oluştururken kendinden önceki filozoflarla hesaplaşır. Ya yeni kavramlar kazandırırlar ya da eski kavram içeriklerini değiştirip kendi içeriklerini koyup, temellendirirler.

Bergson’un dünyayı iki şekilde algılaması, algılatmaya çalışması, madde-hayat ikiliği şeklinde; katılmadığım bir görüştür. Russel’in felsefeleri yöntemlere, sonuçlara, filozofu felsefe yapmaya iten egemen isteğe göre sınıflandırma düşüncesine katılarak, Bergson’un egemen isteğe göre felsefe yaptığını, emperyalist Fransa’nın çürümüş “göçen sermaye dervişliği” ni üstlendiğini düşünüyorum. “Doğuda çöken ve teslim olan Osmanlı İmparatorluğu, doğal bir ilgiyle, emperyalizmin bu ölüm felsefesine kucak açıyordu” (16)

Bergson çalışmalarım bana, onun felsefeye kattığı, elanvital-yaşam atılımı kavramını kazandırdı. Bir sanat eserinin bu atılımı barındırıp barındırmadığı önemli artık benim için. Bir şairin şiir kitabında onlarca şiir içinde “durum şiir”i olarak birkaç umutsuz şiir olabilir. Ya da acıları, ezilmişlikleri anlatan bir şiir de olabilir, ama bir sözcük, bir dize insana yaşam atılımını duyumsatmalıdır. Kitabının çoğunluk şiirleri yaşam atılımından yoksun bir şair, dünyada iğreti yaşıyordur.

Şair söz ve eylemlerinden sorumludur. Göz olup, iğreti olmadan yerleştiği dünyada bir çırpıda akıp giden, hep yeni olan dünyanın gerçekliğini verirken her şey o an için umutsuz olsa da yeniye, değişime inanmalı, umutsuzluğuyla, azalmış yaşam atılımıyla, yaşam atılımımızı aşağıya çekmemelidir. Pelin İstanbulluoğlu’na kulak verelim. “Her şeyi geçip gidiyorum / aynaları, çiçekleri / bir bir yaşamları / Ben geçip giden / geride bırakanım sizi / Ben ölümüm / sürekli / ben ne bir yangın ne bir yağmur / ardında bırakanım / dokunup geçiyorum / yalnızlık ölüm gibi / ölümse hep yalnızdır / Ben ardımda yaşamı bırakıyorum / ve çekilip gidiyorum / Ruj lekesi bir ömür / düzlemsiz, karışık boyutlar / Yaşam kaynaşıyor / sesler renkler / ruhlar üşüyor / gidiyorum / ömür korkunç / ömür ceza / gidiyorum” (17)

Şair umut vermelidir. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider dememeli, bizi yüksek kaderlere, atılımlara yöneltecek şiirler yazmalıdır, yerleştiği göz olduğu dünyadan fiziksel bir ölümle ayrılacak olsa bile, hep yaşayacakmış hep görecekmiş gibi şiirler yazmalıdır. Lorca’nın “Ayrılış” başlıklı şiirindeki gibi. “Ben ölürsem / balkonumu açık bırakın / Portakal yiyor küçük oğlan / Görüyorum onu balkonumdan / buğday biçiyor orakçı / Duyuyorum onu balkonumdan / Ben ölürsem / balkonu açık koyun.” (18)

Nalan ÇELİK
(mavidefter -1 Haziran 2009)

Dipnotlar:

1- Ali Osman Gündoğan, Bergson, Say Yay. İst. 2007
2- Gündoğan, a.g.e
3- Şener Aksu, Kül Nehri, Şiir, Gerçek Sanat Yay. İst. 2007
4- Ahmet Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi, Etik Yay. İst. 2004
5- Selâhattin Uyuşan, Ekin Yatağında Uyandı, Punto Yay. Ankara 2007
6- Nalan Çelik, Kokulu Saat Çiçeği, Şiir, İnsancıl Yay. İst. 2008
7- Gündoğan, a.g.e
8- Afşar Timuçin, Estetik, İnsancıl Yay. İst. 1998
9- Timuçin, a.g.e
10- Timuçin, a.g.e
11- Aksu, a.g.e
12- Timuçin, a.g.e
13- Timuçin, a.g.e
14- Timuçin, A.g.e
15- Cengiz Gündoğdu, Eleştiri, İnsancıl Yay. İst.1994
16- Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Bergsonizm, Sosyal İnsan Yay. İst. 2008
17- Pelin İstanbulluoğlu, Bir çift martı görmüştü çocuk, Şiir, İnsancıl Yay. İst. 2007
18- F.Garcia Lorca, Zambak ve Gölge, Şiir, Türkçesi: Kemal Özer-Gülşah Özer, Yordam Yay. İst. 1990

2 Yorumlar

  1. Bergson bu kadar mı güzel anlatılır. Kaç kez okumuştum. Şimdi anladım. Yaşam atılımına çok ihtiyacımız var.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz