SAİT FAİK: KÜÇÜK ŞEYLERİ UNUTAMAYANLAR, HER ŞEYİ SEVEREK ÖLECEKLERDİR

Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.


İhtiyar Talebe

Bulunduğum şehirde ılık, tenha, yalnız mesut üç beş dost için açılmış hissini veren kahveler vardır. Bu kahvehanelerin sahipleri, ekseriya, dul ve gayet titiz kadınlar olur. Vücutları yalnız beyaz ve pembe, mahçup arzulu köylü kızlar hizmet ederler. Patron madam, masasının başında veya sobanın önünde örgülerini, bluzlarını örmekle meşguldür. Köşede burjuva işçiler, kenarda sakin, grev yapmamış komünistler bulunur. Hizmet eden kızları sıkıştıran taze kur’a efradı, yeni terhis edilmiş, kışla terbiyesiyle pişmiş gençler de, hizmetçi kızın lütfu nisbetinde az veya çok bulunabilir.

O kahvelerde, geceleyin, buğulu camdan dışarıya boş sokağı, ıslak kaldırımların üstündeki ağaç ve gece gölgelerini, nadiren birbirine dudak dudağa sarılmış çiftleri seyre dalmak, sonradan çok özleyeceği bir hatıra bırakırsa, o insan mesut olmak için yaratılmışlardan değildir. İnsanda en büyük intibalar, en büyük hadiseler iz ve hatırasını bırakmalıdır.

Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir. Ben, artık tenhalaşmış sokaklarda bir memleket havası tutturarak, bu nevi kahveleri keşfetmekte büyük bir maharet kazanmıştım. Bazan susmasını bilen bir arkadaşla, bazan kokulu bir likörü bitirinceye kadar saatler geçerdi.

İşte bu cins kahvelerden birine doğru yollanmıştım. Bir kilise geçtim. Bir meydan atladım. Bir küçük sokağın başında yapayalnız geçen birinin arkasından onu yıllardır seviyormuş gibi garip bir üzüntüyle uzun zaman baktım. Nihayet kahvenin önündeydim. İçerisi bu akşam ne kadar tenhaydı. Dört kişi kâğıt oynuyorlar. Bir asker, hizmetçi kızla ayakta konuşuyor. Patron madamla güzel bir ihtiyar, kimbilir belki gençliklerinden bahsediyorlar. Ya bu kenarda baş başa bir ihtilal, bir facia, hatta bir vaka, bir çapul hazırlar gibi konuşanlar kim?

Onlardı. İhtiyar talebe ve bizim uzun, kambur Türk arkadaş. Yanlarına gelince ihtiyar talebe sustu, somurttu. Türk arkadaş kaçıp gitmemden korkuyor gibi beni yanına oturttu.

—Hadi bir kâğıt oynayalım, dedi.

İhtiyar talebe bütün ısrarlara rağmen bu akşam içmiyordu. Nihayet bir şişe iyi şarap getirttik. Dayanamadı. Bir daha geldi. Bir üçüncü şişeyi: de bitirince ihtiyar talebe, kırışmış dudaklarını ıstırapla açtı.

—İşte, dedi. Bu kadın o kadın mıdır? O kadın bu kadın mıdır? Bu bazan genç, güzel, bazan insanı ürkütecek, iğrendirecek kadar çirkin kadın… Dün akşam bir baloya gittik. Ne kadar şık ve güzeldi. Bu sabah otomobilini durdurup beni çağırdı. Yanına yaklaşınca korktum. Bembeyaz saçları, belki altmıştan fazla gösteren çehresi.

—Nasıl olur? diye bağırdım.

İşitmemiş gibi devam etti:

—Halbuki bir hafta evvel Tronche’da (bu civarda bir köy) oturuyordu. Şimdi benim evin karşısında oda tutmuş, garajdan sabahları otomobilini çıkarırken beni uyandırmak için saatlerce korna çalıyor ve sonra ben pencereye yaklaştım mı arabanın içinde bir dudak ve bir tebessüm görebiliyorum. Bütün süratiyle kaçıp gidiyor.

Benden bu kadın ne istiyor, evlenmek mi? Eğer istediği buysa evleneceğim. Fakat tam ben ona bu izdivaç teklifini yapmaya hazırlanırken, en iğrenç ve çirkin esvaplarını giyiyor, o kötü, biçimsiz şapkasını kafasına geçiriyor. Ne olursa olsun, diyorum, teklifimi yapıyorum. Bana bir gün müsaade diyor, yarın size cevap veririm. Ertesi gün bir melek güzelliğiyle karşıma gelip oturduğu zaman ne söyleyeceğimi şaşırıyor; beyazlanmaya yüz tutmuş saçlarımdan ürküyor ve bir türlü dünkü sualimin cevabını beklediğimi söyleyemiyorum.

Kadın da zaten o tarafa katiyen yanaşmıyor. Dünkü sualime dair küçücük bir ima yapmıyor.

Gün oluyor ki ben onu müthiş seviyorum. Her tarafı arıyorum. Yok… Yok… Günlerden sonra o beni takibe başlıyor. Ben yanına yanaşınca kaçıyor. Onu kâh bir otomobilde, kâh bir tramvayda görüyorum. İşaretler yapıyor. Fakat ne otomobilini durduruyor ne de tramvaydan ilk durak yerinde atlıyor. Yaşı daima yirmi ile kırk beş arası. Nadiren çok ihtiyar. Çirkinlik, güzellik, fakirlik, zenginlik, terbiyelilik, terbiyesizlik bu kadında. Beni tazip etmek için otomobilini bir lahzada boyatıyor.

Onu bir sokakta eflatun renkli bir otomobil içinde görüyorum. Elini kolunu sallıyor. Öbür sokağın başında sarı bir otomobilden tebessümler ediyor. Demin geçerken, büyük kahvenin ben bir kapısından girdim; o, öbür kapısından çıktı. Size rastlamadan küçük bir kahvede bir erkekle oturmuştu. Geçtim, karşılarına oturdum. Beni görünce rengi attı. Gözlerimi diktim. Herifi sürükler gibi aldı götürdü.

İhtiyar talebe susmuş, düşünceli düşünceli sokağa bakıyordu.

Birdenbire:

—İşte, dedi.

Buğulu camların ötesinden hakikaten, rüzgâr gibi birisi geçmişti. İhtiyar talebe koştu. Kapıyı açıp baktı. Yerine döndüğü zaman sapsarıydı.

—Otomobiline bindi, gidiyor, dedi. Yine yeniden boyatmış.

Biraz sonra bir otomobil, buğulu camların ötesinden geçti.

İhtiyar talebeye korkuyla bakıyordum. Bir şeyler sormak, bir şeyler öğrenmek, bulunduğu haletiruhiyenin fecaatından dem vurmak istiyorum. Fakat Türk arkadaş Türkçe:

—Sus, dedi. Sakın bir şey sorayım deme.

Sonra kendisi ona hitaben:

—Peki, dedi, şüphe yok ki bu kadın aynı kadındır. Mademki güzel olduğu zaman da sizinle konuşuyor, çirkin olduğu zaman da, yalnız geçenlerde bana çirkin olduğu zaman, size hiç para sarf ettirmediğini söylemiştiniz. Güzel olduğu zaman, ekseriya, biraz hafifmeşrep midir? Parayı size mi sarf ettirir?

—Tamamen, dedi. Güzel olduğu zaman, beni küçük kahvelere götürür. Orada masrafı ben yaparım. Halbuki. çirkin olduğu zaman, büyük kahvelerdeyizdir. O, beni rezil etmek için, acayip şapkasını giymiş, pis etekliklerini beline bağlamış, yüzünü haddinden ziyade ve beceriksizce boyamıştır ve daima iyi, pahalı içkiler içer. Bu içkilerden kadeh kadeh üzerine yuvarlar. Sonra çantasını öyle acayip bir ihtiyatla -herkesten parayı kendi verdiğini saklamak için bin bir ihtiyat göstererek- çıkarır. Halbuki garson da dahil olmak üzere, bütün etraf masalar bu garip ve üzüntülü hareketi görmüşlerdir.

Ah dostlarım! Bu kadın melek… ifrit… Her şeydir… Onu sevmiyorum da. Fakat beni rahat bırakmıyor. Bir lahza kendisiyle uğraştırmamazlık etmiyor ki. Odama günlerce kapanıyorum, camlarımı taşlıyor, sabaha kadar korna çalıyor. Sinirlenip sokağa fırlıyorum, görmemezliğe, tanımamazlığa geliyor. Çıldıracağım be arkadaş. Ne yapayım, bu kadını öldüreyim mi? Şimdi beni muhakkak köşe başında bekliyordur. Bu akşam, ne olursa olsun, her şeyi söyleyeceğim. İmtihanların yaklaştığını, artık bana fenalık etmemesini, imtihanlardan sonra beraber Sibirya’ya gideceğimizi söyleyeceğim. Beni hiç olmazsa bir müddet rahat bıraksın. Öyle değil mi canım? İmtihanlar yaklaştı?

—Öyle… Öyle… Muhakkak söyle.

Bir müddet de hazırladığı tezden, felsefeden, Bergson’un son kitabından, Nietzsche fikirlerinin bugünkü Almanya’ya hakimiyetinden bahsetti.

—Bekletmeyeyim gider, dedi. Allahaısmarladık!

Sait Faik Abasıyanık 
Kaynak: Semaver Öykü: İhtiyar Talebe [3. Bölümden]

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz