Sabahattin Ali: “Bizi buraya (İstanbul) asıl bağlayan bir alışkanlıktır…”

Sabahattin Ali“İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır… Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkânına malik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!..”.

Hayatları birkaç gün mühim bir değişiklik göstermeden geçti. Ömer işine gidip geliyor, eve geç dönmemeye çalışıyor ve son haddine kadar mesut olduğunu her gün kendi kendine tekrarlıyordu. Macide konservatuvara devama başlamıştı. Yalnız akşamları daha erken çıkıyor, birkaç dükkâna uğrayarak peynir, çay gibi kahvaltılık öteberi alıyor ve evde sofrayı hazırlayarak kocasını bekliyordu.
Ellerindeki parayı ne kadar tasarruf etmek isteseler, birtakım zaruri masraflardan kaçınamıyorlardı. Boyuna lokantada yemek başa çıkmayacağı için öğle yemeklerini dairede ve mektepte, bazan ucuz bir kebapçıda idare ediyorlar, akşamları da madamın mutfağında hazırladıkları çay ve kahvaltı ile geçiniyorlardı. Bunun için birkaç tabak, fincan, kaşık, bir tepsi ve daha bir sürü ehemmiyetsiz, ucuz fakat hep birden oldukça büyük bir yekûn teşkil eden eşya almak icap etmişti. Ay başına on gün kadar olduğu halde ellerinde ancak altı liraları vardı.
Daha iyi bir işe geçmek, yahut maaşını artırmak için Ömer postanedeki akrabasını gördü, “Münasip bir şekil olursa seni düşünürüm!” yolunda bir vaat aldı. Bu zatın vaziyetinden, kendisi hakkında pek de hoş olmayan malumata sahip bulunduğunu sezdi ve “Bizim alçak müdür şikâyet etmiştir!” diye söylendi. “Halbuki bugünlerde ne kadar gayretimi artırmıştım. Bizde hüsnüniyet hiçbir işe yaramıyor!”
Bir seneden beri mektup yazmaya bile üşendiği Balıkesir’den para istemek imkânsız gibiydi. Belki de anası, oğlunun bu vefasızlığını, ancak onun kendisinden para filan istemediğini düşünerek mazur görüyordu.
Para bulmak lazımdı… Ömer eskiden beri bu lüzumu hissederdi, fakat hiçbir zaman kafası bu işle bu kadar çok uğraşmamıştı. Bütün sıkıntıları, şimdi hatırlamakta güçlük çektiği, birtakım tesadüflerle zail olur, yahut devam etse bile, senelerin verdiği bir alışkanlık sayesinde, ona kısmen tabii görünürdü. Bir veya iki gün sıcak yemek bulamamak, bir ay ev kirasını atlatarak madamla hırlaşmak bugüne kadar ona büyük birer facia gibi görünmemişti. Halbuki şimdi daha küçük meseleler içini müthiş surette sıkıyor, onu çaresizliğe ve yeise düşürüyordu. Evvelce: “Bir gün sonra ne yapacağım!” düşüncesine tamamen yabancı olduğu halde şimdi: “Daha beş altı gün idare edebiliriz ama, ay başını nasıl bulacağız? Aman yarabbi deli olacağım!” diye çırpınıyordu. Bir zamanlar herhangi bir arkadaşından yirmi beş elli kuruş borç istemek gündelik işlerdendi. Bugün bunu da evli bir adamın haysiyetine uygun bulmuyor, hummalı kafasında bin bir türlü olmayacak tasavvurlar gezdirerek dolaşıyordu. Beyoğlu’ndaki dükkânların önünden geçerken gördüğü her şey içini sızlatıyor ve hırsını artırıyordu. Gece böyle bir dükkânın camekânını kırıp yağma etmeyi, bazı mizah gazetelerinde, yahut zabıta hikâyelerinde okuduğu ustalıklı dolandırıcılık ve hırsızlık vakalarını tatbik etmenin mümkün olup olmadığını düşünüyor ve bu tasavvurlarında pek de gayri ciddi bulunmuyordu.
Bir gün bir tütüncü ona bir liranın üstünü vereceği yerde, yanlışlıkla dört lira ve bir sürü ufaklık verdi. Evvela Ömer de işin farkına varmadı, fakat birkaç adım ayrılır ayrılmaz avcunda tutup henüz cebine koymadığı paralara bakmaya başladı. Kafası muhtemel bir tehlikeyi kovmak ister gibi derhal işlemeye ve onun kulağına:
“Deli misin? Herifin kaybı ile kendi kazancını mukayese et!.. O belki farkına bile varmayacak, fakat sen rahat bir nefes alacaksın.. Aptallık etme… O kim bilir günde kaç zavallıyı kafese koyuyor…” diye fısıldamaya başlamıştı. Ömer, “Canım, bu sebepler olmasa da geri verecek değilim!” demek isteyen bir baş sallamasıyla yoluna devam etti.
Bundan sonra uzun müddet her alışveriş ettiği yerden kendisine fazla para verilmesini bekledi. Fakat tesadüf bir lütufta daha bulunmakta nedense geç kalıyordu. Evvelce eski elbise veya ayakkabılarını satmak suretiyle de beş on kuruş bulabilirdi, şimdi ise, Macide’nin yanında böyle bir şeyi bahis mevzuu etmekten utanıyordu. Zaten bu birkaç gün içinde Macide’ye karşı birdenbire kapanmıştı. Kafasındaki münasebetsiz tasavvurları ona göstermekten, hatta bir parçasını olsun sezdirmekten adamakıllı korkuyordu.
Macide bir şey görecek halde değildi. Hem mektep, hem ev işleri ona göz açtırmıyordu. Dinlenmek için kendisine kalan kısa zamanlan bile odanın şurasını burasını düzeltmek, Ömer’in çamaşırlarıyla meşgul olmak, ufak tefek şeyler yıkamak suretiyle dolduruyordu. Biraz da etrafına bakınmak imkânını sabahleyin mektebe giderken ve akşam dönüşte dükkânlara uğrarken bulabiliyordu. Çok kere cadde üstündeki kibarca bir pastaneye girerek akşam çayı için beş on kuruşluk bisküvi alırdı. Satıcı kızlar paket yapıncaya kadar bir iskemlede oturuyor ve etrafındaki kalabalığı seyrediyordu.
Bu pastane iki kısımdı. Bir tarafı masalar ve koltuklarla geniş bir pasta salonu, öteki tarafı satış yeriydi. Ortadaki uzun ve tezgâh kılıklı bir masanın kenarına bir sürü insan toplanıyor ve gülüşerek ayakta öteberi yiyor ve içiyordu.
Macide altı yedi aydan beri İstanbul’da olduğu ve hemen hemen her gün Beyoğlu’na çıktığı halde bu tip insanları bu kadar yakından ve bu kadar toplu bir halde görmüş değildi. Ağzı yarı açık bir halde kenarda bir iskemlenin üzerinde oturuyor ve satıcılar eline paketini verdikten sonra bile uzun zaman orada kalıyordu.
Buraya gelenlerin çoğu on dörtle yirmi beş yaş arasında genç insanlardı. Bir balodan yeni fırlamış gibi bin bir çeşit elbise içinde ve gizli bir el tarafından daima gıdıklanıyormuş gibi kıvrılıp fıkırdayarak dondurmalarını yalayan genç kızlar ve suratlarının kaba, küstah ve aptal ifadelerinden sporcu oldukları anlaşılan delikanlılar, vâkıf gözlerle birbirlerini ölçüyorlardı. Erkekler mühim miktarını terzilere borçlu oldukları geniş omuzlarından kâh birini, kâh ötekini ileri sürüp mutlak surette bir hiçlik ve zavallılık ifade eden, fakat süzgün olmaya da ayrıca çalışan bakışlarla bu çocuk denecek yaşta boyanmaya ve nefsini arz etmeye başlayan kızlara sokuluyor ve bağıra bağıra konuşuyorlardı. Söyledikleri şeylerin ne olduğunu Macide tamamıyla işitemiyor, fakat her kelimeden sonra ortalığı saygısızca dolduran kahkahaları fevkalade boş ve ürpertici buluyordu.
Bilhassa kızlara, o zamana kadar görmediği garip mahluklar gibi bakıyordu. Suni boyalı ve suni kıvırcık saçlarını bir taraftan bir tarafa fırlatmak için başlarını suni şekilde ve hızla çeviren, suni kırmızı dudaklarını büzerek enteresan olmak ve üçüncü sınıf film yıldızlarına benzemek isteyen, buna rağmen ne kadar biçare oldukları, tesadüfen rol yapmadıkları her anda derhal görünüveren bu kızcağızlara karşı içinde samimi bir tecessüs duyuyordu. Bir insanın nasıl olup da kendini bu kadar inkâr edebileceğini anlamıyordu. Mesela hemen her gün orada görülen ve arkadaşları arasında mühimce mevkii olduğu anlaşılan Peri isminde bir kız vardı. İsmi sahiden Peri miydi, Perihan’dan mı çevrilmişti, yoksa büsbütün başka bir şey miydi? Macide bunları bilmiyordu. Yalnız, pek de aptal olmadığı görülen kızın periliğinden veya insanlığından ortada bir şey kalmamış gibiydi. Cebinden çantayı çıkarışı kendi hareketi değildi, pastayı ağzına götürüşü, bir erkeğe lakayt olmak isteyerek el uzatışı, gülmek isteyişi, ciddi olmak isteyişi hep kendine yabancı hareketler, uzun zamandır çalışıldığı halde bir türlü benimsenememiş iğreti tavırlardı.
Ekseriya çiklet çiğneyen ve bunu dilleriyle bir avurtlarından öbürüne naklederken ağızlarına korkunç şekiller vermeyi pek cazip bulan delikanlılar daha az merak vericiydiler… Vücutlarının iriliğine göre kendi aralarında itibarları azalıyor veya çoğalıyor ve ekseriya küçük olanlar irilere, yaşa filan bakmayarak “ağabey” diye hitap ediyordu. Bu iriler genç kızları hâkim ve bön bir bakışla hemen cezbetmeyi muvafık buldukları halde sıskalar avaz avaz bağırarak konuşmayı ve el şakaları yaparak kahkahalar savurmayı daha alaka verici bir hareket sayıyorlardı.
Macide orta mektepteyken de arkadaşlarını pek beğenmezdi. Konservatuvarda tesadüf ettiği ve pek az konuştuğu kızlar hakkında ise henüz fikri yoktu. Yalnız muhakkak olan bir şey, buradakilerin, şimdiye kadar gördüklerine asla benzemedikleri ve daha acayip olduklarıydı.
Konservatuvardaki kızlar, ne olursa olsun, bir işle uğraşıyorlardı, yalan yanlış, severek veya laf olsun diye kendilerini bir sanata bağlamışlardı. Orta mektepteki arkadaşları ise sadece hiçti… Fakat burada gördükleri… Bunlar hiçten daha ileri, daha müthiş, daha fazlaydılar. Bunların her tavrı Macide’nin sinirlerine bir kamçı darbesi gibi tesir ediyordu. Kendi kendine:
“Böyle mahlukların arasında yaşanır mı?” diyordu. “Acaba bütün insanlar böyle mi? Yoksa daha beter mi? Belki de beter… Çünkü yeni gördüğüm her muhit eskisinden bir derece daha fena oluyor… Mesela orta mektepte.. Her şeye, bütün dedikodulara, manasızlıklara rağmen bir parça arkadaşlık bulmak mümkündü. Müdür bey bile, bütün fesatlığına rağmen, tamamıyla fena bir insana benzemezdi… Kocaman ve boş evimizin, ne olursa olsun, bana hoş gelen tarafları vardı… Halbuki buraya geldim… Emine teyzeler benim Balıkesir’deki muhitimden daha mı iyiydiler? Ne gezer! Belki beş on misli daha fena… Galip amcamdan Semiha’ya kadar hepsine bir özentilik çökmüş… Komşuları da kendileri gibi… Dedikoducu, düşüncesiz insanlar… Oradan bu tarafa geldim… Halbuki burada gördüklerim hepsinden beter… Ne Balıkesir’de, ne Şehzadebaşı’nda bu kadar saçma insanlar yoktur… Hiç olmazsa bu kadar toplu halde yoktur… Asla bunların arasında yaşanmaz… Ömer olmasa bir dakika durulmaz… Ona da söylemeli, vaziyetimiz müsait olunca hemen başka bir tarafa gitmeliyiz… Daha tenha bir yere…”
Bir müddet durup gözleri daldıktan sonra düşüncelerine şöyle devam ediyordu:
“Fakat nereye?.. Dünyada yalnız yaşanır mı?.. Ama insan ahbap bulur!.. Kimi?.. Ben nereden ahbap bulurum? İşte Ömer’in arkadaşlarından da hoşlanmadım… O… Hiç hoşlanmadım… Acaba ben kendim mi tuhaf bir insanım?.. Belki beni de etrafımdakiler manasız bulurlar… Hatta sıkıcı.. Ama Ömer böyle bulmuyor… Ya günün birinde o da benden sıkılmaya başlarsa?.. Eyvah…”
Sol elini çaresizlik ifade eden bir hareketle ağzına götürüyor ve kendi kendine: “Sus! Sus!” der gibi avcunun içiyle dudaklarını bastırıyordu.
Ömer ise, Macide’den sıkılmak şöyle dursun, diğer taraflarda bunaldıkça ona gidip derdini dökmeyi, ona yanaklarını okşatmayı düşünerek kuvvet bulmaya, birçok şeylere tahammüle çalışıyordu. Dairedeki vaziyetinde hâlâ bir değişiklik yoktu. Ay başına bir şey kalmamıştı. Nüfuzlu akrabasını bir kere daha görmüş, fakat evlendiğini cesaret edip söyleyememişti. Onun, “Çalış; âmirlerinin takdirini, muhabbetini celp et, seni daha iyi bir yere inha etsinler, o zaman ben meşgul olurum!” yolundaki müspet vaadi Ömer’in bu cihetten ümidini kırmıştı. Senelerden beri bir türlü edinemediği ve artık tamamen vazgeçtiği darülfünun şahadetnamesi elinde olsa belki daha kolay bir yere kapılanabilirdi… Fakat bu düşünce de ona pek kuvvetli görünmedi. Bir felsefe mezununa herhangi bir Anadolu şehrinde altmış yetmiş liralık muallimlikten başka ne istikbal vaat ediliyordu ki? Ömer İstanbul’dan ayrılmayı aklına bile getirmek istemiyordu. Buraya bütün azasıyla, bütün hüceyreleriyle bağlı bulunduğunu hissediyor ve bunu kendisine karşı şöyle izah etmeye çalışıyordu:
“Bir fikir adamı, kafası adamakıllı teşekkül etmeden, İstanbul’dan ayrılamaz… Kültür merkezimiz, maalesef, şimdilik bir tane… Ve o da İstanbul… Dışarda dimağların inkişafının nasıl yavaşlayıp durduğunu görüyoruz… Tatillerde gelen arkadaşlara bir bakmak kâfi…”
Lakin, nefsine karşı daha samimi olduğu anlarda bu kültür merkezinin ehemmiyetini lüzumundan fazla büyüttüğünü itiraf etmeye mecbur oluyordu:
“Haydi canım” diye bazan kendisinden daha çok İstanbul âşığı olan arkadaşlarıyla münakaşa ederdi:
“İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır… Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkânına malik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!..”
Bütün bu doğru düşüncelerine rağmen Ömer de kendini bir türlü bu muhitlerden ayıramıyordu. Evlenmeden evvel bile, birkaç arkadaşıyla basık tavanlı bir meyhanede içki içerken, düşünmeye başlar ve anason kokulu ağızlardan mühim bir eda ile çıkan nükteleri ve hikmetleri yersiz, gayesiz ve lüzumsuz bulurdu. Arkadaşlarını hiçbir zaman son haddine kadar sevmemiş, hele asla takdir etmemişti. Buna rağmen birçok günler bu meyhane âlemlerini, bu saçma sapan konuşmaları tahassürle hatırlıyor, tekrar toplanıp oturmak için adeta uzvi bir ihtiyaç duyuyordu.
Macide’yle birleştiklerinin haftasından itibaren bu istek, içinde yeniden belirmeye başlamıştı. Dairede memurlara, müdüre, nüfuzlu akrabasına, saçma sapan kayıt muamelelerine veya veznedarın haline içerlediği zaman, karısının yanına gidip dert yanmak arzusunun yanında bir de bu “üç beş arkadaş toplanıp içimizi döksek” temennisi kendini gösteriyordu. Ciddi meselelerden bahse kalkışanların derhal alakasızlık, hatta alayla karşılaşarak susmaya mecbur oldukları bu içki toplantılarında hiç kimsenin dert dökmesine imkân olmadığını biliyordu. Herkesin iyi ve samimi bir niyetle başladığı muhakkaktı. Fakat kafaların doğru dürüst işlemeye alışmamasından doğan bir şaşkınlık ve bir fikir itimatsızlığı her münakaşayı, her mükâlemeyi derhal soysuzlaştırıyordu. Bir şeyler düşünmek ve düşündüklerini birbirlerine söylemek arzusunu muhakkak ki samimi olarak ve şiddetle hisseden bu gençler, her şeye rağmen ümitlerini kaybetmiyorlar ve: “Bu akşam şöyle bir oturup konuşalım!” derken, bu konuşmanın mütekabil bir hırlaşma ve küçük düşürmeden başka bir şey olmayacağını bilmez görünüyorlardı.
Ömer’in böyle toplantıları özlemesinin bir sebebi daha vardı: Dairede eskisi gibi lakayt duramadığını; kafasını, başkalarında görüp de gülünç bulduğu ekmek parası düşüncelerinin doldurduğunu, birçok hürriyetlerini tahdit etmeye mecbur kaldığını hissettikçe iptidai bir isyan duyuyor ve: “Hayır, ben keyfimin istediğini yapmakta daima serbestim!” diye kendini kandırabilmek için vesileler arıyordu.
Bir akşamüstü iki üç arkadaşının oturduğunu görüp tesadüfen uğradığı bir birahanede geç vakte kadar kalmasının sebebi, o kalkmak istedikçe çocuklardan birkaçının birden:
“Israr etmeyin!.. Gitsin, karıdan dayak yer sonra!” diye soğuk şakalar yapmaları olmuştu. Ömer bu nevi sözlerin salakça olduğunu bilse bile, tahlil edemediği birtakım hislerin tesiriyle, onlara ehemmiyet veriyor, hatta çok kere hareketlerini bunlara göre tayin etmeye mecbur kalıyordu.

Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz