SABAHATTİN ALİ’NİN KAÇIŞI, ÖLDÜRÜLÜŞÜ VE KATİLİ ALİ ERTEKİN’İN MAHKEME İFADESİ

Daha önce, erkek kardeşi Fikret Şenyuva ile İstanbul’da karşılaşmıştı. Ona, “Benimle çok uğraşıyorlar, canıma tak dedi. Artık dayanamayacağım.” demişti. “Anneme yirmi beş lira gönderdim. Yine göndereceğim. Bir gün gelir de gönderemezsem, beni yok bilin!..

Belki kimi dostlarına da “Bu memlekette yaşanmaz artık! Bu hava içinde insan boğulur!” anlamında bir şeyler söylemişti. Nitekim Bedri Rahmi Eyüboğlu o sıra Paris’te bulunan ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu’na gönderdiği 28 Nisan 1948 tarihli mektubunda 20 gün kadar önce, Sabahattin Ali’nin resim sergisine uğradığını, çok votka içip sarhoş olduğunu, çıkışta kendisini dışarı çıkardığını, Ankara’ya gidip gitmeyeceğini sorduğunu yazıyor.

Eyuboğlu ona, “Sergimiz var, bırakamam,” demiş. Bunun üzerine Sabahattin Ali şunları söylemiş: “Senden başka kimse bilmiyor, bilmesini de istemiyorum. Ben artık bu memlekette yaşayamam. Çekip gideceğim. Belki bir gün ağabeyine uğrarım. Arkadaşlarının belirttiğine göre, Sabahattin Ali çok konuşkan, açık sözlü, şen, iyimser, canlı, hareketli, taklitçi, şakacı (hatta zaman zaman alaycı) bir kişiydi. Geniş bir çevresi vardı. Solcu ya da sağcı diye ayırmadığı tanıdıkları arasında bakanlardan tüccarlara, avukatlardan savcılara, yazarlardan polislere kadar her çeşit insana rastlanırdı. Girişken, zeki ve ataktı, kendine pek güvenirdi. Nazım Hikmet de bir yazısında onun bu son özelliğine parmak basmıştı: “Bazen lüzumundan fazla telaşlandığı olurdu. Bazense kendine, sırf kendine, lüzumundan fazla güvenirdi. Yumruklarına değil, zekâsına. ‘Ben elbette, bizim polis hafiyelerinden, komiserlerinden, müdürlerinden, bizim içişleri bakanlarından zekiyim, akıllıyım’ derdi.” Sabahattin Ali elbette onlardan zekiydi, akıllıydı. Ama onlar ‘( … ) teşkilatlıydılar. Oysaki Sabahattin hiçbir teşkilata dahil değildi. ( … ) Parti üyesi olsaydı, bu onun hapislere girmesini yahut katledilmesini belki yine de önleyemezdi. Lakin o kahrolası faşist provokasyonuna o kadar kolayca düşmez, bir ormanda öylesine kolayca katledilmezdi.”

Sabahattin Ali hapisteyken Hasan Tural adında biriyle tanışmıştı. Bu, 1928’de Bulgaristan’dan yurdumuza gelmiş bir göçmendi. Sovyet Konsolosluğu’na yolladığı bir mektupla onlara hizmet teklifinde bulunduğundan bir buçuk yıla hüküm giymişti. Sabahattin Ali cezaevinden çıktıktan sonra ona gitti, dileğini açtı. Hasan Tural, Edirnekapı’da berberlik yapıyordu. Sabahattin Ali’yi kaçakçı Ali Ertekin’le tanıştırdı. Ali Ertekin soyca Yugoslavyalı idi. 1906’da Üsküp’ün Gratova kasabasında doğmuştu. 1925’te babası Yaşar ve annesi Ayşe ile Türkiye’ye göçmüşler, 1933’te astsubay okulunu bitirmişti. Süvari olarak İstanbul’da, Ankara’da, Kırklareli’nde bulunmuştu. 1945’te ordudan ayrılımıştı Bir süre işsiz kalmış, çeşitli yerlere girip çıkmış, epey sıkıntı çekmişti. Sabahattin Ali son aylarda nakliyeciliğe kalkışmıştı. Arkadaşlarından avukat Mehmet Ali Cimcoz’un tanıştırdığı Melek Celal Sofu adında zengin bir dulun kamyonunu işletiyordu. Fakat kadın bir solcuyla iş tutmaktan çekindiği için kamyonun kaydı Adalet Cimcoz’un üstüne yapılmıştı. Sabahattin Ali cezaevinden tanıdığı şoför Salim’i de yanına almıştı. Adana ve Urfa’ya onunla iki sefer yapmıştı. Gelgelelim, yolda -Bolu ile Gerele arasında- arabanın makası kırıldığından eline pek az para geçmişti. Başında kasketi, ayağında lastik çizmeleri, sırtında kamyoncu gocuğuyla dolaştığı yerlerden fotoğraflar çekmiş, ailesine postalamıştı. 28 Mart 1948 Pazar günü Cimcoz’lara uğrayan Sabahattin Ali, Türkiye’den kaçacağını onlardan gizledi. Edirne’ye peynir götüreceğini söyledi onlara. Ali Ertekin’i kamyona şoför muavini olarak aldı. Anlaşmaya göre, 31 Mart’ta İstanbul’da Edirnekapı’dan Kırklareli’ne hareket edildi. Kızılcadere köyünde kamyondan inildi. Salim geri gönderildi. Yola devam edildi.*

Olayın bundan sonrasını katili Ali Ertekin, Sorgu Yargıçlığı’na şöyle anlatmıştır:

“Gece Üsküp ile Yündolan arasında Sazara köyü istikametine yürüyorduk. İşte bu sırada Ali Bey kendisinin Marko Paşa gazetesinin sahibi Sabahattin Ali olduğunu, şimdiye kadar herkesten, hatta şoför Salim’den dahi vaziyeti gizlediğini, gayesinin Bulgaristan’a gitmek olduğunu, evvelce Osman’ı benim kaçırdığımı Hasan Tural’dan öğrendiğini, bu sebeple artık bana açıldığını, hududu geçerken kartviziti üzerine adını yazarak bana vereceğini, bu kartı berber Hasan’a götürdüğüm takdirde ona bıraktığı 500 liradan 250 lirasını bana vereceğini, Bulgaristan’a geçtikten sonra büyük işler yapacağını, beni ihya edeceğini söyledi. Böylece konuşarak yolumuza devam ediyorduk. Üsküp nahiyesinin üzerindeki tepeden Sazara yoluna çıktık. Söylediği sözler bende nefret uyandırmaya başladı. Onu ele vermeyi düşündüm. İçime fenalık geldiğini, daha ileriye gidemeyeceğimi söyleyerek Sazara’ya gidecek yerde yanlış bir yola saparak dereye indirdim. Dereye indiğimiz zaman karşıda Sazara ile Hedye köyleri görünüyordu. ‘İşte şu gördüğün köylerin yakınında Bulgar hudut kuleleri var, artık yaklaştık, fakat içime bir fenalık geldiği için geceyi burada geçirelim, yarın akşam Bulgar kulelerini geçeriz’, dedim. Razı oldu, ateş yaktık, geceledik. Ertesi sabah kendisiyle Üsküp merası ile Sazara merasını ayıran derenin Üsküp merası mevkiindeki yamaçta Gürgen fundalıklar arasında bir yerde oturduk. Çantasını açtı, eline bir kitap aldı, ceketini yere serdi, kol saatini çıkarıp yanına koydu. Sırtüstü uzandı. Geceyi bekliyorduk. O yattığı yerde anlatmaya devam ediyordu: ‘Ben şimdi Tırnavacığa gideceğim, oradan Sofya’ya ve Sofya’dan da uçakla Moskova’ya gideceğim. Orada bir Çek pasaportu çıkardıktan sonra Roma’ya ve Fransa’ya geçeceğim, oradaki Türkleri teşkilatlandıracağım’, dedi. ( … ) Bu sözleri işitince beynim attı. Vaktiyle Rusların ’93 Harbi’nde dedelerime fena muameleler yaptığını babam bana söylemiş ve anlatmıştı. Bu sözlerden sonra Sabahattin Ali’nin Türklükle alakası olmayan ve Türk milletine fenalık için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım. Zaten elinde de şişkin bir çantası vardı, bu çantada mevcut olması muhtemel olan evrakı düşündüm. Heyecanım teessüre inkılap etti. Titremeye başladım. Elimde sopa vardı, ayağa kalktım, gezinmeye başladım. Her geçen saniye asabımı bir kat daha sarsıyordu. Gözlerim kararır gibi oldu. İşte bu milli düşünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa ile kitap okumakta iken kafasının sol tarafına yüzüne doğru şiddetle vurdum. Suratı, gözlekleri, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra Sabahattin Ali sağ tarafına doğru yıkıldı. Ağzından, burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim. Hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.”

Sorgu yargıçlığı kararnamesinde olay şöyle açıklanmıştır:

“16 Haziran 1948 günü Kırklareli’nin Üsküp Nahiyesi halkından Çoban Şükrü, Nahiye Jandarma Karakolu’na müracaatla Sazara Köyü civarında hayvan otlatmakta iken Hedye köyü yoluna 50 metre mesafe de ormanda bir çatlak içerisinde 4-5 ay evvel öldüğünü tahmin ettiği bir ceset gördüğünü ihbar edilmesi üzerine tahkikat açılmış ve Beypınar köyünden Şakir Kumral, Adapazarı’nın Selaltiye köyüne gitmek üzere 28 Nisan’ da evden ayrılan Babası Mustafa Kumral’dan mektup ve haber almadığından bulunan cesedin babasına ait olması ihtimalini ileri sürmüşse de ceset üzerinde bulunan eşya ve altın dişin babasının olmadığını beyan etmesi üzerine keyfiyet tahkikat edilerek, Mustafa Kumral’ın Adapazarı’nın Selaliye köyünde herhayat olduğu anlaşılmıştır. Gereken tahkikat yapıldığı halde cesedin hüviyeti tespit edilememiştir. Hükümet tabibi adli muayene neticesinde, cesette adalat ve aksarnı rihvenü kalmayıp iskelet haline inkılap ettiğini, ancak sadır boşluğunda tamamen tefessüh ve inhilal etmiş ahşa bakiyeleri bulunduğunu ve iskeletin dağıldığını ve yüz kemiklerinin bazılarının eksik olduğunu ve kafada sağ cidarı kemikte bir çöküntü ve buna tekabül eden iç sahifada da bir muhaddebiyet gönnüş, bundan maada diğer kemikleri ezici, kesici, delici ve yakıcı yara izi tespit olunmadığını, ölüm sebebinin fennen tayinine imkan olmayıp adli tahkikatla meydana çıkabileceğini beyan etmiştir. Adli tahkikat sahasında: Meçhulleri çözebilecek ve tahkikat! hakikat yoluna isal edecek bir tek ışık görülmeden altı ay geçmişti. İstanbul zabıtası Bulgaristan’a adam kaçıran bir şebekeyi takip etmekte iken bu işle alakalı olduğu şüphe edilen Ali Ertekin birinci şubeye celbedilerek 28.1 2.1948 tarihinde alınan ifadesinde, Sabahattin Ali ‘yi ne suretle öldürdüğünü itiraf etmiş ve Sazara köyü civarında bulunan cesedin Sabahattin Ali’ye ait olduğu anlaşılmıştır.”


*Sabahanin Ali  (Yaşamı, kişiliği, sanatı, hikayeleri romanları)  Asım Bezirci [Evrensel kültür kitaplığı]

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz