Psişik Kişiliğin Değişik Dayatmaları – Sigmund Freud

FreudBayanlar, Baylar; besbelli, siz kendi kendinize kişiler ya da şeylerle ilgili hareket noktalarının önemini hesaba katmayı bilmişsinizdir. Psikanalizin öğretmiş olduğu da budur. Psikanaliz semptoma, o Ben’e yabancı cisme yönelmişti ve bu olgu, yeni bilime yapılan karşılama ve onun elde edebildiği gelişme üzerinde büyük bir yankı uyandırmıştı. Semptom içe tıkılmış olandan ileri geliyor ve sanki, Ben’in önünde onu temsil ediyor. Fakat içetıkılan. Ben için. onun ortasına yerleşmiş bir yabancı ülke, gerçekte olduğu gibi, burada, kullanılmamış bir deyimden yararlanmama izin verirseniz, yabancı bir ülkedir.
Semptomdan başlayarak bilinçsizliğe, dürtüsel yaşama, cinselliğe doğru yollandık. İşte bu andadır ki, psikanaliz ruhsal bakımdan insanın yalnız cinsel varlık olmadığı, daha soylu ve daha yüksek duygular taşıdığı itirazıyla karşılaşmıştır .Buna, bu yüksek duyguların bilinciyle canlanarak çok zaman aptallıklar düşünmek ve açıklığı yadsımak hakkına uyduğu eklenmiş olmayacak mıdır?
Daha başlangıçtan beri insanın dürtüsel yaşamının istekleriyle, içinde bu isteklere karşı duyduğu direnme arasındaki çarpışmadan acı çektiği üzerinde durmuş olduğumuzu herhangi bir kimseden daha iyi biliyorsunuz. Bir an bile, bu direnen, kabul etmeyen ve içe iten dayatmanın varlığını unutmadığımızı ve şu özel kuvvetler ordusunu göz Önünde tuttuğumuzu biliyorsunuz : Onlar Ben’in itmeleridirler.
Halk psikolojisinde Ben ile karışan odur. Fakat bilimsel çalışmanın ağır ve yorucu ilerlemeleri psikanalize de aynı zamanda bütün sorunları inceleme ve bir göz atışta ona çözümlemeler sağlama olanağını vermiştir.
Sonunda içetıkılandan içetıkana erişebilmiştir; burada birçok beklenmedik peyler bulacağına güvenerek insan, kendini varlığı apaçık gibi görünen bir Ben’in karşısından görür; fakat bu incelemeye girmek önce güç, olmuştur. Sizinle bugün bu konuyu görüşeceğim.
Her şeyden önce size haber vereyim ki, Ben psikolojisinin bu açıklaması sizin üzerinizde kendinden önce gelmiş elan karanlık psişik bölgeye girişten büsbütün başka biçimde etki yapacaktır, hiç değilse öyle sanıyorum. Niçin öyledir? İşte bilmediğim de budur; fakat özellikle olgular, doğrusu tuhaf ve garip olgular üzerinde görüştükten sonra onları hayret verici bulacaksınız. Şimdi ben size anlayışları yani kuramsal inanışları haber vermeliyim.
Bununla birlikte, bu kanıt inandırıcı değildir. Her şeyi düşünürsek, somut gereçler anlayışındaki kuramsal inanma payının bizim Ben psikolojisinde, nevrozlar psikolojisindeki kadar büyük olmadığını ileri sürüyorum. Bana akla yakın gibi görünen daha başka nedenleri reddetmek zorunda görüyorum kendimi. Şimdi herhangi bir biçimde incelenen öznenin karakterine ve sahip olduğumuz az alışkanlığa yanılgı payı düştüğüne inanıyorum. Ne olursa olsun, sizi yargılamanızda öncekinden daha önemli ve ihtiyatlı görmekle şaşırmış olmayacağım.
İncelememizin başlangıcında içinde bulunduğumuz durum izleyeceğimiz yolu bize kendiliğinden kabul ettirmektedir. İnceden inceye analiz edeceğimiz kendi Ben’imiz en içten Ben’imizdir. Fakat bu iş olası mıdır? Aslında özne olan Ben, nesne haline gelebilir mi? Elbette, Ben nesne olarak alınabileceğinden, başka nesnelerle karşı karşıya gelmesi gibi kendi kendisiyle de karşı karşıya gelir, kendi kendini gözler, eleştirir v.b. v.b… Aynı zamanda Ben’in bir. bölümü öbürüne karşı koyar. Demek ki, Ben bölünebilir, evet, hiç değilse geçici olarak bölünebilir. Bölünmüş olan parçalar sonradan yeniden birleşebilir.
Bütün bunda zaten bilinmeyen bir şey yoktur. Açık olguları daha iyi belirtmek söz konusudur yalnızca. Öte yandan patolojinin gösterilerini genişleterek sanki onları daha irileştirerek bizi olağan koşullar üzerine çekme gücüne sahip olduğunu biliyoruz. Bu olmazsa onlar görünmeden geçmiş olacaklardır. Patolojinin bize bir gedik ya da bir çatlak gösterdiği bu yerde belki normal olarak bir yarılma vardır. Bir kristali yere atalım, rasgele bir yerinden değil, doğal ayrılma çizgilerini izleyerek kırılıp parçalanacaktır.
Parçalarının çizgileri her ne kadar gözle görülmezlerse de, önceden kristalin yapısıyla belli edilmişlerdir. Bu çatlaklı yapı akıl hastalarının da yapısıdır. Delilerin karşısında eski uluslara esin vermiş olan biraz saygılı bir korku duyarız. Bu hastalar dış gerçekten yüz çevirmişlerdir, salt bundan dolayı iç gerçek üzerine bizden çok daha fazla şey bilirler, bize de bazı şeyleri açıklarlar ki, bunlar olmasaydı içlerine girilmez bir durumda kalırlardı.
Bu kategoriden hastaların gözaltında bulundurulma deliliğinden acı çektiklerini söylüyoruz. Onlar bilinmiş güçlerce sürekli gözlendiklerinden yakınırlar kuşkusuz bu güçler, sonunda kişilere dönüşmüş olurlar. Hastalar bu kişilerin gözlemledikleri şeyleri şu şekilde söylediklerini işittiklerini hayal ederler: «İşte şimdi şunu diyecek, işte çıkmak üzere giyiniyor… v.b.» Bu gözaltında bulunma sanrısı sürekli kovuşturmaya uğrama (persecution) değilse de ona yakındır. Böylece gözlendiklerini sanan hastalar kendilerinden kuşkulanıl-dığına, kötü bir iş yaparken suçüstü yakalanmak için beklenildiklerine ve bu yüzden cezalandırılacaklarına inanırlar. Eğer bu sayıklayıcüar haklı olsalardı, herbirimiz, Ben’in de onu gözaltında tutan ve tehdit eden benzer bir dayatmaya Ben’den net bir biçimde ayrılmış ve yanlışlıkla dış gerçeğe doğru yer değiştirmiş olacak bir dayatmaya sahip bulunsaydı ne olurdu?
Sizin için de benim için olduğu gibi midir, bunu bilmiyorum. Anlatmış olduğum hastalıktan duygulandığımdan bana şu fikir geldi : Belki gözleyici bir dayatmanın Ben’in kalan bölümünden ayrılması Ben’in yapısında her zaman görülen bir özelliktir. O zamandan beri bu fikir kafamdan ayrılmadı ve beni başka karakterler .başka bağlantılar, böylece ayrık hale gelmiş bir dayatma aramaya götürdü. Onları izlemek güç değildir.
Tek başına, gözaltında bulunma deliliğinin içindekiler bize bu gözetlemenin yargılamaya ve cezalandırmaya bir hazırlanmadan başka bir şey olmadığını gösteriyor ve aynı dayatmanın bir başka işlevinin burada işlemesi gerektiğini buluyoruz, buna vicdan adını veriyoruz. Ben’den sık sık a-yırdığımız ve kendisine kolayca karşı durduğumuz şey işte bu vicdandır. Beni tatmine yarayan falan eylemi yapma isteği duyuyorum, ama vicdanımın karşı koyması yüzünden ondan vazgeçiyorum. Ya da, büyük bir isteğe boyun eğmişim ve belli bir sevinç için vicdanımın doğru bulduğu bir eylem yapmışım; eylem bir kez yapıldı mı vicdanım kınamalarla, pişmanlıklarla harekete geçiyor.
Ben içinde ayırt etmeye başladığım özel dayatma, diye-bilirimki yalnızca vicdandır. Bununla birlikte bu dayatmanın bağımsız olduğunu düşünmek, vicdanın Ben’in işlevlerinden biri olduğunu kabul etmek daha ihtiyatlı olur. Vicda-
nın eleştiri çalışması için kesinlikle gerekli olan kendi kendini gözlem ise başka bir işlevdir. Ve uygun düştüğü gibi, insanın içinde bir şeyin var olduğunu belirtmek ve ona bir ad vermek isteniyorsa bundan böyle Ben’deki bu dayatmaya : «benüstü» diyeceğim.
Bana alaylıca, Ben psikolojimizin eninde sonunda, kullanılan soyutlamalara ad bulmaya, onları irileştirmeye, fikir halinde olanları, şeylere, bu yararsız işlemlere çevirmeye varıp varmayacağını sormanızı bekliyorum.
Bırakın da size, Ben’in psikolojisinde çoktan genellikle bilineni gidermenin hiç de mümkün olmadığı karşılığını vereyim. Durmaksızın yeni bulgular yapmak sözkonusu değildir, ama çoktan var olanları iyi anlamayı, daha iyi sınıflandırmayı becermek sözkonusudur. Öyleyse şimdilik bu horgörücü eleştiriden kaçınınız ve başka açıklamalar bekleyiniz.
Patolojinin olguları genel psikoloji için boşuna aradığımız bir arka plan sağlamaktadır. Öyleyse devam edebilirim. Biraz kendi kendini yönetme hakkına sahip olan, kendi amacını güden ve kendi etkinlik çemberi içinde Ben’den bağımsız kalan bir benüstü fikrine henüz alışır alışmaz zihnimize, bu dayatmanın kıyıcılığını ve Ben’le bağlantılarının değişikliklerini açıkça anlatmaya yarayan bir hastalık fikrini zorla kabul ettirir: Psikiyatr olmasanız bile, çok işitmiş olduğunuz melankoliden söz etmek istiyorum.
Bu bozukluğun nedenlerini ve mekanizmasını iyi tanımıyoruz, fakat onda bizim en çok dikkatimizi çeken şey be-nüstünün —belki vicdan diye düşüneceksiniz— Ben’i işlemesidir. Normal zamanda, melankolik kimse, bütün öbür insanlar gibi, kendi kendine karşı az ya da çok serttir; oysa melankoli nöbetleri süresince aşırı haşin, bağışlamaz olur, zavallı Ben’e etmediğini komaz, ona en ağır cezaları gösterir, onu az önce bir yufka yüreklinin eylemlerini yapmış olmakla suçlar.
Bu arada benüstünün hayli suçlar biriktirdiği, onları kullanmak ve mahkûm ettiğini ilan etmek için yeterince güçlü olmayı beklediği sezilir. Kısacası, kendini ahlak savunucusu yerine koyar; ilk göz atışta suçluluk duygumuzun Ben’le benüstü arasındaki bir gerilimin sonucu olduğunu görürüz.
Tanrı’nın bize armağanı olduğu söylenen ve içimize derince yer etmiş bulunan ahlakın burada ancak zaman zaman geçen bir olay gibi görünmesi garip şey doğrusu. Çünkü birkaç ay sonra bütün bu ahlak kaygısı son bulur, benüstünün eleştirmesi susar, saygınlığını kazanan Ben, gelecek bir bunalıma değin bütün haklarına sahip bulunur. Dahası var: Kimi hastalık biçimlerinde, ara dönemlerde tersine bir davranış gözlemlenir; Ben ,tatlı bir sarhoşluk içinde bulunur, benüstü bütün gücünü yitirmiş ya da Ben’le kaynaşmış gibi sevinir. Ve bu başıboş kalmış, manyak Ben, hiçbir engel olmaksızın kendini bütün isteklerinin doyumuna kapıp koyverir.
Benüstünün kurulması, vicdanın gelişmesi üzerine çok şey öğrenmiş olsaydım benden ısrarla söylediklerimin basit bir kanıtını isterdiniz. Filozof Kant bilindiği gibi Tanrı’nın büyüklüğünü yıldızlı gökten ve vicdanımızdan başka hiç bir şeyin daha iyi kamtlayamayacağı görüşünü yaymıştır. Yıldızlar, elbette yüce şeylerdir, gelgelelim vicdanı yaratan Tanrı hiç eşit olmayan, pek üstünkörü bir iş yapmıştır, çünkü insanların çoğu pek zayıf bir vicdan dozuna sahiptirler, bu öylesine zayıftır ki bazen sözü bile edilmeye değmez.
Vicdanın tanrısal kaynağının ileri sürülmesinde bir gerçek payı da vardır, bunu yadsımaya çalışmıyoruz, ama bu yargıyı yorumlamak yerinde olur. Eğer içimizde bir vicdan bulunuyorsa o, başlangıçtan beri var olan, neden sonra gelip eklenmiş bir şey olmayan cinselliğin tersine doğuştan gelme değildir. Herkes küçük çocuğun ahlak dışında anormal olduğunu bilir; onda hiçbir iç yasaklama kendisini zevke doğru götüren dürtülere karşı durmaz. Daha sonra benüstü-nün oynadığı rol, ilk önce bir dış güce, ana – babanın otoritesine düşer. Ana – babanın etkisi, sevgi gösterme ve cezalandırma tehdidinde bulunma yolu ile yapılır. Cezalar çocuk için sevginin geri alınması, esirgenmesi anlamım taşır ve çocuk bunun için cezalardan çok korkar. Bu gerçek korku gelecekteki vicdan korkusunun öncüsüdür ve egemenliğini’ yürüttükçe benüstünden ve vicdandan söz açmanın yeri yoktur.
Daha sonra, yalnız, ikinci derecedeki durum, yani normalmiş gibi kabul etmeye pek eğilimli olduğunuz durum kurulacaktır. Dış engel bir kez içe girdi mi benüstü ana – baba diretmesinin yerini alır. Eskiden onların gözetlemesi, yönetmesi tehdit etmesi gibi çocuğu gözetler, yönetir, tehdit eder.
Benüstü, ana – babanın dayatmalarını karakterize eden etkin gücün sahipliğini ele geçirerek ve hatta onların yöntemlerinden yararlanarak yalnız onun halefi değil, fakat meşru, doğal kalıtçısı da olur, doğrudan doğruya ondan doğar. Az sonra nasıl bir yürüyüşle çıkıp geldiğini göreceğiz.
Bununla birlikte, bir fark ortaya çıkarmak ayrıca önem taşımaktadır: Benüstü tekyanlı bir seçimle ana – babanın yalnızca sertliğini, ciddiliğini, onların sevecen kaygılarını değil, fakat yasaklayıcı, baskı altında tutucu rollerini benimsemiş gibi görünmektedir. Bir çocuk ne denli sıkı eğitim almışsa benüstünün de o denli sert olacağına inanma eğilimi gösteririz; oysa, beklediğimizin tersine, deneme bize, eğiticiler yumuşak, iyi bile olsalar, ellerinden geldiğince tehditten ve cezalandırmadan kaçınmış bulunsalar bile, benüstünün amansız bir sertlikte olduğunu göstermektedir. Benüstünün gelişmesindeki dürtülerin değişmelerini işlerken, bu aykırılık üzerine sonra yine döneceğiz.
Ana – baba bağlantısının benüstü üzerindeki değişimi konusunda sizinle daha uzun boylu konuşamayacağım, önce bu süreci bunun gibi bir açıklamanın çerçevesi içine sokmak pek başarılamayacağından, sonra da olayı kendimizin bile tam olarak anlamadığımıza inandığımdan öyle yapıyorum. Öyleyse şu belirtmelerle yetineceksiniz: Bu sürecin temeli özdeşleşme denilen bir şey yani Ben’in yabancı bir Ben’in kimliğine girmesidir; birinci Ben bazı görüş noktalarında öbürü gibi davranır, ona öykünür ve onu kısmen kendisine mal eder. Haklı olarak özdeşleşme yabancı kişiyi ağızla, yamyamlıkla kendi içine alma ile kıyaslanabilmiştir. Özdeşleşme başka bir kişiye bağlanmanın en eski, belki en önemli biçimidir. Onu hedef seçme ile karıştırmamak gerekir : Erkek babasıyla tıpküaştığında onun gibi olmak istiyor demektir. Hedef seçmesini babasının üzerine götürdüğünde ona sahip olmak, onu mal edinmek istemektedir. Birinci durumda, çocuğun Ben’i babasınınkinin tıpkısı olmaktadır; ikinci durumda bu gerekli değildir; fakat cinsel amaç olarak alınan kişiyle özdeşleşmektedir ve onun yanında insanın kendi Ben’i değişebilir.
Bu cinsel nesnenin Ben üzerinde etki yapmasının özellikle kadında sık sık göründüğü, kadınlığı karakterize ettiği söylenir. Size elbette önceki konferanslarımda özdeşleşme ile hedef olarak seçme arasındaki bağlantıdan, hepsinin en öğreticisi olan bağlantıdan söz etmiştim. Bu, yetişkinlerde, normal kimselerde ve hastalarda olduğu gibi kadında da gözlemlenir. Hedef yitirilince insan onu yadsımaya zorlar kendini, sık sık adı geçen hedefe benzeyerek onu yeniden Ben’in içine yerleştirir; burada hedef seçimini özdeşleşmeye doğru geri gidecek biçimde yeniden kurarak dengelediği olur.
Ben, kendim de, özdeşleşme üzerine söylediğim bu sözlerden hiç hoşnut değilim; ama şunu kabul ediniz ki, benüstünün kurulması ana-baba dayatması ile başarılmış bir özdeşleşme olgusu kabul edilebilir. Bizi ilgilendiren belli olgu şimdi şudur: Ben’de daha güçlü bir dayatmanın görünmesi Oidipos karmaşasına sıkıca bağlıdır; öyle ki, benüstü çocukluk için pek önemli olan bu duygular yığının mirasçısı gibi görünür. Çocuğun, Oidipos kompleksinden kurtularak, ana-babası üzerinde gerçekleştirmiş olduğu yoğun libido kuşatmalarından vazgeçmek zorunda kalmış olduğunu anlıyoruz Ana-babasıyla olan eski özdeşleşmelerin uğradığı kaybın yerine konması olarak böylece ben’inde kuvvetlendirilmiş bulunurlar. Eski amaç kuşatmalarının tortuları olan bu gibi özdeşleşmeler çocuğun yaşamı boyunca sık sık yinelenecektir. Fakat ilk değişim halinin kuşkusuz özel bir önemi vardır ve büyük duygusal değerleri bakımından Ben’de özel bir yer tutar.
Daha derinleştirilmiş bir araştırma, Oidipos kompleksi üste çıkmadığı zaman, benüstünün güçsüzleştiğini, soysuzlaş-tığmı da gösterir. Gelişme sırasında benüstü, ana-babanın yerini alabilmiş olan kimselerin etkilerini kendine mal eder: Ana-babanın yerini eğitimciler, öğretmenler ideal örnekler alır. Olağan koşullarda benüstü, ilkel akraba kişileri daima daha çok uzaklaştırmaya eğilim gösterir ve sanki daha ki-şisiz olur. Şunu da unutmayalım ki, yaşına göre çocuk, ana-babasına karşı değişik fikirler besler, Oidipos kompleksinin yerini benüstüne bırakmasından sonra ana-babalar yüce varlıklar olarak kabul edilirler, sonradan gözden hayli düşerler.
Elbette, ana-babalarına benzeme sonraları da pek iyi gerçekleşebilir, dahası kişiliğin kurulmasına kuvvetle katılır; fakat ancak Ben’i etkiler ve çoktan bütün ilk ana-baba görünümleriyle belirlenmiş olan benüstüne hiç etki yapmazlar.
Umarım, şimdi böyle kurulmuş olan benüstünün bir belli yapıya uygun düştüğünü ve vicdan gibi basit bir soyutlama olmadığını anlamışsınızdır. Bize pek önemli başka bir işlevden daha söz etmek kalıyor; çünkü benüstü, Ben için bir ideali temsil etmektedir; ben bu ideale uymaya, ona benzemeye eğilim göstermektedir. Durmadan daha iyi olmaya çalışarak Ben’in dinlediği şeyler, benüstünün gerekleridirler. Çocuğun az önce ana-babasına yakıştırdığı kusursuzluk nedeniyle onlara hayranlık duyması Ben’in idealinin bu eski tutumunun tortusundan başka şey olmadığı gerçek bir olgudur.
Tam tamına nevrozlunun hali olan, daha çok edebiyat denilen şeyi düşündüren aşağılık duygusundan söz edildiğini sık sık işitmişsinizdir, bunu biliyorum. Aşağılık kompleksi deyimini kullanan yazar, böylece psikanalizin bütün gereklerini yerine getirdiğine inanır. Gerçekte aşağılık kompleksi gibi büyülü terim psikanalizde şöyle böyle kullanılır. Bizim gözümüzde bu kompleks hiç de basit ,ilkel bir şey gibi görünmez. Bizim anlayışımızca, psikologların yapmayı sevdikleri gibi, sözde kişide varsayılan organik soysuzlaşmayı kendini algılamaya bağlamak kaba bir yanlış yapmaktır.
Aşağılık duygusunun ciddi erotik kökleri vardır. Çocuk sevilmediğini farkedince kendini aşağı hisseder, yetişkin için de bu böyledir. Gerçekten aşağı olarak kabul edilen tek organ tamamlanmamış penisle küçük kızın klitorisidir. Fakat aşağılık duygusunun başlıca nedeni Ben’le benüstünün ilgisinde aranmalıdır; bu duygu suçluluk duygusu gibi her ikisi arasındaki bir gerilimi belirtmekten başka bir şey yapmaz. Zaten aşağılık duygusunu suçluluk duygusundan ayırt etmek de kolay değildir. Belki aşağılık duygusunu ahlaksal aşağılık duygusunun erotik bir tamamlayıcısı olarak kabul etmek uygun olur. Psikanalizde bu kavramların sınırlanması sorununa ancak pek az dikkat etmiş bulunuyoruz.
Yalnız aşağılık kompleksinin halk arasında çok tutulmaması nedeniyle, burada kısa bir ara söz için kendime izin veriyorum. Henüz sağ olan ve bir an için arka plana geçmiş tarihi çağdaş bir kişide, doğumu sırasında oluşmuş bir yaranın bir izi kalmıştır; bu bir organın kısalmasıdır. Ünlü kişilerin yaşam öykülerini yazmaktan hoşlanan modern bir yazar, sözkonusu adamın yaşamını anlatmıştır. Bir yaşam öyküsü kaleme alınırken, ruhbilimsel bir incelemeye girişmeyi durdurmak güç olmalıdır. Bizim yazar, kahramanının karakterini fiziksel eksikliğinin doğurmuş olduğu sanılan bir aşağılık duygusuna bağlamaya çalışmıştır.
Bunu yaparken, minicik, ama hiç de anlamsız olmayan bir şeyi unutmuştur. Oysa alınyazısı, bir annenin hasta ya da kusurlu bir çocuk sahibi olmasını isterse, alışkanlık üzere, çocuğun uğradığı haksızlık ona gösterilen sevgi taşkınlığı ile giderilmeye çalışır. Sözkonusu olguda, kibirli anne başka türlü davranmış, sakat çocuğundan sevgisini esirgemiştir.
Çocuk etkili bir adam olunca, eylemleriyle annesini asla bağışlamadığını açıkça göstermiştir. Anne sevgisinin çocuk için ne anlam taşıdığını size anımsatınca, kuşkusuz ki düşünce ile, yaşam öyküsü yazarının yaydığı aşağılık kuramını düzelteceksiniz.
Benüstüne dönelim. Kendi kendini gözlemi, vicdanı ve ideal işlevini ona bağlamıştık. Kuruluşu üzerinde söylediklerimiz, benüstünün geniş kapsamlı biyolojik bir olgu ve kesin bir ruhbilimsel olgu ile koşullanmış olduğunu göstermektedir: Çocuğun uzun süre ebeveynlerine tabi olması ve Oidipos kompleksidir bunlar. Bu iki etken birbirine sıkıca kenetlidir.
Benüstü bütün ahlak baskılarını ve yine kusursuzlaş-maya doğru isteği, kısacası insan yaşamında en yüksek şeyler olarak neler varsa onlara katılan, şimdi ruhbilimsel bir biçimde algıladığımız her şeyi temsil etmektedir. İçimizde benüstünün oluştuğu kaynağa dönerek onun anlamını daha kolayca öğenmeyi başarabiliriz; benüstünün anababalar, e-ğiticiler v.b. tarafından yapılan etkiden türediğini biliyoruz. Genel olarak, bu sonuncular çocukların eğitimi için kendi benüstülerinin etkileri altında kalırlar. Benüstü’leri ile Ben’-leri arasında süren savaş ne olursa olsun, çocuğun karşısında sert ve bir şey beğenmez görünürler .Kendi çocukluklarının sıkıntılarını unutmuşlardır ve şimdi kendi ana-ba-balarına, eskiden kendilerine sert kasıntıları zorla kabul ettirmiş olan büyüklerine benzeyebilmiş olmaktan haz duyarlar.
Çocuğun benüstü, görüldüğü gibi, ana-babalannın hayallerine göre değil de, bunların benüstü’lerinin hayallerine göre oluşmaktadır. Aynı kapsamla, dolmakta, geleneğin böylelikle, kuşaklar boyunca yaşayabilmiş değer yargılarının temsilcisi olmaktadır.
Kolayca keşfedebilirsiniz, benüstünün oynadığı rolü bilerek ,insanm toplumsal davranışını, örneğin suçluluk halindeki tutumunu daha kolayca anlayabiliriz. Belki de eğiticiler olmaya epeyce yeterli halde hazırlanmış oluruz. Bu akla yakındır; çünkü materyalist denilen tarihsel yorumlamaların büsbütün doyurucu olmayışı bu etkene gereken ilgiyi gös-termemelerindendir. İnsanların «ideolojilerimin bugünkü e-konomik koşulların sonuçlarından ve üst yapısından başka bir şey olmadığını ileri sürerek onu uzaklaştırırlar. Bu gerçektir, fakat hayır, kuşkusuz tam gerçektir. İnsanlık yalnız şimdiki zamanda yaşamaz; geçmiş, ırkın ve halkların geleneği benüstünün ideolojilerinde yaşarlar. Bu gelenek ancak ağır ağır şimdiki zamanın ve değişmelerin etkisine uğrar ve benüstü boyunca işledikçe .insanlığın yaşamında ekonomik koşullardan bağımsız önemli bir rol oynar.
1921’de ben’in benüstünden ayırt edilmesini kolektif psikolojinin incelenmesine uygulamayı denedim. Şu sonuç-lamaya vardım: Bir psikolojik kalabalık, benüstülerine aynı kimseyi yerleştirmiş olan başka başka bireyler birliğidir. Bu ortaklaşa nokta sayesinde benlerinde birbirüeriyle özdeşleşmişlerdir. Bu formül tabiî, bir şefleri olan kalabalıklara uygulanamaz. Eğer bu türden çok sayıda örnekler verirsek, benüstü anlayışımız garipliğin kalanını yitirir.
Bu gariplik, yeraltlannın atmosferine alışmış olan bizleri psişik aracın yüksek katlarına girdikçe şaşırtmaktadır. Elbette benüstü bir kere karakterize edildikten sonra Ben psikolojisinin son sözünü söylemiş olduğuna inanıyoruz. Şimdi burada biz incelememizin henüz başlangıcındayız. Bugünkü durumda değeri olan sadece ilk atılan adım değildir.
Fakat Ben’in öbür ucunda (böyle söylememize izin verilirse) bize yapılacak bir başka iş kalıyor. Bu incelemeyi bize, bir analiz çalışması sırasında yapılan bir gözlem göstermiştir. Doğrusu bu aslında pek eski bir gözlemdir. Böyle sık sık olduğu gibi, sözkonusu olguyu hesaba katmaya karar vermeden önce pek uzun bir zaman akıp geçti.
Bütün psikanalitik kuramlar, biliyorsunuz, hastanın bilinçsizliğini bilinçli kılmaya giriştiğimizde, onun gösterdiği direncin algılanması üzerine kurulmuştur. Direnç hastada ya nesnel olarak bir fikirler eksikliği ile, ya da işlenen temaya ilgisiz fikirlerin çıkagelmesi ile ya da öznel olarak, temaya hafifçe dokunur dokunmaz acı veren duyguların belirmesiyle kendini gösterir. Fakat bu son belirti, hata da yapabilir. O zaman hastaya davranışının ,bizi direnme olduğu sonucunu çıkarmaya götürdüğünü söyleriz. Özne hiç haberi olmadığı karşılığını verir ki bize haklı olduğumuzu gösteren de budur, fakat direnmenin kendisi de yok etmek istediğimiz, içe tıkılmış duygu gibi bilinçsizdir. Öyleyse bu bilinçsiz direnme, ruhsal yaşamın hangi bölümünden gelmektedir? Çoktandır bu sorunun sorulmuş olması gerekirdi, psikanalize başlamış olan kimse de bilinç altının direnmesi oî-duğu karşılığım vermekten geri kalmazdı.
Bu anlamı açık olmayan ve işe yaramaz bir karşılıktır. Bundan içetıkılan duygudan doğan bir direnme olduğunu mu anlamalıyız? Elbette hayu*. İçetıkılana daha çok onu bilince doğru çıkmaya iten bir güç yükleriz. Direnmede kendini gösteren Bendir; az önce içetıkmayı iyice becermiş olan Ben, onun yok edilmesine razı değildir. İşte bizim her zamanki anlayışımız bu olmuştur. Ben içinde ,baskı yapan, yasaklayan bir dayatmanın varlığını, benüstünü kabul ettiğimizden beri içetıkılmanın onun eseri olduğunu söylemek hakkına sahibizdir.
Bu benüstü kendi kendine iş görebilir, ya da uysal Ben’i buyruklarını yerine getirmekle görevlendirebilir. Hastanın, analiz sırasında etki gösteren direnme kavramına sahip bulunmadığı olur, çünkü ya Ben ile benüstü öznenin haberi olmadan bazı ağır durumlarda birlikte çalışmaktadır ya da daha önemli olarak, Ben’in ve benüstünün bazı kısımları, kendileri bilinçsiz kalmaktadırlar. Her iki halde, hoşnutsuz-, lukla saptarız ki, bir yanda ben (üstü) ile bilinç, öte yanda içetıkılan ile bilinçsizlik hiç üst üste gelmezler.
Bayanlar, baylar; biraz soluk alma gereksinimi duyor ve sizin de bu dinlenmeden pek memnun olacağınızı düşünerek sizden özür diliyorum.
On beş yıl önce başlamış olan bu psikanalizi tamamlayıp yerine getirmek istiyorum; bütün bu geçen zaman süresince, sanki siz sadece psikanalizle uğraşmışsınız gibi davranmak zorundayız. Bunda, biliyorum,bir direniş vardır, fakat ne yazık ki başka türlü hareket edemeyeceğim. Çünkü bu mesleğe yabancı olanlara bir fikir vermek pek güçtür. Elbette gizli bir bilimin bilginleri olarak tanınmak istemiyoruz, ancak kişisel bir analizin verebileceği iyice belirli kavramları önceden tanımadan, kimsenin psikanalize karışmaya hakkı olmadığını öğretmek ve her yere yaymak zorundayız.
On beş yıl önce konferanslarımda sizi kuramımızın bazı soyut bölümlerinden ayrı tutmaya çalıştım, bugün size anlatacağım yeni veriler tamamı tamamına bu kurgulara bağlı bulunuyorlar.
Konuma dönüyorum. Ben ile benüstünün kendileri bilinçli midirler, yoksa bilinçli olan yalnız onların ürünleri midirler? Önünde bocaladığımız iki şık budur. Biz sorunu birinci varsayımdan yana yargıladık. Evet, ben’in ve benüstünün büyük bölümü normal olarak bilinçsiz kalabilir ve kalmaktadır; özne onların içindekilerin hepsinden habersizdir ve onları tanıması için büyük bir çaba gereklidir. Bazen Ben ile bilincin, içetıkılan ile bilinçsizliğin rasüaştığı olur. Bilinç-bilinçsizlik sorunuyla ilgili anlayışımızı tüm olarak gözden geçirme gereksinmesini duyarız. Birinci planda bilincin değer ölçüsünü, pek belirsiz olarak kendini gösteren bu ölçüyü küçültmeye eğilim gösteririz. Fakat bu bir yenilgi olur. Yaşamın büyük bir değeri yoktur, fakat ondan başka şeyimiz de yoktur. Bilincimizin ışığı olmasa derinlik psikolojisinin karanlıkları içinde yiteriz; hiç değilse kendimizi başka türlü yöneltmeye girişebiliriz.
Bilinçli hal demeyi uygun buldoğumuz hal artık bir tartışmaya yer verecek değildir, ondan bir daha söz etmeyeceğiz. «Bilinçsiz» Ben’in en eski ,en iyi anlamı, tanımlayıcı olan anlamdır; varlığı bize gösterilerle kanıtlanan fakat, öte yandan, içimizde geçtiği halde ,hiç bilmediğimiz psişik süreci bilinçsiz diye niteliyoruz. Onunla yakınımızdaki birinde olan psişik bir olayın karşısındaymışız gibi bulunuyoruz. Daha açık olmak istersek şöyle söyleyerek tanımlamamızı değiştireceğiz: Şu anda olduğunu kabul ettiğiniz ve aynı anda hakkında başka hiçbir şey bilmediğimiz her sürece bilinçsiz diyoruz. Bu kısıntı yapma bize bilinçli süreçlerin çoğunun ancak pek kısa bir zaman sürecince hakikaten bilinçli olduklarını anımsatıyor; onlar yeniden bilinçli hale dönmeye büsbütün yatkın olarak, çabucak gizli hale geliyorlar. Eğer bu gizlilik durumunda psişik bir şey sakladıklarını biliyorsak böylece bilinçsiz hale gelmiş olduklarını söyleyebiliriz.
Buraya kadar yeni hiçbir şey psikolojiye bu bilinçsizlik kavramını sokmamıza izin vermiyor. Fakat zaten eksik eylemler bizim yeni bir deney yapmamıza olanak sağlayacaktır. Örneğin bir adamın bir lapsus linguae (dil sürçmesi) yaptığını varsayalım, bu1 yanlışlığın, sözlü bir niyeti açıkladığını kabule zorlanırız ve yanılma tehlikesine aldırmayarak kendini göstermeyi başaramayan, demek ki bilinçsiz olan bu niyetin niteliğini keşfetmeye çalışabiliriz. Sonra onu özneye sununca iki olgu doğabilir. Özne ya onu tanır ve biz bundan geçici olarak bilinçsiz olmadığı sonucunu çıkarırız, ya da yadsır ki, bu da onun sürekli bir halde bilinçsiz olduğunu belirtir. Bizim önce gizli diye nitelediğimizi bilinçsiz diye nitelememize olanak sağlar.
Bu dinamik koşulları göz önüne alarak, iki tür bilinçsizlik ayırt ediyoruz: Biri, çok zaman bilinçli olmaya elverişli, öteki hemen hemen güçlükle bu değişmeye uğrayanı, hattâ hiç uğrayamayanıdır. Her türlü çift anlamlı sözden kaçınmak ve bilinçsizliğin, birinin mi, yoksa ötekinin mi konusu olduğunu ve terime dinamik anlamını mı verdiğimizi kesince belirtmek amacıyla dürüst ve basit bir çareye başvuruyoruz, yalnızca gizli olan bilinçsizliğe «önbilinç» diyoruz. Öteki içinse, «bilinçsizlik» terimini olduğu gibi bırakıyoruz. Böylece üç terim kullanmaktayız: Bilinç, önbilinç, bilinçsizlik. Bunlar bütün psişik olayların anlatılmasına yeti-yorlar.
Şunu yineleyelim : Salt tanımlayıcı bakımından bilinçle önbilinç eşdeğerdedir; fakat açık olmayan bağlantılarda ya da ruhsal yaşamda bilinçsiz eşdeğerdedir; fakat açık olmayan bağlantılarda ya da ruhsal yaşamda bilinçsiz süreçlerin varlığını savunacağımız zaman ona yalnızca bilinçsizlik diyoruz.
Umarım ki bütün bunların çok korkunç olmadığını ve sorun ile açıkça ve uygunca yüz yüze gelmemize olanak tanıdığını kabul edersiniz. Ne yazık ki psikanaliz, bilinçsizlik sözcüğünü üçüncü bir anlamda kullanmak zorunda kalmıştır. Bunun yapabildiğinin ise sadece bir karışıklık doğurmak olmuş olduğunu açığa vurmak gerekir.
Ruhsal yaşamın büyük ve önemli alanlarından birinin, normal olarak Ben’in bilgisinden kaçtığını ve orada geçen süreçlerin, bu sözcüğün doğru dinamik anlamıyla bilinçsiz olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya çıkarmakla pek etkilendiğimizden, aynı şekilde «bilinçsizlik» sözcüğünü sistematik anlamda aldık. Bir önbilinç sisteminden ve bilinçsizlikten, Ben’in bilinçsizlik sistemiyle çarpışmasından söz ettik. Böylece bu sözcük her zaman fazlasıyla, psişizmin bir karakterinden çok ruhsal bir alan fikrini belirtme istedir.
Ben’in ve benüstünün kimi bölümlerinin dinamik anlamda bilinçsiz olduğunu keşfederek ilk önce sıkılmış, sonra bu keşfin birçok şeyleri kolaylaştırdığını, bir karışıklığı önlemeye olanak verdiğini görmüştük. Şimdi bilinçsizliği Ben’e yabancı ruhsal bir alan olarak nitelemeye hakkımız bulunmadığını, çünkü bilinçsizlik halinin onun «münhasır» karakteri olmadığını ortaya çıkarıyoruz. Böylece artık bilinçsizlik sözcüğünü sistematik anlamda kullanmayacağız ve bu şekilde gösterilen şeye, daha uygun ve anlaşmazlıklar çıkarmaya elverişli olmayan bir ad vereceğiz. Nietzsche’e dayanarak ve G. Groddeck’in bir gözlemine uyarak bundan böyle ona su diyeceğiz.
Bu kişisiz zamir Ben’e pek yabancı olan bu ruhsal alanın egemen karakterini özellikle belirtmeye yarar gibi görünmektedir. Benüstü, ben ve şu… İşte aralarında kişinin psişik aygıtını bölüştürdüğümüz ve şimdi birbirleriyle karşılıklı bağlantıları ile uğraşacağımız üç imparatorluk, üç ülke, üç eyalet.
Fakat önce kısa bir parantez açalım. Bilincin üç niteliğinin ve psişik aygıtın üç eyaletinin üç dingin çift kurmayı başaramamasından memnun olmadığınızı sanıyorum: Bunu sonuçlarda bir kara nokta gibi kabul ediyorsunuz. Bununla birlikte, üzülecek hiçbir şeyimiz olmadığına inanıyor, hiçbir şeyin böylesine basit bir düzen ummamıza izin vermediğini ekliyorum. Bir benzetmeden yararlanmamıza izin veriniz; benzetmeler doğruyu kurmak için yetmezlerse de bazen bizi rahat ettirirler .
Arazisi değişik şekiller gösteren bir ülke tasarlıyorum. Orada tepeler, ovalar, göller bulunuyor. Nüfus çeşitli işler yapan Alman, Macar ve Slovaklar’dan oluşmuştur. Yine, hayvan yetiştiricisi olan Almanlar’ın tepelerde, ekinci ve bağcı olan Macarların ovada, balıkçı ve hasır örücüsü olan Slovaklar’in göllerin kıyılarında yaşadıklarını varsayalım. E-ğer bu dağılım açık Ve mutlak olsaydı VVi/son’u pek sevindirirdi: coğrafya öğretimi de öylesine kolay olurdu. Fakat bu bölgeyi gezerken daha az düzen ve daha çok karışıklık bulacağımız akla yakındır. Almanlar, Macarlar ve Slovaklar kimi yerlerde karmakarışık bir durumda yaşamaktadırlar. Tepelerde ekilmiş topraklar ve ovalarda hayvanlar bulunabilir. Elbette kimi noktalarda hayal kırıklığına uğrarnaya-cağınız besbellidir; çünkü balıklar dağlarda avlanmazlar ve bağlar su içinde yetişmezler. Elbette ülkenin, tümü bakımından doğru olan tasviri, ince noktalarda değişebilir.
«Şu» üzerine adından başka yeni şeyler vereceğimi beklemeyiniz. O kişiliğimizin içine girilmez, karanlık bölümüdür. Onun üzerine bildiğimiz pek az şeyi düşün hazırlanışından ve nevroz semptomlarının kuruluşundan öğrenmiş bulunuyoruz. Bu az şey, ayrıca olumsuz bir karaktere sahiptir ve ancak. Ben ile yaptığı aykırılıkla belirtilebilir. Yalnız bazı benzetmeler «Şu» üzerine bir fikir edinmemize olanak sağlar. O kaos dediğimiz kaynayan bir kazandır.
Onu bir yandan beden içinden baskısını açıp çıkarmakla, ‘ onda psişik anlatımı bulan dürtüsel gereksinimleri toplayarak canlandırıyoruz, ama bedenin hangi bölümü üzerinde olduğunu söyleyemiyoruz. «Şu» dürtülerden başlayarak e-nerji dolar, fakat hiçbir düzen hiçbir genel irade göstermeyerek-•• Yalnız haz ilkesine uyarak dürtüsel gereksinimleri doyurmaya gider. «Şu» içinde geçen süreç, mantık yasalarını dinlemez; ona göre gelişme ilkesi sıfırdır. Orada aykırı heyecanlar birbirine aykırı düşmeden ,biri öbürünü çıkarıp atmaksızin yaşarlar.
Üstelik hepsi de egemen olan ekonomik baskının altında enerjiyi uzlaşma kurulmasına doğru çevirmek için yarışırlar. «Şu» içinde hiçbir şey olumsuz gibi görünmez. Filozofların pek sevdikleri, ona uyarak zaman ve mekânı psişik eylemlerimizin zorunlu şekilleri kabul ettikleri postülanın burada eksik bulunduğu da hayretle görülür. «Şu» içinde, hiçbir şey zaman anlayışına karşılık vermez, zamanın akışına işaret eden bir şey yoktur.
Alabildiğine şaşırtıcı olan ve felsefe bakımından incelenmeyi gerektiren ise, zaman süresince psişik süreçte değişme görülmesidir. İçetıkmalar sonucunda ortaya gömülüp kalmış olan izlenimler gibi Şu’dan hiç dışarı çıkmamış olan istekler kendiliklerinden yok olmazlar, uzun yıllar boyunca öyle kalırlar.
Yalnız analiz çalışması onları bilinçli kılarak geçmişin içine yerleştirmeyi ve enerji doğurucu dolgunluklarından” yoksun bırakmayı başarabilir. İşte analiz tedavisinin iyileştirici etkisi kısmen bu sonuca bağlıdır.
Zamanın akışı boyunca içetıkılanın bu kuşku götürmez değişmezliği olgusunu yeterince belirtememiş olduğumuzu söylemekle direniyorum. İşte burada en derinleştirilmiş bilgilere doğru bir giriş yolu açılır gibi görünmektedir ki oraya girmeyi başaramadım.
Elbette ki, «Şu» değer yargılarından, iyiden kötüden, ahlaktan habersizdir. Ekonomik etken, ya da isterseniz sayı etkeni deyiniz, haz ilkesine sıkıca bağlıdır, tüm süreçlere de egemendir. Boşalmaya eğilim gösteren içgüdüsel dolgunluk hep Şu içinde bulunur, öyle olduğunu sanıyoruz. Bu içgüdüsel dürtülere özgü enerjinin hali bile başka psişik güçlerin-kinden farklı gibi görünmektedir, yani gevşek ve daha kolayca değişebilir niteliktedir.
Öyle olmasa, Şu’ya karakterini veren ve kuşatmış olduğu şeyin niteliğine (Ben sözkonusu olsaydı bir fikirden söz ederdik) hiç bağlı olmayan o yer değiştirmelerin ve yoğunlaşmaların görünüşü nasıl açıklanır? Bu şeylerin en iyi bir şekilde açıklanması için neler verilmezdi? Sonunda, Şu bilinçsizdir demekle yetinip kalmadığımızı, ona başka karakterle de bağlayabildiğimizi görüyorsunuz. Ben’de ve benüs-tünde bilinçsiz bölümler olduğunun şöyle böyle görüyorsunuz, fakat bunlar az önce söylediklerimiz gibi akıl dışı ve ilkel değillerdir.
Asıl Ben’in karakteristiklerine gelince, onları Şu’dan ve benüstünden ayırabildiğimiz ölçüde, psişik aygıtın en yüzeyde kalan, algı adını verdiğimiz bölümüyle olan bağlantılarını inceleyerek anlamayı başarabileceğiz. Bu sistem dış dünyaya dönüktür ve alınan izlenimleri iletmektedir. İşte bilinç olayı onun çalışması süresince doğar. Bütün aygıtın duyusal organını oluşturur, yalnız dışarının değil, içerinin, ruhsal yaşamın izlenimlerini de algılar. Ben’in uyarmaları algılamak ve kendini savunmak için düzenlenmiş, dış dünyanın yakınlığı ve etkisi ile değişikliğe uğramış «Şu» bölümü olduğunu, böylece canlı madde parçacığını saran zar katına benzetilebileceğini açıklamaya gerek var mıdır?
Dış dünya ile bağlantı, Ben için pek önemli hale gelmiştir. Ben, Şu’nun gözünde bu dünyanın temsilcisi olma görevine sahiptir ve şu için en büyük nimettir. İçgüdüsel isteklerin doyumunu körcesine isteyen Şu, Ben olmasaydı ihtiyatsızca gelip kendinden daha güçlü olan dış güçlere çarparak kırılırdı. Ben, görevi dolayısıyla dış dünyayı gözlemlemek, onun doğru görünümünü yapmak ve onları bazı algı anıları arasına koymak zorundadır .
Yine onun gerçeğe dokunma denemesi sayesinde, bu dış dünya görünümünde uyarmanın iç kaynaklarım büyültmeye yatkın olan her şeyi uzakta tutması gerekir. Şu’nun buyruğuyla Ben, geçici iç harekete komuta eder, fakat gereksinim ile eylemin arasına düşüncenin hazırlanması için gerekli olan süreyi koyar. Bu süre boyunca denemenin kendisinde bıraktığı tortul anılardan yararlanır. Böylece Şu içinde her sürece kesinlikle egemen olan haz ilkesini tahtından indirir. Onun yerine güvenliği ve başarı sağlamaya daha çok yarayan gerçeklik ilkesini koyar.
Ayrıca, Ben ile zaman arasındaki o tanımlanması güç bağlantıyı algı yardımıyla kurar; zaman kavramını doğuran bu sistemin çalışma biçiminden kuşkulanümaktadır. Fakat Ben, içindekileri bileşim haline sokma, psişik süreçleri Şu’-nun, kesinlikle yapma gücünde olamadığı bütün şeyleri özetleme ve değişmez bir şekle sokma eğilimiyle Şu’dan hayli özelliklerle ayrılır. Yakında ruhsal yaşamındaki dürtüleri inceleyerek Ben’in temel karakterine borçlu olunan karakteri ortaya çıkaracağız, bunu ummalıyız.
Ben, içgüdünün algılanmasından başlayarak onun yenilmesine değin gelişir, fakat içgüdünün temsilcisi bir kez pek büyük bir çağrışım içine sıralandı mı, bir bütün ortama alındı mı yenmeyi başaramayız. Halkça bilinen terimlerden yararlanarak psişik yaşamda Ben aklı, ihtiyatı; Şu ise taşkın tutkuları temsil eder, diyeceğiz.
Buraya değin kendimizi Ben’in ayrıcalıklarının ve yeteneklerinin etkilemesine bıraktık; şimdi madalyonun öbür yüzünü düşünmek zamanı geldi; Ben, sonunda, tehdit edici dış dünyanın yakınlığı ile Şu’nun vaktinde değişmiş bir parçasından başka bir şey değildir. Dinamik bakımdan -güçsüz olan Ben, enerjisini Şu’dan almıştır ve bunu hangi yöntemlerle, dahası diyebiliriz ki hangi manevralarla aldığını şöyle böyle biliyoruz. Şu’dan enerjisinin bir parçasını daha kopardığı olur.
Kullanılan yöntemlerden biri, örneğin, saklanılan ya da bırakılan nesnelere benzemelidir. Amaca bağlamalar Şu’nun dürtüsel isteklerinden ileri gelirler; Ben önce onları ancak kaydeder, fakat nesne ile tıpkılaştığında Şu karşısına onun yerine kendini sunar ve onun libidosunu yalnız kendine ayırıp mal etmek ister. Çoktan biliyoruz ki, varoluşu boyunca Ben, böylece eski amaca bağlanmaların kalıntılarından büyük bir bölümü eline geçirir.
Kısacası, Ben’in Şu’nun niyetlerini gerçekleştirmesi gerekir. Sözü edilen niyetlerin gerçekleşmesine uygun koşulları bulmayı başararak işini en iyi biçimde yapması gerekir. Ben’in Şu ile bağlantısı binicinin atı ile olan bağlantısına benzetilebilir. At hareket etmek için gerekli enerjiyi sağlar, biniciyse, varılacak hedefi seçmek ve kuvvetli hayvanın hareketlerini yönetmek ayrıcalığına sahiptir. Bununla birlikte, Ben’in Şu ile olan bağlantısı her zaman ideal olmaktan uzaktır, binici sık sık atının onu götürmek istediği yere sürüklenmek zorunda kalır.
Ben, Şu’nun bir bölümünden içetıkılmanın direnmeleri ile ayrılmıştır; fakat içetıkılma Şu içinde sürüp gitmez ve içetıkılan onun kalan bölümüyle karışır.
Bir atasözü, iki efendiye aynı zamanda hizmet etmemeyi öğütlerler. Zavallı Ben için bu durum pek kötüdür, üç sert efendiye hizmet etmek ve onların isteklerine uyum sağlamaya çalışmak zorundadır. Bu istekler her zaman birbirine aykırı oldukları gibi ,onJarın uzlaşmaları da çoğu zaman olanaksızdır.
Bundan dolayı, Ben’in görevini yapmakta sık sık başarısızlığa uğramasında şaşılacak bir şey yoktur. Bu üç despot; dış dünya, benüstü, Şu’dur. Her üçüne karşı haktanır görünmek ya da daha çok onlara boyun eğmek için Ben’in giriştiği çaba göz önüne alınınca, insan Ben’i kişileştirmiş olmaktan ona kendine özgü bir varlık tanımış olmaktan esef duymaz. O üç yandan sıkıştırılmış, üç ayrı tehlike tarafından tehdit edilmiş duyar kendini; bundan dolayı onlara karşı bunaltı doğurmakla tepki gösterir. Kaynağını algının deneylerinden çıkararak kendini dış dünyanın isteklerini temsile verir; fakat o anda Şu’nun sadık hizmetçisi kalmaya, »nun-la iyi bir anlaşma içinde olmaya, onun tarafından bir hedef gibi kabul edilmeye ve libidosunu çekmeye bakar. Şu ile gerçek arasında ilintiyi sağlayarak, Şu tarafından verilmiş bilinçsiz emirleri önbilinçli akla uydurmalarla örtmek, Şu’nun gerçekle çarpışmasını yatıştırmak, diplomatik ikiyüzlülük örneği vererek. Şu katı yürekli ve söz dinlemez kaldığı zaman bile gerçeği hesaba katar görünmek zorunluluğuna düştüğü sık sık görülür. Öte yandan ciddi benüstü onu gözden yitirmez. Şu ile dış dünyanın ortaya sürdüğü güçlüklere aldırmayarak kendi huyunun belli kurallarını kabul ettirmeye çalışır. Benüstünü dinlemediği olursa ,onu ağır aşağılık, suçluluk duygularıyla cezalandırır.
Böylece Şu tarafından baskı altına alınan, benüstü tarafından ezilen, gerçek tarafından itilen Ben, uyum kurma görevini yapmak, birbirine ve ona Ben’e karşı harekette bulunan türlü güç ve etkiler arasında uygunluk sağlamak için savaşır. Böylece sık sık şöyle bağırmaya niçin zorlandığımızı anlarız: Ve şimdi besbelli ki, yorucu ve belki de anlaşılması güç olan bu açıklamalara bitiş noktasını koymadan önce bir ö-ğüt daha veriyorum! Kişiliğin çeşitli bölümlerinin, siyasal coğrafyada çeşitli ülkelerin yapay olarak sınırlara ayrılması gibi kesinlikle birbirinden ayrılmış olduğunu sanmayınız; sınır çizgileri, desenlerde ya da ilkel resimlerde görüldüğü gibi bize psişizmin özelliklerini kavratamaz. Modern ressamların birbirine karıştırılmış renkleri ona daha uygun gelir. Parçaları dağıttıktan sonra şimdi onları birleştirmek zorundayız. Ben, kavranması böylesine güç olan psişizmin ne olduğunu anlatmaya çalıştım; bu ilk deneme üzerine ağır bir yargıda bulunmayınız.
Çeşitli bireylerde bölümlerin hayli değişik olması ve çalışma süresinde bile değişmesi, ve bir anda silinmesi pek akla yakındır. Bu özellikle nesep inceleme bilimi bakımından son saptamayla, tartışmaya en çok yer veren buluşla ilgili olan bakımından doğrudur : Ben’in benüstünden ayırt edilmesi. Psişik hastalık, besbelli ki, benzer bölümler oluşturur ve biz birtakım mistik uygulamaların, çeşitli psişik a-lanlar arasındaki bağlantıları altüst ettiğini, algının bu Şekilde derin Ben’deki ve Şu’daki bağlantıları kavrama gücünde olduğunu, bu olmazsa Şu’nun içine girilmez kalacağını kolayca kafamızda canlandırabiliriz. Bu yolla kurtuluşumuzu beklediğimiz yüce gerçeklere varabilecek miyiz? Ondan kuşkulanmaktan korkmuyoruz.
Hiç değilse psikanalizin tedavi edici çabalarının tam bu noktaya uygulandığını kabul ediyoruz. Niyetleri Ben’i kuvvetlendirmek, onu benüstünün karşısında daha bağımsız kılmak, onun algı alanını genişletmek ve Şu’nun yeni parçalarına uyabilmek için organizmasını değiştirmek değil midir?

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz