Psikanalizin Tarihçesi (1) – Sigmund Freud | “On yıl gibi bir süre tek başıma Psikanaliz üzerine çalıştım”

Freud, psikanalizin görüşlerinden sapma gösterip psikanalizin ilkeleriyle bağdaşmayan düşüncelerin kendisinin bulguladığı psikanaliz adı altında sunulmasından aleyhindeki kimselerin yararlanacağını düşünmekte ve psikanalizin, psikanalizle uğraşanların bile üzerinde anlaşamadığı keyfi ve bilimsellikten uzak bir nesne olduğunu kanıtlamaya kalkacaklarından çekinmekteydi. Dolayısıyla, bilimsel polemiklere girmekten hoşlanmadığı için, istemeye istemeye Psikanalizin Tarihçesi’ni yazmaya karar vermiş, psikanalizin gelişim tarihçesinde ki güçlü mantığa dayanarak kurduğu öğretinin ana kavramlarını bir kez daha açık seçik ortaya koymak, beri yandan Adler ve Jung’un öğretilerini ele atıp özleri bakımından psikanalize aykırı düştüğünü, bu yüzden psikanaliz adının bunlar için söz konusu edilemeyeceğini göstermek istemiştir.
Psikanaliz akımının örgütlenmesi sorununa da eğildiği bu polemik yazısının bütün yarımlıklara son vereceği ve özlenen ayrılıkları gerçekleştireceğini de ummuştur. Beri yandan düşmanlarda, psikanalistlerin birbirine düştüğü gibi bir izlenimi uyandırmak rizikosunu, kendi yaşamının eserini savunabilmek için göze almıştır, ilerideki gelişim gerçekten de Freud’u haklı çıkarmıştır.
Jung, daha Psikanalizin Tarihçesi’nin yayınlanmasından önce Uluslararası Psikanalistler Derneği başkanlığını elinden bırakmış, yazı yayınlandıktan sonra ise dernekten ayrılmış ve kurduğu öğretiyi nihayet “Analitik Psikoloji” diye nitelemiştir. 1914’te Psikanaliz Yıllığı’nın aynı sayısında Psikanalizin Tarihçesi’yle birlikte, Freud’un Narsizm Kavramı Üzerine isimli bir yazısı daha çıkmış, en önemli incelemelerden biri diye bakılacak ilgili yazıda Freud, bir kez daha Adler ile Jung’un bazı tezleri üzerine eğilerek, bunlarla bilimsel bir hesaplaşmaya girişmiştir. Nihayet yine 1914’te kaleme aldığı, ama ancak 1918’de yayınlanan Çocuksal Bir Nevroz’un Öyküsü’nde çocuk cinselliği görüşünün doğruluğunu, dolayısıyla Adler ve Jung’a yönelttiği eleştirilerin haklılığını ortaya koyan yeni kanıtlar öne sürmüştür. Sonraki yapıtlarında ise bu eski polemiğe ancak seyrek olarak ve şöylece değinip geçtiği görülür.

Pluctuat nee mergitur
(Paris kentinin arenasındaki yazı)

Psikanalizin tarihçesiyle ilgili olarak sunacağım bu incelemenin özel karakteri ve benim bu tarihçede oynadığım rolün büyüklüğü kimseyi şaşırtmasın. Çünkü psikanaliz benim eserimdir, on yıl gibi bir zaman tek başıma üzerinde çalıştım, bu yeni bilimin çağdaşlarımda uyandırdığı hoşnutsuzluğun bütün tepkisi yergiler halinde benim başıma yağdı. Artık benden başka psikanalistlerin bulunduğu günümüzde bile, psikanalizin ne olduğunu, ruhsal yaşamın araştırılmasında başvurulan öbür yöntemlerden ne bakımdan ayrıldığını, psikanaliz adından ne anlamak, daha yerinde bir söyleyişle ne anlamamak gerektiğini benden iyi bilecek kimse yoktur. Bu incelemede, başkasının malına küstahça bir el uzatış gözüyle baktığım bir eyleme karşı çıkarken, psikanaliz yıllığının redaksiyonu ve yayınlamş biçiminde değişikliğe yol açan olaylara ilişkin bazı bilgileri de dolaylı yoldan okuyuculara aktarmaya çalışacağım2.
1909 yılında ilk kez bir topluluk önünde açıkça psikanaliz üzerinde konuşmak için bir Amerikan üniversitesinin konferans salonunun kürsüsüne çıktığım zaman3, kendimi bu anın psikanaliz araştırmalarım için taşıdığı önemin heyecanına kaptırarak, psikanalizi yoktan vareden kişinin ben sayılamayacağımı söylemiş, bu şerefin bir başkasına, Josef Breuer’e ait olduğunu, ben henüz üniversitede okur ve sınavlarını vermeye çalışırken (18801882) Breuer’m psikanaliz konusunda gösterdiği çabalarla ilgili şerefi hakettiğini belirtmiştim’. Ama beni seven dostlarını, sonradan, Breuer’e karşı beslediğim şükran duygusunu adı geçen konferansta dile getirirken fazla ileri gidip gitmediğimi düşünmemin yerinde olacağını söylediler; benim daha önce de kimi  açıkladığım gibi, Breucr’in katartüz yöntemi’i\e psikananzin bir ön evresi gözüyle bakmam ve gerçek psikanalizi ipnotizma tekniğine sırt çevirerek serbest çağrışımı işin içine sokmamla başlatmamın uygun olacağını ileri sürdüler. Doğrusu, psikanalizin tarihçesi ister katartık yöntemle başlatılsın, ister benim başvurduğum değişiklikler sonucu ilgili yöntemin kazandığı yeni kimlikle, pek farketmez. Şu anda ilginçlikten uzak bu soruna değiniyorsam, psikanalize karşı çıkan bazı kimselerin zaman zaman kalkıp bu tekniğin nihayet benim değil, Breuer’in eseri olduğunu söylemelerindendir. Tabii böyle bir davranışa da, toplumdaki yerleri psikanalizde dikkate değer kimi özlerin varlığını benimsemeye izin veren kişiler başvurmakta, ama psikanalizi yads mada bir smır tanımak gereğini duymayanlar bu tekniği hiç kuşkusuz benim eserim diye göstermektedir. Oysa söz konusu tekniğin doğmasında büyük katkısı bulunan Breuer’ in karşısına ilgili katkının büyüklüğüyle orantılı bir küçümseme ve suçlamayla çıkıldığını hiç bilmiyorum. İnsanları itirazlara sürüklemenin ve kızdırmanın, psikanalizin kaçın lmaz yazg.sı olduğunu anladıktan sonra, bu teknikteki bütün üstünlüklere doğrusu benim uğraşlarımın ürünü diye bakılabileceği sonucuna vardım. Şurasını memnunlukla belirteyim ki, hayli küçümsemo konusu yapılmış psikanalizin doğusundaki katkımın ölçüsünü küçültme çabalarından hiç biri Breuer’in adını taşımamakta ya da onun tarafından desteklenmek şerefine sahip bulunmamaktadır.
Breuer’in bulgulamasının içyüzünü daha önce o kadar çok yerde anlattım ki, şimdi burada ayrıntılara inmeden ilgili bulgulamayı şöylece özetleyeceğim: Isterililerdeki belirtilerin (semptom), bir zaman yaşanıp sonradan unutulmuş önemli olaylardan (travma) kaynaklandığı temel gerçeği. bu yaşantıları uyutmaya (ipnotizma) başvurarak hastalara anımsatma ve yeniden yaşatma ilkesi üzerine kurulmuş tedavi yöntemi (katarsis). söz konusu belirtilerin bir boşalıma kavuşamamış emosyonlardaki* enerji yükünün normal dışı alanlarda kullanılmalarından (konversiyon) doğduğu yolunda biraz kuramsal bilgi. Breuer, isteri Üzerinde İncelemeler kitabındaki katkısında ne zaman dönüşümden (konversiyon) söz açmışsa, sanki bu ilk kuramsal inceleme benim kendi kafamdan çıkmış gibi her seferinde ad»mı ayraç içinde yanma eklemeyi unutmamıştır ( Metinde duygu ve heyecan karşılığı olarak kullanılmaktadır. (Ç.N.). Ama bana sorarsanız, bu yalnız isim yönünden böyledir; gerçekte ise dönüşüm, Breuer’le aynı zamanda vo birlikte yaptığımız bir bulgulamadır.

İlk tedavi denemesinden sonra Breuer’in katartik yönteme birçok yıl el sürmediği, ancak benim Charcot’nun yanından dönüp onu bu yolda gayretlendirmem üzerine aynı yönteme tekrar başvurduğu da yine bilinen konulardandır. Breuer bir dahiliyeciydi ve geniş bir hasta çevresi vardı, bu da kendisinin bilimsel çalışmalar yapmasına pek vakit bırakmıyordu. Bana gelinco: ben istemeye istemeye hekimliği seçmiştim; ama o zamanlar nevrozlulara yardım etmek, durumlarını hiç değilse biraz anlamak konusunda içimde güçlü bir istek duyuyordum. Fizik tedavisine güvenle bel bağlamış, ancak VV. Erb’in bol bol tavsiyeyi içeren vo uygulama alanı pek geniş Elektrotcrcıpi” adındaki kitabının zamanla bende uyandırdığı düş kırıklığıyla ne yapacağımı bilemez duruma düşmüştüm. Nevrozlularda elektrik tedavisiyle elde edilen başarıların gerçekte telkin olayından (sugestiyon) kaynaklandığı yolunda Möbius’un sonradan İleri sürdüğü görüşe ben kendi çalışmalarımda ulaşamamışsam, bu hiç kuşkusuz, W. Erb’in elektroterapisiyle umulan başarıları benim pek elde edemeyişimden ileri gelmiştir. O zamanlar, Liebault vo Berniıcim’ın7 yanında alabildiğine ilginç örneklerini yaşadığım uyutmayla telkin tedavisi, beni düş kırıklığına uğratan elektroterapi’yi hiç de aratmayacak bir yöntem gibi görünmüştü. Ancak, Breuer’den öğrendiğim uyutmayla yap’lacak araştırı ve incelemeler, otomatik olarak sonuç vermeleri ve insandaki bilip öğrenme merakını doyurmaları bakımından, her türlü araştın ve incelemeye kapılan kapayan tekdüze ve zorba telkinsel yasaklamalarla karşılaştırılamayacak kadar çekiciydi. Kısa bir süre önce aktüel çatışmanın ve hastalık nedeninin ön plana geçirilmesi, psikanalizin en yeni bulgulamalarından biri diye öne sürülmüştü. Bu da benim, ve Breuer’in katartik yöntemle çalışırken en başta yaptığımız şeyin ta kendisiydi: Hastanın dikkatim doğruca hastalık belirtisine yol açan travmatik yaşantı üzerine çekiyor, ruhsal çatışmanın nedenini ilgili yaşantıda arayıp bulmaya ve baskı altına alınmış içtepiyi özgürlüğüne kavuşturmaya savaşıyorduk. Söz konusu çabalanınız sonucu gerçekleştirdiğimiz bir bulgulama da, nevrozlulardaki ruhsal süreçlerin karakteristik özelliği sayılan olaydı, ben sonradan geriye dönüş (regresyon) diye nitelemiştim bu olayı. Üzerine eğildiğimiz vakalarda hastanın çağrışımları, açıklığa kavuşturmak istediğimiz yaşantılardan kalkarak daha öncelerde kalmış yaşantılara uzanıyor, bu ise, aktüel rahatsızlığını tedaviye çalışan bizleri onun geçmişiyle ilgilenmeye zorluyordu. Geriye dönüş, boyuna daha gerilere götürüyordu bizi; ilkin buluğ çağına gelip dayandığını sanmıştık. Derken gerek tedavide karşılaştığımız başansızhklar, gerek hastalığı doğru dürüst anlamada başgösteren boşluklar, çocukluğun daha gerilerde kalıp şimdiye kadar hiçbir araştırmacının kapısından içeri ayak atamadığı yıllarını da psikanalitik inceleme kapsamına alma düşüncesini uyandırdı bizde. Uğraşılarımızda izlediğimiz bu yöntem, psikanalizin karakteristik bir özelliğini oluşturdu. Psikanalizin aktüel (güncel) hiç bir durumu geçmişi dikkate almaksızın açıklayamayacağı, hatta her patojen (hastalandırıcı) yaşantının, daha önceden kalmış kendisi patojen olmayan, ama patojen yaşantıya ilgili özelliğini kazandıran bir başka yaşantıdan kaynaklandığı görülmekteydi. Ama aktüel neden üzerine saplanıp kalma ayartısı o kadar güçlüydü ki, daha sonraları başvurduğum kimi ruhçözümsel (psikanalitik) tedavilerde söz konusu ayartıya karşı duramadığımı söylemeliyim. 1900’de Dora7 adındaki hastamı psikanalizden geçirirken, kendisindeki rahatsızlığın patlak vermesine yol açan nedeni biliyordum. Psikanaliz süresince sayısız kez ilgili yaşantıyı çözümleme konusu yapmaya çalıştım, ama benim çağrı ve isteklerime karşılık hastam her seferinde boşluklarla dolu aynı kırık dökük bilgiden başka bir şey buyur edip çıkaramadı önüme. Ancak ilk çocukluk yıllan üzerinden geçen dolambaçlı bir yol izledikten sonradır ki hastam bir düş gördü, ilgili düşün yorumu sırasında hastalığını doğuran travmatik yaşantıya ilişkin ayrıntılan anımsama olanağına kavuştu ve böylece nedenleri anlaşılan aktüel çatışmanın ortadan kalkması sağlanabildi. Dolayısıyla, daha önce sözü edilen psikanalitik kuralın ne kadar yanıltıcı nitelik taşıdığı ve psikanaliz tekniğinde geriye dönüşün (regresyon) ilgili kural dolayısıyla ihmale uğramasının bilimsel bakımdan ne büyük bir gerilemeye yol açtığı, bu örnekten anlaşılacaktır.
Breuer’le aramdaki ilk görüş ayrılığı, isterinin gizli mekanizmasının belirlenmesi sorununda açığa vurdu kendini. Breuer, ilgili konuda bir bakıma hâlâ fizyolojik denebilecek bir kurama eğilim duyuyor, isterililerdeki ruhsal bölünmeyi değişik ruhsal durumlar, o zamanki deyimiyle değişik bilinç durumları arasındaki iletişim olanağının yitimiyle açıklamak istiyordu; dolayısıyla «ipnoid» durumlar kuramını ortaya atmıştı ki, bu kurama göre ipnoid bilinç durumların ürünleri tıpkı özümlenmemiş yabancı cisimler gibi «ayık bilinç» içine uzanmaktaydı. Bense işi pek onun kadar bilimsel açıdan ele almıyor, isterik durumlarda boyuna günlük yaşamdakine benzer eğilim ve yönelimler buluyor, ruhsal bölünmeye ise bir itip uzaklaştırma olayının ürünü diye bakıyordum, ilgili olaya da o zamanlar «savunu» adını vermiştim, sonradan «geriye itim» demeye başladım. Gerek Breuer’inki, gerek benimki, her iki görüşün de bir arada varlığını sürdürmesine ses çıkarmadım; ama bu çabam uzun ömürlü olmadı, deneyimler hep bir tek görüşün, yani benim görüşümün haklılığını ortaya koydu; dolayısıyla, pek kısa bir süre sonra Breuer’in «ipnoid» kuramıyla, benim «savunu» öğretim birbirine karşıt bir durum aldı.
Ama aramızdaki ilişkilerin çok geçmeden kesilmesinde bu karşıtlığın bir rol oynamadığına yüzde yüz eminim. Birbirimizden kopuşumuzun nedeni daha derinlerde saklı yatıyordu. Gelgelelim öyle olmuştu ki, başlangıçta ilgili kopmayı neye bağlayacağımı bilememiş, ancak sonradan elimdeki güvenilir ipuçlanna dayanarak bunu açıklayabilmiştim. Breuer’in, o ünlü ilk hastasıyla ilgili olarak, cinselliğin hastada şaşılacak ölçüde gelişmemiş durum gösterdiğini ve kızın o zengin hastalık tablosuna asla bir katkıda bulunmadığını söylediği anımsanacaktır sanırım. Her vakit hayret ettiğim bir şey varsa, bana cephe alanların Breuer’ in bu sözlerini, nevrozların cinsel nedenlere dayandığı yolunda benim ileri sürdüğüm savın karşısına nasü olup çıkarmadıklarıdır. Onların bu davranışını bir saygı eseri mi, yoksa bir dikkatsizlik sonucu mu görmem gerektiğine bugün bile karar verebilmiş değilim. Breuer’in hastasına ilişkin hastalık öyküsünü (anamnez), son yirmi yılın kazandırdığı psikanalitik deneyimlerin ışığı altında yeniden okuyan kimse, yılanlar, kaslarda kasılıp kalmalar, kolda felçlerle kendini açığa vuran simge dilini anlamada yanılgıya kapılmayacak, hasta babanın yatağının başındaki durumu dikkate alıp ilgili belirtileri gereği gibi yorumlayabilecek ve cinselliğin kızın ruh yaşamında oynadığı role ilişkin olarak sonunda vereceği yargı, kızı tedavi eden Breuer’in yargısına hayli uzak düşecektir. Hastasının tedavisinde Breuer, bizim aktarım» (transfert) diye nitelediğimiz olayın ta kendisi sayılabilecek alabildiğine yoğun telkinsel bir rapport’a başvurmuştu. Bazı zorlayıcı nedenlerin beni sürüklediği kanıya göre, Breuer, hastasındaki semptomları ortadan kaldırdıktan sonra ilgili aktarımın cinsel nitelik taşıdığım, kendini bu kez açığa vuran bazı yeni belirtiler dolayısıyla ister istemez görmüş, ancak belirtilerdeki genellik dikkatinden kaçmış, dolayısıyla tedavi sürecinin bu evresinde sanki bir «untoward ivent»* karşısında ne yapacağını şaşırmış gibi araştırı ve incelemelerini yanda kesmişti. Kendisi ilgili konuda doğrudan bir açıklamada bulunmamasına karşın, böyle bir düşünceye kapılmamı haklı göstermeye yetecek ipuçlarını çeşitli zamanlarda vermişti bana. Sonradan ben, nevrozların oluşumunda cinselliğin önemini daha bir kesin savunmaya kalkınca, ilk tepkiyi Breuer gösterdi; ileride kendilerine enikonu aşinalık kazandığım bu tepkilerin, benim artık bozulmaz bir yazgım sayılacağını henüz o zamanlar anlayamamıştım.
Bütün nevrozların tedavisinde ne hastanın, ne’hekimin doğmasını arzuladığı sevgi ya da düşmanlık dolu kaba cinsel (Tatsız olay. (Ç.N.) karakterde bir «aktarım» ile karşılaşılması, bana nevrozlara yol açan nedenlerin her vakit cinsel yaşamda aranması gerektiğinin sarsılmaz kanıtı gibi göründü. Bu konu üzerine hâlâ yeterli bir ciddiyetle kimse eğilmiş değildir; çünkü öyle olsa, araştırmacılar için söz konusu aktarımın gerçekliğini benimsemekten başka çıkar yol kalmazdı. Bense aktarım’a psikanaliz çalışmalarının özel başarıları dışında, hatta onların da üzerinde her vakit kesin önem taşıyan bir gözle baktım.
Nevrozların cinsel nedenlere dayandığı savımın dost bildiğim üç beş kişi arasında da iyi karşılanmamasmın —çok. geçmeden olumsuz bir hava esmeye başlamıştı çevremde— yol açtığı üzüntü nedeniyle beni avutan bir şey varsa, yeni ve özgün bir düşünce uğrunda savaşa atılmamdı. Ne var ki, günün birinde bazı anımsamalar bir araya gelerek böyle bir avuntudan yoksun bıraktı beni; ama buna karşılık ilgili gerçeğin nasıl bulgulandığım ve bu bilgiye nasıl ulaşıldığını pek güzel görüp kavramamı sağladı. Varlığından sorumlu tutulduğum düşünce asla bende doğmuş değildi;; Breuer’in kendisi, sonra Charcot ve Viyana’daki hekimlerin belki de en üstünü sayılacak üniversitemizin jinekologu Chrobak olmak üzere, görüşlerine alabildiğine saygı beslediğim üç kişi tarafından bana iletilmişti. Adı geçen üç kişi beni öylesine derin bir görüşün sahibi kılmışlardı ki, kendileri doğrusu böyle bir görüşten yoksundu. Bunlardan ikisi, bana bir zaman söylediklerini sonradan kendilerine animsatmak istediğimde yadsıma yoluna saptı. Üçüncülerine, yani Üstat Charcot’ya gelince: belki kendisini sonradan yeniden görmem kısmet olsaydı, o da aynı yola başvuracaktı. Ama her üçünün ağzından çıkıp benim henüz içyüzünü kavrayamadan benimsediğim birbirine özdeş açıklamalar yıllar boyu uyuklayıp kaldı içimde ve günlerden bir gün özgün bir düşünce kimliğiyle dünyaya gözlerini açtı. Hastanede hekimliğe yeni başlamıştım; bir gün kentte bir gezintiye çıkıyordu, beni de yanına aldı Breuer. Yolda giderken ileriden bir adam yaklaşarak kendisiyle konuşmak istediğini, söyleyeceklerinin pek önem taşıdığını belirtti. Ben geride kaldın. Adamla konuşması bitince, Breuer dönüp geldi ve kendisine özgü,o nazik öğretici edayla, adamın bir hastasının kocası olduğunu ve karısıyla ilgili bir haber getirdiğini açıkladı. Sonra hasta kadının eş dost arasında pek acayip davranışlarda bulunduğunu, dolayısıyla sinir haspası diye görülüp tedavi edilmek üzere kendisine yollandığım ekledi ve *Alkoven’in sırlan* diyerek konuşmasına son verdi. Ben şaşırmış, bununla ne anlatmak istediğini sordum. O ise, benim bunu işitilmemiş bir şey gibi karşılamamı anlamadığı için, Alkoven’in («evlilik döşeği») anlamına geldiğini açıkladı.
Bundan birkaç yıl sonra, Charcot’nun konuklarını kabul ettiği akşamların birindeydi. Sayın Üstadın yakınında bulunuyordum; Brouardel’e,7 o gün muayenehanesinde karşılaştığı pek ilginç bir olayı anlatıyordu. Başını pek iyi duymamıştım, ama anlatılanlar giderek beni ilgilendirdi. ¦Çok uzaktan, Ortadoğu’dan gelmiş genç bir çift söz konusuydu; kadın ağır hasta, erkek ise iktidarsız ya da cinsel birleşmede beceriksiz biriydi. Tâchez done* sözlerini tekrarladığını işittim Charcot’nun, arkadan şöyle dedi: Je vous assure, vous y arriverez.»** Charcot’dan daha alçak sesle konuşan Brouardel, söz konusu koşullarda kadında ilgili belirtilerin görülmesinden ötürü şaşkınlığını belirtmiş olmalıydı ki, Charcot’nun dudaklarından ansızın büyük bir canlılıkla şu sözler döküldü:  (Sizi temin ederim başaracaksınız. (Ç.N.) Mais dans des cas pareils e’est toujours la chose gânitale, toufours… toujours… tou/ours.»*** Bu arada üstat ellerini karnının önünde kenetleyip kendine özgü o zindeliğiyle birkaç kez çabuk çabuk gidip geldi. Kâlâ anımsarım, bir an beni adeta her türlü devinimden alıkoyan bir şaşkınlığa kapıldım, peki Üstat bunu “biliyor da neden hiç açığa vurmuyor? diye sordum kendi : kendime. Ama ilgili olayın bende bıraktığı izlenim çok geçmeden silinip gitti; beyin anatomisine yönelik çalışmalar ve isteri felçlerinin’ deneysel yoldan ortaya çıkarılması konusu, bütün ilgimi üzerine çekmişti.
Bir yıl sonra sinir hastalıkları eylemsiz doçenti olarak Viyana’da hekimliğe başladım; nevrozların oluşumu konusunda, kendisine umutla bakılan bir akademi mensubunda
Gayret ediniz kuzum. (Ç.N.)
Ama bu gibi durumların nedeni her zaman dnsellik, her zaman… her zaman… (Ç.N.)
aranacak bir bilgiyle donanmış değildim. Bir gün Chrobakt bana telefon edip, bir kadın hastasının tedavisini üzerimealmamı rica etti, üniversitede yüklendiği öğretim görevinin kendisine hasta için ayıracak zaman bırakmadığını bildirdi. Hemen yola koyularak, Chrobak’tan önce hastanın yanına vardım ve onun anlamsız korku nöbetleri geçirdiğini,, ancak günün her saati hekiminin bulunduğu yer tastamam kendisine bildirildiği zaman nöbetlerde bir yatışma sağlanabildiğini öğrendim. Daha sonra Chrobak gelince beni bir kenara çekti ve hastasındaki korku nöbetlerine, on sekiz, yıllık bir evliliğe karşın kadının hâlâ virgo intaçta* olmasının yol açtığını açıkladı. Kadının kocasının tam bir cinsel iktidarsızlığından ve böylesi durumlarda hekime karı koca arasındaki uyumsuzluğun faturasını kendi saygınlığıyla ödemekten ve sağda solda omuz silkilerek hakkında söylenecek: «Onun da bir şeyden anladığı yok, anlasa kaç yıldır iyi ederdi kadıncağızı» gibi sözleri sineye çekmekten başka yapacak şey kalmadığını belirtti. «Bu gibi rahatsızlıklar için yazılacak reçete bizce malum ama yazılmaz», dedi, arkadan reçeteyi söyledi:
Rp. Penis normalis dosim Repetatur!
Ben, böyle bir reçete işitmemiştim hiç. Velinimetimin buince alayına başımı sallayıp geçmek istemiştim doğrusu.
Hani adı kötüye çıkmış cinsellik düşüncesinin yüce kaynaklarını, ilgili düşüncenin sorumluluğunu başkalarının üzerine yıkmak istediğim için açığa vurmuş değilim. Bu düşünceyi bir ya da birkaç kez nükteli bir söz kılığında dile getirmekle üzerine ciddi bir tutumla eğilmenin, gereği gibi üzerinde durmanın, onu tutup kendisine karşı çıkan tüm ayrıntılar içinden geçirmenin ve benimsenmiş doğrular arasında onu hakettiği yere oturtmanın birbirinin aynı şeyler sayılmayacağını biliyorum. Bütün ödev ve güçlükleriyle tam bir evlilik ve kolayından bir flört gibi birbirinden ayrı şeylerdir her ikisi. Hiç değilse Fransızca’da kullanılan bir deyim vardır: Epouser les idges de…**
Bakire. (Ç.N.) — in düşüncesiyle evlilik. (Ç.N.)
Çalışmalarımın katartik yönteme eklenerek onu psikanalize dönüştüren birçok öğesi arasında geriye itim (refoulement) ve karşıkoyma (resistance) öğretisi, çocuk cinselliğinin benimsenmesi, bilinçdışım tanımak için düşlerin yorumlanması başta geliyor.
Geriye itim öğretisinde kuşkusuz bağımsız bir çalışma izledim; beni ilgili öğretiye yaklaştıran, onu bulmama yardım eden bir dış etki olmadı; geriye itim düşüncesine uzun süre orijinal bir gözle baktım; ancak günlerden bir gün, Otto Iiank.» bana filozof Schopenhauer’in Welt als Wille und Volstellung adlı yapıtında cinnetin açıklanmaya çalışıldığı yeri gösterince iş değişti. İlgili yerde gerçeğin hoşa .gitmeyen bir parçasını kabule karşı direniş üstüne söylenenler, benim geriye itim deyimindeki içerikle o kadar eksiksiz çakışıyordu ki, yine pek fazla okuyan bir kimse olmadığım için bir bulgulamayı gerçekleştirebildiğimi anladım. Oysa söz konusu yeri başkaları okumuş, üzerinde durmayıp geçmiş, böyle bir bulgulamayı gerçekleştirememişlerdi. Önceki yıllarda felsefi yapıtları okumaktan daha çok zevk alsaydjm, belki aynı soy benim de başıma gelecekti. Ayrıca, ileride Nietzsche’nin yapıtlarını okumanın hazzmdan da kendimi bilerek uzak tutmuş, kafamda birtakım önbekleyişlerin gelişerek psikanalitik gözlemlerin değerlendirilmesinde bana ayak bağı olmasını istememiştim. Ama buna karşılık, o zahmetli psikanaliz araştırmalarının, filozoflarca sezgisel yoldan elo geçirilmiş gerçekleri doğrulamaktan öteye gitmediği sık görülen durumlarda, öncelik iddiasından vazgeçmeye ister istemez hep hazırlıklı bulundum ve bulunmaktayım.
Geriye itim öğretisi, psikanalizi taşıyan temel direktir; öte yandan psikanalizin en önemli parçasıdır ve nevrozların ipnotizmaya başvurulmaksızın yapılacak ruhçözümsel sağaltımında her zaman karşılaşılacak bir durumun kuramsal yoldan dile getirilişinden başka bir şey değildir. Nevrozlulann ipnotizmasız psikanalizinde, hastada bir karşıkoymanın kendini açığa vurduğu görülür; karşıkoyma, psikanaliz çalışmasını engeller ve onu başarısızlığa uğratmak için hastanın anımsama zincirinde boşluklar yaratır. Hasta üzerinde ipnotizmanın uygulanması ise söz konusu karşıkoymayı yalnızca maskeler; dolayısıyla, psikanalizin tarihi, nerozluların sağaltımında uygulanan yöntemde bir değişikliğe gidilerek ipnotizmadan el çekilmesiyle başlar. Karşıkoymanın anımsamada boşluklarla birlikte görülmesine yönelik kuramsal çalışmalar, bizi bilinçsiz bir ruhsal yaşamın varlığı görüşünü ister istemez benimsemeye zorlamıştır; bu görüş, psikanalize özgüdür ve bilinçdışı üzerindeki filozofik spekülasyonlardan belirgin olarak ayrılır. Dolayısıyla, psikanalitik kuram, nevrozlulardaki hastalık belirtilerinin geriye doğru izlenip nedenlerinin ele geçirilmeye çalışılması sırasında karşılaşılan beklenmedik iki olayı, aktarım ile karşıkoyma’yı açıklama denemesidir. Bu iki olayın gerçekliğini benimseyen ve kendisine çıkış noktası yapan her araştırmayı, benimkilerden ayrı sonuçlara varsa bile psikanalitik diye nitelendirebiliriz. Ama bu iki önkoşuldan sapma gösterip işin başka yanlarına el atan bir kişi kendine psikanalist demekte ayak direrse, öykünme yoluyla yabancı bir mülke sahip çıkmak istediği suçlamasından yakasını bir türlü kurtaramayacaktır.
Geriye itim ve karşıkoyma öğretisini psikanalizin verileri değil de önkoşulları arasına katmak isteyenler, beni bütün .gücümle karşılarında bulacaktır. Genel psikolojik ve biyolojik nitelikte bu gibi önkoşullar vardır ve bir başka zaman bunlardan söz açmak daha yerinde olur. Ancak, geriye itim öğretisi psikanaliz çalışmalarıyla elde edilmiş bir kazanç, sayılamayacak kadar çok deneyimler sonucunda yasal yoldan ele geçirilmiş kuramsal bir basandır.
Çok daha sonraları ele geçirilen bir başka başarı da, çocuk cinselliği deyiminin psikanaliz tarafından ortaya atılışıdır. Psikanaliz çalışmalarının henüz el yordamıyla ilerlemeye çabaladığı İlk yıllarda sözü edilmeyen bir deyimdi, bu. Çocuk cinselliği konusunda ilk dikkati çeken şey, aktüel yaşantılardaki etki gücünün geçmişe bağlanması zorunluğu olmuştu. Ancak «arayan, bulmayı dilediğinden çokluk fazlasını ele geçirmekteydi.» Giderek geçmişin daha çok derinliklerine dalınmış, sonunda buluğ çağına ulaşılarak cinsel içtepilerin bu geleneksel uyanış döneminde karar kılınacağı umulmuştu. Ama boşuna bir umuttu bu; izlenen izler daha gerilere, çocukluğa ve çocukluğun da ilk yıllarına doğru uzanıp gitmişti. Bu yolda ilerlenirken, psikanaliz gibi körpe bir bilimi adeta uçuruma sürükleyecek bir yanılgıdan kurtulmak gereğiyle karşılaşılmıştı, ü zamana kadar isteri konusunda Charcot’nun ortaya attığı travma kuramının etkisiyle hastaların anlattıklarını gerçek sayıp etiyolojik (nedensel) bakımdan önemli görmeye daha çok eğilim gösterilmekteydi. Hastalar ise, kendilerindeki belirtileri ilk çocukluktaki pasif cinsel yaşantılara, yani kaba bir deyişle baştan çıkarılıp ayartılmalara bağlıyordu. Adı geçen etiyolojik görüş pek akla yakın gelmediği, ikincisi kesinlikle saptanan durumlara uygun düşmediği için yıkılıp gidince, bunun yol açtığı başLca sonuç tam bir çaresizlik oldu. Psikanaliz, gereği gibi bir yol izleyerek çocukluktaki sözü edilen travmalara kadar uzanmış, bunların uydurma olduğunu kanıtlamıştı, yani ayaklar altındaki gerçeklik zemini yitirilmişti. Benden önce Breuer’in o hoşlanmadığı durumla karşılaşmasındaki gibi, içimden çalışmaları yüzüstü bırakmak geçmemiş değildi hani. Ama direnip çalışmaları sürdürdümse, belki de benim için yapılacak başka şey olmad ğındandı. Sonunda aklımı baş;ma toparlayıp şöyle düşündüm: İnsan bir çalışmadan belli bazı sonuçlar bekler de bekledikleri çıkmayıp düş kırıklığına uğrarsa, cesaretini yitirmeye hakkı yoktur; yapacağı şey, beklediği sonuçlarda bir düzeltmeye gitmektir. Eğer isterililer hastalık belirtilerini kafalarından uydurdukları birtakım travmalara bağlıyorsa, buradan çıkarılacak yeni gerçek şu olabilirdi: Demek ki söz konusu yaşantıları sayıklıyorlardı. Böyle olunca, ruhsal gerçeğe pratikteki gerçeğin yanı sıra değer vermek, bu gerçeğin üzerine eğilmek gerekirdi. Çok geçmeden de bir nokta açıklığa kavuştu: İlgili sayıklamaların amacı ilk çocukluk yıllarındaki bensevisel (otoerotik) etkinliği gizlemek, ayıp ve utancını örtmek ve ona daha bir yücelik kazandırmaktı. Sayıklamaların ötesine geçildi mi, çocukluktaki cinsel yaşam bütün boyutlarıyla kendini belli ediyordu.
İlk çocukluk yıllarına ilişkin cinsel yaşamda, çocukların doğarken dünyaya birlikte getirdikleri bünyesel özellikler de rol oynamaktaydı. Bünyesel yatkınlıklar, hiç bir olağanüstülüğü bulunmayıp genelde etkileyici bir güçten yoksun kalacak yaşantılara fiksasyon gücünü içeren kamçılayıcı travmalar niteliğim kazandırıyor, beri yandan bireyin yaşantıları normalde uzun süre uyuklayıp kalacak, belki de hiç bir zaman gelişme olanağı bulamayacak bünyesel etkenleri uykusundan uyandırıyor, böylelikle yatkınlık ve yaşantı bir araya gelerek nedensel (etiyolojik) bakımdan kopmaz bir bütün kimliğiyle kendini açığa vuruyordu. Baza olağanüstü yaşantıların, yani travmaların ortaya çıkışında çocuktaki cinsel bünyenin uyarıcı rol oynadığını ileri sürerek, travmatik etiyoloji konusundaki son sözü 1907’de Abraham’m söylediğini burada belirtmek isterim.
Çocuk cinselliği konusunda benim ortaya attığım görüşler, hemen yalnız erişkinler üzerinde yapılıp geriye doğru bir yön izleyerek geçmişin derinliğine dalan psikanaliz çalış malarının verilerine dayanmaktaydı; henüz fırsat bulup çocuklar üzerinde doğrudan gözlemleri gerçekleştirememiştim. Bu yüzden, pek küçük çocuklar üzerinde yıllar sonra .giriştiğim dolaysız gözlemlerin, yıllar önce büyükler üzerindeki çalışmalarla vardığım sonuçlardan büyük bir bölümünü doğruladığını görmek, benim için eşsiz bir zafer oldu. Ama ele geçirdiğim başarılı sonuçlardan ötürü aslında utanmam gerekiyormuş gibi, söz konusu zafer giderek önemini yitirdi. Çocuklar üzerindeki psikanalitik gözlemlere daldıkça, çocuk cinselliği o kadar daha doğal nitelik kazanıyor, beri yandan bu gerçeği görmezden gelmek için şimdiye kadar ne çok çaba harcandığım düşünmek insana o ölçüde garip görünüyordu.
Ancak bir çocuk cinselliğinin varlığı ve önemine kesinlikle inanılmak isteniyorsa, psikanaliz tedavisinde tutulan yolu izlemek, nevrozlardaki belirti ve özelliklerden kalkarak geriye doğru yol almak ve en son kaynaklara ulaşmak gerekir. Bu kaynaklar, söz konusu belirti ve özelliklerden hangilerinin açıklığa kavuşturulabileceğini, hangilerinde bir değişikliğe gidilebileceğini bize gösterir. Kısa bir süre önce C. G. Jung’un yaptığı gibi, ilkin çocuktaki cinsel içgüdünün karakteriyle ilgili kuramsal bir görüş geliştirilip ortaya konur da, bu görüşten yola çıkılarak çocuğun cinsel yaşamı kavranılmak istenirse, daha değişik sonuçlara varılmasının şaşılacak yanı kalmaz kuşkusuz. Önceden hazırlanan böyle bir görüş, sapa düşünceler göz önünde tutularak ya da keyfi bir yol izlenerek belirlenmiş olmak gibi bir nitelik taşıyacak ve uygulanmak istenilen alana uygun düşmemek gibi bir sakıncayı içerecektir. Elbet psikanaliz de, cinsellik ve cinselliğin kişinin tüm yaşamıyla ilişkisi bakımından henüz çözümleyemediği birtakım sorunlarla karşı karşıyadır, birtakım karanlık noktalara gelip dayanmıştır. Ne var ki, bunlar kurgusal düşüncelerle (spekülasyon) ortadan silinip atılamaz; yapılacak daha başka gözlemler ya da daha başka alanlarda girişilecek inceleme ve araştırmalarla bir çözüme ulaştırıuncaya kadar varlıklarını sürdürmeleri yerinde olur.
Şimdi sözü uzatmadan düş yorumuna geçeceğim. İçimdeki belli belirsiz bir sezginin ardından giderek psikanaliz tekniğinde bir değişikliğe başvurup ipnotizmanın yerine serbest çağrışımı geçirdikten sonra, düş yorumu bu konudaki çabalarımın ilk meyvası oldu. Hani bilip öğrenme merakun, hiç de işin başından beri düşleri anlamaya yönelik değiidi. Beni etkileyerek ilgimi bu alana çeken, bu alandaki çalışmalarda başarı elde edeceğim umudunu bana veren bir şeyle karşılaşmamıştım. Breuer’le ilişkilerimizin kesilmesinden önce, kendisine bundan böyle düşleri yorumlayabildiğimi bir tek cümleyle açıklayabilecek zaman bulabilmiştim ancak. Yorum tekniğini ele geçirmenin böyle bir tarihçeye dayanmasından ötürü düş dilindeki simgeler en son kavrayabildiğim şeyler olmuştu, çünkü düşü görenin çağrışımlarının simgelerin anlaşılmasına fazla bir yardımı dokunmamaktaydı. İlkin olayların kendilerini incelemek, ancak sonradan kitaplara bir göz atmak alışkanlığım elden bırakmadığım için, düş simgelerini kesinlikle ele geçirdikten sonradır ki, Scherner’in9 bir yazısında ilgili simgelerin söz korusu edildiğini gördüm. Düşteki simgesel dışavurumu ancak daha sonradan fırsat bulup ele alabildim; bu da, başlangıçta pek değerli çalışmalarla kendini gösteren, ama ileride işi büsbütün tavsatan W. Stekel’in etkisiyle oldu biraz. Psikanalitik düş yorumuyla bir zaman pek el üstünde tutulan antik düş yorumu arasında sıkı bir ilişkinin varlığını ancak çok yıllar sonra gördüm. Benim düş kurammdaki kendine en özgü ve en önemli parçaya, yani düşlerdeki biçim değişturnelerin bir iç çatışmadan kaynaklandığı, dürüstlükle bağdaşmayacak içsel bir yönelimden ileri geldiği görüşüne, tıbba yabancı, ama felsefeye aşina biri olan ünlü mühendis J. Popper’in Lynkeus takma adıyla 1899’da yazdığı Phantasien eines Realisten (Bir Gerçekçinin Sayıklamaları) adlı yapıtında yeniden rastladım.
Psikanaliz çalışmalarının o ilk çetin yıllarında nevrozların karşıma çıkardığı hem teknik, hem klinik, hem de sağaltımsal (tedaviye yönelik) sorunların aynı zamanda üstesinden gelmem gerekip, büsbütün tek başıma uğraşmak zorunda kalarak güçlüklerin karmaşası içinde çokluk yolumu şaşırmaktan ve özgüven duygumu yitirmekten korktuğum bir sıra, düş yorumu benim için bir avuntu kaynağı ve tutunacağım bir dal olmuştur. Bir nevrozun psikanalizle anlaşılabileceği konusunda ileri sürdüğüm varsayımın doğruluğunu hasta üzerinde görebilmem için çok vakit, insanın sabrını taşıracak kadar uzun süre beklemem gerekiyordu; oysa hastalık belirtilerinin bir eşi gözüyle bakılabilecek düşlerde ilgili varsayımın hemen her vakit hiç yaşmaksızın doğrulandığını görüyordum.
Ancak elde ettiğim bu başarılardır ki, bana yılmadan sabretme gücünü verdi, psikoloji alanında çalışan bir araştırmacının kavrayış yeteneğini, düş yorumuna karşı takındığı tutumla ölçmek gibi bir alışkanlığın içimde doğup gelişmesine yol açtı; psikanalize karşı çıkanlardan çoğunun kısaca bu bölgeye ayak atmaktan çekindiğini ya da böyle bir şeye kalkıştığında alabildiğine beceriksiz davrandığını gözlemlemek bir memnunluk salıyordu içime. Zorunluğuna çok geçmeden inandığım kendimi psikanalizden geçirme işini, çocukluk yıllarımın tüm olayları içinden vurup giden bir dizi düşe dayanarak gerçekleştirdim. Hatta bugün bile doğru dürüst düş gören ve fazla anormalliği içermeyen kimselerde bu çeşit bir psikanalizin amaca elvereceği kanısındayım10. Psikanalizin tarihçesini böylece alıp göz önüne sermekle, sanıyorum onun içyüzünü sistematik anlatımlardan daha iyi ortaya koydum. Doğrusu buluşlarımın özel bir nitelik taşıdığını ilkin farketmemiştim. Hekim olarak çevremde yavaş yavaş uyandırdığım sempatiyi ve sinir hastalarının muayenehaneme akın akın gelmesinin sağladığı maddi kazancı gözden çıkararak, nevrozların cinsel kökenlerini hiç şaşmaksızm araştırıp inceliyordum. Bu çalışmalar sonucu, kanımca cinsel etkenin pratikteki önemini kesinlikle saptamamı sağlayan epey bilgi ve deneyim edindim. Başıma geleceklerden habersiz V. KrafftEbing’in başkanlığındaki Nörologlar Derneği’nde bir konuşma yaptım;11 meslekdaşlarımm konuşmamla şahsıma gösterecekleri ilgi ve takdirin, kendi gönül rızamla üstlendiğim maddi kayıpların acısını bana unutturacağını sanıyordum. Duygusallıktan uzak bir şekilde ele alınması gereken bilimsel katkılar gibi söz açtım bulgulamalarımdan; karşımdakilerin de benim gibi davranacakların umuyordum. Ne var ki, konuşmamın arkasından başgösteren sessizlik, çevremde oluşan boşluk, şans ma karşı yöneltilen kinayeli sözler, nevrozların etiyoloj isinde cinselliğin rolüyle ilgili olarak öne sürülecek savların, başka bildiriler gibi karşılanmasının umulamayacağını yavaş yavaş anlatmıştı bana. Bundan böyle, Hebbel’in bir deyişiyle «uyuklayan dünyayı sarsıp uyand’rinaya çalışanlar» arasına karıştığımı, dolayısıyla çevremden tarafsızlık ve hoşgörü bekleyemeyeceğimi kavradım. Ama gözlemlerimde ve bunlardan çıkardığım sonuçlarda ortalama bir doğruluk derecesinin varl’ğına inancım giderek sağlamlaştı. Ayrıca, kendi yargı gücüme karşı güvenim azımsanacak gibi değildi ve moralim hayli düzgündü. Dolayısıyla, içinde bulunduğum durumdan başarıyla sıyrılıp çkaçağım kuşkusuzdu. Pek önemli birtakım gerçekleri bulgulama şansının kendisine bağışlandığı bir kimse sayılacağım inancını kafama yerleştirmiştim ve ilgili buluşların bir alınyazısı gibi karşıma çıkaracağı tatsız sonuçları da yüklenmeye haz!rdım.
Geleceği ise şöyle tasarlıyordum: Yeni yöntemin tedavi alanında sağlayacağı başarılarla belki kendimi ayakta tutabilecektim, ama hayattayken bilim dünyası beni umursamayacaktı. Derken aradan birçok yıl geçip bir başkası çıkacak, şimdiki zamanın uygun görmediği gerçekleri şaşmaz bir tutumla bulgulayıp yeniden ortaya koyacak, bunları çevresine benimsetecek ve beni ilgili alanda ister istemez yenilgiye uğrayan bir öncü kimliğiyle elimden tutarak şerefli bir mevkiye oturtacaktı. Beri yandan, bir Robinson gibi yalnız adamda günlerimi elden geldiğince rahat geçirmeye bakıyordum. Şimdi içinde yaşadığım zamanın çapraşık sorunlan ve sıkıntılarından başımı çevirip geriye bir göz atınca, bana öyle geliyor ki kahramanlık kokan nefis bir dönemdi bu; splendid isolation* birtakım üstünlükler ve çekiciliklerden yoksun değildi. Literatür izlemem, konu üzerinde doğru dürüst bilgisi bulunmayan psikanaliz düşmanlarının söylediklerine kulak vermem gerekmiyor, hiç bir etki altında kalmayıp beni belli bir yöne itmeye çalışacak hiç bir gücün varlığını üzerimde hissetmiyordum. İçimdeki kurgusal eğilimleri (spekülasyon) baskı altında tutmayı ve Üstat Charcot’nun bir öğüdüne uyarak, kendiliklerinden bana bir şey söyleyene kadar üzerlerine eğildiğim konulan dönüp dolaşıp gözden geçirmeyi öğreniyordum. Yayınlayacak yer bulmakta biraz zahmet çektiğim yazılann her vakit bilgilerimin gerisinde kalmasın.n, bunların okuyucuların önüne çıkarılmasını dilediğim bir tarihe ertelemenin sakıncası yoktu; çünkü sağlamlığı su götürür bir «önceliği» savunma diye bir zorunluk benim için bulunmuyordu ortada. Örneğin Düş Yorumu’nu daha 1896 yılında kafamda ana hatlarıyla geliştirmişken, ancak 1899 yılında yazmaya başladım. Dora’nın tedavisi 1900 yılında sona ermiş, bunu izleyen iki hafta gibi bir sürede hastalık öyküsünü kaleme almışt m; ama kaleme alman öykü ancak 1905’te yayınlandı Bu arada tıp literatüründe yazdıklarım üzerinde pek durulmuyor, nasılsa böyle bir yola gidildiği zaman alay ya da acmakli bir yukarıdan bakışla yergi konusu yapılıyordu. Kimi vakit* meslekdaşlardan biri, yayınladığı bir eleştiride kaçık, aşın, pek acayip gibi çok kısa ve hiç. de hoşa gidecek yanı bulunmayan birkaç laf ediyordu hakk’mda Bir ara, sömestrelerde derslerimi verdiğim klinikte çalışan bir asistan, derslere katılmak için benden izin istedi, büyük bir dikkat ve ilgiyle dinledi derslerimi. Son dersten sonra klinikten ç’kmış gidiyordum ki yanıma geldi, bana yolda biraz eşlik etmek üzere müsaademi rica etti. Bu yürüyüş sırasmr da, savunduğum öğreti aleyhinde bir kitap yazdığını, klinik direktörünün de bundan haberi olduğunu, ancak dinlediği derslerden sonra öğretimi doğru dürüst anlayabildiğini, dolaysıyla böyle davrandığına üzüldüğünü belirtti, «derslerinizi dinleme fırsatını daha önce elde etseydim, kitaptaki
* Dört başı mamur yalnızlık. Ç.N.)
birçok yeri başka türlü kaleme alırdım» gibi bir açıklamada bulundu. Gerçi kitabını yazmadan, Düş Yorumu’nu okuması gerekip gerekmediğini klinikte soruşturmamış değildi; ama zahmete değmez diyerek kendisini bundan vazgeçir* meye çalışmışlardı. Bir ara asistan bey benim öğretinin oluşturduğu yapıyı, şimdi anladığı kadarınca, iç sağlamlığı bakımından Katolik kilisesine benzetti. Hani ruhunun esenliği bakımından, bu benzetmesi dilerim biraz takdir duygusunu içeriyor olsun. Ama sonunda iş işten geçtiğini, kitabında artık bir değişikliğe gidemeyeceğini, çünkü çoktan basıldığını söyledi. Bu meslekdaşım sonradan psikanaliz konusundaki düşüncesinin değiştiğini çevresine duyurmayı gerekli bulmaması bir yana, sürekli muhabirliğini yaptığı bir tıp dergisine psikanalizin kaydettiği ilerlemelere ilişkin hep alaylı yazılar döşendi.
Kişisel alınganlığım, o yıllar benim yaranma körlenip keskinliğini yitirdi. Yaİnız bırakılmış bütün kâşiflerin imdadına yetiştiği söylenemeyecek bir durum karşıma çıkarak, ,beni bir kızgınlığa kapılmaktan da alıkoymuştu; çünkü böyle yalnızlığa itilmiş biri genellikle kendini kahredip durarak, çağdaşlarının şahsına ilgisizliğinin ya da şahsından yüz çevirişinin nereden kaynaklandığını araştırır, bunu inançlarının sağlamlığına yöneltilmiş can sıkıcı bir itiraz görür. Oysa ben böyle bir yola sapmak gereğini duymadım; çünkü psikanalitik öğreti, bana çevrenin davranışını psikanalizin temel varsayımlarına dayanarak açıklama olanağını veriyordu. Tarafımdan ele geçirilen gerçeklerin birtakım duygusal karşıkoymalarla hastaların bilinçlerinden uzakta tutulduğu varsayımı doğruysa, bilinçdışma ittikleri nesneler getirilip gözleri önüne konduğu zaman aynı karşıkoymalara sağlamlarda da rastlanması doğaldı. İçlerinde oluşacak duygusal karşıkoymalan sağlamların birtakım ussal nedenlere dayandırmaya çalışmalarında şaşılacak bir taraf yoktu. Nitekim hastaların da ayni ölçüde sık olarak söz konusu davranışa başvurduğu görülmekteydi. İleri sürülen nedenler de —hani Falssatff’ın* bir deyişiyle nedenler böğürtlenler gibi harcıâlem şeylerdi— yine aynıydı, öyle parlak bir zekâ ese
I
Shakespeare’ln IV. Henry oyununun kahramanlarından. (Ç.N.) 200
ri de değillerdi. Arada bir aynm varsa, hastaların içlerindeki karşıkoymalan görüp yenmelerini sağlayacak bazı çarelerin elde bulunması, sözde sağlıklı kişilerde ise böyle bir şeyin söz konusu olmamasıydı. Karşılarına çıkarılan konular üzerine bu sağlıklılann serinkanlı, bilimseltarafsız bir tutumla eğilebilmeleri için nasıl davramlacağı henüz çözülmemiş bir sorundu; çözümünü en iyisi zamana bırakmak gerekiyordu. Başlangıçta salt itirazlara yol açmış bir savın bir süre sonra, yeni kanıtlar falan ileri sürülmeksizin kendiliğinden benimsendiği bilim tarihinde sık saptanabilen bir durumdu.
Psikanalizin savunuculuğunu tek başıma yaptığım bu yıllarda, dış dünyanın yargısına karşı bir saygının içimde uyanmış ya da düşünsel bir yumuşaklık eğiliminin içimde gelişmiş olmasını sanmm kimse benden beklemeyecektir.
II
1902’den başlayarak çevremde bir grup genç hekim toplandı;13 psikanalizi öğrenmek, uygulamak ve yaymak gibi açık ve belirgin bir amaçlan vardı. Psikanaliz tedavisinin olumlu sonucunu kendi üzerinde yaşayan bir meslekdaş, ilgili konuda öncülük etmişti. Belirli akşamlar benim evde bir araya geliniyor, bazı kurallar çerçevesi içinde konuşulup tartışılıyor, yadırgatıcı bir yenilik gösteren psikanaliz alanında bilgi ediniliyor ve daha başka kişilerin de aynı konuya ilgi göstermesine çalışılıyordu. Günün birinde, sanat okulunu bitirmiş biri elinde bir manüskriyle çıkageldi; yazı olağanüstü bir anlayış ve sezgiyle kaleme alınmıştı. Kendisine ön ayak olup dışandan sınavlara girerek liseyi bitirmesini, sonra da üniversiteye yazılıp psikanalizin hekimlik öğrenimini gerektirmeyen uygulama alanında çalışmasını sağladık. Böylece küçük derneğimiz hamarat ve güvenilir bir sekretere kavuşmuştu; Otto Rank14 adındaki bu sekreter, zamanla benim en vefalı bir yardımcım ve çalışma arkadaşım oldu. Dar çevremiz kısa sürede genişledi, ilerki yıllar topluluktaki eski yüzler kaybolup yerlerini yenileri aldı, eskileri gitti, yenileri geldi. Yetenek zenginliği ve çeşitliliği bakımından diyebilirim ki, topluluğumuzun herhangi bir klinikteki öğretim üyesi kadrosundan pek kalır yeri yoktu. Sonradan psikanaliz tarihinde hep hoşa giden roller olmasa bile pek önemli roller oynayan kişiler, daha baştan bu topluluk içinde bulunuyordu. Ancak, ilex ide böyle bir gelişimle karşılaşılacağı o zamanlar bilinemezdi kuşkusuz. Ortada memnunluk duymamam için bir neden yoktu ve şunu söyleyebilirim ki, bilgi ve deneyimlerimi karşımdakilere aktarmak için elimden geleni yaptnı. Ama hiç de iyiye yorumlanamayacak iki olay, sonunda bu çevreye karşı içimde bir yabancılaşmanın doğmasına yol açtı. Bunlardan birincisi, aynı çetin işi birlikte sırtlanan kimseler arasında esmesi gereken dostça anlaşma havasını bir türlü egemen kılamayışım, ikincisi ise ortak çalınma koşuilamıda koıay bir neden bulup patlak verebilen öncelik çekişmelerini önleyemeyisimdir. Bugünkü ayr.lıklardaıı bırço^uııun ortaya çıkmasını hazırlayan uygulamalı psikanaliz öğretimindeki büyük güçlükler, daha Viyana’daki üzel psikanaliz derneğinde kendini açığa vurmuştu. Bente, gelişimim tamamlamamış bir teknikle sürekli bir akış içindeki bir kuramı, belki birçok kişiyi yanlış yollara sürüklenmekten ve sonunda eğri yollara sapmaktan al.koyacak gibi cir otoriteyle karşımdakiiere sunmayı göze alamıyor, böyle bir girişimi sakıncalı buluyordum. Mkir işçilerinin özgürlüklerine kavuşup zamanında öğretmenlerinden bağımsız duruma ulaşması, psikolojik bakımdan memnunluk verici bir otayehr; ancak, böyle bir bağımsızlık, söz konusu işçilerin pek sık rastlanmayan bazı kişisel koşulları gerçekleştirebilmeleri durumunda yarar sağlayabilir. Özellikle psikanaliz, uzun süreli sıkı bir eğitimi, insanın öz varlığında bir disipline ulaşabilmesi için zorunlu bir eğitimi gerektirir. Psikanaliz gibi böyle horlanan ve hayır çıkmaz bir gözle bakılan bir alanda canla başla sürdürülen çalışmalardaki gözüpeklik dolayısıyladır ki, normalde hoşuma gitmeyen bazı durumları dernek üyelerinde görerek ses çıkarmadım. Ayrıca dernek yalnız hekimleri kapsamına almıyor, başka bilim adamlarını, yazarları, sanatçıları vb. de sinesinde barındırıyordu. Düş Yorumu ve Nükte gibi kitaplar, psikanaliz öğretilerinin yalnız tıp çevresiyle sınırlı kalmayacağını, ilgili öğretilerin manevi bilimlerin öbür değişik dallarına da uygulanabilirliğini daha baştan göz önüne sermekteydi15. 1907 den başlayarak durumda bütün tahminlerin tersine ansızın bir değişme başgösterdi. Psikanalizin büyük bir sessizlik içinde etkisini sürdürüp birçok kişinin ilgisini kazanarak kendisine hayli dost edindiği, hatta onu benimsemeye haz.r bilim adamlarının bulunduğu anlaşılmıştı. Daha epey önce Bleuler10 bana bir mektup yazarak, çalşmalanmın Burghölzli’de incelenip değerlendirilmekle olduğunu bildirmişti. 1907’de Zürih kliniğinden ilkin bir kişi, Dr. Eitingon17 Viyana’ya geldi, çok geçmeden bunu daha başka ziyaretler izledi ve arada yoğun bir düşünce alış verişinin gerçekleşmesi sağlandı. Sonunda, o vakitler burghölzli’de küçük bir memur olan C. G. Jung’un çağrısı üzerine 1908 bahannda Salzburg’ta ilk kez bir psikanalistler kongresi toplandı; psikanaliz taraftarları viyana dan, Salih’ten ve diğer yerlerden kalkıp gelerek kongreye katıldı, bu iik kongrenin meyvası, Bleuler’le benim 190ı* yılında Psikanalitik ve Psikopatolojik Araştırmalar Yıllığı, ilmiyle ç.karmaya başladığımız dergiydi; yazı işleri müdürlüğünü Jung üstlenmişti. Böylelikle, Viyana ve Zürih arasında skı bir işbirliği doğmuş oluyordu.

devamı>>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz