ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER ŞİİRLERİ: “BAŞINI OMZUMA YASLA/ GÖĞSÜMDE TAŞIYAYIM SENİ”

Söyle bana ey ölümün açıklayıcı pervanesi hangi yavru tek başına yiğittir hangi yangın bir başına söndürülür ah herkes susuyor hiç kimse bilmiyor içimin yangınını ah herkes mi susuyor kalbimi kalbine bağladım dostum ah herkes mi susuyor kalbi kalbimize benzeyen dostlar bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya hayatın ateş renkli kelebekleri bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için ah herkes mi susuyor

Arkadaş Zekai Özger 8 Ocak 1948 tarihinde Bursa’da doğdu. Ankara SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okudu. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nda kurgucu olarak çalıştı. 12 Mart döneminde ağır baskı ve işkencelere maruz kaldı. SBF polislerce basıldığı bir gün başına aldığı ağır darbelerin üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra 5 Mayıs 1973’de  beyin kanamasından sokakta ölü olarak bulundu. Arkadaşları Özgerin ölümünü o olayda başına aldığı  ağır darbelere bağladılar.

Dergi ve gazetelerde yayınlanan eserleri 1974 yılında “Şiirler” adlı bir kitapta toplandı Daha sonra aynı kitap Sevdadır adıyla Mayıs yayınlarınca Mayıs 1988’de tekrar yayınlandı. Şiirleri Forum, Soyut, Yansıma, Yeni Eylem ve Yordam gibi dergilerde yayımlandı. Başlangıçta verili ortamdaki egemen söylemlerin, özellikle ikinci yeni akımı esintisini duyumsatır şiirleri; yaşama bilincinin, topluma ve insana bakışının gelişimi ile birlikte toplumcu gerçekçi çizgide, lirik, kırgın ve buruk bir sesle, ama inatla umudunu haykıran, konuşma diline yaslanarak çarpıcı bir akışkanlık kazandıran imge örgüsü ile özgün şiirler yazdı. Şiir yazdığı yıllardaki üniversite ortamının da etkisiyle ölüm konusunu sık sık işledi.

AŞKLA SANA alnını dağ ateşiyle ısıtan yüzünü kanla yıkayan dostum senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül benim kalbimi harmanlayan isyan olsun şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik birgün benim elimde patlamaya sabırsız mavzer olsun başını omzuma yasla göğsümde taşıyayım seni gövdem gövdene can olsun söyle bana ey ölümün açıklayıcı pervanesi hangi yavru tek başına yiğittir hangi yangın bir başına söndürülür ah herkes susuyor hiçkimse bilmiyor içimin yangınını ah herkes mi susuyor kalbimi kalbine bağladım dostum ah herkes mi susuyor kalbi kalbimize benzeyen dostlar bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya hayatın ateş renkli kelebekleri bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için ah herkes mi susuyor bağırsam içimdeki dehşeti hırsım deler mi toprağı beni acısıyla onduran dostumu aşkla vurduran hayat sana yaşananla harlanan bağrımın sevdasını akıttım dünyanın yeni baharına çatlarken kadim güneş bağrım delinirken fidanların kanıyla anamın doğurgan karnıdır diye sevgilimin sütlenecek göğsüdür diye dostumun üretken gülüdür diye sana bağlandım sana sarıldım beni umutsuz koma tarihle avutma beni çünki aşkla sınanmışım sana sana yangınla, suyla, ateşle ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım ey yaşarken kanayan acı şimşekli gök, tufan, kan fırtınası uçurum kıyısında hızla büyüyen ot yapraksız bir ölümün anısı için körpecik kuzuların derisi için beni tarihle avutma umutsuz koma beni akıtsam deliren sevdamı köpürür mü hayatı besleyen su ey benim yedi başlı kartalım her başını bir dağ başlangıcında koyanım senin böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir bizim aşkımızı solduranların korkusu çünki elbette bir su kendi akacağı toprağın sertliğini bilir ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak artık ırmak mı ne denir işte devrim ona benzer bir akışın hızına denir yarın ne olur bilirim ben bahar gelir, otlar büyür ölüm de yapraklanır bir dağ bulur uzun uzun bakarım bir çam ağacı gölgesi güzel kokular veren bir damla güneş görünce sana da gülümseyeceğim yarın şimdi senin uzanıp yattığın otlarda yarın yeni bir yeşillik büyüyecek BİR GÜN SEVİŞMEYİ BANA kandan ve ceninden bir gün daha başlarken bir dalı kanatıyorum tırnaklarımla ağzı açılmamış bir güle dokunuyorum geceden kalma bir şeyle oynuyor kalbim bugün biraz daha yorgun başlıyorum sabah yeni doğmuş çocuk çirkin ve sisli vurdukça ilk ışıkları penceremden içeri kımıldaşır içimin ölü dolu coşkusu güneş bir ürkekliği gizliyemez ne de olsa çözülmez yüreğimin kuşkusu gün, o sevecen çığırtkan beni yeni bir oyuna çağırıyor yalnızlık yenilmeyen gladyatör bana eski bir ölümü anımsatıyor sabah taşıyarak bir celladı odama aşkımın ve bırakılmışlığımın celladını hüznümle ve çirkinliğimle yargılamadan beni tanıdığım bir ölümle tehdit ediyor yalnızlık her sabah öldürüyor beni çözerek gecenin ipliğini hızımla hüznümü ve yalnızlığımı sarıyorum sabaha adi bir etiketi yamayarak üstüne boyna genişliyen bir orospu gibi genişledikçe küçülen bir orospu gibi aşksızlığım küçültüyor beni korkum ve çirkinliğim utandırıyor beni gecikilmiş bir aşkı yaşamıya cinayet tek kurtuluşsa bir yanlışlıktan önce acıya direnmesini öğrenmeliyim eskitilmiş bir kurşunla kaplıyorum yüreğimi acıya ve aşka hazırlıyorum hergün yeniden yaşamak boşalan bir birikimi kocamış acılarla uzuyan bir ölümü bitimliyen vücudum yani istek. o hep tiksinç görünen çirkin ve güzel orospu. yeniyetme bir çırpınışın yorgunluğu yüreğimde o hep güzel görünen bana çirkin ve güzel orospu vücudum. seni seviyorum acıyla büyütüyorum aşkımı bir gün bana sevişmeyi öğreticek. FERHAT kara yeller ak yelleri dövende sevdanı yüreğine kuşat al sesimi vur kanının gümbürtüsüne zamanıdır dağları delmenin, Ferhat dağların başı yaslı Ferhat’ın sevdası kan ağlar yüreğin sağlam, bileğin güçlü Ferhat istesen dağlar dağlar… ateşi üfle Ferhat körüğü iyi kullan bu can bunca hasrete dayanır soludukça içimde sevdan sevdan ki bir yakıcı kuştur yüreğimde gümbürder zulme karşı kan gibi ölürsem dağlar için ölürüm Ferhat kalırsam vuruşkan şahan gibi GEZGİN dün geldim geç kalsam da bağışlanır bir bahar bozumuydu yola çıktığımda yüzümde suçlu bir merak kalbim heyecandan telaşlı gözlerimde ısırgan bir hüzün vardı hüzün: hep bilinir bir afyon çiçeğidir önceleri dalayan bir ısırgan yoncası olur sonra dalayan ve uyandıran o afyon uykusundan dün geldim acı sırtımda tabiy yolum uzundu yanımda hiç resim yoktu dağlara baktım: dağıldım yollara baktım: yoruldum gece ayışığı içtim, dudaklarım kurudu gündüz böğürtlen yedim, dilim buğulandı siz görmeliydiniz o kanı bir dağ çiçeği sevdasına bin arı öldü tam ordan geçiyordum, gördüm diyebilirim aman nasıl petekti öyle nasıl baldı böğürtlen gibi kırmızıydı kan gibi saydam bir garip kokuydu, onun kokusuydu dayanamadım, eli titrekti ama yedim yedim kalbim çatladı sevdam o dağ çiçeğinde kaldı dün geldim, anca geldim usumda vızıldayan bin arı ölüsü heybemde onarımı gereken bin iğne önce kendi etime dün geldim hoş mu geldim hoş olmayan şeylerden geldim bir kentten geçtim ki canım titredi sıtma kabusuyla sallanıyordu uzaktan girişte insanlar gördüm, hiç görmediğim ama sanki biryerlerden tanıdığım, yemin edebilirim iğrenç suratları vardı, insandan çok cüzzamlı bir köpeğe benziyorlardı kuru birer ağaç dibine çömelmiş çürümüş bir dalı kemiriyorlardı omuzlarında soyulmuş yılan derileri ellerinde pas tutmuş makaslar iki ucu da kırık tam ben yanlarından geçiyorken elma ağaçlarının çiçeklerini kesmeye başladılar ben sanki tarihini bilmiyormuşum gibi bakır çalığı bir kasede elmanın kanını sundular geldim ya, nasıl geldim bir elimde tarih atlası bir elimde güneş humması soğutulmaya zorlanmış bir çöl kızgınlığından bir kum fırtınasının soylu kumcuklarından geldim yorgundum, susamıştım, dilim kuruydu ama gördüğüm serap mıydı, gerçek miydi bilirim ben çölün tam ortasında sonsuz bir ışıltıydı yedibin rengi yansıtan renksiz bir kuyuydu duruydu, aydınlıktı, yaz gökleri gibiydi suyu uzanıp avuçlasam benimdi öyle yakın, öyle kolay, öyle dokunsam ah o kervancıbaşı ah o sırmalı soyguncu ve ellerinde kesik başlar ve zebellah ordusu birden beliriverdiler tam kuyunun başında ellerinde kan sızıtan kesik başları tan kuyunun ağzından sarkıtıyorlardı ki ne olduysa o anda oldu kızıl bir bulut ağdı kuyunun ağzından göğe bulut değil bir devin alev saçan soluğuydu ardından muhteşem bir kum fırtınası kum değil devin çocuklarıydı saçılan ah görmeliydiniz o savaşı ne kanlı kervancıbaşı ne zebellah ordusu dayanamadılar kum fırtınasının şiddetine çöl mü yarıldı kuyu mu büyüttü ağzını kızgın çöl kavuşunca dinginliğine bir ben vardım kuyunun başında diri ve herşeyi görebilen sağlıklı çöl tanığı öğrendim çöl kızgınsa öfkesi nice olur kum fırtınasında neler yapılır nasıl yok edilir çöllerin sırmalı soygun kervancıları gördüğüm serap mıydı, gerçek miydi bilirim ben bir elimde güneş humması bir elimde tarih atlası vardı vakit dardı kanarak içtim de kuyunun duru suyundan uçar gibi aştım çölü o sonsuz ışıltıdan dün geldim

TÜLAY GERMAN VE “YUNUS’TAN NAZIM’A” ADLI ALBÜMÜNDEN ŞARKILAR

1935, İstanbul doğumlu olan Tülay German küçük yaşlarda müziğe ilgi duydu. Ferdi Ştatzer’den piyano dersleri aldı. Aynı dönemde, Ankara Radyosunda, Ayşe Abla’nın Cumartesi akşamları çocuklar için yaptığı programlarda Schubert’in “Serenad”ını ve “Ihlamur Ağacı”nı söyledi. 1956 yılında Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni bitiren Tülay German, ailesinden habersizce Ankara’da Süreyya gazinosunda sahneye çıktı. 1960 – 1962 yıllarında caz şarkıcısı olarak isim yaptı. İstanbul Radyosunda Salim Ağırbaş Beşlisi’nin haftalık programlarında caz şarkıları söyledi.

Müzik yaşamının ilk yıllarında Atıf Yılmaz’ın evinde Ruhi Su’dan ders aldı. Aşık Nesimi Çimen ve Aşık Ali İzzet’ten öğrendiği türküleri, çağdaş yorumla söyledi. 1960’lı yıllarda dörtlü dinletilerde çalıp söylediler. Timur Selçuk’la albüm çalışmaları yaptı. 1962’de hayat arkadaşı Erdem Buri ile “Çoksesli Türk Popüler Müziği”ni gerçekleştirdi. 1964 yılında, Yurdaer Doğulu, Erol Büyükburç, Tanju Okan gibi sanatçılarla ile katıldığı “Balkan Melodileri Festivali”nde, eleştirmenlerin en beğendiği şarkıcı seçilip, dönemin popüler yayın organı olan Arena dergisine kapak oldu. Hit kabul edilen “Burçak Tarlası” plağını doldurdu. Zülfü Livaneli’nin Günlerimiz albümüne de Yiğidim Aslanım ve albümle aynı adı taşıyan şarkılarını seslendirerek konuk olmuş, Rabbath, Cahit Berkay, Erol Erdinç ve Engin Yörükoğlu ile birlikte bu albüme katkıda bulunurlar.

Alternatif link >>

Albüm İçeriği: 1. Mapushane, 2. Ne Bilir, 3. Dere Geliyor, 4. Leylim Ley, 5. Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri, 6. Gelin Canlar Bir Olalım, 7. Gözümde Daim Hayal-i Cana, 8. Hapisteler Ama- Yeniliğe Doğru, 9. Urganda Gerdan İniler, 10. Asker Kaçağı, 11. Hekimoğlu, 12. Abidin, 13. Kalenin Önü, 14. Dörtlük, 15. Bana Seni Gerek Seni, 16. Onlar, 17. En Güzel Deniz, 18. Bugün Ben Bir Söz İşittim, 19. Hürriyet Kavgası, 20. Elif, 21. Seni Düşünmek

1966 yılı başında plak yapmak üzere Paris’e gitti. Fransızca on plak doldurdu. Fransa’da, Belçika’da, Almanya’da, Polonya’da, Tunus’ta, Fas’ta, Hollanda’da ve Brezilya’da radyo ve televizyon programları yaptı, konserler verdi, çeşitli festivallere, televizyon ve radyo programlarına katıldı. Fransa’nın en önemli konser salonlarında Charles Aznavour, Lèo Ferre, Moody Blues gibi isimlerle birlikte konserler verdi. A.B.D için İlhan Mimaroğlu’nun kendisi için yazdığı “Tract” albümünü doldurdu. Fransa’da Türkçe olarak yaptığı albüm, Charles Cros Akademisi 1981 Plak Büyük Ödülü`nü aldı. Tülay German, en son olarak “Nazım Hikmet’e Saygı” adlı bir albüm doldurduktan sonra, 1987 Hollanda konseriyle sahnelerden çekildi. 1988’de dünya piyasalarına çıkan “The Song of Poets” (Şairlerin Şarkısı) derleme albümü, 1999 yılında “Yunus’tan Nazım’a” adı altında Kalan Müzik tarafından Türkiye’de yeniden çıkarıldı.

Diskografisi 45’likler Burçak Tarlası / Mecnunum Leylamı Gördüm, 1964 Kızılcıklar Oldu mu / Yarının Şarkısı, 1965 La Chanson De L’oubli / Le Coeur D’un Ange, 1967 O Eski Günler / Sevmem Bir Daha, 1967 Kumbaya / C’est Joli De S’aimer, 1968 Dere Geliyor Dere / Kara Kızın Türküsü, 1968 Aras Üste, Buz Üste / Seni Alıp Kaçayım, 1968 Mara Eva / Mara Eva 2, 1970 Kumbaya – Parler A la Pluie / N’allez Pas Lui Dire Albümleri Tract, 1975 Toulai et François Rabbath, 1980 Albümde yer alan parçalar: Leylim Ley, Bana Seni Gerek Seni, Kırdılar, Mapusane, Gözümde Daim Hayal-i Cana, Kadınlarımızın Yüzleri, Ne Bilir, Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri, Gelin Canlar Bir Olalım, Elif, Şarkı Söylemek İstiyorum, Dere Geliyor, Abidin… Albümde François Rabbath Kontrbas ve Saz ile eşlik etmiştir. Yunus’tan Nazım’a, 1999 Burçak Tarlası, 2001 Sound of Love, 27 Ekim 2007 Kitapları Erdemli Yıllar, 1996, Bilgi Yayınevi Düşmemiş Bir Uçağın Karakutusu, 2001, Çınar Yayınları

SESLİ ÖYKÜLER: CELLAT FUCHS KENT HALKINA NASIL KARIŞTI? – SEVGİ SOYSAL

Kentin ortasından kıvrıla kıvrıla kentin dışındaki sulara varan ırmak celladın evinin orda ikiye ayrılıyordu. Kentle ve ırmakla kesin bir sınırı vardı celladın evinin. Kentin bittiği yerdi bu ev. Kentin olabilecek en ırak noktası. 1400 yılından bu yana kent cellatlığım babadan oğula devreden Fuchs ailesi. Onlar kentin içinde oturmazlardı. Yasaktı bu. Kentin insanları arasına karışmaları da. Evlerinin önünden ırmağın bir kolu akardı. Celladın bahçesine girebilmek için ırmağın üstündeki özel köprüden geçmek gerekirdi. Kentin gözüpek çocuklan bazen bu köprüye kadar sokulurlar, sonra celladın bıçağı boyunlarına değmişçesine kente kadar soluk almadan koşarlardı. Ortaçağdan 1900’lere kadar kaç çocuk bilir bu korkuyu. Yabancı cellat çocıık Manrm ıraktan seyretmenin ne olduğunu bilir. Fuchslar kızılsaçlıydılar. Ortaçağdan beri. Kızılsaçlılık bir şeytan işareti sayılırdı.

Hem şeytanla, cellatla ilişkili çocuklar. Kimselerle konuşmazlardı. Kimse onlara cevap vermezdi. Bunu gerektirecek bir durum olamazdı. Ailenin kadınları kent pazarına gidemezdi. Kimse onlara bir şey satmazdı. Yemek ihtiyaçlarım belediye karşılardı. Her gün bir at arabası gelir, bir şeyler bırakır giderdi. Arabacı nevaleyi köprü dibine birakır, dörtnala uzaklaşırdı ortadan. Kente vardığında doğru birahaneye koşar, korkunç ev halkı üstüne kendinin de inandığı hikayeler uydururdu. Kent kadınları haftalık çaylarında yüzleri kızararak onları konuşurlardı. Ailenin kızılsaçlılığı, akıttıkları kanın belirtisiydi. Bu kent, ortaçağdan bu yana idam seyretmeye bayılırdı.

Sevgi Soysal – Cellat Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı (Sesli öyküler)

Çoluk çocuk güle eğlene, fındık fiştik yiyerek idamları seyrederdi. İdam edilene hakaretler savururlar, başı kesilirken alkışlarlardı. Çocuklar günlerce idamcılık oynardı arkadan. Köklü bir eğlentiydi bu. Ama soma, baş kesildikten sonra, kesilen başa özel bir sevgi duyulur, bu haksızlığı işleyen cellat lanetlenirdi. Cellat bütün bu haksız ölümlerin tek suçlusuydu. Bu neşeli ölümlerin. Kentin cadılarının, kiliseye, tanrıya karşı gelişlerin, kralın savaşlarından kaçanların, prense vergi ödemeyenlerin, ırz düşmanı papazların başını, bazen prenslerine ayaklanan halkın başım, bazen halkın dileğiyle prenslerinin başım hep bu aile kesti. O hem hüküm sürenlerin, hem başkaldıranların celladıydı. Hüküm sürenlerin ve başkaldıranların somut haksızlığıydı. Kesilen her baş için bir ağıt yakıldı. Bu ağıtta cellat düşmanca anıldı. Ta ortaçağdan bu yana. Yağmurlardan sonra, kent surunun ordan celladın evinin önünden kente varan ırmak kızıl akardı. Kent halkı o zaman bilirdi ki cellat yeni bir idama karar verdi. İdamlar belli mahkemelerden soma olurdu görünüşte, ama önce cellat şeytandan işaret alır almaz, idam edilecek zavallıya suç işletirdi. Doğaüstü güçleriyle. Kızılsaçlarıyla.

Joseph Fuchs uyandığında başı çok ağrıyordu. Atalarından kalan şarapları, mahzendeki şarapları yarılamıştı dün gece. Ortaçağdan bu yana ailenin imal ettiği şarapları. İnsanlarla görüşmek uzun bir hayat demektir. Fuchs ailesi zamanlarını, bu çok uzun zamanlarım değerlendirmeyi öğrenmişlerdi. Şarap yaparlardı. Kilim dokurlardı. Örgü örerlerdi. Gitar çalarlardı. Şiir yazar, şarkı söylerlerdi, dört sesli. Tavuk yetiştirirlerdi. Her güz evlerini onarırlardı. Her güz pancurları boyarlar, damı aktarırlar, evlerine yeni ek duvarlar örerler, kapılar yontarlar, marangozluk yaparlar, yaptıkları eşyaları cilalarlardı. Aralarında duvarlara resim yapanlar da çıkmıştı. Gözlerini göğe kaldırmış, kukuletalı başlıklar giymiş, kızılsaçlı adamların resimleri. Meyva resimleri. İsa’lar, Meryem analar, haçlar, kuzular, çayırlar, çobanlar, çiçek açmış şeftali ağaçları. Aileden biri, idam edilen ihtilalcilerden birinin resmini yapmıştı arkadan. Celladın soyunu etkilemiş tek idamın resmini. İnce boyunlu, kıvırcık uzun saçlı bir oğlan çocuk yüzü. Mavi gözler. Kuru, inatçı, öleceğini bilen, sonu bilen gözler. Joseph Fuchs bütün gece kadehini o resme kaldırdı durdu. Ortaçağdan atalarından miras kalan bıçağı mahzene kaldırmıştı. Ortaçağdan bugüne uzanan bir damar kopmuştu. Damardan oluk oluk kan akmıştı. Bütün o ölülerin kam, Joseph Fuchs onları unutmak için şarap içmişti. Artık özgürdü. Artık uzanan boyunları kesmek zorunda olmamak. Artık öldürmemek hakkına sahip olmak. Bu artık kızılsaçlı olmamak gibi bir şeydi.

Joseph Fuchs köprüyü geçti. Surun dibinden yürüyerek kente vardı. Önüne gelene günaydın diyordu. Bir şarkı söyler gibi, tutkusunu haykırır, aşkım açığa vurur gibi. Günaydın bay postacı. Günaydın bay gazeteci. Günaydın bay polis. Günaydın bay çöpçü. Kimse selamını almıyordu. Alışırlar. Bir adamı artık öldürmemesine alışmak, öldürmesine alışmaktan belki daha zor. Belediyenin merdivenlerinden çıktı. Günaydın bay boyacı. Bütün günaydınları merdivenlerin, hollerin gri boyası üstünde yapıştı kaldı. Kirle karışık. Odacı duvarların kirini siliyordu bezle. Fuchs’un günaydınlarım da sildi. Kirli bezi kovaya sıktı. Günaydınlar boğuldu kovada.

Fuchs birahaneye girdi. Kediler kaçıştılar. Kaçışmasalardı, vuracaktı tekmeyi. Belediyedeki memurun kıçına atamadığı tekmeyi. Belediyede çalışıyordum. Ortaçağdan bu yana ailem belediyede memurdu. Şimdi, biliyorsunuz kanun değişince, belediyede başka bir göreve atanmak istiyorum. Memur bakmamıştı yüzüne. Hep pencereden bakmıştı. Bir eliyle boynunu tutarak. Sonra, anlıyorum, demişti. Toplantıda bunlar hep görüşüldü. Fuchs düşünüyordu. Başka bir göreve, kent İçinde başka bir eve. Oğullarının öbür çocuklarla futbol oynaması. Haftada iki kez pazara gitmek: Memur yüzüne bakmamıştı, bir eliyle boynunu ovarak. Saygılı konuşmuştu. Anlıyorum bunları, yazılı” dilekçen komisyonda görüşüldü, biliyorsunuz halkın hizmetindedir belediye. Bir celladın bağışlayın hizmetinden halkın hoşlanmayacağım anlatmak güç de olsa anlayacağınızı umarız. Bu bakımdan size emekli maaşı bağlanmasına, surun yanındaki evde oturmakta devam etmenize… Ama evi istemiyordu, en çok evi. Kentin meydanında oturmak, parklarda oturmak, sinemalara gitmek istiyordu. Kalabalık bir iş yerinde çalışmak istiyordu. Bir gün bir geneleve gitmek.

O gün bütün gün gazetede görüp ilanların peşinde koştu. Kediler, kadınlar ve çocuklar; kaçtılar, kapıları çarptılar, ağladılar. Pencereler örtüldü, telefonlar cevap vermedi. Perdeler kapandı, ziller çalmadı. Fuchs meyhaneye vardığında beş yüzyıllık idamı bir günde gerçekleştirmiş gibiydi. Bira ve gûlaş ısmarladı. Hancının karısı sert sert baktı. Gulaşı kediye verdim. Ve sonra başka bir şey isteyip istemediğini sormadı. Fuchs tezgahın oraya gidip boş bir bardağa bira doldurdu, içti, doldurdu içti. Hancı kadın, müşteriler bir şey demediler. Ona bakmadılar. Bitmesini, idamın bitmesini, gitmesini beklediler öyle, idam bitti sonunda. Dışarı çıktı. Irmak boyunca yürüdü. Irmak boyunca müşterileriyle sevişen orospular paralarım bile almadan kaçtılar.

Müşteriler sövdüler. Gece kapılarını örttü. Ay saklandı. Bulutlar arkalarını döndü. Karanlık kaçışan orospuları, söven müşterileri sakladı. Onu almadı. Karanlık kapılarını kapadı Fuchs varmadan. Koşmaya başladı. Yeniden oynaması çocukların, kadınların gülümsemesi, yeniden mırlaması kedilerin, kapılarını yeniden açılması, birahanedekilerin yeniden sarhoş olması, şarkı söylemesi, orospuların müşterilerinin memnun etmesi, tek suçlunun Cellat olabilmesi için. Bu eski, bu ortaçağdan kalma, bu aşağılık ve o kadar güzel o kadar vazgeçilmez rahatlık için. Kentten kaçmaya başladı. Karanlığın çözülmesi, ayın görülmesi için, ansızın ırmağı buldu önünde. Irmak açtı kapılarını ama. Karanlık suların derinlikleri Fuchs’u içeri aldı. Orada, o çok hızlı geçen son anda Fuchs, artık öldürmemenin zor olduğunu anladı. Artık öldürmemekten vazgeçti. Ortaçağdan bu yana bildiği tek şeyi bırakmaktan. Tek suçlu olmamaktan. O son anda, elinde atalarından kalma kılıç, kentin bütün memurlarının, komisyon üyelerinin, karılarının, metreslerinin, çocuklarının kafasını kesti durdu, kesti durdu.

Karanlık kapılarını açtı. Ay göründü. Kıpkızıl akıyordu ırmak. Ay baktı ırmağa. Fuchs’un suçunun kentin kanıyla kardeşçe aktığım, Fuchs’un suçunun kentin kanma karıştığını gördü.

OĞUZ ATAY: BANA BUGÜN, NE YAPMALI? DİYE SORACAK OLURLARSA, ANCAK, ÖNCE KENDİNİ DÜZELTMELİSİN, DİYEBİLİRİM

Kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiç bir sorunu çözemez Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çekidüzen vermeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa, toplu eylemlerde kütlelerin başına bela olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirmeli?

Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için. Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez. Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimiyle bazı geçici çareler ortaya atılabilir. İnsan, ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı, gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü, dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir. Bütün kişisel bunalımlar, ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar, birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar. İşte, görünüşte, toplumsal eylemi geliştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem için kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın. Karşılıklı güven ve dayanışma ancak böyle bir sorunun varlığını duyduktan sonra sözkonusu olabilir. Fakat, bütün bu sorunlarını yalnız başına çözeceksin. Bunalımlarını, komplekslerini ve buhranlarını birlikte çalışacağın insanlara iletmeyeceksin. Kurulacak örgütü bir düşkünlerevine çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Birleşecek kişiler önce birleşecek güçte olmalıdırlar; önce bu duruma gelmelidirler. Onlar, yeni düzenler kurmak ve ilerlemek için birleşeceklerdir; körle kötürümün yoldaşlığı gibi bir iş için değil! Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur. Yalnız, kişisel sorunları tek başına çözme eylemini de gereksiz bir aşırılığa götürmemelidir insan. Büyük örgütlerin kurulmasından önce, küçük örgütler oluşurken kişi, çevresinden kendini bütünüyle soyutlamayacaktır; kişisel sorunlarını çözerken başkalarından da bir bakıma yararlanacaktır. Yani, bazı insanlarla genel ilişkiler kuracak onlarla birleşecektir. Ne var ki bu birleşme büyük örgütlerden farklı bir biçimde olacaktır. Böylece küçük bir çekirdeğin aşağıdaki ayırıcı özellikleri belirecektir: 1- Birleşenlerin sayısı az olacaktır. 2- Bu topluluk, genişlemeyi amaç edinmeyecektir. (Kendiliğinden bir artma olursa, bu artış da engellenmeyecektir.) 3- Kişiler bu birliğe zaaflarını ve güçlerini koyarak gireceklerdir. (Zaaf konusunda aşırılığa kapılmamak gerekir.) 4- Kişiler, en küçük ayrıntılara kadar anlaşılabilecek insanlar olmalıdır. (Yani, büyük karakter farkları göstermeyen ve yakın bir ilişki kurabilecek kadar birbirini seven ve birbirine güvenen kişiler bir araya gelmelidir.) 5- O güne kadarki gelişmeleriyle nitelikleri bakımından birbirlerine yakın olan insanlar böyle bir eyleme girmelidir. (Büyük örgütlerde zorunlu bir sınıflama olacağından bu şart yalnız küçük birliklerin özelliğidir.) Bu özellikler, küçük topluluğumuzdaki ilişkilerin sıkı ve karmaşık bir biçimde oluşacağını göstermektedir. Burada kişi kendini ve topluluğu aynı anda geliştirecektir. Birlikte gelişmeyi sağlamak için her toplulukta ve ortak eylemde gerekli gördüğüm şartları şöyle özetleyebilirim: 1- Her birey, bütün toplu çalışmalara aynı oranda katılmalıdır. 2- Bireyler, birbirinin iyi niyeti ve gücünden kuşku duymamalıdır. 3- Her birey kendi ilerlemesi kadar karşısındakinin gelişmesinden de sorumlu olmalıdır. (Yani, zincirleme bir sorumluluk ilkesi benimsenmelidir.) Bu topluluğun gelişmesinde en önemli etkenlerden biri -belki de en önemlisi bireyin, toplu eylem dışındaki yaşantısını nasıl düzenleyeceğidir. Bu yaşantıyı da ikiye ayırabiliriz: 1- Bireyin, temel ülküsü dışındaki yaşantısı. 2- Toplu çalışmalar için gerekli oluşumu kazanmak amacıyla sürdüreceği yaşantı. 1- Temel ülkü dışında, yani ekmek kavgası için tutulacak yol: Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler, onu bazı ilişkiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dışında devam edecek herhangi bir eylemden kaçınmalıdır birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesinlikle sakınmalıdır. Yalnız, bunu yaparken, çevreyle ilişkilerini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine karşı dargınlık, kuşku ve kızgınlık yaratmamaya çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir yakınlık kurmalıdır onlarla. Birey, en basit ihtiyaçlarını gidermekte elbette bağımsızdır, fakat, aşırı tutkuların -kumar, içki ve fazla eğlence gibi bir yana bırakılması ve bunların bir alışkanlık olmaktan çıkarılması gereklidir. Bu çeşit tutkular, özellikle umutsuz günlerde bireyin yakasını bırakmaz: umutlu günlerde kurtulmalıdır birey onlardan. 2- Toplu çalışmalar için tek başına yapılacak çalışmalar: Bireyin tek başına kaldığı zaman kendisini oluşturmak için yapacağı çalışmalar, ne yapmalı sorununun önemli bir bölümüdür. Kendi değerini eksiksiz bilen ve her an bu değeri, yeni şartların ışığında eleştirebilen bir kişi ne yapmalı, ne yapmalı diye bocalamaz. Düzenli bir çalışma düzeyine girebilmek için üç temel sorunu çözümlemek gerekir:

a) Kendini iyi tanımak

İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözümlenmezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar. Kendini tanıma sorununun çözümünde, Descartes’ın bilime uyguladığı kuşkuculuğu kullanabiliriz. Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız. Örneğin, soyut ahlak kavramlarını ele alalım. Namus, iyilik, iş ahlâkı gibi her toplumun temel dayanakları sayılan kavramlar vardır. Bu kavramların her toplum için aynı olduğu ve bunlarla ilgili kurallara her toplumda uyulması gerektiği belirtilmiştir bizlere. Biz, ancak kendi özlediğimiz toplumda uymalıyız bu kurallara. Onlar ise, şartlar ne olursa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla uyutmaya çalışırlar. Ben, sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için. Benim de değerlerimin arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları; onlarla övünmemeliyim. Bu nitelikler, amacımı gerçekleştirirken bana zararlı bile olabilir. Gerekirse bir ülkü uğruna hırsızlık da yapmaz mı insan? Kendi aramızdaki ilişkilerde ahlâklı olmamalı demek istemiyorum; bize bu çeşit iftiralar atılmamalı. Fakat onların düzenini korumak için gerekli olan böyle sahte değerlere de hiç önem vermeyelim.

b) Kendini eleştirmek

Bu deyimle Batılıların “otokritik” dediği soruna eğilmek istiyorum. Yukarıda söylediklerim bir otokritik sayılabilirse de ben otokritiği daha çok bir eylem için varsayıyorum. Bir eylemden sonra, o eylemin birey açısından değerlendirilmesidir otokritik, diyorum. Kendini eleştirmenin, kendinden yakınma çerçevesinden de çıkması gereklidir diye düşünüyorum.

c) Dış etkenlerin uyutucu durgunluğuna kapılmamak

Ülkemiz, bugün için durgun bir toplum düzeni içindedir ve insanı toplumsal çalışmalara itecek bir dış etkenin yok olduğu söylenebilir. Peki ne yapalım o halde? Olayların bizi hazırlıksız yakalamasına fırsat mı verelim? Yoksa tehlikesiz çalışmalarla o zamana kadar kendimizi avutalım mı? Bence hemen köklü bir çalışma dönemine girelim. Ben de bu satırları yazar yazmaz söylediklerimi uygulamaya girişeceğim hemen. Daha fazla oyalanmayayım. Müsaadenizle.

Oğuz Atay Ne Yapmalı? Tutunamayanlar

GELENEKSEL ŞARKILARDAN MODERN RİTİMLERE BURHAN BERKEN’İN “JAR Ü EVİN” ALBÜMÜ

1969 Diyarbakır Ergani doğumlu olan Burhan Berken 1986 yılında müziğe başladı. Sanatçı ilk albümü olan “Ba”yı 2001’de Kalan Müzik’ten kendi sound’unu oluşturduğu ikinci albümü “Jahr û Evîn” ise 2005′te üçüncü albümü  ‘Evar‘ı (dinle)  Anadolu Müzikten çıkardı. Berken, Kendimi bulduğu albüm olarak nitelediği  “Jahr u Evin”in adını da, yaşamın kendisinden esinlenerek belirlemiş.

Yaşamın tüm zıtlıkları bir arada barındırdığını belirten sanatçı  bunun  müziğe de yansıdığını ifade ediyor. Çoğunluğu Kürtçe (ve Zazaca) on eserden oluşan albümde birde  Türkçe şarkı  albümde yeralıyor.

Alternatif link >>

Sanatçı, bu albümünde yaptığı bestelerde ve yazdığı sözlerde kenti anlattığını belirtiyor. Albümlerinde geleneksel çalışmalara yer verse de, şarkılarında daha çok kent olgusunun öne çıktığını söyleyen sanatçının, kendine ve kente dair tüm duygularını “Jar ü Evin” de bulabilirsiniz.

Min Go | Burhan Berken | Jar Ü Evin 2 Dilop Dilop | Burhan Berken | Jar Ü Evin 3 Were Rinde | Burhan Berken | Jar Ü Evin 4 Selimo | Burhan Berken | Jar Ü Evin 4 Bahra Dür | Burhan Berken | Jar Ü Evin 5 Kulika | Burhan Berken | Jar Ü Evin 6 Tew Veyvike | Burhan Berken | Jar Ü Evin 7 Şu Uzun Gecenin | Burhan Berken | Jar Ü Evin 8 Sev Ü Roj | Burhan Berken | Jar Ü Evin 8 Gede Lawkem | Burhan Berken | Jar Ü Evin

SABAHATTİN ALİ’NİN ÇİZDİĞİ 7 RESİM

Ölümünden uzun yıllar sonra kendisinden geriye kalan Sabahattin Ali’nin “Kurbağaname” şiiri için çizdiği resimlerle birlikte bir köylü kızı ve otoportresi vardır. Pastel boyayla yaptığı kurbağa resimleri oldukça başarılıdır. Bunun dışında diğer kurbağa şiirlerine de çizdiği desenleri de ilgi çekicidir. Kız kardeşi Süheyla Conkman aile içinde Sabahattin Ali’nin ilkokul ve ortaokul yıllarında da çok güzel resim yaptığının anlatıldığını söylemektedir. Tercüme Bürosu’nda birlikte çalıştığı Azamet Arsever de, Sabahattin Ali’nin biriyle konuşurken birkaç kalem darbesiyle onun resmini çizdiğinden söz etmektedir.

Sabahattin Ali’nin çizdiği 7 resim: [srizonfbalbum id=212] (Kaynak: A’dan Z’ye Sabahattin Ali, Hazırlayan: Sevengül Sönmez, YKY, sayfa 408)

15 FOTOĞRAFLA BEYAZ IRKIN, SİYAH IRKA UYGULADIĞI IRKÇILIK

Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inançtır.

Genel hatlarıyla incelendiğinde kendi kanını taşıyan, aynı dili konuşan, ve aynı soydan gelenlerin başka soylardan gelenleri aşağılaması olarak algılanır. Irkçı, İnsan ırklarının renk ve fiziki şekil esas alınarak birbirlerinden üstünlüğünü benimsemiş kişilere denir. Irkçı insanların göstermiş olduğu bu tutuma ise “ırkçılık” adı verilmektedir.

[srizonfbalbum id=92]

RUH SAĞLIĞI İÇİN PSİKOLOGLARIN DANIŞANLARINA VERDİKLERİ EN ÖNEMLİ 8 TAVSİYE

Terapinin hedefi, kişiye kendi hayatında yaşadıkları ile baş edebilmesi ve pes etmemesi için yol göstermektir. Bunlar ailevi problemler, iş hayatı ile ilgili problemler, stresle mücadele vb. Hangi Psikoloğa giderseniz gidin size hayatınızı değiştirecek formüller veremez. Çözüm terapi odasında değil terapi odasından çıktıktan sonra başlayan bir süreçtir. Psikolojik terapi kişinin terapi sırasında aldığı önerileri hayatına uygulamasıyla başarılabilecek bir süreçtir.

Günümüzde herkes psikoloğa başvurma ya da kendisine uygun bir psikolog bulma imkanına sahip olamıyor. Bu sebeple faydalı olacağını umarak sizler için psikologların danışanlarına verdiği en önemli tavsiyeleri sizler için derledik:

Düşüncelerinizi Yazın

İnsanın kendisini ifade etmesi, içini dökmesi, insanı en rahatlaran şeylerin başında geliyor. Kendinizi yazılı olarak ifade edebilmek sakinleşmenizi, öfkenizin yatışmasını ve daha sağlıklı düşünmenizi sağlar. Bunu yapmak çok zor değil, elinize kağıt kalemi alın, yaşadıklarınızı ve yaşadıklarınız hakkındaki düşüncelerinizi 5-10 dakika ayırarak yazın.

Çok Stresli Olduğunuz Zamanlarda Pozitif Bir Taraf Bulmaya Çalışın

Stres, herkesin hayatında olan bir gerçek. Stres seviyenizin yüksek olduğu anlarda, pozitif bir unsur bulmak çok iyi gelebilir. Örneğin o an yaptığınız işi bitirmenin size ne kadar fayda sağlayacağını düşünün, kendinizi motive edin.

Yürüyüşe Çıkın

Bazı zamanlarda uğraştığınız şey ne olursa olsun fiziksel olarak biraz uzaklaşmak ve hava almak size iyi gelebilir. Düzenli aralıklarla yapılan yürüyüşler zihninizin sakinleşmesini sağlar ve stresle mücadele etmenizi kolaylaştırır.

Negatif Düşünceleri Yok Saymayın

Herkesin az veya çok sahip olduğu negatif düşünceler de hayatın birer parçası ve hayatımızı olumsuz etkileyen bir faktör. Bu düşüncelerin sizi tüketmesini engellemek için, kendinizi onları yok saymak zorunda hissetmeyin. Negatif düşünceleri kabul edin fakat hayatınızı olumsuz etkilemesine izin vermeyin.

Yakınlarınızın Bir Listesini Yapın

Hepimizin hayatında bazı kişiler vardır, çok iyi anlaştığımız, kendimizi onlara açtığımız, bizi en iyi onlar anlar, ne zaman başımız sıkışsa onları ararız. Bu kişilerin bir listesini oluşturun. Böylece aslında hayatta yalnız olmadığınızı hissetmenizi sağlar, sizin için önemli olan birilerinin olması ve sizin de birileri için önemli olduğunuzu bilmek her zaman iyi gelir.

Negatif Bir Düşünceye Takılıp Kaldığınızda, Hayatınızdaki İki İyi Şeyi Hatırlayın

İnsan negatif düşünceleri ile baş başa kaldığında, negatif düşüncelere saplanıp kaldığında, şükredecek şeyleri de olduğunu hatırlamak zor olabiliyor. Oysa herkesin hayatında olumsuzluklar vardır ve hiç kimsenin hayatında sadece olumsuz şeyler olmuyor, hepimizin hayatında iyi şeyler de oluyor. Olumsuz düşüncelere saplandığınızda yine elinize kağıt kaleminizi alın ve 5 dakikanızı ayırarak hayatınızdaki en önemli iki şeyi yazın, emin olun iyi gelecektir ve şükredecek şeylerimizin de varlığını hatırlamamıza yardımcı olacaktır.

San Antonio’da yaşayan terapist Kasi Howard ‘Eğer kendimi depresif ya da anksiyete halinde bulursam hemen elime bir kalem kağıt alırım ve sahip olduğum güzel şeylerin bir listesini çıkarırım. ‘ diyor. Howard, bunu yapmanın stresi azalttığını ve negatif duygulardan insanı uzaklaştırdığını söylüyor.

Kendinizi Gergin Hissettiğinizde “En kötüsü Ne Olabilir” Sorusunu Sorun

Bazı zamanlarda endişelerimize saplanıp kalırız ve kendimizi strese sokarız. Böyle anlarda “En kötüsü ne olabilir” diye sorun kendinize. Göreceksiniz, en kötü ihtimalin bile sizi korkutmadığı bir rahatlığa kavuşabilirsiniz.

Uyku Rutininizi Bozmayın

İyi bir uyku, ruh sağlığımız için en önemli faktörlerden biridir. Bu sebeple hayatta zorlandığınız durumlarda uyku düzeninizi asla bozmayın ve iyi bir uyku uyumaya özen gösterin.

HANNAH ARENDT VE MARTİN HEİDEGGER’İN AŞKLARI VE MEKTUPLARI

Satır aralarından aşk ve bağlılığın sızdığı bu “ketum” mektuplar, 20. yüzyılın iki önemli filozofunun yaşamları çerçevesinde Yahudilik-Almanlık, talebelik-hocalık, gençlik-olgunluk, kadınlık-erkeklik, evlilik-bekârlık ve en önemlisi de aşk ve fedakârlık kavramları etrafında dönüyor.

“Sevgili Bayan Arendt! Hemen bu akşam size gelmeli ve kalbinize hitap etmeliyim.”

35 yaşındaki filozof, evli ve baba Martin Heidegger en önemli eseri Varlık ve Zaman üzerinde çalışırken 18 yaşındaki Yahudi öğrencisi Hannah Arendt’e 1925 yılında yazdığı ilk mektupta bu satırlarla seslenir. Felsefe tarihinin bu en ilgi çekici aşk ilişkisini belgeleyen Mektuplar 1925-1975 başlıklı derlemenin Bakış adlı ilk bölümü, profesörle öğrencinin ilişkilerinin en yoğun dönemi olan 1925-1933 yıllarını yansıtır. Bu bölümün 45 numaralı son mektubu Heidegger’in Arendt’in kendisine yönelttiği “Yahudi karşıtlığı” ithamını yanıtladığı, önemli bir belgedir. Arendt’in itham edici mektubu ise Heidegger veya ailesi tarafından imha edilen belgeler arasındadır. Zaten kitabın tamamını oluşturan mektuplardan 119’u Arendt’in özenle muhafaza ettiği Heidegger imzalı orijinal belgeler olmakla birlikte, Arendt’in gönderdiklerinden sadece 33 tanesi günümüze ulaşabilmiştir.

(…) tam da o güzel fotoğrafın tam içime, kalbime bakarken (…) Bu bakışın, ders verirken kürsünün yanından bana doğru ışıldayan bakışla aynı bakış olduğunu bilmiyorsun. Ahh bu oydu, bu odur ve sonsuzluk olarak oradadır; o uzak yakınlıkta.

1950‘de, ilişkinin kesintiye uğradığı 25 yılın ardından böyle hitap eder Heidegger sevgilisine. 1950-1965 yılları arasındaki mektuplar Yeniden Bakış döneminde toplanmaktadır. Bu dönemde Arendt’in girişimiyle yeniden başlayan ilişkileri, Arendt’in Heidegger ve karısına yaptığı ziyaretler ve Heidegger’in entelektüel çalışmalarından bahsedilen bir dönemdir. Karşılıklı yazılan şiirler açıkça ifade edilemeyen aşkın zarif nişaneleridir.

1966-1975’i kapsayan Sonbahar bölümünde ise taşlar yerine oturmuştur ve Arendt, Heidegger’in eserlerinin ABD’de yayımlanması konusunda yardımcı olmaktadır. Bu bağlamda Heidegger’in karısı Elfride ile de mektuplaşır. Arendt, Heidegger’in 80. doğum yıldönümüne ithafen ABD’de bir radyo konuşması yapar ve Heidegger’in “kendisine ve birçoklarına düşünmeyi öğreten adam” olduğunu ifade eder. Nazi sempatizanlığını “dönemsel bir hata” olarak aklamaya çalışır.

Satır aralarından aşk ve bağlılığın sızdığı bu “ketum” mektuplar, 20. yüzyılın iki önemli filozofunun yaşamları çerçevesinde Yahudilik-Almanlık, talebelik-hocalık, gençlik-olgunluk, kadınlık-erkeklik, evlilik-bekârlık ve en önemlisi de aşk ve fedakârlık kavramları etrafında dönüyor. Eserin sonundaki Notlar bölümüyle Heidegger’in “imaya dayanan kapalı üslubu” ve Arendt’in ondan geri kalmayan “bulmacamsı” cümleleri açıklığa kavuşturuluyor. Fotoğraflar isebu hakiki hikâyeyi gözler önünde canlandırmaya yardımcı oluyor.


1929

Sevgili Martin,

Hakkımda pekala başka ve tesadüfi kaynaklardan haber almış olmalısın. Bu da haberin saflığını gideriyor, fakat Heidelberg’deki son görüşmemizde bir kez daha yenilenen ve saadet bahşeder bir tarzda sağlamlaştırılan güveni değil. Bugün sana öyle geliyorum, eski teminat içinde ve eski bir ricayla: Beni unutma, sakın unutma; çok iyi ve derin bir şekilde bildiğim gibi, aşkımız hayatımın lütfu ve inayeti oldu. Bu bilgi kalbe dokunmak için değil. Bugün de değil. Çünkü ben kendi göçerliğimin aidiyetini ve yurdunu bir insanda buldum, muhtemelen bunu çok az anlayacaksın.

Sık sık senin hakkında bir şeyler işitiyorum. Ne var ki, hepsi meşhur bir ismin anılışındaki o hususi yabancılık ve dolaylılık içinde. Bu benim için zor özdeşleşilebilir bir şey. Seve seve bilmek isterdim: Neredeyse acı veren bir memnuniyetle, nasılsın, şu an neyle meşgulsün ve Freiburg sana ne veriyor?

Alnından ve gözlerinden öpüyorum.

Senin Hannah


Eylül 1930

Martin,

Bugün seni gördüğümde, bağışla, hemen kendimi toparladım. Fakat, seninle Günther’in pencerede yan yana duracak olması, bu resim beni bir anda sarstı ve ben peronda, bu görüntünün iblisçe açıklığına yol vermek istemedim. Bağışla.

Beni tamamen alt üst eden birçok şey bir araya geldi. Seni görmek, sadece, her zaman olduğu gibi hayatımın en sıkışık ve duru sürekliliği hakkındaki bilgimi uyandırmıyor, lütfen bırak söyleyeyim, aşkımızın sürekliliği hakkındaki bilgimi de uyandırıyor.

Bilakis, saniyelerce önünde durdum. Sen aslında beni çoktan görmüştün. Üstünkörü baktın. Ama beni tanıyamadın. Küçük bir çocukken, annem beni ahmakça bir oyun oynayarak çok korkutmuştu. Hani bir daha kimsenin onu tanıyamayacağı kadar burnu uzayan Cüce’nin masalını okumuştum. Annemin bana oynadığı oyun sanki bugün başıma geldi. Sadece sürekli bağırdığım korkuyu, o kör korkuyu hâlâ çok iyi hatırlıyorum: Hâlâ senin çocuğunum ve Hannah’yım. Bugün de tıpkı böyleydi.

Ve sonra tren çekip gitti. Evet böyleydi, tıpkı şu an düşündüğüm gibi, o hâlde istediğim gibi: Siz ikiniz orada yukarıda ve ben yalnız ve büsbütün çaresiz karşınızda. Her zaman olduğu gibi elimde hiçbir şey yok, olayları akışına bırakmaktan başka, beklemekten başka, beklemek, beklemek.


New York, 27 Kasım 1970

Sevgili Martin,

Günlerdir, haftalardır sana yazmak; en azından mektubunun bana ne kadar iyi geldiğini, paylaşımının ve Zaman şiirinin tefekkür ederken nasıl yardımcı olduğunu söylemek istiyorum. Yıllar, yıllar önceki diğeriyle birlikte.

Ölüm varlığın sıradağıdır Dünyanın oyununda. Ölüm senin ve benim olanları Düşen ağırlığa taşır Bir huzurun yüksekliğine Salt yeryüzünün yıldızına doğru.

(Umarım yanlış alıntılamamışımdır, tekrar bakmak istemiyorum.)

Fakat yazamıyorum; belki konuşabilirdim ama yazamıyorum. İki insanın arasında bazen, çok nadir, bir dünya oluşuyor. Sonra bu bir vatan oluyor, kabul etmeye çoktan hazır olduğumuz her hâlükârda biricik bir vatan. İçinde dünyaya karşı korunduğumuz bu minicik mikro-dünya, biri çekip gittiğinde yıkılıyor. Gidiyorum, çok sakinim ve düşünüyorum: gitti.

Sana ve Elfride’ye teşekkür ediyorum. Eve ne zaman taşınıyorsunuz? Yanımda Du Thor Seminerleri’nin sonuncusu var: “La finitude est peut-être la condition de l’existence.” (Fr. Sonluluk, belki de varoluş hâlidir.) Şu an plan yapamıyorum ama ilkbaharda nerede olacağınızı bilmek güzel olurdu.

Her zaman olduğu gibi

Hannah


21 Temmuz 1972

Sevgili Martin,

Dün çok güzeldi. Eylülün gelişini sevinçle bekliyorum. Şimdi aklıma geldi; ayın 26’sında sizi rahatsız etmemeye dikkat etmeliyim.

Bir aşağı bir yukarı çok şey düşündüm. Düşünce, eğer sendeki gibi her sabah yeni bir başlangıç yapıyorsa, sonuçlarını hiçbir şey örtemez. Bu bir ödüldür ve bu ödülü düşünsel faaliyetin aslı olan “sözlü ifade”, yazı için de talep eder. Bu konuda Kant’ın çok güzel bir ifadesi var, kâğıt hazinem arasında ona tekrar denk gelirsem onu sana göstereceğim. Kant aşağı yukarı şöyle bir şey söylüyor: sonuçlar akla muhaliftir, akıl onları sürekli çözer durur. (Sokrates)

Merkür’ün Haziran sayısı daha yeni elime geçti. Wiezsäcker’in ziyareti yüzünden: Muhtemelen onun kısa süre önce yayımlanan kitabı Die Einheit der Natur’u (Tabiatın Birliği) biliyorsundur. Merkür’de Gernot Böhme’nin Physik zu Ende denken başlığı altında uzun bir mülakatı var. Belki ilgini çeker.

Melville’in Billy Budd eserini elde etmek için uğraştım; muhtemelen kitap yarın burada elime geçecek. Onu kitapçıdan direkt sana gönderiyorum.

En iyi dileklerimle, özellikle de “60 Sayfa” için.

Her zaman olduğu gibi,

Hannah

Elfride’ye selamlar. _________________________________________ (*) Martin Heidegger, Hannah Arendt: Mektuplar, çev. Melek Paşalı, Kaknüs, 2009.

“Sevgili Bayan Arendt! Hemen bu akşam size gelmeli ve kalbinize hitap etmeliyim. Aramızdaki her şey yalın, beraak ve saf olmalı. Birbirimizle karşılaştırılmış olmak lütfuna ancak böyle layık olabiliriz. Sizin öğrencim olmanız, benim sizin hocanız olmam, aramızda vuku bulanların yalnızca bir vesilesinden ibarettir. Size hiçbir zaman sahip olamayacağım. Fakat siz bundan böyle hayatıma ait olacaksınız. Hayatım da sizinle beraber büyüyecek. Kendi varlığımızla diğerleri için ne olacağımızı asla bilemeyiz. Ama ne oranda yıkıcı ve engelleyici bir etki yapabileceğimizi pekâla tahmin edebiliriz. Henüz baharındaki ömrünüzün hangi yöne yöneleceği meçhul. Bu seçimin önünde boyun eğeceğiz. Size sadakatim, sizin de kendinize sadık kalmanıza yardımcı olmalı.” Martin Heidegger (s.11)

“Sevdiğimiz şeye dönüşüyor, yine de kendimiz kalmaya devam ediyoruz. Bunun için sevgiliye teşekkür etmek istiyor, ancak buna yetecek hiçbir şey bulamıyoruz. Sadece kendimizle teşekkür edebiliriz ona. Aşk, minneti kendine sadakat duygusuna ve diğerlerine kayıtsız şartsız itimada çevirir. Böylece kendi sırrını sürekli yükseltir.” Martin Heidegger (s.13)

“Keşke seninle gecelerin içinde yürüyebilsem.” Martin Heidegger (s.14)

“Gölgeler sadece güneşin olduğu yerdedir. Bu da senin ruhunun temelidir. Sen varlığının tam merkezinden bana yaklaştın ve hayatımda daima etkileyici güç oldun.” Martin Heidegger (s.25)

“Seni, çevren gölgelere sürüklüyor, bu çağ ve henüz baharında bir hayatın çabuklaştırılmış olgunluğu. Eşi benzeri görülmemiş bir surette ve dışarıdan dayatılan kendi kendini didiklemenin yarattığı bu bozulmaların ve yanılmaların sen olmadığına inanmasaydım seni sevemezdim.” Martin Heidegger (s.26)

“Aşk, beklemek ve korumakla görevlendirilmiş olmasaydı hâlâ ruhta kendisiyle birlikte yükselen o büyük inanç olur muydu? Sevgiliyi bekleyebilmek, muhteşem olan budur. Çünkü bu bekleyiş sayesinde sevgili “şu an”dır.” Martin Heidegger (s.27)

“Kendini yeniden buldun, sen zaten kendini hiç kaybetmedin ve kaybetmeyeceksin. Tanrı vergisi kendi varlığının huzurunda tevazuyu dillendirdiği için bu Evet, öyle mutluluk verici ki. Ebediyen böyle bir varlığı bekleyebilmekten daha büyük bir şey düşünebilir misin?” Martin Heidegger (s.28)

“İlk yürüyüşümüzde korkuya kapılsaydın, diyorsun, ne olurdu? Bir şey olabilir miydi? Hepsi bu değil miydi ve bu daima böyle olmayacak mıydı? Bunun için biz bir şey yaptık mı? Kendimizi açmaktan ve olanı oldurulduğu gibi bırakmaktan başka ne yapabiliriz. Böyle olduruluyoruz; birbirimiz için salt sevinç ve her yeni günün menbağı.” Martin Heidegger (s.28)

“Dünya bundan böyle ne senindir ne de benim. Bilakis, o bizim oldu artık.” Martin Heidegger (s.29)

“Augustinus diyor ki: Amo: volo ut sis: Seni Seviyorum, öyleyse ne isen o olmanı istiyorum. Sevgili Yürek, yaptıklarımın hikâyesi hakkında hiçbir şey söylemiyorsun. Biz iki insanız, zor konuşan, fakat susmayı da anlayan. İçinde gençliğinden bir mayıs günü hatırası saklayan, mis kokulu çiçeklenişin için teşekkür ediyorum.” Martin Heidegger (s.31)

“Uzaklarda olduğun zamanlarda sık sık şiir okudum ve hayatın benim için şimdiki zamana dönüştü.” Martin Heidegger (s.34)

“Kadere inanmakla hiçbir şey mazur görülmüş olmaz ve bu benimle rahatça başa çıkmanın yolu değildir. Sadece ötekine inanmak suretindeki bir imân –ki aşktır bu- seni gerçekten kabul edebilir.” Martin Heidegger (s.35)

“Gelecekten memnun olabilen aşk kök salmış demektir.” Martin Heidegger (s.35)

“Senin hayatın zenginleşecek ve bu asla başarısızlığa uğramayacak. Bu inanç, hırsla kaptığımız ve yaptığımız her şeyden daha geçerlidir.” Martin Heidegger (s.39)

“Seni unuttum. Kayıtsızlıktan değil. Dış şartların bunu icbar etmesinden dolayı da değil. Bilakis seni unutmak zorunda olduğum ve son yoğun çalışmamın kıvamına her gelişimde, seni unutacağım için. Bu, saatlerin ve günlerin getirdiği bir şey değil. Haftalardır, aylardır hazırlanmakta olan ve yavaş yavaş dinmekte olan bir süreç.” Martin Heidegger (s.52)

“Gitmeye cesaret edememek gençliğe yakışmaz. Bu, hürriyet güdüsünün söndüğünün işaretidir. Böyle insanlar kaldıklarında da bu yüzden olumlu bir surette gelişemezler.” Martin Heidegger (s.53)

“Seninle sevinmek için seni yeniden aramaya başladım; sevinçten taşıncaya, sonra da kaybolup gidinceye değin.” Martin Heidegger (s.57)

“Beni huzurunda muhafaza et.” Martin Heidegger (s.59)

“Sana olan aşkımı kaybedersem, yaşama hakkımı kaybetmiş olurum.” Hannah Arendt (s.63)

“Sevgili Hannah! Sen gittikten sonra geriye odamda durgun bir gün ışığı kaldı.” Martin Heidegger (s.69)

“Hiçbir sevginin hikâyesinin anlatımı böyle güzel değildir, unutamamanın masumiyeti böyle muazzam değildir.” Martin Heidegger (s.81)

“İlkbaharın kalbini kırdıklarına sonbahar yeniden şifa oluyor.” Hannah Arendt (153)

“Başlangıç aynı zamanda bir Tanrı’dır ve insanlar arasında gezindiği sürece her şeyi kurtarır.” Platon (s.177)

“Bir insanla yüzyüze durulduğunda o kendi bütüncül, mutluluk verici canlılığında algılanır fakat o insan hakkında düşünülmez. Eğer şu yapılırsa; birbiriyle karşılaşmış insanların arasına bir duvar örülürse, insan gizlice o karşılaşmadan uzaklaşır. Bir insana ya da bir şeye düşünerek yaklaşmak için o şey, dolaysız bir algılama için uzakta olmak zorundadır. Heidegger diyor ki: Düşünme, uzaklığa yakınlaşmaktır.” Hannah Arendt (s.186)

“İki insanın arasında bazen, çok nadir, bir dünya oluşuyor. Sonra bu bir vatan oluyor, kabul etmeye çoktan hazır olduğumuz her hâlükârda biricik bir vatan. İçinde dünyaya karşı korunduğumuz bu minicik mikro dünya, biri çekip gittiğinde yıkılıyor. Gidiyorum, çok sakinim ve düşünüyorum: gitti.” Hannah Arendt (s.205)

“Kendime her gün şunu söylüyorum: Sen kendi işini yap. Geri kalan ve büyük şeylerin bizden gizlenmiş kendi kaderleri vardır.” Martin Heidegger (s.241)

“Birbirimizi tekrar görürsek Artık hiçbir şeyi özlemeyeceksin.” Hannah Arendt (s.394)

“Ah, kendimi armağan ettiğim tebessümü tanıyordunuz Susarak ne kadar çok şeyi kararttığımı biliyordunuz.” Hannah Arendt (s.397)

BİR ŞİİR, İKİ ŞAİRİN ÖYKÜSÜ; “HAZİRANDA ÖLMEK ZOR”

“ ‘Uyarına gelirse Tepemde bir de çınar’ Demişti on yıl önce  demek ki on yıl sonra  demek ki sabah sabah  demek ki ‘manda gönü’ demek ki ‘şile bezi’ demek ki ‘yeşil biber’ bir de memet’in yüzü  bir de güzel istanbul  bir de ‘saman sarısı’ bir de özlem kırmızısı demek ki göçtü nazım kaldı yürek sızısı geride kalanlara  yıllar var ki ter içinde  Taşıdım ben bu yükü bıraktım acının alkışlarına  3 haziran 63’ü!”

Tanıdığım için övünç duyduğum, sevgili dost, büyük ozanların iz sürücüsü, 1984 yılında yitirdiğimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil’in kitabının adı seçtiğim başlık.. Kitaba adını veren ve içinden Nazım’ın bir ağıt gibi aktığı bu şiiri yine bir Haziran aydınlığında , 2 Haziran’da, tıpkı Nâzım gibi gurbette Sofya’da bir hastane yalnızlığında göçüp giden Orhan Kemal’e armağan etmiş ozanımız, “Orhan Kemal’in güzel anısına” diye not düşerek..

***

Ramak kalmıştı kötü şairler kafilesine birinin daha katılmasına!

Bizi Nâzım kurtardı!

Kurtarmakla kalmadı 72. Koğuş, Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza gibi romanlar ve daha nicelerini yazacak olan bir büyük öykücüyü, bir büyük romancıyı armağan etti edebiyat dünyamıza.

“Ne kadar isabetli olmuş Orhan Kemal’in ‘Ejnebi bir rejimin propagandasını’ yapmış olması! Pek de güzel olmuş yaparken yakalanması! Yakalanıp müddeiumumi (savcı) bey’in ‘isyana muharrik’ üç yıl, gizliden Nâzım şiirleri okuma cesaretini göstermesinden de iki yıl, etti mi size beş yıl, iyinin iyisi ki ancak bu kadar olur! Hele hele Bursa Mahpushane’sine yollanması ve orada Nazım’la yollarının kesişmesi, şansın adı bu olmalı!” diye şaka yollu dost masasını kızıştıran Hasan Hüseyin, ardından kendi cevabını pek açık seçik belli ederek şu soruyu yapıştırmıştı bir defasında : “Kim istemez Nâzım’la hapis yatmayı?”

Orhan Kemal, Nâzım’ın Bursa Mahpushane’sine gönderileceğini duyunca pek sevinmiş; nicedir yattığı günleri sırtına yüklenen cezadan çıkartıp, Nâzım’la geçireceği gün sayısını hesaplamış: Üç buçuk yıl…

“Hay Allah! Aklı başında birine de benziyorsun gel sen bu işi bırak!”

Büyük bir samimiyetle anlatır Orhan Kemal Nazım’lı günlerini “Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl” adını verdiği anı kitabında. Her satırında Nâzım’a duyduğu şükran duygusu ve ona olan sevginin yanısıra öğretmenliğini kabullendiği de anlaşılır. Şiirlerini okuması için Nâzım’a verdiğinde, Nâzım bizimkini enikonu azarlar ve yazdıklarına şiir denilmesinin doğru olamadığını, bir daha da böyle “komiklikler” yapmaması gerektiğini söyledikten sonra ilave eder: “Hay Allah! Aklı başında birine de benziyorsun gel sen bu işi bırak!”

Bırakır… Bırakır da içindeki “yazma kurdu” kırt da kırt bırakmaz yakasını.. Yazmış olduğu kısa bir hikayeyi günlerce sancılar içinde kıvranıp bekledikten sonra söylenir Adanaca :“Bunu da beğenmez höykürürse depesi göve değer gaali ben de yazmıyıversem gıyamet mi kopar!”

Beğenir Nâzım..

Beğendiğini kendine has coşkusuyla da belli ederek onu alkışlayıp yüreklendirir. “Yetmez Çukurovalı” der “yetmez Fransız klasiklerini kendi dilinden okumalısın” O’na Fransızca dersleri vermeye başlar. Bir süre sonra buna felsefe derslerini de ilave eder. Nâzım bu, yakasını bırakmaz Orhan Kemal’in, Rusçayı da ders başlığı olarak programlar. Ancak “sayılı gün” elvermez… Çok sonraları kendisiyle yapılan bir söyleşide “Allahıma kitabıma bir kaç yıl daha kalaydım Rusçayı da bellerdim ne var ki kör talih işte günüm doldu da saldılar, buna çok yanarım!” diyecektir.

“Çukurovalı” mahpushaneden çıkarken koltuğunun altında roman ve öykü dosyaları, Fransızcası kendine elverir, felsefesinin pusulası emekten ve aydınlıktan yana.. “Depesi göve değer gaali..”

***

Orhan Kemal 15 Eylül 1914 tarihinde doğdu. Gurbette, Sofya’da bir hastane odasında genç denecek yaşta bu dünyadan göçüp gitti geride emekçileri, ırgatları, sokaktaki adamı büyük bir gerçekçilikle anlattığı 27 roman; 19 öykü kitabı bırakarak.. 2 Haziran 1970.

***

Nâzım ise yaşamı boyunca peşinden koştuğu hülyasının izini sürmek için başka bir coğrafyaya aktı hapis çıkışı, 1951’de… Yıllar önce gelip mozelesinin başında nöbet tuttuğu büyük ustanın anısı önünde bir kez daha baş eğdi… Yazdı… Dünyanın birçok ülkesine gitti. Dünyanın birçok ülkesinin emekçileri, ezilen halkları, öğrenciler meydanları doldurdu Nâzım’ı görmek, sesini işitmek için… Alkışlandı… Barış Ödülü verildi… Kadınlar O’nu çok sevdi o da kadınları… Her şairin erişmek isteyeceği en yüksek noktaya erişti… Şiirin Everest’i oldu..

Zirvedeydi. Çok yalnızdı… Ölümün kendine önce “yalnızlığı yolladığını” dizelerine taşıyacak kadar hüzün yüklü, yurt özlemi içindeydi… Karpuzu, yeşil biberi, beyaz peyniri; sonra Haydarpaşa Garını… Sonra Haydarpaşa Garı’nda bekleyen Galip Usta’yı, Mahkûm Süleyman’ları, Mahkûm Fuat’ları sözün kısası “Memeleketinin Bütün İnsan Yüzlerini” özlemişti… Sözün kısası yangın yeri gibiydi…

“Dünyamda sabahleyin aç karnına içilen cıgaranın tadı/ Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı…”

Sonra kendi geldi… 3 Haziran 1963.

Biri Çukurovalı öteki Selanikli. İkisi de inat mı inat Robson damarı… Aynı deli divane Haziran aydınlığında birer gün arayla gittiler. Biri 1970 Sofya, diğeri 1963 Moskova… Yolları hapishanede kesişmiş idi. Aynı damara aktılar!

***

“ 3 haziran 63 ‘ burası Bizim radyo 30 virgül 83 büyük şair nazım hikmet bu sabah..’

bu düdükler bu namlular bu tanklar asmak neyi kurtarır öldürmek neyi bu korkunun adı ne neyi kimden esirgiyor bu buz gibi silahlar? bu ağaçlar niçin böyle yapraksız … sokakta namlu gözlü bir gece gece leylak ve tomurcuk kokuyor uy anam anam haziranda ölmek zor!”

2009 Mehmet Bozkurt ‘Haziranda Ölmek Zor’ 

GERÇEK DÜNYANIN KATMAN KANUNLARI – NİCOLAİ HARTMANN

Örnekler ancak bazı işaretler verir. Ama yine de onlardan, temel kategorilerin dünya yapısında nasıl bir rol oynadığı hakkında, aşağı yukarı bir fikir edinilebilir. Bunların hepsinin tabii olduğuna dair, ilk kanı, dönüşümlerin akıl almaz çeşitliliğine girildiğinde, ve varlıkların hem birlik hem farklılık rolü oynadığı, bütünün birliğini ve bağlılığını ve nasıl çeşitli yüksekliklerdeki çeşitliliği belirlediği görüldüğünde, çok çabuk yok olur.

Bunun dışında, bunlardan, varlık katmanlarının bağlılığının daha “çok öğeli” kategorilerin yüksek aşamalı yapılara geçişinde olduğu anlaşılır. Aynı şekilde bu geçiş kendilerinin devamlı dönüşümlerine bağlıdır. Bu elementer kategorilerin her biri, katmandan katmana geri dönüşlerinde o katmanın özelliklerinden bir şeyler alır. Bu gayet normaldir, çünkü her katmanın öğelerinin çok yakın ilişkilerinin olduğu, kendi kategori sistemi vardır. Bir katmanın kategorileri kendi somutluklarını (concretum) tek tek kendileri değil, tersine hepsi beraber belirlerler. Elementer kategori bu birlikte belirlenen birliğe girdiği zaman onların bütün özelliklerini alır ve ona uygun olarak kendini dönüştürür. Metabolizma, kendini ayarlama ve üremenin ve Uyum’un hakim olduğu bir varlık bölgesinde, birliğin şekilleri, karşıtlığın çeşitleri, uyum, süreklilik ve değişim, sürecin ve durumun, töz ve matematiksel kanunların hakim olduğu yerdekinin aynısı olamazlar. Katmanın kendi cinsi, kesintisiz öğeyi etkiler.

Eğer bu böyleyse, kesintisiz öğenin karşısına tek tek katmanlarda gerçekten özyeterliliğin bir faktörü çıkmalıdır ve katmanlar arası ilişki doğru bir şekilde anlamak isteniyorsa, bu faktör de aynı şekilde tamamen belirlenmeli ve katman kategorilerinde örneklerle, kesintisiz her öğe gibi, gösterilmelidir. Bunun için temel kategorilerin dönüşümlerinde yeterli malzeme vardır. Birliği dizileri yükseldikçe ve buna bağlı olarak çeşitlilik çoğaldıkça, nasıl basamaktan basamağa yepyeni bir şeyin, bir kategorik novumun ortaya çıktığı ve ilkel cinslere üstün geldiği açıkça görülür. Determinasyon cinslerinin dizilerinde, yüksek aşamalı cinsin daha ilkel cinslerin hiçbir yerinde asimile olmadığı daha iyi anlaşılır. Organik gelişme yolunda yapı sisteminin gelişime yönelik işlevi nedensellik ilkesine uymaz. Amacın kullanılması ve bilinçli hareketin araçlarının geriye dönük seçimi, bu ikisine karşı, tamamen yeni bir novum oluşturur ve aynı şekilde yukarıya özgür iradeye kadar gider. Bu kendini, yükselen şekillerin sıralarının tamamında üst üste şekillenerek belli eder, şekillenmenin mümkün olmadığı yerde ise üst üste yapılaşır. Yüksek şekil cinsinin ortaya çıkışı, bunun karşısında ilkel şekli maddeye veya tamamıyla taşıyıcı temele kadar batması, işte bu novumun işidir.

Aynı şey katman kategorilerinin ilişkilerinde daha açık görülür. İç düzen ve üreme, fiziki sürece ve matematiksel miktarlar kanunlarına karşı çok belirgin bir novum oluştururlar. Ruhsal yaşamın içeriği ve edimleri de aynı şekilde organik süreçlere karşı bir novumdur. Bunlara karşı da, bireyin ruhsal edimlerinden ayrıca var olan ve tarihi geleneksel içerikli ortak bilinç yaşamı, dil, bilgi, hak, namus gibi, novum oluştururlar.

Böyle bir yönlenmeyle, katmanların iç ilişkilerini belirleyen kanunları zorlanmadan birkaç ana noktaya birleştirebilir. Burada katmanların içindeki ilkesellik söz konusu olduğundan, kanunlar kategorilerle ilgilidir ve ilk etap, kategorilerin katmanların kanunlarıdır. Diğer taraftan kategoriler somut varolanın yanında özel şekilde varolmadıkları için, kanunlarının konusu belirgin bir şekilde, doğrudan varlık katmanının ilişkileridir.

1. Varlık katmanlarının örtüşmelerinde daima, yüksek katmanlarda tekrar ortaya çıkan düşük katman kategorileri vardır. Hiçbir zaman düşük katmanlarda ortaya çıkan yüksek katman kategorisi yoktur. Bir katmandan öbür katmana kategori geçişlerinde, geçişler aşağıya doğru değil, hep yukarıya doğrudur.

2. Kategorilerin dönüşleri daima sınırlıdır. Bu düşük katmanın bütün kategorileri için geçerli değildir ve bütün yüksek katmanlara kadar gidemez. Belli katman yüksekliğinde dönüşün bir kesilmesi de vardır.

3. Yüksek katmanlara geçişlerde tekrar ortaya çıkan kategoriler değişime uğrarlar. Yüksek katmanın özellikleriyle şekillenirler. Değişmeden (yukarıya geçen her özellik) her zaman bir kategorik temel niteliktir.

4. Düşük kategorilerin dönüşü hiçbir zaman yüksek katmanın kendi cinsini oluşturmaz. Bu her zaman, yeni kategorilerin ortaya çıkışında var olan ve onlardan bağımsız olan, bir kategorik novumun işe katılmasına dayanır. Yeni gelenlerin dönüşümü de zaten bu novumla olur.

5. Varlık şekillerinin yükselen sıraları kesintisiz değildir. Belli kesimlerde, kategorik novumun birçok kategoride aynı anda faaliyete geçmesiyle, varlık katmanları birbirlerinden kesinlikle ayrılırlar. Bu belirginlikler katman farklılıklarının aşama düzeninin özel görüntüleridir.

Yukarıdaki eleştirel açıklama, genelde kategorilerin katmandan katmana aktarılamaz olduğunu gösterdi. Ama bu, birçok katmana ait olan kategorilerin olamayacağı demek değildir. Temel kategorilerin özel durumları, onların bütün katmanlara uzanmış olmalarındandır. Buna benzer bir durum hepsi için değil ama birçok katman kategorileri için geçerlidir. Bir kategorinin başka katmanlara geçebilmesi için nasıl yapılanmış olması gerektiği genel olarak söylenemez. Bir kural olarak söylenebilecek tek şey dönüş kanunun söylediğidir; yalnız “yukarıya” geçiş vardır “aşağıya” değil. Başka katmanlara geçiş tek yönlüdür, tersine çevrilemez. Yalnız düşük kategoriler yüksek katmanlara geçerler, yüksek kategoriler daha düşük katmanlara değil.

Zaman, süreç, nedensellik bütün yüksek katmanlara böyle geçerler. Organik yaşam da zamanlı bir süreçtir, onda da daha sonraki durumun nedeni geçmişindedir. Fakat ruhsal olaylar dünyasında da aynı şey geçerlidir ve ruhsal yaşamın kendisi, kendi zamanlılığında aynı gerçek zamanda geç ve tek tek etaplarında nedensellik sonuçları olan bir toplam süreçtir. Bu ama fiziksel-maddesel dünyanın bütün kategorilerinin hepsinde geçerli değildir. Matematik kuralları ve özlük (substanzialitat) organik dünyaya geçerler ama orada çok küçük bir rol oynarlar. Organiğin başka kanunları vardır ve onun koruması yettiği kadar “tragheit”a* dayanmaz (ne maddenin ne de enerjinin), aksine onun aktif olarak kendini yenilemesine dayanır. Mekansallığın durumu ise daha önemlidir. O zamanlılık gibi ruhsallığına ve bilincin sınırlarına geçmez, aksine organiklerin ve ruhsalların sınırında kopar.

Bu ikinci konunun söylediğidir. Belli katman yüksekliğinde dönüşü, bir kesintiye uğraması vardır. Bunun için mekan kategorisi tipik bir örnektir. Biz zaman ve mekanı dünyanın eşit temel durumları olarak görmeye alışmışızdır. Ontolojik olarak bu yanlıştır. Ontolojide zaman çok daha büyük kategorik güce sahiptir. En üst katmanlara kadar çıkar, yaşayan bilinçte (tarihi-somut kişiler gibi) yalnız “olacak” şeklinde vardır, onun da bir meydana çıkışı, süresi ve yok oluşu vardır. Mekan ise bunun karşısında en düşük iki katmana aittir. En düşük basamaktaki bilinç bile mekansızdır.

Tek tek kategorilerin durumlarındaki bu farklılık, dönüşün genel bir kanun olmadığını belirler. O seçilmiş bazı kategorilerde sınırlıdır. Ama burada da tamamıyla kuralsızlık hakim değildir. Katmanların sıralanmasından, belli yüksekliklerde bütün bir kategoriler grubunun geçişlerinin son bulduğu görülür. Böyle bir yükseklik işte organiklik ve ruhsallık sınırıdır. Burada her şey cansız doğa ile organiklik arasındaki sınırdan daha değişiktir. İnorganik kategorilerin hepsi, burada bazı lan çok önemsiz de olsa, organikler dünyasına geçerler. Bunun sebebi, organizmanın belli bir büyüklükte dinamik oluşumları yapı taşları olarak içine alması ve onları kendi yüksek yapısıyla şekillendirmesidir. Onlarla beraber aynı zamanda onların kategorilerini de devralmaktadır. Çünkü o, onları ancak aynı mekanda ve aynı süreçlilikte şekillendirebilir. Kendisi de onlar gibi mekanlı ve maddesel olmasaydı, onlar gibi bir süreç yapısı olmasaydı, o zaman onları içine alamazdı.

Ama bu şekillendirme bütün katman farklılıkları için ölçü değildir. Ruh yaşamı, bedensel yaşamın şekillendirilmişi değildir. Ruhsal yaşam, organik süreçleri içine alıp, yapı taşı olarak kullanmaz. O, organik süreçler tarafından taşınır ve onlardan etkilenir, fakat organik süreçler onun altında geride kalırlar. Bir metabolizma bilinci ve büyüme bilinci vardır ama yalnız nesnelerin veya nesnesel süreçlerin bilinmesi anlamında, bunlar bilincin objeleridir ve onun dışında kalırlar, onun içine ne edim ne de içerik olarak giremezler.

Edim ve içerik kategorik olarak değişik şekillerdedir. Onlarda ne mekan ne madde ne de öz vardır. Onlardan oluşan “iç dünya” yaşamak. hissetmek, kavramak, düşünmek gibi organik yapının “üzerinde” bir varlık bölgesidir, ama yalnız onun “üzerinde” bir varlık temelinin üzerine bağlandığı gibi bağlanır, kendini ondan, bir maddeden yapılanır gibi yapılandırmaz. Üst şekillendirmeden farklı olarak bu şekil bir üstüne yayılma, bir üstüne yapılanma ilişkisi diyebiliriz.

Daha önce görünür olan bir şey, burada onaylanmaktadır. Gerçek dünyanın yapısı (üst) şekillendirmelerin tek cinsli sıralaması değildir. Gerçek dünya şekil ve madde temel kategorilerinin görecelendirilmiş ilişkileriyle ifade edilebilir. Bunu deneyen bütün teoriler, psikofizik sınırında başarısızlığa uğramak zorunda kalırlar. Dünyanın birliği o kadar basit değildir. Metafiziğin, ontoloji dönüş kanunuyla ruhsal ve bilinçli varlıkların türetilemez cinslerine yol açar, böylece gizli bir materyalizme alet olur konusundaki tüm korkularının bu noktada yersiz oldukları ortaya çıkmıştır. Tam tersine, ontoloji, çok cinsli bağımsızlığı, onun birliğine aldırmadan, havada bırakabilir korkuları da yersizdirler. Çünkü yeni ontolojinin esas konusu tam da varlık katmanlarının çeşitliliğinde, tek cinsli (homojen) ve çok cinsliler (heterojen) arasındaki ilişkileri, ön yargılardan şu veya bu şekilde etkilenmeden, ölçülü ve dikkatli bir şekilde araştırmaktır.

Bu ilk üç kanunda ifade bulur. Dönüş yalnız sınırlı olarak vardır ve kategori içeriğinin dönüşümü olmadan olmaz. Dönüşümün görünen sınırları görüntüler olarak doğrudan gösterebilen üst şekillendirmenin mümkün olmayıp, üstüne yapılanma tarafından bertaraf edildiği yerlerdedirler. Organik yaşam ile ruhsal yaşamın arasındaki sınır çizgisi bu durumda, en kolay anlaşılabilen bir örnektir. Daha yukarıda buna benzer üst şekillendirmenin olamadığı ikinci bir sınır çizgisi vardır. Bu sınır çizgisi bilinç dünyasının ortasından geçer ve bireyi, somut bilinçten ayırır. Somut bilincin zamansal yaşamı ruhsal edim faaliyetlerinden oluşmaz, aksine onların üzerine, bir varlık temeli üzerinde “bağlanır” gibi “bağlanır”. Dil, hak, anane, namus ve bilim bilinçte açılmaz. Her biri onu içinde büyüdüğü ortak bilinç ortamından alır ve ileriye devreder. Kendi zamansal toplam sürecine katkısını yapar, ama kendine kendi dilini, ahlakını veya ilmini yaratmaz. Bu, bu ruhsal dünyanın bazı metafizikçi teorilerin kabul ettiği gibi, bireyüstü bir bilincin içeriğini oluşturmadığına, uygundur. Bilinç yalnız bireyin bilinci olarak vardır, ama bu tarafsız aklın bilinci değildir. Bireyler organik kabile birliği dışında yalnız ortak bilinçle birbirlerine bağlıdırlar. Kendi ruh dünyası insanın vazgeçilemez şekilde kendine aittir. Edimlerini kimse onun için yerine getiremez, duygusal durumlarına kimse onun için katlanamaz. Bilinç ayırır, ruh birleştirir.

Aynı anda, bilinen kategorilerin belli katman sınırlarında kesintiye uğraması bütün ilişkilerin bilinmesine yetmediği görülür. Yüksek bir varlık katmanında asıl olumlu olan, yalnız düşük dereceli kategorilerin yok olması değil, bilakis yeni yüksek kategorilerin meydana çıkmasıdır. Bu dördüncü katman kanununun, novum kanununun ifade ettiği şeydir. “Aşağıdan yukarıya” katman içine giren unsurlar o katmanın esas cinsine yeterli gelmez, onda ancak ön şartları oluştururlar, esas görev, onları aşağı katmandakilerden ayıran, kendi kategorilerine düşmektedir.

Organiklerde metabolizma (stoffwechsel)gelişme ve çözülme süreçlerinin etkileşimi aktif şekillenme, zor koşullara uyum, bireyin ölümünden sonra üreme ve kalıtım yoluyla hayatın devam etmesi, böyle bir novumdur. Böyle bir oluşum şekline karşı maddesel öz ve fiziksel süreçler gerçekten daha düşük seviyededir. Nedensellik bağlamının bile, geçerliliği ne kadar önemli olursa olsun, şekil genetik süreçlerin aslını oluşturamaz, kurulu sistemin organik determinasyonu onu (üst) şekillendirir.

Kendini yapılandıran süreçlerin bütün şekil ve basamakları için alınan maddenin basit asimilasyonundan yukarıya, amaca yönelik tepkilere ve uyum şekillerine kadar geçerlidir.

Dönüş kanunu ve novum kanunu beraber kategorik katmanlamanın cins şeklini oluştururlar. Tek olarak alınırlarsa tek taraflı kalırlar. Her biri katman ilişkisinin bir tarafını ifade eder. Katmanda bağlantılar “dönüş”e, çeşitlilik novuma bağlıdır. Dönen düşük aşamalı kategorilerin dönüşüme uğraması da, yüksek kategorinin novumunun bir işlevidir. Varlık katmanlarının karşılıklı farklılaşmaları ve varlıkların, fark edilebilen katman farklılıklarının ortaya çıktığı bir aşama derecelerinin olması, yeni kategori gruplarının hareket geçişlerine bağlıdır. Eğer novum olmasaydı, dünyanın yapısındaki şekillerde büyük bir süreklilik olurdu; ve varlık aşamalarının tek farkları da, bütünlük farkları olurdu. Temelden değişik olan bir cinse yer olmazdı.

Buradan, yüksek aşamalı katmanların aralıklarındaki üst şekillendirme ilişkilerindeki kopuş, başka bir ışık altında görülebilir. Burada düşük kategorilerin dönüşü arka planda ortaya çıkar tam ortadan kaybolmaz, birkaç belirgin parçada sınırlı kalır ve yüksek aşamalı kategorilerden oluşan zengin bir novum, geride kalan düşük aşamalıların yerine geçer. Burada, sanki katman aralıklarındaki dönüşün ve novumun ağırlığı birbirlerinden kaçınıyorlar gibi görünür. Düşük katmanın özellikle farklılık gösteren kategorileri, yeni kategorilerin zorla girişi başladığında, yüksek kategoriye geçemedikleri açıkça görülür. Basit olanlardan bazıları bunun karşısında hep geçerler ve en pervasızca da temel kategoriler.

Belki bu ilişkiyi tersinden açıklamak da doğrudur. Yeni kategorilerin büyük bir grubu varlık yükseklik düzeninin ancak, düşük kategorinin aynı büyüklükte bir grubunun son bulduğu ve aynı zamanda yapılandırıcı gücünü kaybettiği yerlerinde, hareket olanağı bulur. Fakat her iki düşünce şekli eşittir. Hangisine karar verebileceğimizi belirleyecek bir kategorik dinamiğin hiçbir belirtisi bulunmamaktadır. Ancak şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz: Katmanlar dizisinde üst yapılanma ilişkilerinin ortaya çıkması, geniş bir cephede dönüşün kesintiye uğraması ve aynı zamanda aynı cephede genişleyen bir kategorik novumun başlaması anlamına gelir. Yüksek aşamalı ve düşük aşamalı katmanların farklılaşmış özel kategorilerinin beraberce var olamayacakları açıktır.

Temel kategoriler dışında, en düşük aşamalı kategori katmanının yalnız birkaç öğesinin (zaman, süreç, sebep) bütün varlık katmanlarına kolayca geçebildikleri, anlattıklarımıza uygundur. Aynı şekilde şu gerçekte bunu doğrular; bütün katmanlar dizisinde yalnız bir tane gerçek üst şekillenme ilişkisi vardır ve o da en düşük katmanlar arasında, organik dünyanın inorganik dünya üzerine yükseldiği yerdedir. Burada düşük katmanın kategorileri henüz çok az farklıdırlar ve yüksek katmanın kategorik novumu onlar tarafından açıkça engellenmektedir. Bu belki şöyle açıklanabilir; varlığın tam da bu düzeyinde, yeni şekillerin zengin varlığı ve kanunları, düşük düzeyin varlığıyla uyum içindedir. Çünkü onlara bağımlı bir duruma da girseler, hepsi beraber canlılar dünyasına geçerler ve hiçbiri geride kalmaz.


Nicolai Hartmann (Nikolajs Hartmanis). (d. 1882, Riga, Letonya — ö. 1950) Ünlü Alman spekülatif metafizikçisi. Bilgi ve varlık öğretisi dışında, insan ve insani değerleri ön plana çıkartan ahlak anlayışıyla da, 20. yüzyıl felsefesinin en önemli düşünürlerinden biri olan Hartmann Batı felsefesi geleneğinin, Descartes’tan beri, düşünen özneden hareket ettiğini ve bunun da büyük bir yanlış olduğunu savunmuştur. Ona göre, bağımsız bir gerçekliğe ilişkin bir kavrayış, bene ilişkin kavrayış kadar doğrudan ve aracısızdır. Hartmann bu bağlamda tüm felsefi problemlerin ontolojik nitelikte problemler olduğunu söylemiştir; onlar, bize verilen varlık türünü anlama yönündeki girişimlerdir. Hartmann’a göre, bilgi, her zaman bir nesnenin kavranmasıdır. Bu kavrayış da nesnelerin kendiliğinden bizim bilincimize düşmesiyle değil de, tam tersine düşünen varlık olarak öznenin kendisini aşıp nesneleri kavramasıyla gerçekleşir. Bu ise, bir tasarım yoluyla olur. Bilgi, nesnenin bilinçteki yansıması olan tasarımlar yoluyla gerçekleşir. Hartmann’a göre, tasarım her ne kadar bilginin nesnesi ile var olsa da, nesnenin kendisi, bilgi söz konusu olmadığı zaman bile varolmaya devam eder. Bundan dolayı, Hartmann ontolojinin bilgi kuramına değil, fakat bilgi kuramının ontolojiye dayandığını savunmuştur. Çünkü ona göre, nesnenin bilgisinin söz konusu olabilmesi için, önce nesnenin varolması gerekir.

GÜLTEN AKIN: SENİ SEVDİM, SENİ BİRDENBİRE DEĞİL USUL USUL SEVDİM

SENİ SEVDİM

Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim “Uyandım bir sabah” gibi değil, öyle değil Nasıl yürür özsu dal uçlarına Ve günışığı sislerden düşsel ovalara

Susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim Mevsim kirazlardan eriklerden geçti yaza döndü Yitik ceren arayı arayı anasını buldu Adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek Soludum, üfledim,yaprak pırpırlandı Ağustos dindi Seni sevdim, sevgilerim senden geçerek bütünlendi

Seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar Ve onların yoğun boyunlu kadınları Düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa Yalana yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce Köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde Dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce Nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz Senet senet satılmadan önce Şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp Tanrı parsellenip kapatılmadan önce Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin

                                  Gülten Akın

NİLGÜN MARMARA: BURADA DAHA NE KADAR ÖLECEĞİM?

Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde? Ben size alışamam. Tehdit: koltuğunuzun bedeninizle dolmaması. Tehdit: bir merdivenin uygunsuz konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün yok oluşu. Ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada. Öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün bu kadar yayılması günlere, hiç karşılıksız… Ağlıyorduk. Ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken. Siz bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle düşünüyordunuz.

Nasıl biliyorduk, nasıl? Her ışıltı anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak kuraklıktan kurtulduğunu; bu gözyaşlarının susulmuş her çığlık, beklenmiş her sevinç için bu kadar akıcı, saran ve parlak…

Wet: Sorrow Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor. Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.

Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve gecelere maledilemeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin dünyasında belirsiz Ben’in. Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: “Sizi Sevmekte Ölüyorum”

Mart, 1982 Metinler Nilgün Marmara

ÖLÜM VE CİNSELLİK SAPLANTISI: AŞKIN VE ÖLÜMÜN ORTAK YANLARI – ROLLO MAY

Aşksız seks yapabilirsek, çağlar boyunca insan aşkının ayrılmaz bir parçası olan daimonik kaygıdan kaçarız sanıyoruz. Eğer cinsel eylemin kendisini erosun istediklerini üstlenmekten kaçmak için kullanırsak, kaygıya karşı hava geçirmez bir savunma edindiğimizi umabiliriz. Artık duyusal zevk veya tutku olmayan seks güdüsünün yerini, kimlik kazandıran ve güvenlik sağlayan sahtesi alır; seks, kaygı gideren bir stratejiye indirgenmiş olur. Böylece iktidarsızlığın ve duyusuzluğun daha sonra gelişmesi için gerekli koşulları hazırlamış oluruz.

Ölüm ve aşk arasındaki ilişkinin diğer bir yönü vardır. Cinsellik saplantısı, çağdaş insanın ölüm korkusunu örtmeye yardım eder. Yirminci yüzyılda, bu evrensel korkuya karşı, atalarımızı zırhlayan ölümsüzlük inancı gibi savunma yöntemlerimiz çok azdır ve ayrıca yaygın olarak kabul edilmiş bir yaşam amacımız da yoktur. Sonuç olarak, ölüm farkındalığı günümüzde yaygın olarak bastırılmıştır. Fakat aynı zamanda da, hiçbirimiz zihnimizin aşırı bir biçimde seksle meşgul olduğunu görmezden gelemez: Mizahımızda, tiyatromuzda, ekonomik yaşamımızda ve hatta televizyon reklamlarında… Bir saplantı, başka bir alandaki kaygıyı boşaltır ve kişinin hoş olmayan bir şeyle yüzleşmesini önler. Seks saplantımızın üstesinden gelebilseydik neyi görmek zorunda kalırdık? Ölmek zorunda olduğumuzu. Etrafımızdaki seks yaygarası, kapıda bekleyen ölümün varlığını bastırır.

İçimdeki iktidarsızlık korkusunu örtmek ve susturmak için iktidarımı kanıtlamaya çabaladığımda, insanın kendisi kadar eski bir kalıba giriyorum. Ölüm son iktidarsızlığın ve sonluluğun simgesidir ve bu kaçınılmaz deneyimden doğan kaygı, kendimizi seks yoluyla sonsuz yapma mücadelesine yol açar. Cinsel etkinlik, içsel ölüm korkusunu susturmanın ve üreme simgesi sayesinde, onu yenmenin en kolay yoludur.

Ölümü ve onun simgeciliğini bastırma yollarımızın, Viktorya dönemi insanlarının seksi bastırma yollarına inanılmaz bir biçimde benzediğine dikkat edin.8 Ölüm müstehcen, ağza alınmaz, pornografiktir; seks kötüyse, ölüm de kötü bir hatadır. Ölüm, çocukların yanında konuşulma malıdır, hatta mümkünse ölümden hiç konuşulmamalıdır. Viktorya dönemi kadınlarının bedenlerini kat kat elbiselerle örttükleri gibi, biz de ölümü garip renkli tabutlarla giydiriyoruz. Ölüm daha güzel koksun diye tabutun üstüne çiçekler atıyoruz. Yalandan cenazelerle, defin törenleriyle, süslü mezarlarla merhum sanki ölmemiş gibi yapıyoruz ve ne kadar az keder o kadar iyi diyen psikodinsel vaazlar veriyoruz.9 Ekonomimiz bile, her şeyi merhum hiç ölmemiş gibi düzenleyerek, aynı fiziksel rahatlık vaadine katılmaktadır. Çocukları koruma, koku ve giysiyi gizleme, yalandan törenler, en sonunda içsel olarak da numara yapma; bütün bunlar Viktorya dönemindekilerin seksi bastırmalarına çarpıcı bir biçimde benzemektedir.

Fakat insanoğlu, deneyimin önemli hiçbir biyolojik veya duygusal yönünü, eşit miktarda içsel kaygı geliştirmeden engelleyemez. Saplantının olduğu yerde, buna eşdeğer bir bastırmanın olduğunu varsayabiliriz. Ölümü ve simgelerini bastırmanın yarattığı kaygı nereye gider? Zihnimizin zorlanımlı bir biçimde seksle meşguliyetine. Ölümün bastırılması eşittir seks saplantısı. Seks, canlılığımızı kanıtlamanın, hâlâ “genç”, çekici ve iktidarlı olduğumuzu göstermenin, daha ölmediğimizi kanıtlamanın en kolay yoludur. Bu, doğa üzerindeki iktidarımızı esas biçimiyle onaylamanın ağırlığını taşır. Bu umudun anlaşılabilir bir biyolojik temeli vardır; öyle ki, cinsellik ve üreme, adımızın ve genlerimizin ölümümüzden sonra da yaşayacak çocuklarımızda devamlılığını sağlama alan tek yoldur.

Cinselliğe duyulan çağdaş ilgi, insanın her zaman bildiği bu biyolojik gerçeğin ötesindedir. Zihnin zorlanmalı bir biçimde seksle meşgul olması bireyi öylesine uyuşturur ki, birey kendisinin öleceği ve hakikaten ölümün tek değiştirilemeyecek deneyimin her an olabileceği gerçeğini itiraf etmek durumunda kalmaz. Doğaya yabancılaşmamız ne kadar büyükse yabancılaşmanın en büyük simgeleri atom bombası ve radyasyondur ölüme de o kadar yakınızdır. Doğaya atomları parçalama biçiminde yapılan tecavüz, ölüm korkumuzla, (korkuyu hep artıran) suçluluğumuzla ve bu nedenle iki misline çıkan ölüm farkındalığım bastırma gereksinimimizle ilişkilidir.  Burada ana simge devreye girer; doğa anadan söz ediyoruz. Atomu parçalama başarısını yaşamak, “ölümsüz kadın” üzerinde güç kazanmaktan çok da farklı değildir. Atom bombası bizi simgesel anayla çatışmaya sürükler. Bombanın yapımının neredeyse herkes için kişisel bir simgesel güç taşımasının nedeni budur. Batılı insanın gömülü derinliklerde büyük oranda suçluluk belirtileri göstermesine şaşırmamak gerek!

Ölüm farkındalığını bastırma dürtüsü, “iktidar mitine” olan güveni nedeniyle, ağırlıklı olarak Batılı insanın üzerine düşer. (“Mit” terimini, yaygın olan “yalan” anlamında değil, tarihsel açıdan doğru olan deneyime anlam ve yön veren psikobiyolojik örüntü anlamında kullanıyorum.) İktidar miti, Rönesans’tan bu yana. Batılı insanın kimlik mücadelesinde merkezi bir rol oynamış, psikolojik ve ruhsal kişiliğinin biçimlenmesinde özellikle önemli olmuştur. Batılı insanın, fiziksel bilimlerde ve sanayileşmede şaşırtıcı başarılara yol açan doğayı kullanma uğraşı, on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılda insanı da kapsamına almıştır. Buna göre kendimi kullanarak iktidar kazanıyorum. Fakat bunda başarılı olursam, gerçekten iktidarlı olamam; çözülemez bir ikileme düşüyorum. Benliğim, kullanılmaya boyun eğen hareketsiz bir canlı madde parçası. Kendini kullanma, başkasını kullanma gibi, iktidarı asla artırmaz, tam tersine, onu zayıflatır. İktidarlı bir kişiyi veya kuralı, kullanıcıyı, her zaman arkamızda varsayarız. Fakat sistem genişledikçe, bu “perde arkası” kişi veya kural sonsuz bir gerilemede kaybolur. Denetleyeni denetleme karmaşık da olsa gerçek bir sorundur ve olumsuz anlamda daimonik olana dek hep geriye kaydırılır.

Bireysel iktidar miti, ekonomik, sosyal veya coğrafi olsun, gerçek bir keşif sahasında büyüyen biz Amerikalılar için özellikle vurgulanmıştır. Örnek olarak aldığım Batı sahasında, bir insanın kendini ellerinin gücüyle savunması, kaba ve etkin bir fiziksel güç geliştirmesi, şefkatin ve içli duyguların, silahını çekerken hareketini yavaşlatmaması çok önemliydi. Gerçekten de, ilk kez Freud’un söylediği, sert ve dik olduğunda kullanışlı silahın penis simgesi olması. Viyana’dan çok Amerika’da anlamlıdır; sosyal değişime rağmen hâlâ inandırıcı olan ender özel kültürel simgelerden biridir. Ernest Hemingway’in yaşamı ve efsanesi, bu sahadan taşınmış iktidarın erkeksi erdemlerin canlı resimlerini sunar fiziksel güç, avcılık, (cinsel iktidarsızlıkla gerçek mücadelesini ve cinsel iktidarsızlık korkusunu bir parça dengeleyen) cinsel yetenek, yazılarındaki hareketli konular ve biçemler. Fakat ölüm ve ölümün ne zaman olduğu bilinmeyen gelişi karşısında yaşamı sürdürmenin dayanılmaz kaygısı, Hemingway altmışlı yaşların ortasına gelip cinsel açıdan iktidarsız olduğunda baskın bir tehdit haline geldi, ve onu, bir insanın iktidarını kanıtlamak için yapabileceği en son eyleme, yani intiharla yaşamına son verişe götürdü. Bireysel iktidar erdemine sarıldıkça ölümün yüzüne gülebilirsiniz. Ancak bu üstünlüğü kaybettiğinizde, seçiminiz ya ölümü ve onun aşamalı ve alçak zaferini kabullenmek, ya da Hemingway’in yaptığı gibi ona balıklama dalmaktır.

Seks ve ölümün ortak yanları, mysterium tremendumun iki biyolojik yönü olmalarıdır. Gizem burada verilerin sorunu çiğnediği durum olarak tanımlanır bu iki insan deneyiminde son anlamını bulur. Her ikisi de yaratma ve yıkmayla ilgilidir; ikisinin de insan deneyiminde karmaşık biçimlerde birbirine geçmiş olması hiç şaşırtıcı değildir. İkisinde de bir olay tarafından teslim alınıyoruz; ne aşkın ne ölümün dışında durabiliriz ve eğer denersek, deneyimin tüm değerini yok ederiz.

Rollo May Aşk ve İrade

İNSANIN KENDİNİ TANIMASI İÇİN OKUMASI GEREKEN 40 KİTAP

İnsanın yaşam boyu süren kendini tanıma serüvenine yardımcı olmak amacıyla kişinin kendisini tanıması için “öncelikli” okuması gereken 40 kitaplık bir okuma listesi hazırladık.   Seçkinin büyük çoğunluğu bireyin eksikliklerini, farklılıklarını, benzerliklerini bilmeye, kendi potansiyelinin farkında olmaya kısaca kendini keşfetmeye yardımcı olabilecek psikolojik kitaplardan oluşuyor. Bunun birlikte insanın iç dünyasına ışık tutan, karanlık yanlarına yoğunlaşan roman, günlük ve mektuplara da seçkide yer verdik.

İnsanın yaşam boyu süren kendini tanıma serüvenine yardımcı olmak amacıyla kişinin kendisini tanıması için “öncelikli” okuması gereken 40 kitaplık bir okuma listesi hazırladık.   Seçkinin büyük çoğunluğu bireyin eksikliklerini, farklılıklarını, benzerliklerini bilmeye, kendi potansiyelinin farkında olmaya kısaca kendini keşfetmeye yardımcı olabilecek psikolojik kitaplardan oluşuyor. Bunun birlikte insanın iç dünyasına ışık tutan, karanlık yanlarına yoğunlaşan roman, günlük ve mektuplara da seçkide yer verdik.

  [srizonfbalbum id=119]

ORUÇ ARUOBA: “İNSAN ÖLÜMSÜZ OLMAYI DEĞİL, ÖLÜMLÜ OLMAMAYI İSTER!..”

FELSEFE YAPMAK, KİŞİNİN, GELMEYECEĞİNİ BİLDİĞİ BİRİSİNİ BEKLEMESİNE BENZETİLEBİLİR.

Oruç Aruoba’nın metinleri her zaman yazılanla yaşanan arasındaki mesafeyi sorgulamaya yol açmıştır. Üstelik, bu mesafeyi kısaltmanın bir okurun düşeceği en büyük tuzağı hazırladığını bilmemize rağmen. Peki ama bir okur ya bu tuzağa bile bile düşmek istiyorsa? Ya aradaki mesafe, sanılandan azsa? İşte o zaman, insan kendi kendine şöyle sorular mırıldanıyor galiba:

Bu bir tahmin olacak elbette ama Oruç Aruoba’nın defterlerini okuyan herkes öznel bir tarihe şahitlik ettiği duygusuna kapılıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarınızı okumak, sizinle yan yana yürüyüp hayatı algılayışınıza tam da gözbebeğiniz hizasından tanık olmak gibi bir şey. Okurla aranızdaki bu yakın mesafeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Okurlarım şimdiye dek ancak tek bir defterimi okumuş olabilirler; çünkü tek birini yayımladım—açılıp kapandığı, başlayıp bittiği belli olduğu için… Yoksa, aslında tek bir defterim var; yıllar içinde dallanıp budaklansa da, fiziki olarak şu kapaklar arasında, şu cilt içinde ayrı adlar almış da olsa, tarihsel sıra içinde, en azından gün-be-gün sürekliliği olan bir defter… Her yazar tek bir kitap yazar, dictum’undan önce, her yazarın tek bir defteri vardır, dictum’u daha da doğru herhalde. Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu—önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmağa giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim.. “Öznel tarihe şahitlik etmek”—Evet, ama defterime yazarken, tuttuklarım güncel yapıp-etme kayıtları değil; onlarda yaşadıklarım yoluyla düşündüklerim, onlarda kaydadeğer bulduklarım… “Gözbebeği hizası”-”yakın mesafe” konuları karışık: yazdıklarından hareketle bir yazara kişi olarak yaklaşmak zor iştir. Biryerlerde belirttiğim gibi, okur okuduklarının ardında bir kişi görür gerçi; ama bu, ‘asıl’ kişi ile çakışmayabilir, hatta bazen ona ters bile düşebilir. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana “yakın” buluyorlar; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.

Okur karşısında bu kadar yalın olmak aynı zamanda bir sahiciliği de ifade etmiyor mu? Gerçi “sahici ben” diye halihazırda verili bir şey olmadığını bilerek ve sadece hesaplaşmanın apaçık yürütülmesini kast ederek soruyorum bu soruyu…

Yazdıklarımı hiçbirzaman “okur karşısında” yazmadım—yayımlanmaları birçok başka koşul gerektirdi. Wittgenstein’ın dediği gibi “kendimle kafakafaya vererek” yazdım; yazdıklarım çok sonradan ‘kitap’ olup iki kapak arasında, bir cilt içinde biraraya geldiler, “okur önüne” çıktılar. “Yalınlık-Sahicilik” açısından, Simplex sigillum veri (Yalınlık hakikatın mühürüdür) diye bir eskil saygıdeğer deyiş vardır. O yalınlık düzeyine bazen ulaşabildiğim belki söylenebilir; ama bunun böyle olup olmadığını ben yargılayamam.

Bununla birlikte yaşanılanla yazılan arasında hep bir mesafe olduğunu/kalacağını da belirtiyorsunuz. Yazıyı var ya da vazgeçilmez kılan da bu mu sizce?

Yaşanan yazıldı diye değişmez; oysa öyle yazılmasını belirleyen öyle yaşanmış olmasıdır. Burada tabiî devreye dil girer—yaşanmışın düşünülmesi başka şeydir, düşünülmüşün yazılması, başka şey… Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmağa çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyası olarak yazdıklarımı da “şiirsel” buluyorlar. Bir örnek vereyim: Birgün, geri çeviremeyeceğim birisi, bana bir tavşan yavrusu armağan etti—hem de iki kez: birincisi ilk günün sabahına ölü çıkınca, ikincisini getirdi. Ben de ‘tavşan beslemeğe’ başladım. Ama ne yapmam gerektiğini bilemiyordum—örneğin, ne versem hemen büyük bir hızla yiyip bitiriyordu: bu yararlı mıydı; neyi ne zaman ne kadar yedirmeliydim?… Gidip Eminönü’ndeki ‘pet’ dükkânlarına sordum, “Tavşan Besleyene Kılavuz” gibi birşey var mı, diye; “Yok” dediler. Dönüş vapurunda, kafamdan geçen çeşitli düşünceler (… “havuç sever”… “güney balkonu”… “tahta kutular içinde”… “günde bir tane verebilirim”… gibi) arasından “Tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir.” tümcesi çıktı. Bu hoşuma gitti; bir de eğretileyebileceğim bir alan açtı; sonradan ‘aynı minval üzre’ yazdığım tümcelerle bütünlediğim kitabın ilk tümcesi oldu—tavşanımı, artık başedemediğim bir hale gelince, götürüp profesyonel yetiştirici olan birilerine verip bırakmak zorunda kaldıktan sonra, bütünlendi, yayımlandı.

Hani’deki “Yavaştır yaşamının anlamı” tümcesi, bugüne bir karşı çıkışın temsili gibi. Hızlandıkça anlamı/mızı mı yitiriyoruz bu çağda?

O tümce bir eleşiriden çok, bir saptama: Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar “hızlandır”dığını sanarsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ tempo’suyla, zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın tempo’sunu kurcalamamak gerekir. —Zen bilgeliği, “Herşeyin kendi yeri vardır” der: herşeyin kendi zamanı da vardır, diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeğe—’önce’ye ya da ‘sonra’ya almağa—çalışmak da, birşeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir. O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da öncelliyor: Yaşadığın birşeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin, çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın, o yaşadığının anlamını—bu da yıllar sonra gerçekleşebilir…

Ölümsüz olsaydık, yine de anlamlı olur muydu hayat — muhtemelen ertelediklerimizle?

Saçma bir soru—ama, bir sonraki soruyla bağlantı kurarak birşeyler geveleyeyim gene de: İnsan ölümsüz olmayı değil, ölümlü olmamayı ister (dinlerde, örneğin, sözkonusu olan, bu, şimdiki yaşamın sonrasız, bitimsiz olması değil; ölümden sonra, yaşamanın ‘başka bir yerde ve biçimde’ devam etmesinin olanaklı olmasıdır)… Hiçbir düşünme biçimi ölümü yadsıyamaz; ölümlülük insanın en temel ve en kesin verisidir—ölümsüz bir yaşam, bir saçmalıktır. Bazen düşünürüm, örneğin Homeros’un Olympos’daki Panteon’da ölümsüz tanrılar arasında olup-bitenlerle ilgili anlattıklarına komedi olarak bakabiliriz, trajedi olarak bakmak yerine—Zeus’a bir şaklaban olarak… Yaşam ancak ölümle anlamlıdır.

Yerleşik kanıların aksine, ölümle özgürlük arasında da bir ilinti kuruyorsunuz. Buna göre, özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesine dayanıyor. Yaşama olanağı ölümde görülmediği takdirde nasıl bir tutsaklıkla karşı karşıya kalınır — bugün yaşadığımız “tutsaklıklar”a biraz benzemiyor mu?

Önceki sorudan devam edersek: “yerleşik kanılar” ne derse desin, bu “ilinti”yi kuran ilk ben değilim: Nietzsche ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir; Heidegger’de “ölümüne [doğru/için] varolmak” gibi bir kavram vardır. Ustam Bilgi Karasu da Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine, “efendi-köle” ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar. İmdi, kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, yüklenince, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Hem kişisel hem de toplumsal/tarihsel özgürlük biçimleri için geçerlidir bu. Çok çiğnenmiştir ama, Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm” ilkesi, üzerinde düşünmeğe değer: Bütün bir toplum, işgalcilerine karşı savaşmayı seçerek, toptan yokolmayı göze alarak, bağımsızlığını kazanmıştır. Bunun benzeşiklerini tek kişilerin yaşamlarında da görebiliriz.

Felsefenin kişisel bir çaba olarak başlayacağını, ama sonrasında bu yaşamsal merkezden uzaklaşıp salt hale geleceğini söylüyorsunuz. Bir filozof için nasıl bir süreç bu, arada yaşanan? Çünkü acılardan, kendine çelme takmalardan da bahsediyorsunuz…

Kurduğum tümceyi tam anımsamıyorum; ama “salt” sıfatını (senin kullandığın gibi; “mutlak” anlamında) kullandığımı sanmıyorum—belki, ‘bütün insanlar için geçerli’ demişimdir—’everensel’ sıfatını da pek sevmem… Aslında bir sonraki soruyla aynı konuyu daha doğru soruyorsun; orada devam edeyim.

Tek bir insanın, kendine ait meseleler üzerinden uğraştığı/ortaya koyduğu felsefi yazılar genel’i, yani herkesi ilgilendirir bir hale nasıl gelebiliyorlar?

Burada sözkonusu olan, “tek bir insan” ile “genel” olarak insanlık arasında bir geçiş—sanki bir ‘tümevarım’—değil: sözkonusu olan, düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak—’genelleme’ ya da ‘soyutlama’ anlamında değil— bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeğe; kavramağa ve kavramlaştırmağa çalışmasıdır. Bu iki “nesne edinme” aynı işlem olarak gerçekleşir—diyelim kişi kendi yaşamını allak-bullak eden birşey üzerinde; bunu da kendi ölümüne doğru, düşünürken, “Yaşam belirsizdir; oysa ölüm belirgin ve kesindir” gibi bir tümce kurabılır…

Gürültü ve patırtının içinde felsefe yapılabilir mi — ya da yazılabilir mi?

Yapılamayacağını söylüyorum—ama hep “gürültü-patırtı” içinde olduğumuza göre, felsefe düşünürünün ve yazarının onun içinde bir yer bulması gerekiyor. Bir yer—dostum Enis Batur’un alıntıladığım dizesindeki—“herkes uyuduktan sonra” vakti… Bu anlamda da “gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız” olma olanağı…

Felsefeyle özellikle şiiri bir hayli yakın buluyorsunuz. Şiiri ayrıcalıklı kılan ne?

“Yakın” değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır—bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, “genel” sanat içinde nasıl yanyana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur—hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil… Şöyle: her bir sanat dalı kendine özgü “malzeme”siyle—kağıt, çizim, renk, taş, ses, vb— anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar—malzemesi de ürünü de anlamdır. Tabiî ki dili—sözcükleri ve tümceleri—kullanır; ama, bunlarla—onların anlamlarıyla—kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde varolan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce varolmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. —Haydi bir küçük örnek: “duman”ın da “dağ”ın da ne anlama geldiğini biliriz; ya, bir dizede “dumanlı dağlar” kuruluşu geçince, ne anlarız—şair ne demektedir?…

Tümcelerinizden biri: “Felsefe yapmak, kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.” Burada bir çaresizlikten çok, bir “rağmen”i okumak mümkün gibi geliyor bana?..

Ne “çaresizlik” ne “rağmen”—ikisinin de ötesinde birşey…—Haydi bir itirafta bulunayım: Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım: Issız bir deniz kıyısında; herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te; ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde… Her seferinde, sevdiğim bir kişinin, oraya, bulunduğum yere gelmesini istedim, istiyordum; ama, bilerek: gelemezdi; isteseydi bile, orası zaten gelinemezdi; zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu—ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden, sürdürüyordum beklememi… —Bazı haşarı öğrencilerim (sonradan anlattılar), “Bakalım nasıl bir işmiş bu” diyerek, herhalde kafa çekip tartıştıktan sonra, sabahın dördünde Barbaros Bulvarı’nın tepesine çıkarak, o saatte ‘gelmeyeceğini bildikleri’ Beşiktaş-Sarıyer dolmuşunu beklemişler… Espri bir yana, felsefe gerçekten böyle birşeydir…—Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeğe çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum…

Okumaya-yazmaya/felsefeye-şiire bulaşmış birisi eğer sürekli yolda ise ve ömrü kendine doğru yürümekle geçecekse, bir başkası “ile” olabilmek ne kadar mümkün?

Çok zor ama olanaksız değil—yalnızca da “bulaşmış” olduklarımızda “ortak yanlan” var diye değil; belki tam tersi: iki kişi de ötekinin nasıl bir yolda ; nasıl bir “kendi”ye doğru yürümekte olduğunu anlamağa çalışarak (belki hiçbirzaman anlayamayacağını bilerek) yanyana yürümeyi yeterince güçlü bir biçimde isterlerse— —tuzağını görmedim sanma: Hayır, “aşk”tan sözetmiyorum; ama, “sevgi”den, ediyorum…

Bütün bu konuştuklarımız aslında hayatımızın bir özlemin peşinden gitmek olduğunu gösteriyor sanki?..

Özlem müthiş önemli bir ‘duygu’dur—bir ‘duygu’ olmadığını bile söylemek isterdim—bilgisel açıdan, düşün: orada olmayan bir kişiye yönelik bir ‘duygu’; “sevinç”le karşılaştır, birisini görünce ‘sevin’meyle… Hele, yukarıda üzerinde durduğum; “gelmeyeceğini bildiğin” olunca, özlediğin…

Ne kadar yerleşiktir Oruç Aruoba? Neredeyse bir seyyah denebilir mi onun için?

Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba, kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri—en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı—da terkederek… Bir sayayım: Doğduğum evden—ve anne-babamın evlerinden—sonra, (hiçbiri benim “sahibi” olmadığım) on bir ev değiştirmişim… Bugünkü çağda hem anlamlı değil; hem de, kendine aykırı ‘finansiyel’ temeller gerektirirdi, ama, arada bir, istediğim yere süreceğim bir karavan; ya da, liman liman gezinebileceğim bir tekne düşlediğim olmuştur—hani, benim gençliğimde, Avrupa’ya gelip Almanya’dan ‘Volkwagen Bus’ satın alıp (burnundaki VW amblemini de ‘barış’ amblemiyle değiştirip, bir güzel de boyayıp) Katmandu’ya doğru yola çıkan Amerikalı “çiçek çocuklar”, hippy’ler vardı ya… Başo’nun üç yüzyıl önce olabildiği gibi bir “gezgin” olmak isterdim, galiba—ama artık olanaklı değil— —zaten bacaklarım da, artık, yetersiz…

Gitmek mi, kalmak mı — hangisi mutluluktur? Hangisi olanaklıdır?

İkisi de olanaklı—zaten görüyorsun: İkisini de gerçekleştirenler, var. —Belki, anlamlı gördüğün yerde kalmak; anlamsızlaşan yerden, gitmek… “Mutluluk” pek önemsediğim birşey değildir.

Yol almaktan / Yol’a koyulmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Geride bırakacaklarımızı arar olmak mı, yoksa karşımıza çıkacak olanlar mı bizi korkutuyor?

Alışkanlıkların sağladığı rahatlık, bu konuda en büyük ayartı—belki senin “mutluluk” diyebileceğin şey… Heat diye bir film var; sıradan bir Hollywood yapımı; ama, benim oyunculuklarına önem verdiğim Robert de Niro ve Al Pacino’nun (galiba tek) ortak filmleri. Benim için önemli bir düşünce barındırıyor: Biri bir soyguncu, öbürü bir polis. Beriki ötekinin peşinde; bir noktada karşı karşıya gelip konuşuyorlar, biribirini iyi tanıyan kişiler olarak. Soyguncu, kendi ustasında ‘tevarüs’ ettiği bir yaşam ilkesini anlatıyor, polise: “Köşeden hararet (:heat: tehlike; peşinde olan, seni yakalamak isteyen silahlı kişiler) geldiğini gördüğün anda, beş saniye içinde, bütün bağlılıklarını terkedip ‘yürüye’bilecek durumda olmalısın.” —Bunu bir soyguncu ilkesi değil, bir yaşam ilkesi olarak alırsak, “Kendine aykırı bulduğun bir yeri hemen terkedebilir durumda olmalısın” diye ‘çevire’biliriz. Ben galiba buna benzer bir ilke uyguladım, yaşamımda: İsteyerek, hatta ‘seve seve’ girdiğim; ama, bir noktasında, kendime aykırı olduğunu, o hale geldiğini gördüğüm her bir ‘yer’i (pek öyle, “beş saniye içinde’ olmasa da) terkettim, ‘yürü’düm… Yani, amaç, “yola çıkmak/yol almak” değildi; “yerleşik” kalamamaktı—yoksa, çok ‘evcil’ bir adamımdır…

Yürümekten yorulduğunuz oldu mu hiç?

Hem de nasıl—yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık belki en sık yaşadığım yaşantılardır; ama, hep, “kendimi ensemden tutup kaldıra”cak gücü buldum kendimde şimdiye dek—şimdiden sonra, bilmem…

Kaan Özkan Notos Edebiyat Dergisi, Ağustos-Eylül 2010 GÜRÜLTÜ İÇİNDE SESSİZ, KALABALIK İÇİNE YALNIZ

YENİ “NORMAL”İMİZ HAYIRLI OLSUN – AYKUT EMRE

“Normal” kelimesi, sadece ondan sapıldığında akla gelir. Herkes ancak o zaman önemser. Kimse “normal” olmayı bir övgü ifadesi olarak kullanmaz. Kimsenin şöyle bi’şey dediğini duyamazsınız: “Ya geçen gün, iş yerinde bir çocukla tanıştım; ne kadar normal bi’ adam ya, bayıldım. Öyle normal öyle normal ki..”. Ya da tadılmış bir yemek anlatılırken “abi adam öyle normal bi kebap yapıyor ki bayılırsın” diye övgüleyeni göremezsiniz.

Kaldırımlar yolda yürüyenleri bir adım yukarı kaldırmaya, otobüsler duraklarda duraklamaya, otobanlarda otolar banlamaya başlıyor nihayet. Sadece kaldırımlar, duraklar ve otobanlar mı? Daha nice şehir ortamı için, isimlerinin hakkını veremeden geçirdikleri onlarca yalnızlık yüklü günün ardından muhataplarıyla kavuşma anı geldi çattı. Yaya geçitleri, yaya olarak karşıya geçenleri ağırlayarak isimlerinin hakkını verecekler. Şehirlerin önemli meydanlarında kalabalıklar yeniden meydana gelecekler. Gezmekten veya spordan yorularak dinlenmek isteyenler bir süreliğine şehrin parklarında park edecekler.

Kısa kesmek gerekirse hayat artık hem şehirler hem de bizim için “normal”e dönecek.

Evcimenler, asosyaller, bilgisayar mahkûmları ve miskinizmin marjinal unsurları, bu “normalleşme”nin dışındalar ve belki de milyonlarca insanın kendi dünyalarındaki gibi yaşamasını bırakıp normale döndüğü günlerde kendilerini yine yalnız ve kötü hissedecekler. Sokak hayvanlarının kendini kötü hissetme gibi bir davranışları var mıdır belirsiz ama onların durumları da pek farklı olmayacak gibi görünüyor: kediler yolların tam ortasına tüneyemeyecek, kargalar ve martılar kendilerini izleyen köpeklerin bakışları altında it dalaşına giremeyecekler artık. Sokaklar yine iki ayağı üstünde yürüyenlerle dolup taşacak ve hayat “normal”leşecek.

Peki nedir bu “normal”? Kimlere hizmet eder? Kimin adına çalışır?

“Normal” kelimesi, Türkçe karşılığı olan “ortalama” kelimesi, kullanışlı olmadığı için dilimize iyice yerleşmiş bir kelime. Okunuşuna çeşitli yorumlarda bulunulsa da hemen herkes kullanıyor. En çarpıcı yorumu, ikinci hecede inceltilmiş “l” ile sonlanan “mal”i ürün anlamındaki “mal” gibi okuyunca ortaya çıkıyor ve adeta kulakları kamaştırıyor: “valla gardaş mal normal, kullanıcıda hata var..”. İşin kötüsü, nüfusumuzun yaklaşık yarısı, maalesef bir çok kelime gibi bunu da Türkçe zannediyor. Milli gururlanma içgüdüsü, bununla da kalmayıp kelimenin bizden diğer dillere geçtiğini düşünüyor ve düşünmek şöyle dursun bir de bunu insan içinde dile getiriyorlar.

Millilerimizi saha kenarına alıp esas meseleye gelirsek her kesimden insan, “normal”in normal hâlini sık sık kullanıyor ama geniş bir kesim  “norm”, “normatif”, “normalizasyon” gibi versiyonlarını duydu mu kelimeyi kullanan şahıs ya da şahıslar hakkında “okumuş herhalde bu” diye düşünüyorlar. Bu da gayet normal tabii ki. Tersi anormal olmaz mıydı zaten? Mesela nalbur işleten bir esnafın çalışanlarına şöyle bi’şey dediğini düşünün: “Yav Ahmet, Hüseyin! Niye böyle yapıyorsunuz? Dükkânın yeni normundan haberiniz yok mu? Biraz normatif davranın yav allah aşkına!”.

“Normal” kelimesi, sadece ondan sapıldığında akla gelir. Herkes ancak o zaman önemser. Kimse “normal” olmayı bir övgü ifadesi olarak kullanmaz. Kimsenin şöyle bi’şey dediğini duyamazsınız: “Ya geçen gün, iş yerinde bir çocukla tanıştım; ne kadar normal bi’ adam ya, bayıldım. Öyle normal öyle normal ki..”. Ya da tadılmış bir yemek anlatılırken “abi adam öyle normal bi kebap yapıyor ki bayılırsın” diye övgüleyeni göremezsiniz. Fakat bu durum kendisini normalin dışında olmakla tanımlayanlar için geçerli değildir tabii ki. Örneğin dövmenin çok yaygın olduğu ve adeta sevmeye dönüştüğü bir sosyalliğe dövmesiz ve kareli gömlekli bir tip girdiğinde “hey dostum sen ne kadar da normal bi adamsın ha” gibi tavırlarla karşılaşabilirsiniz.

Bu istisna dışında “normal” yine övgülemede kullanılmaz. Sosyal bir ortamda normal davranışı iyi espri yapmak olan birisi, yine iyi espriler yaptığında kimse ona dönüp de “oooo, abi bugün yine normundasın” demez. Kimse “normal”de durmak, orada kalakalmak da istemez. Hep daha ileri hep daha ileri takıntısı vardır sanki. İyi bir sporcu son zamanlarda neler yaptığı sorulduğunda hiç “Evet. Normumu koruyorum” diye sinik bir cevap vermez. O sporcu, taşra ligindeyse İstanbul’a, İstanbul’daysa Avrupa’ya gitmeye çabalıyordur çünkü.

Derecelendirmeyi de kabul etmeyen onu kusan bir kelimedir “normal”. “Acayip normal bi yolculuktu” ya da “herif sağlam normal ya” gibi bir derecelendirme yapmak için ya conconizm tarikatından olmanız ya da her şeyi ifrada vardırmanıza sebep olacak ağır bir ifradizyak etkisi altına girmiş olmanız gerekir.

Kendisi derecelendirmeyi kabul etmediği gibi “normal” kelimesini de derecelendirme için kullanamazsınız. Mesela yılışıklık gibi rahatsız edici bir davranışın da akıllarda mutlaka bir normali vardır ama kimse ortalama bir yılışık için “normal yılışık” demez. Kötü davranışlar hep daha üst tanımlamalarla mahkûm edilmek zorundadır. “Aşırı yılışık” denir, “baya yılışık” gibi tabirlerle normalden olabildiğince uzaklaştırılmaya köşeye doğru itilmeye çabalanır. Bu durum toplumca saygı duyulan “üst” durumlar için de böyledir. Kimse iyi piyano çalan birisi için “Eee ne var bunda? Adam çalışıyor, yetenekli ve işi bu, normal” demez. İki durumda da gizli bir “ortalamayı görme” çabası vardır. Ortadan sapanı uçlara çekmezseniz ortayı tam kestiremezsiniz çünkü. Bu durum, bir gitar telini başka bir telin doğru sesine uydurmaya benzer. Telin sesini ayarlaken “doğru” sesin belirgin derecede kalınına ve incesine gittikçe sesi daha rahat doğruya ortalayabilirsiniz.

Normalin tersi olan “anormal” de çok kullanılır ve asıl kökeni olan “normal”e göre daha fazla ruh halini ele verir. Conconlar ve ifradistler, yine olup olmadık yerlerde sık sık kullanırlar bu kelimeyi ve bir çok şeyi önemsizleştirdikleri gibi buna da aynı kaderi çizerler. “Abi hamburger anormal iyiydi ya” gibi tanımları duymaktan ileri gelen bir tiksinme semptomu kendini dayatabilir. Heyecan yapmayın normaldir.

Peki “anormal” neyi nasıl ele verir?

Kullanıldığı hemen her yerde, normalden sapmanın bir kabul sınırı olduğunu anlatır. Şöyle ki: diyelim ki elektriğe %15 zam yapılmış olsun. Bunu duyan birinin ilk vereceği tepkilerden biri “ya anormal bi zam olmuş valla” olacaktır. Görünüşte kızgınlık ve eleştiri vardır ama meselenin esası “zam belli bir oranda olsaydı kabul edebilirdik ama bu fazla sanki” algısıdır. Bir restorantta yemek istersiniz ve istediğiniz yemek 40 dakikada gelirse “anormal gecikti ya” dersiniz. Yine bir gecikme payı kabul edilmiştir. Ufak bir gecikmeyi sorun eden veya %15 zamda olay çıkartanlar, bu normallik ölçüsüne göre anormal ve marjinal olurlar.

Zurnanın zırt, gırnatanın gırt dediği yer tam da burasıdır işte. “Normal”, herkesin istese de istemese de içsel ve sezgisel olarak gözettiği bir derecedir. Bundan kaçış olmadığı için “normal” kelimesinin kullanımına düşman olmak da çok tehlikelidir. Çoğu kişi bu kelimenin kullanımına ateş püskürdükten en fazla 10 dakika kadar sonra bu kelimeyi sıradan bir konuşmada kullanırken suçüstü yakalanmıştır. Normali ileriye doğru değiştirecek olan yine normallerdir ama herkes normalken ileriyi gösterdiği için “anormal bu” diye yaftalananlar bu ilerlemenin öncüleridir. Çoğunluk, öncülerin anormalliğinde normalleştiğinde yeni normal de ortaya çıkmış olur.

Yeni normalimiz şimdiden hayırlı olsun.

Aykut Emre

ORUÇ ARUOBA: BİR ŞAİRİN GÖZLERİ KAPANINCA, DÜNYADA GÖRÜLECEK ŞEYLER AZALIR*

YAŞAMIN, YÜKÜNDÜR.   Yaşamı hafifçe’ yaşayabilseydin, yaşamın olayları da uçup giderler, sana yük olmazlardı — ama o zaman da, uçucu, boş olurdu yaşamın. Bu yüzden, yaşadığın her olayı ‘ağırlaştıracaksın; ki uçup gitmesin, omuzuna çöksün; sen de onun yükünü taşıyasın. Yaşaman, yaşamın yükünü yüklenmen olacak. Yaşam, yükleneceğin yüktür. Yaşamın, yükündür. Oruç Aruoba, De ki İşte (s.45)
 

1948 yılında Karamürsel’de doğan Oruç Aruoba,  TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisansını tamamladı.

Yine Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaparken felsefe bölümünde doktorasını tamamladı.

Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi’nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington) (Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulundu.

Kırmızı Dergisi gibi çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlandı.

BİRÇOK YABANCI ESERİ TÜRKÇE’YE KAZANDIRDI

Aruoba, Hume, Nietzsche, Kant, Wittgenstein, Rainer Maria Rilke, Von Hentig, Paul Celan ve Matsuo Bashō gibi düşünür, yazar ve şairlerin eserlerini Türkçeye kazandırdı. Wittgenstein’ın eserlerini Türkçeye ilk defa Oruç Aruoba çevirdi. ile, Uzak, Yakın, Yürüme, De ki İşte, Tümceler, Ne ki Hiç, yazarın önemli kitaplarındandır.

ESERLERİ Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar, 1990, Metis Yayınları De ki İşte, 1990, Metis Yayınları Yürüme, 1992, Metis Yayınları Hani, 1993, Metis Yayınları Ol/An, 1994, şiir, Metis Yayınları Kesik Esin/tiler, 1994, şiir, Metis Yayınları Geç Gelen Ağıtlar, 1994, şiir, Metis Yayınları Sayıklamalar, 1994, şiir, Metis Yayınları Uzak, 1995, Metis Yayınları Yakın, 1997, Metis Yayınları Ne Ki Hiç, 1997, haikular, Varlık Yayınları İle, 1998, Metis Yayınları Çengelköy Defteri, 2001, Metis Yayınları Zilif, 2002, Sel Yayınları Doğançay’ın Çınarları, 2004, şiir, Metis Yayınları Benlik, 2005, Metis Yayınları Meşe Fısıltıları 2007, Metis Yayınları David Hume’un Bilgi Görüşünde Kesinlik, 1974 Nesnenin Bağlantısallığı (Hume – Kant- Wittgenstein), 1979 A Short Note on the Selby-Bigge Hume, Tebliğ, Edinburgh, 1976 The Hume Kant Read, Tebliğ, Marburg, 1988

*Oruç Aruoba’nın Cemal Süreya’nın ölümünün ardından.

GEORGİ PLEHANOV’UN GÖZÜNDEN BÜYÜK RUS ROMANCI LEV TOLSTOY

Büyük bir senyördü Tolstoy, ölünceye /değin de öyle kaldı. Önceleri, imtiyazlı durumunun sağladığı nimetlerden bol bol yararlandı. Ama, sonraları, -halkın kaderini ve mutluluğunu düşünen kimselerin etkisiyle — şu kanıya vardı; Yararlandığı nimetlerin kaynağı halkın sömürülmesidir ve bu smürme ahlaka aykrıdır. Bunun üzerine, kendisine hayat vermiş olan Tanrının halkı sömürmeğe izin vermeyeceğini düşündü. Gelgelelim, halkı sömürmekten çekinmenin yetmeyeceğini düşünemedi; bir sınıfın bir başka sınıfı sömürmesini ortadan kaldıracak toplumsal ilişkilerin yaratılmasına yardım etmek gerektiğini kavrayamadı. Bu yüzden de, öne sürdüğü ahlak öğretisi olumsuzluktan kurtulamadı.

«Darılma! Düşkünlüğe kapılma! Sövüp sayma! Savaş yapma! işte, bence, İsa’nın öğrettiklerinin özü budur.» (1). Oysa, darlığıyla bu olumsuz ahlâk «her şeyden önce halkın mutluluğunu öngören ve onun kaderini düşünen» insanların düzenlediği olumlu ahlâk öğretiminden —karşılaştırılamıyacak kadar— aşağıda idi. Eğer bugün, aynı insanlar Tolstoy’un kişiliğinde kendi öğretmenlerini ve bilinçlerini buluyorlarsa, bunun bir tek nedeni olabilir: Demek ki, zorlaşan yaşama şartlarından ötürü onların kendilerine de, öğretim düzenlerine de inançları sarsılmıştır. Elbette böyle olması üzücüdür, ama yakında değişeceğini umuyoruz. Tolstoy’un günümüzde uyandırdığı ilgiden de bunu çıkarabiliriz. -Bu ilgi arttığı ölçüde, o- lumsuz ahlâktan hoşlanmıyan kimseler Tolstoy’un kendilerine ahlâk hocalığı edemiyeceğini anlıyacak- lardır. Aykırı bir düşünce gibi görünüyorsa da, gerçek budur.

Bununla birlikte bana, «Tolstoy’un ölümü bütün uygar dünyayı üzdü» diyenler olacak. Onlara cevap vereyim: Evet, üzdü, ama örneğin Batı Avrupa’ya bir bakm, Tolstoy’u kimin «üstünkörü» olarak ve kimin «şuradan şuraya kadar» sevdiğini göreceksiniz. Onu «üstünkörü olarak» sevenler (yani az çok içtenlikle ve kuvvetle sevenler) üst sınıfların düşünürleridir. Başka bir deyişle, olumsuz ahlâkı tutan ve geniş toplumsal çıkarları, bağlantıları olmadığı için ruhlarındaki boşluğu dinsel özlemlerle doldurmağa çabalıyan kişilerdir. Tolstoy’u «şuradan şuraya kadar» sevenler ise, çalışan halkın bilinçli temsilcileridir. Başka bir deyişle, olumsuz ahlâktan hoş- lanmıyan ve uzun süredir hayatın anlamım büyük bir toplumsal ülküye sevinçle gidişte buldukları için onu yeniden aramak zahmetine girmiyen kişilerdir. Acaba bu kişiler «nereden nereye kadar» seviyorlar Tolstoy’u?

Bunu cevaplandırmak kolaydır. Gerçi Tolstoy toplumsal ilişkilerin değiştirilmesi yolunda yürütülen kavgayı anlamamış, ona ilgi göstermemiştir, ama günündeki kurulu düzenin kötülüklerini derinden duymuştur. Büyük sanatçılık gücünü -eklenti (episode) biçiminde de olsa- bu kötülükleri önemle belirtmek üzere kullanmıştır.

Sözü geçen kişiler Tolstoy’u bunun için beğenirler. Çağımızda gerçekten ileri insanların da Tolstoy’u «nereden nereye kadar» sevdikleri böyle- ce açıklanmış oluyor.

II. Kont Tolstoy sosyalistlerle ortak bir yam bulunmadığını sık sık belirtir. Marx’ın bilimsel sosyalizmi karşısındaki tutumunu ise bir kez olsun belirlemeği düşünmez. Neden mi? Açıklanttıası güç değil: Tolstoy adı geçen sosyalizmi çok az tanır da ondan. Nitekim, Olgun Başaklar adlı kitabında onun öğretisi ile Marx’mki arasında tam bir karşıtlık bulunduğunu gösteren su götürmez satırlar vardır.

sevinç ve eğlencenin dışında» görmekten çok uzaktı. Kutsal Aile adlı eserinde, sosyalizm ile genel olarak maddecilik ve özel olarak da maddeci «sevinç hakkı» arasındaki bağlantıyı ortaya koyar. Ne var ki, bu «ortaya koyuş» —çoğu maddecilerde görüldüğü üzere— idealist Tolstoy’un sandığı gibi «bencil» bir eğilim değildir. Tam tersine, Marx’ta bu, sosyalist hakların belirtilerinden biridir. Din karşısındaki davranışıyla da Tolstoy Marx’- tan büsbütün ayrılır. Marx’a göre din, üst sınıfların halkı uyuşturmak için baş vurdukları bir afyondur. Din halkın yalancı mutluluğudur, halkın gerçek mutluluğa kavuşması onun silinmesine bağlıdır. Tolstoy ise dini insanların gerçek mutluluğunun ilk şartı sayar. Bu bakımdan, Kont Tolstoy’un dünya görüşü —dinselleştiği ölçüde— emekçi sınıfının sosyalist dünya görüşüyle çatışır.

Tolstoy’un öğretisinin önemi, din ya da ahlâk yönünden gelmez; halkın sömürülmesini —üst sınıflar onsuz yaşıyamazlar— renkli olarak tasvir etmesinden gelir. Gerçi, sömürmeyi Tolstoy, sömürücüleri yaratan kötü ahlâkın bir sonucu diye alır, ama bu bile, sömürmeyi büyük bir yetenekle belirtmesini önlemez.

Tanrının Tahtı İçimizdedir adlı kitapta iyi ne var acaba? Valinin köylülere yaptığı işkenceleri anlatan bir parça. Nasıl yaşıyorum neyi gösteriyor? En suçsuz eğlencelerde dahi egemen sınıfla halkın sömürülmesi arasındaki sıkı ilişkiyi. Artık Susamı- yacağım başlıklı yazıda okurları coşturan nedir?

On iki köylünün idam edilişinin sanatçıl bir biçimle tasviri.

Her dini bütün hristiyan gibi Tolstoy’a da iyi bir yurttaş denemez. Fakat, kurulu düzenin savunucularının ve temsücilerinin ruhsal durumlarını var gücüyle bir kez çözümlemeğe, istiyerek ya da iste- miyerek halka gösterdikleri ikiyüzlülüğü bir kez or­taya koymağa başlayınca iyi bir yurttaş olur. Gerçi, kötülüğe zora baş vurularak karşı konulmamasım salık verir; ama yukarda andıklarıma benziyen sayfalar okurların ruhunda zorbalığa devrimci bir tutumla karşı koymak isteğini uyandırırlar. Gerçi, Tolstoy eleştiri silâhıyla yetinmeği öne sürer; ama sözü geçen ilginç sayfalar bunun tam tersini gösterirler, hem de kesinlikle: îşte, Tolstoy’un öğretisinde değerli olan tek şey de budur.

Yazık ki, bu dikkate değer sayfalar, Tolstoy’un son otuz yılda yazdıklarının küçük bir parçasıdır. Geri kalan parçalar, yazarın din ve ahlâk eğilimleriyle dolup taşarlar; çağımızın, bütün ileri görüşlerine aykırı düşerler; özellikle bilinçli işçi sınıfının ideolojisiyle hiç bağdaşmazlar. Bundan ötürü, yüksek sınıfların ideologları Tolstoy’un vaazları önünde saygıyla eğilirler. Herne kadar bu vaazlar günahlarını belirterek ayıplasa da onları, bunda büyük sakınca görmezler. Çünkü birçok hristiyan vaizleri de yüksek sınıfların günahlarını kınadılar, ama bu, hristiyanlığm çağımızda kapitalist toplumun dini olarak kalmasını önleyemedi.

Tolstoy kötülüğe zor kullanarak karşı konulma- masını salık verir, öğretisinin temeli budur. Grevleri kuvvetle bastıran Briand’m önünde Fransız milletvekillerinin eğilmeleri de bundan gelir, yani Tols- toy’cu vaazların sömürücüleri aslâ ürkütmemesinden… Gerçekten de, sömürücülerin bü vaazlardan çekinmeleri için bir sebep yoktur, ama onları benimsemeleri için sayısız sebepler vardır. Vaazlar onlara hem Tolstoy’un önünde tehlikesizce eğilmek mutluluğunu sunar, hem de kendilerini elverişli bir ışık altında göstermek fırsatını sağlar. Yoksa, devrimciliğe kalktığı bir dönemde burjuvazinin, Tolstoy gibi bir vaizin önünde eğilmiyeceği açıktır. Böyle bir dönemde o, Tolstoy’a karşılık, yığınla ideolog çıkarır. Gelgelelim, durum değişiktir bugün. Burjuvazi, devrimci kimliğini çoktan ^yitirdi, geriliyor artık: Eskiyi tutucu bir eğilim taşıyan her düşünce akımını hoş karşılıyor. Hele, bu akım pratik hayatta kötülüğe zorla karşı çıkmamayı öğütülüyorsa, onu öpüp başına koyuyor. Tolstoy’un vaazları önünde eğilmesi de bundandır. (…) Rusya’daki burjuva topluluk’una gelince, şimdi o, kendisini kont Tolstoy’un vaazı önünde eğilmek zorunda bırakan ruhsal durumu anlıyor. Nitekim, halkın devrimci direnişine artık gerici zorbalıkla karşı koyamıyacağma inanmakla kalmıyor, böyle bir davranışın kendi çıkarlarına aykırı olduğuna da az çok inanmış bulunuyor. Derebeyliğin istibdadına karşı yürütmüş olduğu eski kavgayı barışçı bir anlaşmayla bitirmeği düşünüyor. Zaten onun sol tem* silcilerinin, cadet’lerin (2) en etkili taktiği de budur. Aslında, kont Tolstoy’un din ve ahlâk öğütleri, günümüzün şartlan içinde, «Milukov’un gerçekçi politikası» nm mistik bir dile çevrilmesinden başka bir şey değildir. insan temkinli kişilerle anlaşamaz belki, ama onların mantığını beğenmezlik de edemez. Bu bakımdan, cadet’ler gibi düşünenler, kont Tolstoy’un önünde eğilmekte haklı olabilirler. Fakat, cadet’ler- den daha çok «sol»a saygı gösteren, hatta arasıra tethişçilere yakınlık duyacak kadar ileri giden sözüm ona «bilgili» ve «namuslu» birçok baylar da, Yasnaya Polyana’ya kaçan Tolstoy’un gidişiyle coşmakta ve Çıkar yol adlı yazıdaki isyancı düşüncenin sözüm ona yüceliği karşısında duygulanmakta haklı olabilirler mi?

Yaşlı kadınlara yakışan bu üzücü elbise içinde onlar, gösterilere katılıyor, kendilerini enerjik kişiler diye satıyorlar. Sosyal demokratların onlara bundan vazgeçmek zamanının geldiğini anlatmaları gerek. Artık bu çalım satmalar yeter.

Heine doğru söylüyor: Yeni çağların yeni hareketler için yeni elbiselere ihtiyacı var. (Ek – Günümüzde Tolstoy’u Rousseau ile karşılaştırmağa kalkışıyorlar. Oysa, böyle bir karşılaştırma olumsuz sonuçlara varır ancak. Rousseau bir diyalektikçi idi- hem de XVIII. yüzyılın eşine az rastlanır diyalektikçilerinden biri. Tolstoy ise ölünceye değin tipik bir metafizikçi olarak kaldı. Onu Rousseau ile karşılaştırmağa girişmek için, «İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temellerim adlı ünlü eseri hiç anlamamış olmak gerekir.) (3).

Georgi Plehanov Çeviren: Asım Bezirci

(1) Tolstoy – Olgun Başaklar, s. 216. (2) Cadet: Askerliği öğrenmek üzere gönüllü olarak orduya katılan genç asilzade Çar II. Nikola zamanında Rusya’da kurulan liberal, demokrat partinin üyesi. (Çev.). (3) Bu iki metin, Plehanov’un iki yazısından alınmış parçalar^ dır. Bunlardan biri, Zvezda dergisinin 1. sayısında «Nereden Nereye Kadar» başlığıyla yayımlanmıştır (1910). Öbürü ise, Sosyal Demokrat dergisinin 19-20 no. lu sayılarında «Kari Marx Ve Leon Tolstoy» adıyla çıkmıştır (Ocak 1911). Yazıların Plehanov’un Toplu Eserleri (Oevres Completes)*’ içindeki yeri şudur : C. XXIV, s. 192-194, 227-233.

AKIL HASTALIĞININ FENOMENOLOJİSİ – DEREK LAYDER

Ronald Laing fenomenolojik yaklaşım temelinde akıl hastalığı (özellikle şizofreni) üzerine bazı ilginç görüşler geliştirir. Laing’in görüşleri Schutz’un çalışmasından ziyade Sartre’ın varoluşçuluğuyla birçok ortak yöne sahiptir. Varoluşçuluk insani varoluşa, kişinin dünya içindeki varoluşuna odaklanır. Sartre’a göre (1966), özünde insanlar ne oldukları ve olacaklarını seçmekte özgürlerdir. Onlar, Freud’un ısrarlı vurgusunun aksine, bilinçdışı dürtüler tarafından programlanmamışlardır ve bu yüzden dürtülerinin tutsakları değillerdir. Ne de onlar, kaçınılmaz olarak, diğerlerinin kendilerinden kesinlikle olmasını istedikleri şeyler olmak zorundadırlar. Son analizde, gerçek anlamda açıkça özgür olmayan insanlar, örneğin köleler veya mahkûmlar bile tabi olduklar koşullara nasıl tepki göstereceklerini seçmekte ‘özgür’lerdir. Yani, onlar kurban olmayı seçebilir, kaderlerine boyun eğebilir veya aksine bu koşullara aktif olarak direnebilirler.

Bu durumlarda kişinin özel eyleminin aldığı yönü anlamak için onun eylemlerinin ardındaki planlar, stratejiler ve amaçlan anlamamız gerekir. Durum açık olmadığında veya bir ölçüde karışık olduğunda bile, onlar özel türde biri olarak kişinin seçimlerinin ardında yatan mantığı bir şekilde yansıtacaklardır. Bu varoluşsal analiz, insanların sadece seçme özgürlüğüne sahip olmayıp, belirli şeyleri niçin yaptıklarının farkında olmalar, en azından belirli ölçüde farkında olarak yapmalar anlamında, rasyonel olduklarını da varsayar. Bu anlamda, zihinsel rahatsızlığı olan görünüşte ‘irrasyonel’ bazı insanların bile, niçin öyle düşündükleri veya davrandıklar konusunda çoğu kez kendilerince sebepleri olduklar görülecektir (bkz. Roche, 1973).

Laing Bölünmüş Benlik’teki (1969) şizofreni üzerine çalışmasında, zihinsel rahatsızlığı olanların belirli bir biçimde davranma konusunda (kendilerince iyi veya kötü) nedenlere sahip olduklarını öne sürer. Zihinsel olarak rahatsız birine hastalığım yenmekte yardımcı olmak isteyen bir terapist, bu insanlarla konuşabilmek için zihninde dünyayı onların gözüyle yeniden kurmak zorundadır. Terapist ayrıca, hasta kişinin tuhaf davranışlarının gerekçelerini, doğrudan onların bu dünyaya ilişkin deneyimlerini yansıtarak ve bu dünya içinde bizzat yer alarak anlamak zorundadır. Bu ise, şizofren kişiyi ‘ruhen yıkılmış’ hastalıklı bir nesne olarak, daha ziyade bozulabilen ve bu yüzden düzgün işlemesi için onarılması gereken bir makine olarak gören geleneksel anlayıştan köklü bir kopuş demektir. Ancak Laing şizofreni gibi akıl hastalıklarının bu şekilde anlaşılamayacağını öne sürer. Şizofren öncelikle bir ‘kişi’ olarak alınmalıdır. ayrıca, insanlar olarak bu kişileri bir dizi ilişkili toplumsal ilişkiler (ekseni) içinde anlamaya çalışmamız gerekir. Dostlar, arkadaşlar, meslektaşlar vb.ni içeren bu ilişkiler ekseni akıl hastalığını bundan muzdarip kişinin bakış açısından anlamak bakımından önemlidir. Bir anlamda, ‘hastalık’ bu ilişkilerin niteliğini yansıtır, zira hasta söz konusu ‘problem’i bu bağlamda ‘yaşamakta’dır.

Laing daha sonraki bir çalışmada (Laing and Esterson, 1964), ailenin bu açıdan temel önemde olduğu sonucuna varır. Farklı iletişim türleri (özellikle dolaylı ilişkiler) ve bir aile ortamı içinde geliştirilen ortak kabuller problem kaynağı olabilir. Bu sorun kişinin gerçek duygulan ve isteklerinin diğer aile üyeleri tarafından engellendiği ve iletişimin karışık veya muğlak olduğu durumlarda söz konusudur. Laing ve Esterson şizofren kadınların ailelerinden bazı örnekler verir. Aile ortamlarına ve aile tarihine göz atıldığında, kadının özerkliğinin ve kendine güven duygusunun yadsınması ve bastırılmasının kadınların zihinsel rahatsızlığa yakalanmalarına yol açabileceği görülebilir.

Bu anlamda, akıl hastasına dönüşmek kişinin artık tahammülü imkansız bir duruma tepkisinin bir yansımasıdır. Özel bir hayal ve imgelem dünyası içinde yaşamak,aksi takdirde zayıflayacak bir bütünlük ve kişisel kimlik duygusunu koruyabilmenin tek yoludur. Aile içinde öğrenilen ve biçimlenen şeyler tüm sosyal topluluğa yönelik duygulara genelleştirilir. Diğer insanlar hasta tarafından kendi kimlik duygusuna bir tehdit olarak algılanır, ancak aynı zamanda tek muhtemel eylem kaynağı olarak görülür. Bu durum, aşılması imkansız bir durumla başa çıkabilmek için kişinin akıl hastalığım, deyim yerindeyse, ‘üstlendiği’ uç bir örneği temsil eder. Bu özel anlamında, birey duruma ‘mantıklı’ bir tepki verir ve toplumsal güçlere veya derin psikolojik ihtiyaçlara basit mekanik tepkiler göstermez (ancak, yine de bu tür mekanik tepkiler şu veya bu şekilde yer alır). Esas mesele, kişinin gerçekte olduğu şeye (bu örnekte akü hastasına) dönüşmesidir, çünkü hastalar bunu kendilerine göründüğü haliyle dünyayla başa çıkmanın tek yolu olarak görürler. Diğer insanlar kimliklerine ve güvenlik duygularına potansiyel bir tehdit olarak algılandığı için sakınma, araya mesafe koyma ve duygusal sorumluluktan yoksunluk bu insanlar için kendilerini muhtemel her şeyden korumanın en rasyonel araçlarıdır.

Bu analiz biçiminin oldukça kavrayışlı olduğu ve sadece toplumsal deneyimin (örneğin akıl hastalığının) patolojisini ele almakla kalmayıp, daha genel ve rutin anlamında toplumsal varoluş hakkında da bir şeyler söylediği yeterince açıktır. Örneğin, ‘diğerleriyle birlikte olmak’ veya ‘yalnız kalmak’ ikilemini hepimiz yaşarız; o toplumsal hayatın genel bir özelliğidir. Yalnız kalma ve soyutlanmışlık duygularıyla veya kişinin kendi başına ayakta duramayacak kadar diğerlerinin arkadaşlığına muhtaç olmasıyla ilgili problemler modern toplumdaki hayat tecrübelerimizin merkezi bir parçasıdır. Hatta Tannen’e göre (1987, 1992), erkekler ve kadınlar bu ikilemi farklı biçimlerde yaşar ve değerlendirirler ve bu durum iki cinsiyet arasındaki farklı iletişim biçimlerinin varlığnıı açıklar.

Derek Layder Sosyolojik Araştırma Pratiği: Teori ve Sosyal Araştırmanın İlişkilendirilmesi

Fenomenoloji görüngübilim ya da Osmanlıca Zahiriye, kurucusu Edmund Husserl olan bir felsefe akımı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felsefe akımıdır. Fenomenolojik yaklaşım, bireyin davranışlarını anlayabilmek için onun kendine özgü algılayışını ve yaşantısını bilmemiz gerektiğini savunur. … Her birey kişisel deneyimlerinin oluşturduğu benzersiz bir konfigürasyondur ve diğerlerinden tamamen farklıdır.