GÜN DOĞDU MU HER GÜN İLK GÜN/ HER GÜN AYDINLIKTIR/ YOKSA ÜMİT, HER YER LOŞ KARANLIKTIR

Sürgün Gökyüzünde, yeryüzündeGün doğdu mu her gün ilk günHer gün aydınlıktırYoksa ümit, her yer loş karanlıktır
Yâr gurbette, can yürekteBir kafeste ne amansızSonsuz ayrılıktır, geçmez zamanHer gece hep aynıdır
Fırtınada, ak ayazdaSürgün her yerde hep yalnızdırGül açsa da, kuş uçsa daGörmez, dargındır
Her durakta, her uykudaSürgün her nefeste yalnızdır Her şafakta, her yudumdaHasret sancıdır
Yol alsa da, ses duysa daDağ aşsa da her adım sonHer an son adımdır
Tek başına yalnızlık bir yankıdır
Yâr gurbette, can yürekteBir kafeste ne amansızSonsuz ayrılıktır, geçmez zamanHer gece hep aynıdır
Fırtınada, ak ayazdaSürgün her yerde hep yalnızdırGül açsa da, kuş uçsa daGörmez, dargındır
Her durakta, her uykudaSürgün her nefeste yalnızdırHer şafakta, her yudumdaHasret sancıdır
Fırtınada, ak ayazdaSürgün her yerde hep yalnızdırGül açsa da, kuş uçsa daGörmez, dargındır
Her durakta, her uykudaSürgün her nefeste yalnızdırHer şafakta, her yudumdaHasret…

Söz: Aysel Gürel Müzik: Zülfü Livaneli* Düet: Sezen Aksu

*Müziğin aslı Yılmaz Güney’in Sürü filminde de İlkay Akkaya’nın seslendirdiği Kürtçe Brindarım (Yaralıyım) adlı şarkıdan alındığı iddia ediliyor.
 

GALEANO: HİÇBİR AFRİKALININ OLMADIĞI TOPLANTIDA AVRUPA, AFRİKA’NIN YENİ HARİTASINI UYDURDU

Şubat 26 Benim Afrika’m On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Avrupalı sömürgeci güçler Afrika’yı paylaşmak için Berlin’de toplandılar. Selvalar, nehirler, dağlar, toprak üstü ve toprakaltından oluşan sömürge ganimeti için verilen kavga uzun ve çetin oldu. En sonunda yeni sınırlar çizildi ve 1885 yılında bugün, her şeye muktedir Tanrı adına, Genel Anlaşma imzalandı. Avrupalı efendiler altın, elmas, fildişi, petrol, kauçuk, kalay, kakao, kahve ve palmiye yağının adını hiç anmama nezaketini gösterdiler; köleliğin kendi adıyla anılmasını yasakladılar; dünya pazarına insan eti sunan şirketleri hayırsever topluluklar diye adlandırdılar; ticaretin ve medeniyetin gelişimini özendirme arzusuyla yanıp tutuştuklarını dile getirdiler, ve herhangi bir kuşku kalmış olabilir diye, yerli toplulukların manevi ve maddi huzurunu arttırma kaygısıyla hareket ettiklerini ilan ettiler. Böylece Avrupa, Afrika’nın yeni haritasını uydurdu. Bu zirve toplantısında, göstermelik dahi olsa, hiçbir Afrikalı yer almadı.


Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı

Masa başında cetvel ile çizilen harita

Şubat 15 Diğer çalınmış çocuklar Marksizm zihinsel bozukluğun en üst düzey halidir, diye buyurmuştu, generaller generali Francisco Franco İspanyası’nın baş psikiyatrı Antonio Vallejo Nájera. Hapishanelerdeki cumhuriyetçi annelerin üzerinde araştırmalar yapmış ve onlarda suç işleme içgüdüsü bulunduğunu teyit etmişti. Marksist yozlaşma ve annenin suç güdüsü tehdidi altındaki İberik ırkın saflığını korumak için binlerce yeni doğmuş ya da çok küçük yaştaki çocuk -yani cumhuriyetçi ebeveynlerin evlatları- kaçırılıp haç ve kılıca (kilise ve ordu, ç.n.) bağlı ailelerin kucağına atıldı. Bu çocuklar büyüyüp kimler oldular? Bunca yıl sonra, şimdi kim bu çocuklar? Bilinmiyor. Franco diktatörlüğü, onların izlerini silen sahte belgeler uydurdu ve olanları unutmayı emretti: çocukları çalmakla kalmayıp belleği de çaldı.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı

SENİ SEVMEYE HAZIR OLMAYAN İNSANLARI SERBEST BIRAK!..

Seni sevmeye hazır olmayan insanları serbest bırak. Bu hayatında yapacağın en zor şey. Seni sevmeye hazır olmayanlara sevgini vermeyi bırak. Değişmek istemeyen insanlarla zor sohbetler yapmayı bırak. Varlığına önem vermeyen insanlar için görünmeyi bırak. İçgüdülerinin etrafındaki herkesin iyi dileklerini kazanmak olduğunu biliyorum, ancak aynı zamanda zamanını, enerjini ve akıl sağlığını çalacak dürtüdür…

Hayatında memnuniyet, ilgi bağlılık ortaya çıktığında, herkes senin kadar dürüst olmayacak… Bu, kim olduğunu değiştirmen gerektiği anlamına gelmez. Bu seni sevmeye hazır olmayan insanları sevmeyi bırakman anlamına geliyor. Zamanını harcadığın kişiler tarafından ince bir şekilde dışlanır, ince bir şekilde aşağılanır, unutulur veya kolaylıkla görmezden gelinirsen onlara ilgini ve enerjini sunmaya devam ederek kendine iyilik yapmazsın Gerçek şu ki sen herkes değilsin… Ve herkes senin için değil.

Bu dünyayı bu kadar özel yapan şey, arkadaşlığına, sevgine,dostluğuna önem veren olan birkaç kişiyi bulduğun zaman ve gerçek aşkı…bunun ne kadar değerli olduğunu bileceksin… Çünkü olmayan şeyleri tecrübe ettin… Ama bunu yapamayan birisinin seni sevmesini sağlamak için ne kadar çok zaman harcarsın?

Bu gezegende milyarlarca insan var ve çoğu seninle kendi seviyelerinde sevgi titreşimleri içindeler…

Ama… Seni yastık, ikinci plan seçeneği, terapist ve duygusal iyileşme stratejisi olarak kullanan insanların mahremiyetinde ne kadar kısa kalırsan senin için doğru olan bu …

Denemeyi bırakırsan ilişki biter… Belki mesaj göndermeyi bırakırsan telefonun günlerce ve haftalarca sessiz kalır… Birini sevmeyi bırakırsan gerçek olmayan aşk eriyebilir… Bu bir ilişkiyi mahvettiğin anlamına gelmez! Bu ilişkiyi tutan tek şey sadece sendin ve sadece senin onu tutmak için tuttuğun enerjiydi.

Bu aşk değil. Bu bağlılıktır. İstemeyenlere bir şans vermek istemektir!

Hayatındaki en değerli ve en önemli şey enerjindir. Bu sadece senin zamanın ve sınırlı… Bu senin enerjin!

Zamanını senin için uygun olmayan insanlarla geçirdiğin zaman neden bu kadar sabırsız olduğunu anlamaya başlarsın.

Hayatın için, kendin için ve tanıdığın herkes için yapabileceğin en önemli şeyin enerjini her şeyden daha vahşi bir şekilde korumak olduğunu fark etmeye başlayacaksın.

Hayatını güvenli bir sığınak yap, Sadece seninle uyumlu kişilere izin ver…

İnsanları kurtarmak senin sorumluluğun değil. Onları kurtarılması gerektiğine ikna etmekten sorumlu değilsin.

Her an insanlar için var olmak ve onlara hayatını vermek senin işin değil..

Çünkü eğer kötü hissediyorsan, görevliymiş gibi hissediyorsan, mecbur hissediyorsan onlara verdiğin iyiliği geri vermeyeceklerinden korkuyorsun…

Kaderin sevildiğini fark etmek ve hak ettiğini düşündüğün sevgiyi kabul etmek.

Gerçek bir dostluğu hak ettiğine karar ver… gerçek bir bağlılık, sağlıklı ve başarılı insanlarla tam sevgi.

Sonra bekle… Sadece bir süreliğine… Ve her şeyin ne kadar değiştiğini izle…

Düşünme Şeklinizi Değiştirmek İçin 101 Deneme
Frida Kahlo: Seni sevmekten ne zaman vazgeçtim?

SENEM DİYİCİ QUARTET VE “TELL ME TRABİZON” ADLI ALBÜMÜ

Türküleri caz formatında seslendirerek tanınan Senem Diyici, 1953 yılında İstanbul’da doğdu. Klasik müzik eğitimi aldı. 1969’da Nar Hanım adlı ilk 45’liğini, 1973’te Ham Meyva’yı çıkardı. Okay Temiz ile çalıştı.

Uzun yıllar yaşadığı Fransa’da eşi Alain Blesing ile değişik projelerde bulunup 8 albüme imza attı. Senem Diyici “Quartet – Tell Me Trabizon” adlı Albümü
Alternatif link >>

“ÖNEMLİ OLAN SANATÇININ NE YAPTIĞI DEĞİL, NE OLDUĞUDUR” PİCASSO – JOHN BERGER

On dokuzuncu yüzyılın başında bu gerekli bir inançtı; giderek güç kazanan burjuva dünyasının herşeyi, bu arada sanatı da metaya dönüştürmesi karşısında sanatçıların kendi varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan şey yaratıcı ruh, bir varoluş biçimi olarak deha, kendi içinde bir amaç olarak kutsanıyordu çünkü fiyat biçilemeyen, satın alınamayan bir tek o kalmıştı.

Bu ikicilik, şu anda burjuvazinin sanata karşı takındığı tavrın özünü oluşturuyor. Bir yanda dehanın görkemi ve gizemi, öte yandaysa satılabilir bir meta olarak sanat yapıtı. Bu iki tutum arasındaki grotesk çatışmayı anlamak için herhangi bir resim satıcısının sözlerine kulak vermek yeter. Altın üzerinden yürütülen pazarlıklar, bunun iyi bir yatırım olacağı yolunda verilen güvenceler; sonra yapıtın elle tutulamaz nitelikleriyle ilgili sıfatlar (“heyecan verici”, “güçlü”, “olağanüstü”, “fantastik”).

Bu ikicilik, halkın kafasında yaşattığı —gerçekle hiç ilgisi olmayan kitaplar ve filmlerin de desteklediği— deha imgesinde de örtük olarak bulunur. Dahiler, (çılgınlık, dış dünyayla ilişkinin kopuk olması, içki düşkünlüğü nedeniyle) kendi maddi çıkarlarını gözetemez; bu beceriksizlik de dehanın bir kanıtı olarak görülür.

Aynı ikicilik —bu Romantik yanılsamanın son mirası— sanat kitaplarının bugün standartlaşmış yazılma yönteminde de görülebilir. Okurun, reprodüksiyonlarını gördüğü resimler —sanki envanteri tutuluyormuşcasına— kılı kırk yararak tanımlanır. Bu resimlere, stoklanmış mal gözüyle bakılır. Daha sonra bu tanımlara resimleri üreten kişiye deha atfeden bazı sözcükler eklenir. Bu sözler, büyülü bir ezgi gibi yükselir. Yazar, tellallık yapan bir papaza dönüşür. İşte tipik bir örnek: Picasso. Yaşlı Adam. 1895

O zamandan kalma bu yaşlı dilenci portresi ileri bir teknik ustalık sergiler. Picasso’nun bu ve buna benzer diğer ilk dönem resimlerinde, Velazquez’in ünlü Sevilla’lı Sucu gibi önemli tablolarından esinlenmiş olduğu kuşku götürmez. Modelin yağlı cildinin, yapış yapış saçlarının, kaba giysilerinin mükemmel bir gerçekçilikle aktarılmasının yanı sıra, figürün anlık niteliğini vurgulayan ve ciddi, düşünceli yüz ifadesine büyük ölçüde katkıda bulunan ışık ve gölgeleri canlı bir biçimde üst üste bindiren zengin, geniş fırça darbelerinin kaynağı bu esinlenmedir, öte yandan bu resimde hiçbir şey, kopyayı akla getirmek şöyle dursun, taklidi de çağrıştırmaz; tıpkı Picasso’nun daha sonraki yapıtları gibi bu gençlik tablosu da ressamın kendi çabasının olağanüstü yoğunluğuyla nitelik kazanmıştır. Tarihsel modellerden esinlenen tüm yapıtları gibi bu da gördüğü herşeyi ateşli bir hevesle özümseyip içinde yakan ve küllerinden yalnızca Picasso’ya özgü yepyeni bir şey olarak yeniden yaratan bir zihni sergiler bize…

John Berger: Picasso’un yoksulları ele aldığı Mavi Dönem zenginler arasında rağbet gördü

Burada söylenenler yanlış değildir. Ancak bunların tabloyla doğrudan bir ilişkisi yoktur. (Tabloyla doğrudan ilişkisi olabilecek şeyler, ressamların neden dilenci resmi yaptıkları, İspanyollar’ın yoksulluğa karşı takındığı özel tavrın ne olduğu, yaşlılığın insanın üstündeki giysileri nasıl değiştirdiği, on dört yaşında bu resmi yaparken Picasso’nun, kendisine öğretilmiş olan, taşraya özgü bezemeci resim sanatının yetersizliklerini fark edip etmediği vb. dir.) Yapıtı evrensel bir insan deneyimiyle bağıntılı olarak görme açısından tam bir yetersizlik söz konusudur bu yazıda. Tersine resim betimlenir, kimliği belirlenir ve bir nesne olarak iyi bir yere oturtulur; bu arada Picasso da —daha on dört yaşındayken— Velazquez’in yanı başına yerleştirilip anka kuşuna benzer büyülü bir deha olarak yüceltilir. Bununla birlikte, burjuvaların sanata karşı edindikleri tutumda korunmuş olan bu romantik yanılsama sanatçılar tarafından kabul görmemiştir. Erken dönem Romantikleri’nin çalışmalarını sürdürmelerini sağlayan şey, inançlarından kaynaklanan geçerli bir varsayımdı. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde —yüzyılın sonlarına doğru artarak— daha yeni ve daha gerçekçi bir varsayım öne sürülmeye başlandı. Burjuva iktidarı sonsuza dek sürmeyecekti. Toplum değişiyordu ya da değiştirilecekti. Bu nedenle gelecek farklı olacaktı. Buradan, önemli sanatçının zamanının ötesinde olacağı sonucu çıkartılabilirdi. Yapıtlarının 1880’de okunmaya, 1935’te de anlaşılmaya başlayacağı kehanetinde bulunan Stendhal, bu sonucu gören ilk kişilerden biriydi.

Stendhal’dan bu yana, başka açılardan ne denli Romantik olurlarsa olsunlar büyük sanatçıların hepsi —geleceğe kalabilecek tek şey olan— yapıtlarının, yaşamlarını anlamlı kılacağına inanarak yaşadılar. Sanatçı artık kendini, bütünüyle yapıtında var etmeye çalışıyordu; bilincine vardığı ölçüde yaratıcılık ruhunu, yalnızca bunu başarabilme, kendisi ne ise onu, yaptığı şeye dönüştürebilme yetisi olarak görüyordu. Bu, Flaubert için olduğu ölçüde Cézanne, Gauguin, Seurat, Van Gogh, Rodin, Yeats ya da James Joyce için de doğrudur. Pek önemli olmayan —Maeterlinck gibi— birkaç sanatçı sessizliğin sesten daha müzikal olduğu yolundaki romantik yanılsamayı canlandırmaya çalıştılar; ancak onların çalışmalarını doğrudan belirleyen bir şey değildi bu: Dünyanın insafına kalmış sanatçının yenilgiyi efendice kabullenişiydi.

Picasso’nun kuşağındaki önemli sanatçılar da öncüllerinin tutumunu benimsediler. Gerçekten de Van Gogh ya da Cézanne’a duydukları hayranlık, bir ölçüde onların yapıtlarını devralmış oldukları, görevlerinin de bu mirası sürdürmek ve geliştirmek olduğu duygusundan kaynaklanıyordu. Bütün güçleriyle daha önce yapılmış olanlarla yapılması gerekenlere yoğunlaşıyorlardı. Aralarından —Matisse ya da Braque gibi— büyük başarıya ulaşanlar kendilerini haklı çıkarma telaşından sıyrılmış olabilirler. Ancak, bu kuşağın gözünde “aslolan sanatçının yaptığıdır” inancının ne kadar önem taşıdığını anlamak için, Juan Gris ya da Apollinaire gibi böyle bir başarıya erişemeden ölen kişilerin yazdıklarını okumak yeter. 1918’deki ölümünden kısa bir süre önce Apollinaire şairlerin yeni ruhu üzerine bir makale yazmıştı:

Şairin toplamış olduğu bir malzeme vardır, yeni ruhun açığa çıkardığı bir malzeme; bu malzeme basitliği yadsınmaz, büyük, çok büyük şeylere yol açacak bir gerçeğin temelini oluşturacaktır.

Bu yaşam çizgisi, onların yapıtları boyunca sürer gider. Ancak Picasso için geçerli değildir bu. Bir istisnadır o. “Önemli olan sanatçının ne yaptığı değil, ne olduğudur.”

Picasso’nun tarihsel açıdan belirsiz konumunun ilk izlerini burada görüyoruz. Dünyanın en ünlü ressamıdır o, ve ünü modernliğine dayanır. Modern sanatın tartışılmaz imparatorudur. Bununla birlikte Picasso’nun sanata ve sanatçı olarak kendi yazgısına karşı takındığı tavırda hiç de modern olmayan, daha çok on dokuzuncu yüzyılın başlarına yakışan bir eğilim var. Dahası bu tarihsel belirsizlikle, Picasso’nun başarısının niteliği ve derecesi arasında bir bağlantı var sanki. Arkadaşlarının tanıklığıyla desteklenen en yaygın Picasso miti, gerçekte Picasso tarafından algılandığı şekliyle gerçeğin pek de çarpıtılmış bir hali değil. Picasso’nun bir varlık biçimi olarak dehaya olan Romantik inancı, bu mite katkıda bulunuyor. Ressamın hiçbir büyük çağdaşının çalışma tarzı, kendisine karşı aldığı değişken tavır, böyle bir miti besleyecek malzemeyi üretemezdi. Oysa Picasso örneğinde, bir varoluş biçimi olarak dehadan bir yarı-tanrının kutsallığına geçmeye bir adım kalmıştır.

Burada niyetim, Picasso’nun efsanevi kişiliğinin, yalnızca onun sanatçı olmanın anlamı üzerinde kendi görüşlerinden kaynaklandığını öne sürmek değil. Picasso, hakkında efsaneler yaratılmasını kışkırtacak, son derece güçlü bir kişiliğe sahiptir. Bu anlamda onu belki Napolyon’la karşılaştırmak mümkün. Kuşkusuz Picasso’da da, Napolyon’daki kendine kullar edinme ve bunları koruma gücü var. Kendisini kişisel olarak tanıyanların arasından onu eleştiren pek çıkmıyor. Ne yaptığı bir yana, Picasso’nun ne olduğu kuşkusuz hayret verici —belki de özellikle tanımlanamaz olduğu için böyle bu. Unutulmaz olan onun söyledikleri ya da yaptıkları değil; varlığı —içinde olup bitenlere ilişkin olarak yakalanan ipuçları. Son yıllarda, bir insan olarak Picasso hakkında söylenenler iyice garipleşmiştir. Picasso, çevresine bir maiyet toplamış, kendisi de kral olmuştur. Böyle dalkavukluklarla çevrelenip yalıtlanması, sonuçta onu tanıyanların görüşlerinde de, kendi yapıtları üzerinde de yıkıcı etkiler yapmıştır. Krala övgüler düzme adına, mide bulandırıcı bir şiirselliğe düşülmüştür. Nitekim Georges Besson 1952’de şunları yazmıştır:

Ha, söylemeyi unutuyordum —yoksa söylemiş miydim?— zevklerinde hiç de aşırıya gitmeyen bu adamın kara elmaslara bir düşkünlüğü var. Bir çift harika kara elması var ve bunlardan asla ayrılmıyor. Elmasların her biri yüz kırat değerinde. Picasso bunları herkesin gözlerinin olduğu yere takmış. Vallahi böyle. Sizi temin ederim ki bu elmasların ateşini yönelttiği kadınlar yanıp tutuşuyorlar.

Aslında bu dalkavuklar ortaya çıkmadan önce de, Picasso hakkında yazı yazanlar onun gözlerini özellikle çarpıcı buluyorlardı. Fernande Olivier 1904’te onunla tanışmasını anlatırken şunları yazıyor:

Ufak tefek, esmer, tıknaz, huzursuz, rahatsızlık veren biri; kara, derin, insanın içine işleyen, garip, neredeyse üzerinize dikilen gözler. Picasso’nun gözleri [diyor, aşağı yukarı aynı dönemden söz ederken Gertrude Stein] aklımda kaldığından daha da müthişti; öylesine iri ve koyu, elleri de öylesine esmer, ince ve çevikti.

1920’de, Picasso’nun son sergisinde umut kırıklığına uğrayan Maurice Raynal şöyle yazıyor: “Gözlerindeki yıldızlardan bazıları sönmüş.”

Böylece gözleri, bütünüyle o kişinin simgesi olup çıkıyor. Picasso üzerine yapılmış filmlerde, gözlerini kendiniz de görebilirsiniz. Bu gözler, onun iç yaşamındaki oransız yoğunluğu, aynı zamanda bu yaşamın yalnızlığını açığa vurur gibidir —ya da bana öyle geliyor.

Yavaş yavaş, Picasso’nun öznel yaşantısının genel yapısı ve eğilimi üzerine düşünmeye zorlanıyoruz. Kendisinin de yapıtlarından daha değerli bulduğu, varlığına güç katan, gözlerinde alev alev yanan bu ruhu nasıl tanımlamalı?

John Berger Picasso’nun Başarısı Ve Başarısızlığı Metis Yayınları

KÜÇÜK PRENS: KEŞKE HERKESİN ÖMRÜ VİCDANI KADAR OLSA!

Dünyanın en çok satan ve okunan kitaplarından biri olan ve bir çocuğun bakış açısından yetişkinlerin hayatları ele alan Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupery tarafından 1943 yılında yayımlandı. Önemli bir klasik haline gelmiş olan eser, aslında çocuk kitabı gibi görünse de her yaştaki okuyucuya dersler verecek nitelikte mesajlara sahip, edebi değeri olan bir yapıt. Toplamda yirmi yedi bölümden oluşan Küçük Prens kitabı, çöle düşen bir pilotun burada baş karakter ile karşılaşmasından sonra yaşadıklarını ve Küçük Prens’in gezegenlere yaptığı yolculuklarda gördüğü yetişkinlerin tavırlarını irdeliyor. Yazar, modernite ve 2. Dünya Savaşı’nın etkilerinin sürmekte olduğu topluma karşı çocuk dünyasının saflığı ve hayal gücü aracılığıyla büyüklerin hayat tarzları ve insanın doğasına yabancılaşan olumsuz yönlerini eleştiriyor. 

Müzik, tiyatro ve sinema başta olmak üzere farklı sanat dallarındaki eserlere ilham vermiş eserin bu alanlarda uyarlamaları da bulunuyor. New York’ta yazılmış olan eser yıllar içinde tüm dünyayı etkisi altına almış olmasıyla biliniyor. Fransa’da basılmış olan bazı banknotlar üzerinde resmi bulunan ve dünya çapında çeşitli yerlerdeki parklara heykeli yerleştirilmiş olan Küçük Prens kitabı bir fenomene dönüşüyor. Tüm dünyada en çok basılan ve satılan kitaplar arasına girmeyi başarmış olan bu eser, 10’un üzerinde filmi bulunmakla beraber 250’den fazla dile de çevrilmiş olma özelliğine sahip olmasıyla da öne çıkıyor. Japonya’da kendine ait bir müzesi ve Kore’de Küçük Prens temalı bir köy bulunuyor. Kitapta yer alan çizimler de kişisel bakış açılarına göre farklı şekillerde yorumlanabiliyor. Gerçekliğin ve gerçek olanın ne olduğu konusundaki felsefik mesajları da kitaba değer katıyor. Yetişkin dünyasındaki kişilerin günlük dertler ile çok fazla ilgilenerek dünyadaki ve hayattaki önemli şeyleri göremediklerini anlattığı da söylenebilen kitap, bu yönüyle de dikkat çekiyor.

Küçük Prens’ten Alıntılar

“Kendini beğenmişler, övgülerden başka hiçbir şey duymazlar.”

“Ya insanların gönlünü hoş tutmalı ya da onları yok etmelidir; çünkü insanlar uğradıkları küçük zararların öcünü alırlar, ama büyük zararların öcünü alamazlar; bu yüzden insana verilecek zarar, intikam korkusu yaratmayacak biçimde olmalıdır.”

“Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir.”

“Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.” Güller bu duyduklarına çok bozuldular. “Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”

“Belki de gökyüzü, insanlardan uzak olduğu için bu kadar güzel…”

“Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”

“Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden.”

“Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman: ” Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?” diye sormazlar. “Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Kaç kilodur? Babası kaç para kazanır?” diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar onu. Büyüklere: “Pembe kiremitten bir ev gördüm, pencerelerinden sardunyalar, damında güvercinler vardı” derseniz, o evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara: “Yüz bin franklık bir ev gördüm” demeniz gerek. O zaman: “Aman ne güzel!” diye bağırırlar.”

“Birini güzel olduğu için sevmezsin ki, sen sevdiğin için güzel olur o.”

“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de insanların arkadaşları yok artık. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”

“Bir çiçeği büyüten sevgi, insanı değiştirmez mi sanıyorsun?”

“Sahibi olmayan bir elmas bulursan, o elmas senindir. Sahibi olmayan bir ada bulursan, o ada senindir. Bir buluş yaparsan patentini alırsın, buluş senin olur. Madem ki yıldızlara sahip olmak benden önce kimsenin aklına gelmedi, yıldızlar benimdir.”

“Onu davranışlarıyla değerlendirmem gerekirdi, sözleriyle değil.”

“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.”

“Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım.”

“Sadece çocuklar ne aradıklarını bilirler. Çocuklar şifon kumaştan bir bebekle saatlerce oynayabilirler. Eğer birisi o bebeği ellerinden alırsa o zaman o bebek onlar için çok önemli olur ve ağlarlar…”

“Hiç kimse bulunduğu yerden mutlu olmaz. İnsan istese bile fazla uzağa gidemez…”

“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir.”

“Anlaşmazlıklar dilden doğar.”

”Peki insanlar nerde?” dedi küçük prens. ” İnsan kendisini çölde çok yalnız hissediyor.” ‘‘İnsanların içinde de öyle hissedersin.” dedi yılan. ”Arada pek fark yoktur.”

“Bir yerde bir kuyunun saklı oluşudur çöle güzellik veren”

”Senin gezegenindeki insanlar” dedi Küçük Prens. ”Tek bir bahçeye beş bin gül dikiyorlar ama yinede aradıklarını bulamıyorlar…” ”Evet bulamıyorlar ” diye yanıtladım onu. ”Halbuki, aradıkları tek bir gülde ya da bir yudum suda olabilir.” ”Haklısın” dedim. Bunun üzerine küçük prens şöyle dedi: ”Ama gözler gerçeği görmez ki. Yüreğiyle aramalı insan.”

“Siz istiyorsunuz ki çöllerin ortasında susuz bıraktığınız insanlar, size gül bahçesi sunsun.”

“İnsanlar mı?” dedi. “Sanırım onlardan altı ya da yedi tane var. Birkaç yıl önce görmüştüm. Ama nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgâr sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç.”

ITALO CALVINO: AZ ÇALAN HAPSİ BOYLAR, ÇOK ÇALAN HAN HAMAM SAHİBİ OLUR

Yolun sonuna ulaşmak için, güneş ışınları, lacivert gök çizgisi boyunca uzanan kemerlerin birbirinden ayırdığı soğuk duvarları yalayarak dümdüz inmek zorunda. Dümdüz iniyor güneş ışınları, duvarlara gelişigüzel oyulmuş pencerelerden, pencere eşiklerindeki tencerelere ekili fesleğen ve kekiklerden, iplere asılı çamaşırlardan aşağı; sonra daha aşağı, basamaklı ve çakıl döşeli, ortada katır sidiği için bir suyolunun bulunduğu kaldırım taşına.

Pin’in bir bağırması, dükkânın önünde, burnu bir karış havada, yüksek perdeden bir şarkı tutturması ya da kunduracı Pietromagro’nun vuracağı şaplak ensesine inmeden bir çığlık atması yetiyor, pencerelerde bir sesleniştir, bir küfürdür yankılanıyor: “Pin! Gene günün bu saatinde kafa ütülemeye başladın! Haydi, şu şarkılarından birini söylesene bize, Pin! Pin, seni haylaz, derdin ne senin? Pin, maymun suratlı! Boğazı kuruyasıca, sesi çıkmayasıca! Sen yok musun sen, bir de şu tavuk hırsızı ustan! Sen yok musun sen, bir de şu döşeklik ablan!”

Ama Pin, sokağı yarılamış bile, elleri üzerine bol gelen ceketinin ceplerinde, gülmeden tek tek yüzlerine bakıyor: “Hey Celestino, biraz sussana! Üzerindeki yeni giysi de pek güzelmiş. Sahi, Moli Nuovi’den kumaş çalan kimmiş belli olmadı mı hâlâ? Ne ilgisi var, desene. Selam Carolina, ucuz atlattın geçen sefer. Evet, geçen sefer ucuz atlattın, kocan yatağın altına bakmadığı için. Sana gelince, Pasquale: Senin köyünde olup bitenleri de anlattılar bana. Evet, evet, Garibaldi köyünüze sabunu getirmiş, senin köylüler hop mideye indirmişler. Sabun lüpleten Pasquale! Yahu, sabun kaça haberiniz var mı?” Pin’in boğuk bir sesi var, büyümüş de küçülmüş gibi; her espriyi, gayet ciddi, alçak sesle söylüyor, sonra birden ıslığı andıran i-i-i-i’li bir kahkaha patlatıyor ve kırmızı-siyah çilleri bir yabanarısı sürüsü gibi gözlerinin çevresine üşüşüyor.

Pin’le alay etmeye gelmez; sokakta olup biten her şeyi bilir, ne yumurtlayacağı hiç belli olmaz. Sabah akşam pencerelerin dibinde boğazını yırtarcasına şarkılar söyler, bağırır çağırır, bu arada Pietromagro’nun dükkânında dağ gibi yığılı dibi delik ayakkabıların tezgâhı örtmesine, hatta sokağa taşmasına ramak kalmıştır.

“Pin! Seni maymun! Seni çirkin suratlı!” diye bağırıyor kadının biri. “Bütün gün kafa ütüleyeceğine, şu benim pabuçlara pençe vursana! Bir aydır dükkânınızdaki yığının içinde öylece duruyor. Hele ustan bir hapisten çıksın, ona söyleyecek bir çift sözüm var!” Pietromagro yılın yarısını hapiste geçirir, talihsiz doğmuştur çünkü ve civarda bir hırsızlık olduğunda, mutlaka onu içeri atarlar. Geri döner ve dağ gibi yığılmış dibi delik ayakkabıları, başıboş bırakılmış açık dükkânı görür. O zaman tezgâhın başına geçer, eline bir ayakkabı alır, evirir çevirir, yeniden yığının içine atar; sonra sakallı yüzünü kemikli ellerinin arasına alıp söver. Pin ıslık çalarak çıkagelir, henüz bir şeyden haberi yoktur; karşısında Pietromagro’yu buluverir, havaya kaldırdığı iki eli, çevresi sapsarı gözbebekleri ve köpek tüyünü andıran kısa sakalın kararttığı yüzüyle. Çığlık atar, ama Pietromagro onu enselemiştir ve bırakmaz; dövmekten yorgun düşünce, onu dükkânda bırakıp meyhaneye sıvışır. O gün yüzünü bir daha gören olmaz.

Alman denizci, iki günde bir akşamları Pin’in ablasına gelir. Her defasında, denizci yokuşu çıkarken, Pin sigara otlanmak için yolda onu beklerdi; başlarda adam cömert davranıyor, her gelişinde üç dört sigara verdiği bile oluyordu. Alman denizciyle alay etmek kolay, çünkü söylenenleri anlamaz ve o donuk, şakaklarına kadar tıraşlı ablak yüzüyle öylece bakar. Sonra, çekip gittiğinde, arkasından alay edebilirsin, nasıl olsa dönüp bakmayacaktır.

***

Ablasının odası, Pin’in baktığı yerden bakıldığında, hep sisle kaplıymış gibi görünüyor: Dikey bir çizgi, içinde bir sürü eşya, çevresinde de gölgenin karaltısı; küçük aralığa gözünü yaklaştırmasına ya da uzaklaştırmasına bağlı olarak her şey sanki boyut değiştiriyor. Bir kadın çorabının içinden bakıyormuş gibi, kokusu da aynı: Ahşap bölmenin ötesinde başlayıp, belki o buruşuk giysilerden ve hep dağınık duran, çarşafları havalandırılmadan serilmiş yataktan yükselen kokusu ablasının.

Pin’in ablası, çocukluğundan beri, ev işlerini hep savsaklamıştı. Pin, bebekken, başında bir sürü kabuk bağlamış yara, ablasının kucağında ağlamaktan katılır; ablası ise, onu çamaşırhanenin önündeki sekiye bırakıp, mahallenin çocuklarıyla kaldırımlara tebeşirle çizilmiş dörtgenlerin içinde seksek oynamaya giderdi. Arada bir babalarının gemisi geri gelirdi; Pin yalnızca kollarını anımsıyor babasının: O kocaman, çıplak, koyu renk damarların görüldüğü güçlü kollar Pin’i havaya kaldırırdı. Ama anneleri öldükten sonra, babaları giderek daha seyrek gelmeye başlamış, sonunda hiç gelmez olmuştu; denizin ötesindeki bir şehirde başka bir ailesinin olduğu söyleniyordu.

Şimdi Pin bir odadan çok, bir sandık odasında yaşıyordu: Ahşap bir bölmenin ardında bir tür köpek kulübesi, bir de eski evin eğri duvarında, dar ve yüksek olduğu için mazgalı andıran derin bir pencere. Öte tarafta, bölmenin aralıklarından, her şeyi görmek için gözlerini döndürmekten neredeyse şaşı olacağı aralıklardan gördüğü ablasının odası var. Dünyadaki her şeyin açıklaması, o bölmenin ardında. Pin, bebekliğinden beri, aralıkların başında saatlerini geçirmiş, gözlerini iğne ucu gibi keskinleştirmişti; orada olup biten her şeyi biliyor, gene de hala “niçin”ine açıklama getiremiyor. Sonunda, her gece, kollarını göğsüne dolayıp yatağına kıvrılıyor; o zaman sandık odasındaki gölgeler tuhaf düşlere, birbirini kovalayan, birbirini döven ve çırılçıplak kucaklaşan bedenlere dönüşüyor, ta ki büyük, sıcak ve bilinmeyen bir şey çıkagelip Pin’in başucunda duruncaya, onu okşayıncaya ve kendi sıcaklığı içinde tutuncaya kadar: Her şeyin açıklaması bu, unuttuğu mutluluğun çok uzaklarda kalmış bir anısı.

Şimdi, kalçayı andıran pembe dolgun kollarıyla Alman, üzerinde fanila, odada dolaşıyor ve arada bir bölmedeki bir aralıktan Pin’in onu görebileceği bir noktaya geliyor; bir ara Pin, ablasının havada bir daire çizip çarşafın içine giren dizlerini de görüyor. Alman denizci tabancanın bulunduğu kemeri nereye koydu acaba? Pin, şimdi bunu görebilmek için eğilip bükülmek zorunda. İşte, şurada, bir sandalyenin arkalığında tuhaf bir meyve gibi asılı duruyor. Pin: “Keşke bakışım gibi ince bir kolum olsa, aralıktan sokup silahı alsam ve kendime doğru çeksem,” diye geçiriyor içinden. Şimdi Alman çıplak, üzerinde yalnızca fanilası var ve gülüyor; çıplakken hep güler, çünkü onda kızları andıran utangaç bir yan var. Yatağa atlayıp ışığı söndürüyor; Pin, yatak gıcırdamaya başlamadan önce karanlık ve sessizlikte bir süre geçeceğini biliyor.

Şimdi tam zamanı: Pin’in, çıplak ayak, emekleyerek odaya girmesi ve gürültü etmeden sandalyeden kemeri aşağı çekmesi gerek. Bütün bunların amacı, şaka yapmak, sonra da gülüp alay etmek değil; meyhanedeki adamların, gözlerinin akındaki donuk bir ışıltıyla sözünü ettikleri, ciddi ve gizemli bir amaç söz konusu. Gene de, Pin her zaman büyüklerle dost olmayı, büyüklerin hep onunla şakalaşmasını ve ona sırlarını açmasını arzu ederdi. Pin büyükleri seviyor, bütün sırlarını bildiği güçlü ve budala büyükleri kızdırmayı seviyor; Almanı da seviyor ve şimdi yapacağı şey, telafisi imkânsız bir şey olacak; belki de, bundan sonra, artık Almanla şakalaşamayacak; meyhanedeki dostlarıyla ilişkisi de değişecek, kendisini onlara bağlayan bir şeyler olacak, öyle bir şeyler ki, ne alaya alabilecek, ne hakkında açık saçık sözler edebilecek ve onlar her zamanki gibi çatık kaşlarıyla bakıp, alçak sesle, giderek daha tuhaf şeyler isteyecekler ondan. Alman yandaki odada hırıltılı sesler çıkarırken ve ablası sanki koltukaltından gıdıklanmış gibi çığlıklar atarken, Pin yatağına uzanmak, gözleri açık, öylece durup hayale dalmak ve çete üyelerinden çok daha fazla şey bildiği için onu reisliklerine kabul eden çocuk çetelerini, hep birlikte büyüklere meydan okuyup onları dövdüklerini ve olağanüstü şeyler yaptıklarını hayal etmek istiyor – büyükleri de ona hayranlık duymak, reis olarak başlarına geçmesini istemek, onu sevip başını okşamak zorunda bırakacak şeyler. Oysa, o, gece yarısı, tek başına; üstelik, büyüklerin nefretine uygun şekilde hareket etmek, Almanın tabancasını çalmak zorunda: Teneke tabancalar ve tahta kılıçlarla oynayan öteki çocukların yapmadıkları bir şey bu. Pin yarın yanlarına gitse, onlara gerçek, parlak, göreni korkutan ve kendiliğinden ateş etmek üzereymiş gibi duran bir tabancayı yavaş yavaş açığa çıkararak gösterse, ne derlerdi? Belki de korkarlardı, belki Pin de korkardı, tabancayı ceketinin altında sakladığı için; aslında, kırmızı çatpatlarla ateş edilen şu oyuncak tabancalardan biri yeterdi ona, bu tabancayla öyle korkuturdu ki büyükleri, bayılıp yere düşer, ondan af dilerlerdi.

Oysa şimdi Pin, çıplak ayak, odanın eşiğinde emekleyerek ilerliyor, başını perdeden içeri sokup, hemen burnuna çarpan o kadın-erkek kokusunun içine daldı bile. Odadaki mobilyaların gölgelerini, yatağı, sandalyeyi, üçgen tabanlı uzunca bideyi görüyor. İşte şimdi yataktan o karşılıklı iniltiler duyulmaya başlıyor, şimdi çıt çıkarmadan dizleri üzerinde ilerleyebilir. Ama belki de, döşeme gıcırdasa, Alman bunu duyup birden ışığı yaksa, kendisi de çıplak ayak, arkasında ona “domuz!” diye bağıran ablası, kaçsa, hoşuna giderdi Pin’in. Keza, bütün komşular olanları duysa, meyhanede de bundan söz edilse ve o, olanları Şoförle ve Fransıza anlatabilse (bir sürü ayrıntıya girerek; öyle ki, ona sahiden inansınlar ve şöyle desinler: “Yeter. Olmamış işte. Bundan söz etmeyelim artık.”). Döşeme gerçekten de gıcırdıyor, ama o an pek çok şey gıcırdadığı için, Alman duymuyor. Pin, şimdi kemere dokunabiliyor; eli değince anlıyor: Büyülü değil, somut bir şeymiş kemer ve sandalyenin arkalığından kolaycacık, hatta yere çarpmadan aşağı kayıyor. Şimdi “iş” olup bitti, önceki yapmacık korku gerçek korku halini alıyor. Kemeri bir an önce tabanca kılıfının çevresine sarıp, hepsini, eli ayağı birbirine dolanmadan, kazağının altına gizlemesi; sonra emekleyerek aynı yolu, yavaşça ve dilini dişlerinin arasından çekmeden -çekerse, korkunç bir şeyler olacakmış gibi- geri dönmesi gerek.

Bir kez odadan dışarı çıkınca, yatağına geri dönemeyeceğini, tabancayı pazardan çaldığı elmalar gibi yatağın altına saklayamayacağını fark ediyor. Birazdan Alman kalkacak, tabancasını arayacak ve her şeyin altını üstüne getirecek.

Pin sokağa çıkıyor, tabanca hiç de rahatsız etmiyor onu; giysilerinin içinde böyle gizli durduğunda, öteki nesneler gibi bir nesne ve üzerinde olduğunu unutabilir; Pin, daha çok, bu umursamazlığından hoşlanmıyor ve “keşke tabancayı hatırladığımda, şöyle bir ürpersem” diye geçiriyor içinden. Gerçek bir tabanca. Gerçek bir tabanca. Pin, düşünceyle coşmaya çalışıyor. Gerçek bir tabancası olan kişi her şeyi yapabilir, büyük bir adam gibidir o. Kadınlarla erkekleri ölümle tehdit ederek, onlara istediği her şeyi yaptırabilir.

Pin, şimdi tabancayı kavrayıp hep başkalarına doğrultarak yürüyeceğini, onu kimsenin elinden alamayacağını ve herkesin tabancadan korkacağını düşünüyor. Oysa, tabancayı hep dolaşık kemere sarılı halde kazağının altında tutuyor ve bir türlü ellemeye karar veremiyor, neredeyse aradığında silahın yerinde olmamasını, gövdesinin ısısı içinde buharlaşıp yok olmasını umuyor.

Tabancayı gözden geçireceği yer, saklambaç oynamak için gittikleri, eğik bir sokak lambasından cılız bir ışığın ulaştığı bir merdiven altı. Pin kemeri çözüp kılıfı açıyor ve bir kediyi ensesinden çekiyormuş gibi bir hareketle tabancayı çıkarıyor: Gerçekten de kocaman, ürkütücü bir silah; cesaret edip oynayabilse, savaş topuyla oynuyormuş gibi yapardı Pin. Ama tabancayı bir bombaymış gibi evirip çeviriyor: Emniyet mandalı, neresinde acaba emniyet mandalı?

Sonunda silahı eline almaya karar veriyor, ama kabzayı sıkı sıkı tutarak, parmaklarını tetiğe değdirmemeye özen gösteriyor; meğer böyle de silahı iyice kavrayabiliyor, istediği kişiye doğrultabiliyormuş insan. Pin, tabancayı önce oluk borusuna, tam sacın üzerine, sonra bir parmağa, kendi parmağına doğrultuyor ve başını geriye çekip, vahşi bir ifade takınarak yılan gibi tıslıyor: “Ya paranı, ya canını!” Sonra, eski bir ayakkabı bulup eski ayakkabıya, ayakkabının topuğuna, sonra içine nişan alıyor, sonra silahın namlusunu ayakkabının üzerindeki dikişlerin üzerinden geçiriyor. Çok eğlenceli bir şey: Bir ayakkabı, özellikle onun gibi bir kunduracı çırağı için öylesine bildik bir nesne ile bir tabanca, öylesine gizemli, neredeyse gerçekdışı bir nesne; bu ikisini buluşturarak hiç düşünülmemiş şeyler yapabilir insan, harika öyküler anlattırabilir onlara.

Ama belli bir noktada, Pin daha fazla dayanamayıp şeytana uyuyor ve tabancayı şakağına doğrultuyor: Baş döndürücü bir şey. Tenine değdirinceye ve demirin soğukluğunu hissedinceye kadar yaklaştırıyor silahı. Şimdi parmağını tetiğe koyabilir. Yo, en iyisi, namlunun ağzını canını acıtacak kadar şakağına bastırmak ve atışların doğduğu içi boş demir çemberini hissetmek Silahı birden şakağından çekince, belki de havanın emişiyle silah patlayıp bir el ateş edecek: Hayır, patlamıyor. Şimdi namluyu ağzına koyup diliyle tadını duyumsayabilir. Sonra, en korkuncu: Silahı gözüne yaklaştırıp içine, bir kuyu gibi dipsiz görünen karanlık namluya bakmak. Bir keresinde Pin, av tüfeğiyle bir gözünden kendini vuran bir çocuğu, hastaneye götürülürken görmüştü: Yüzünün yarısında büyük bir kan pıhtısı vardı, öteki yarısının tamamı barutun siyah noktacıklarıyla kaplıydı.

Artık Pin gerçek tabancayla oynadı, yeterince oynadı; silahı, ondan istemiş olan o adamlara verebilir, vermek için can atıyor. Tabanca elinden çıktıktan sonra, onu çalmamış gibi olacak ve Alman ona karşı öfkesinden kuduracak, o da Almanla gene alay edebilecek. İçinden önce koşarak meyhaneye girmek ve oradaki adamlara: “Silah bende, silah bende!” demek geçiyor; herkes şaşıracak: “Yoo, olamaz!” diye bağıracaklar. Sonra, onlara: “Tahmin edin bakalım, size ne getirdim?” diye sormak ve sorusunu yanıtlamadan önce onları biraz bekletip sabırsızlandırmak, daha esprili olacakmış gibi geliyor ona. Ama hiç kuşku yok ki akıllarına hemen tabanca gelecektir, öyleyse derhal konuya girmek ve onlara olanları on farklı biçimde anlatmaya koyulmak, işlerin ters gittiği havasını yaratmak ve iyice kaygılanıp çaresiz düştükleri anda tabancayı tezgâhın üzerine koyup: “Bakın, ne buldum cebimde,” demek ve öylece durup suratlarının aldığı ifadeyi görmek daha iyi olacak.

Pin, parmaklarının ucuna basarak, sessizce giriyor meyhaneye; adamlar hep bir masanın çevresinde, sanki oraya kök salmış gibi görünen dirsekleriyle, gevezelik ediyorlar. Yalnızca şu meçhul kişi yok aralarında ve oturduğu iskemle boş. Pin arkalarında duruyor, ama adamlar Pin’i fark etmediler. Birden onu görüp irkilsinler, onu soru yağmuruna tutsunlar diye bekliyor. Ama kimse dönüp bakmıyor. Pin bir iskemleyi hareket ettiriyor. Giraffa, şöyle bir dönüp onu süzüyor; sonra alçak sesle konuşmaya devam ediyor. “Yakışıklı baylar,” diyor Pin. Ona bir bakış atıyorlar. “Çirkin suratlı,” diyor ona Giraffa, dostça. Kimse başka bir şey söylemiyor. “Öyleyse,” diyor Pin. “Öyleyse,” diyor Şoför Gian, “dök bakalım eteğindeki taşları.” Pin’in sevinci kursağında kalıyor. “Demek,” diyor Fransız, “moralin bozuk, öyle mi? Haydi, bize bir şarkı söyle, Pin.” “Belli ki,” diye düşünüyor Pin, “umursamazı oynuyorlar, ama aslında meraklarından çatlıyorlar.” “Peki,” diyor Pin. Ama şarkıya başlamıyor, ağlamaktan korktuğu zamanlardaki gibi boğazı yapış yapış, kupkuru. “Peki,” diye yineliyor Pin. “Hangi şarkıyı söylememi istersiniz?” “Hangi şarkıyı?” diyor Miscel. “Amma sıkıcı bir akşam,” diyor Giraffa, “eve gitsem de, bir güzel uyusam.” Pin oyuna daha fazla katlanamıyor. “O adam nerede?” diye soruyor. “Kim?” “Daha önce şurada oturan adam.” “Ha,” diyor ötekiler ve başlarını sallıyorlar. Sonra yeniden aralarında gevezelik etmeye koyuluyorlar. “Ben,” diyor Fransız ötekilere, “o komitedekiler için kendimi çok fazla riske atmayı düşünmüyorum. Onlar görünüşü kurtarsınlar diye ortaya atılmak gelmiyor içimden.” “Doğru,” diyor Şoför Gian. “Ne yapmıştık biz? ‘Bakarız’ demiştik. Bu arada, herhangi bir taahhüte girmeden onlarla bağlantımızın olması iyi olur, zaman kazanırız. Kaldı ki, cephede birlikte savaştığımızdan beri benim Almanlarla görülecek bir hesabım var ve savaşmam gerekiyorsa, seve seve savaşırım.” “İyi de,” diyor Miscel, “Unutma ki, Almanlarla şaka olmaz ve işin nereye varacağını bilemezsin. Komite, bir Gap oluşturmamızı istiyor; pekâlâ, Gap’ı kendi hesabımıza kuralım.” “Bu arada,” diyor Giraffa, “onlara yanlarında olduğumuzu gösterelim ve silahlanalım. Bir kez silahlandıktan sonra… ” Pin silahlı; ceketinin altındaki tabancayı hissediyor ve elini üzerine koyuyor, sanki tabancayı ondan almak istiyorlarmış gibi. “Silahınız var mı sizin?” diye soruyor. “Sen orasını boşver,” diyor Giraffa. “Sen, Almanın tabancasını düşün, tamam mı?” Pin kulaklarını dikiyor; şimdi söyleyecek: “Tahmin edin, bakalım,” diyecek. “Tabancayı gördüğünde, bir an bile gözünü ondan ayırma… ” İşler Pin’in istediği gibi gitmiyor, niçin şimdi bu kadar az önem veriyorlar tabancaya? Keşke henüz tabancayı almamış olsa, keşke geri gidip Almanın silahını eski yerine koysa. “Bir tabanca için,” diyor Miscel, “riske girmeye değmez. Kaldı ki, eski bir model: Ağır, tutukluk yapıyor.” “Bu arada,” diyor Giraffa, “komiteye bir şeyler yaptığımızı göstermemiz gerek, bu önemli.” Ve alçak sesle konuşmaya devam ediyorlar. Pin artık hiçbir şey duymuyor; artık tabancayı onlara vermeyeceğinden emin, gözleri dolu dolu oluyor ve öfkesinden dişetleri zonkluyor. Büyükler, ne idüğü belirsiz ve hain bir takım, oyunlarda çocuklara özgü o korkunç ciddilik yok onlarda, gene de onların da oyunları, giderek ciddileşen oyunları var: Bir oyun içinde başka bir oyun, hangisinin gerçek oyun olduğunu asla anlayamıyor insan. Başta meçhul adamla Almana karşı oynuyor gibiydiler, şimdi tek başlarına meçhul adama karşı oynuyor gibiler, dediklerine asla güvenemez insan. “İyi, haydi bir şarkı söyle bize, Pin,” diyorlar şimdi, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki onunla aralarında son derece ciddi bir anlaşma, gizemli bir sözcüğün -Gap- kutsallık kazandırdığı bir anlaşma yokmuş gibi.

“Peki,” diyor Pin, benzi atmış bir halde, dudakları titreyerek. Şarkı söyleyemeyeceğini biliyor. Ağlamak geliyor içinden, onun yerine kulakları sağır edecek bir sesle bağırıp ardından küfürleri sıralamaya başlıyor: “Piç kuruları, uyuz kancığın, pis malağın, iğrenç orospunun çocukları!” Ötekiler neye kızdığını anlamak için öylece durup bakıyorlar, ama Pin çoktan meyhaneden kaçıp gitti.

Dışarıda, önce şu adamı, “komite” dedikleri kişiyi arayıp tabancayı ona vermek geçiyor içinden; her ne kadar daha önce, öyle sessiz ve ciddi duruşuyla Pin’de güvensizlik yaratmış olsa da, şimdi saygı duyduğu tek kişi o. Şimdi onu anlayabilecek, yaptığı hareketten ötürü ona hayranlık duyabilecek, belki de onu Almanlara karşı savaşmak için yanına alabilecek tek kişi o: Yalnızca ikisi, tabancalarını kuşanıp köşe başlarında pusuya yatacaklar. Ama kim bilir Komite nerededir şimdi; uluorta sormak imkânsız, kimse daha önce görmemişti onu. Tabanca Pin’de kalıyor: Kimseye vermeyecek ve kimseye tabancasının olduğunu söylemeyecek Yalnızca korkunç bir gücünün olduğunu belli edecek ve herkes ona itaat edecek. Gerçek bir tabancası olan kişi, olağanüstü oyunlar, hiçbir çocuğun asla yapmadığı oyunlar oynayabilir, ama Pin oyun oynamasını bilmeyen, ne büyüklerin, ne çocukların oyunlarına katılabilen bir çocuk. Şimdi de, herkesten uzak bir yere gidip tabancasıyla tek başına oynayacak, başka kimsenin bilmediği ve başka kimsenin asla bilemeyeceği oyunlar oynayacak.

Hava karardı; Pin sırt sırta vermiş eski evleri arkasında bırakıp, bostanlarla çöp dolu bayırlar arasında uzanan küçük yollarda yürüyor. Karanlıkta, fidanlıkları çevreleyen demir çitler, Ay’ı andıran kül rengi toprak üzerine bir gölgeler ağı düşürüyor; şimdi kümeslerdeki tüneklerinde tavuklar sıralı bir halde uyuyorlar ve kurbağaların hepsi sudan dışarı çıkmış, kaynağından ağzına bütün nehir boyunca koro halindeler. Bir kurbağaya ateş etse, ne olur acaba? Belki de geriye, bir taşın üzerinde ezilmiş, sıvışık, yeşil bir şey kalır yalnızca. Pin, nehrin çevresindeki dolambaçlı patikalarda, kimsenin ekim yapmadığı sarp bayırlarda dolaşıyor. Yalnızca onun bildiği ve öteki çocukların bilmek için can atacakları yollar var. Örümceklerin yuva yaptıkları bir yer var, yalnızca Pin biliyor; bütün vadide, belki de bütün bölgede bilen tek kişi o; Pin’in dışında başka hiçbir çocuğun yuva yapan örümceklerden haberi yok.

Belki bir gün Pin, kendisini anlayan ve anlayabileceği bir arkadaş, gerçek bir dost bulacak kendine, işte o zaman ona, bir tek ona örümceklerin yuva yaptığı yeri gösterecek. Nehre inen taşlı bir patika, bir yanı toprak, bir yanı otlarla kaplı. Orada, otların arasında, örümcekler yuvalar, kenarlarını kuru otla kapladıkları tüneller yapıyorlar; ama asıl olağanüstü şey, yuvaların gene kuru otla yapılmış küçük bir kapılarının olması: Açılıp kapanabilen küçük, yuvarlak bir kapı.

Birilerini iyice kızdırdığı ve gül gül derken yüreği kapkara bir hüzünle dolduğu zamanlarda, Pin nehir kıyısındaki yollarda yapayalnız dolaşıp örümceklerin yuva yaptıkları yeri arar. Uzun bir sopayla yuvanın dibine ulaşıp örümceği şişleyebilir insan, yaşlı sofu kadınların yaz giysilerindeki gibi küçük gri desenleri olan siyah küçük bir örümceği. Pin kendini eğlendiriyor: Yuvaların kapılarını bozup şişlediği örümcekleri sopalara dizerek, ayrıca cırcırböceklerini yakalayıp atı andıran anlamsız yeşil yüzlerine yakından bakarak, sonra onları parçalayıp düz bir taşın üzerinde ayaklarıyla tuhaf mozaikler oluşturarak. Pin, hayvanlara karşı acımasız; insanlar gibi tuhaf ve anlaşılmaz buluyor onları. Küçük bir hayvan olmak, çirkin bir şey olmalı: Yani, yeşil olmak, damla damla dışkılamak ve kendisi gibi kırmızı-siyah çillerle kaplı kocaman bir yüzü, cırcırböceklerini parçalayabilecek parmakları olan birisi çıkagelir diye hep korkmak.

Şimdi Pin örümcekyuvaları arasında yalnız ve çevresindeki gece, kurbağalar korosu gibi sonsuz. Yalnız, ama yanında tabancası var ve şimdi tabanca kılıfı takılı kemeri tıpkı Almanın yaptığı gibi kalçasına oturtuyor; ne var ki, Alman öyle şişman ki, Pin filmlerde gördüğümüz savaşçıların omuz kayışları gibi boynuna asabilir kemeri. Şimdi tabancayı bir kılıcı kınından çeker gibi gösterişli bir hareketle çekip çocukların korsancılık oynarken yaptıkları gibi: “İleri, yiğitlerim!” diyebilir. Ama o veletler bu tür şeyleri söylemekten ve yapmaktan ne zevk alırlar bilinmez. Pin, namlusunu doğrulttuğu tabancayla zeytin ağaçlarının gölgelerine nişan alıp otların üzerinde birkaç kez sıçradıktan sonra, şimdiden sıkıldı ve silahı ne yapacağını bilemiyor artık.

O sırada yeraltındaki örümcekler solucanları kemiriyor ya da erkek örümceklerle dişileri salyalarıyla iplikler örerek çiftleşiyorlar: İnsanlar gibi iğrenç yaratıklar onlar da ve Pin örümcekleri öldürme arzusuyla tabancanın namlusunu yuvanın ağzına sokuyor. Silah patlasa ne olurdu acaba? Evler uzakta; kimse patlama sesinin nereden geldiğini anlamazdı. Kaldı ki, Almanlar ve faşist kolluk güçleri, geceleri, sokağa çıkma yasağı sırasında dışarıda dolaşanların üzerine ateş ediyorlar. Pin’in parmağı tetikte, tabancanın namlusunu bir örümcek yuvasına çevirmiş; tetiğe basma arzusuna karşı koymak zor, ama elbette tabancanın emniyeti açık değil ve Pin nasıl açılacağını bilmiyor. Birden tabanca öyle beklenmedik biçimde ateş alıyor ki, Pin tetiğe bastığın bile fark etmiyor: Silah elinde geri tepiyor, her yanı toza toprağa bulanmış tabancanın ağzından duman tütüyor. Tünel şeklindeki yuva çöktü, küçük bir toprak parçası yuvanın üzerine kayıyor, çevresindeki otlar patlamanın etkisiyle alazlanmış.

Pin önce korkuya kapılıyor, sonra büyük bir sevinç kaplıyor içini: Her şey nasıl da güzel oldu ve barutun kokusu ne de hoş! Ama onu asıl korkutan şey, kurbağaların birden susması ve sanki o atış bütün toprağı öldürmüş gibi artık hiçbir şeyin duyulmaması. Sonra çok uzaktaki bir kurbağa ve daha yakındaki öteki kurbağalar, yeniden vıraklamaya başlıyorlar, sonunda hepsi toplu halde bir vıraklamadır tutturuyor, Pin’e daha güçlü, öncekinden çok daha güçlü bağırıyorlarmış gibi geliyor. Evlerden bir köpek havlıyor ve pencerenin tekinden bir kadın bağırmaya başlıyor. Pin artık ateş etmeyecek, çünkü bu sessizlik ve bu gürültüler onu korkutuyor. Ama bir başka gece buraya geri gelecek ve onu korkutacak hiçbir şey olmayacak, işte o zaman, o saatte kümeslerin çevresinde dolanan yarasalarla kedilere bile ateş edecek, tabancadaki mermiler boşalıncaya kadar.

Şimdi tabancayı saklayacağı bir yer bulması gerek: Bir zeytin ağacının kovuğu olabilir mesela. Ya da daha iyisi, tabancayı gömmek; daha da iyisi, örümcek yuvalarının bulunduğu otlarla kaplı kıyıda bir oyuk kazıp her şeyi toprak ve otlarla örtmek Pin, sık örümcek dehlizleriyle delik deşik bir noktasından toprağı tırnaklarıyla kazıyor, kemerinden çıkardığı tabancayı kılıfıyla birlikte kazdığı oyuğun içine koyuyor ve her şeyi toprak ve otlarla ve örümceklerin ağızlarıyla çiğneyip yuva çeperlerine bıraktıkları ot parçalarıyla örtüyor. Sonra üzerine yeri bir tek kendisinin tanıyabileceği şekilde taşlar yerleştirip, elindeki kemerle çalılıkları kırbaçlayarak uzaklaşıyor. Dönüşte, nehrin kıyısından yukarıya uzanan küçük su kanalları boyunca yürümesi gerekiyor; kanalların yanında, yürümek için dar bir çizgi halinde dizilmiş taşlar var.

Pin yolda yürürken, kemerin ucunu kanaldaki suyun içinden sürüklüyor ve giderek artıyormuş gibi görünen kurbağa vıraklamasını duymamak için ıslık çalıyor. Sonra, bostanlar, çöpler ve evler beliriyor; oraya vardığında, konuşanların seslerini işitiyor Pin: İtalyanca değil bu sesler. Sokağa çıkma yasağı var, ama o gene de, çocuk olduğu ve devriyeler ona ses çıkarmadığı için geceleri sık sık dolaşıyor. Ama Pin bu kez korkuyor, çünkü Almanlar kimin ateş ettiğini öğrenmek için orada olabilirler. Ona doğru geliyorlar, Pin kaçmak istiyor, ama onlar çoktan Pin’e bağırarak bir şeyler söylüyor, yanında bitiveriyorlar. Pin, bir kırbaç gibi tuttuğu kemerle savunma konumuna geçiyor. Ama Almanlar zaten kemere bakıyor, onu istiyorlar ve birden Pin’i ensesinden tutup götürüyorlar. Pin bir sürü şey söylüyor: Yalvarmalar, yakınmalar, hakaretler… Ama Almanlar hiçbir şey anlamıyorlar; zabıtalardan daha kötü, çok daha kötüler.

Sokakta silahlı Alman ve faşist devriyeleri, ele geçirilip tutuklanmış kişiler -bu arada Fransız Miscel- bile var. Pin, sokaktaki yokuşu çıkarken, aralarından geçmek zorunda kalıyor. Karartma nedeniyle her yer karanlık; ışıklı tek nokta, basamakların tepesinde bir sokak lambasının aydınlattığı yer. Pin, sokak lambasının ışığında, sokağın dibinde, bir parmağım ona doğrultmuş ablak yüzlü, öfkeden kudurmuş denizciyi görüyor.

Italo Calvino Örümceklerin Yuvalandığı Patika Çeviren: Kemal Atakay

OĞUZ ATAY: “KÜÇÜK ADIMLARLA YÜRÜMEK İSTERDİM KİMSENİN BANA BAKMAYACAĞINI BİLSEM…”

Yatağa uzanıp yattığım ve bu satırları yazdığım anların dışında ne yaptığımın pek farkında değilim. Sokaklarda yürüyorum, bir masanın başına ulaşıp oturuyorum; parçalanmamak için çok yavaş yapıyorum bu hareketleri. Çocukluğumda geçirdiğim çok ağır bir hastalıktan sonra yürümeyi unutmuşum. Hatırlıyorum: duvarlara tutunarak yürümeye çalışırdım. Bugün de yollarda, duvarlara çarpmamak için büyük bir çaba gösteriyorum. Küçük adımlarla yürümek isterdim kimsenin bana bakmayacağını bilsem.

Görünüşümü korumam gerekiyor: öyle öğretildi bana. Küçük adımlarla, ellerimi ileriye uzatarak yürüsem; çocukluğumda yaptığım gibi. Herkes görünüşünü koruyor. İsteklerini dışa vurmuyor. Öyle alışmışlar. Kendilerini öyle alıştıranlara da kimse karşı çıkmıyor: bir bildikleri vardır elbette. Ben ellerimi uzatarak yürüsem sokakta bana karşı çıkarlardı.

Herkesin istediği gibi yaşadığı o uzak ülkenin özlemini duyuyorum. Belki de bu ülke çok yakın. Uzak olduğunu nereden çıkardım? Belediye otobüsüyle filan gidilebilir oraya. Gene kapılarını çalıyorum. Soruyorum: burada da eskiden nasıl tanınmışsam öyle davranmak zorunda mıyım? Çok iyi bildiğim şeylerde bile şaşırma hakkı verilecek mi bana? Hangi gün doğduğumu bir an için unutsam, yüzüme garip garip bakılmayacak mı? Bakılmasa da, bir gün olur hatırlar, bir gün olur düzelir, bir gün olur eskisi gibi normal duruma gelir gibi yorumlar yapılacak mı arkamdan? Eline tabancayı alıp da ateş eden adam orada da var mı? Hamamböcekleri de var mı? “O” da var mı? Sorularımın karşılıkları gittikçe duyulmaz oluyor. Bana öyle geliyor ki, kimse beni dinlemiyor. Durup dinlenmesini bilmediğim için, bu ülkede de iyi bir karşılama göreceğimden kuşkuluyum.

Bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. Önce üzerinden kalkmadığım divan-yatak suçlandı. Sonra tavan ve en sonunda banyo-tuvalet. Bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. Bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. Büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. Büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. Geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. Hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. Ne diyorsunuz? Bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? Ne yapmışım? Duyulmuyor, hızlı söyleyin. Gülerim saçmalarınıza. Hiçbir güzellik vermemişim onlara. Tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. Köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. Banyodaki fayansları da, saymışım sadece. Yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm… hepiniz yalan söylüyorsunuz. Ben… ben Kant gibi düşünmek istiyordum. Kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. Evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. Kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil. Bunlarla geçirdin vaktini. Önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. Kaybettin. Mahkemeyi de mi kaybettim? Mahkemeyi de kaybettin. Mahkeme masrafları, ücreti vekâlet filan da bana mı yıkıldı? Hepsi sana yıkıldı. Ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. Aldanıyorsun. Burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. Sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun. Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?

Artık tarih atmıyorum

Oğuz Atay Tutunamayanlar

İŞGENCE: ALIŞILDIĞI ÜZERE CİNAYETİN SUÇU BIÇAĞA ATILIYOR – EDUARDO GALEANO

İşkence edilenin itirafının hiçbir değeri yoktur ya da çok az vardır. Şu basit nedenle ki acı herhangi birini büyük bir romancıya çevirir, bu yüzden işkence altında alınan bilgilerin ya da itirafların pek de inanılır olmadıkları Kutsal Engizisyon zamanlarından beri bilinir. Buna karşılık, iktidar sistemi gerçek kimliğini uyguladığı işkenceler aracılığıyla itiraf eder. İşkence odalarında yönetenler maskelerini çıkarırlar.

Irak’ta böyle oluyor mesela. İraklılara rağmen ve İraklılara karşı Irak’ı ele geçirmek için işgal kuvvetleri gerçekçi davranıyorlar: Demokrasiyi ve özgürlüğü telkin ediyor, işkenceyi ve cinayeti uyguluyorlar. Amacı seven araçları da sever. Yoksa bir ülkeyi gasp etmenin başka yolu olduğuna inanan var mı?

Gerisi tam bir tiyatro: Törenler, açıklamalar, konuşmalar, vaatler, egemenliğin devir teslimi, Birleşik Devletler’den Birleşik Devletler’e geçişi. İktidar söylediğini söylemiyor durumuna düşüyor. Mesela “Irak’ ta terörizm” dediğinde pek çok durumda “yabancı işgaline karşı ulusal direniş” demesi gerekirdi. Fotoğraflar yayımlandığında ve skandal patladığında askeri ve politik iktidar zirveleri koro halinde kendi günah çıkartma ilahilerini söylediler: “Tekil vakalar”, “Patolojik vakalar”, “Birkaç çürük elma”, “Üniformayı lekeleyen ahlaksızlar”.

Alışıldığı üzere cinayetin suçu bıçağa atılıyor. Ama mahkûmu elektrik vererek, başını boka batırarak, kıçını ayırarak delirten bu askerler ya da polisler, araçlardan başka bir şey değiller: iş saatlerinde görevlerini yaparak aylıklarını kazanan memurlar. Bazıları istemeyerek çalışıyor, bazıları ise şevkle; işkence ettikleri İraklıları aşağılarken fotoğraf çektiren ve onları bir sürek avı ganimeti gibi sergileyen şu heyecanlı hanımefendiler gibi. Ama hepsi, isteksizler de şevkliler de, insan eti kıyan devasa bir makinenin hizmetinde çalışan acı bürokratları. Deli olabilirler mi? Ya da sapkın? Mümkün; ama patolojik bahaneler, egemenliğini güvence altına almak ve genişletmek için işkenceye ihtiyaç duyan emperyal gücü beraat ettirmez, çünkü bu iktidar, kullandığı araçlardan çok daha deli ve çok daha sapkın. Ve zalimce adaletsiz olan bir iktidarın süregitmek için vahşice yöntemler kullanması hiç de anormal değil.

Yine bu vahşi yöntemlerin gerçek isimleriyle anılmaması da hiç anormal değil. Avrupa, kaptanın emrettiği yerde yönetenin denizci olmadığını biliyor. Avrupa Birliği’nin Irak’taki işkencelere karşı açıklamasında işkence sözcüğünden hiç dem vurulmadı. Bu nahoş kelimenin yerini “suistimaller” kelimesi aldı. Bush ve Blair “hatalar”dan bahsettiler. CNN gazetecileri ve diğer kitle iletişim araçları yasak kelimeyi kullanamadılar.

Yıllar önce, Filistinli tutuklular yasal olarak ezilsin diye, İsrail Yüksek Mahkemesi “ılımlı fiziksel baskılar”a yetki vermişti. Latin Amerikalı subayların Las Americas Okulu’nda uzun yıllardan beri aldıkları işkence dersleri “sorgulama teknikleri” olarak adlandırılıyor. Askeri diktatörlük yıllarında bu konuda dünya şampiyonu olan Uruguay’da, işkencelere “yasadışı baskı” deniyordu ve hâlâ da öyle deniyor.

Uluslararası Af örgütü’ne göre dünyada işkence aletlerinin satışı Birleşik Devletler, Almanya, Tayvan, Fransa ve diğer ülkelerdeki pek çok özel şirket için çok parlak bir iş ama bu endüstriyel ürünler “kendini savunma araçları” ya da “suç kontrolü malzemeleri” olarak anılıyor.

2001 yılında, New York kulelerinin yıkılışından kısa bir süre sonra Birleşik Devletler nüfusuna sorular yönelten anketörler farklı olarak, evet, bütün harfleriyle işkence kelimesini söylediler. Ve nüfusun neredeyse yansı, yüzde 45’i, işkencenin “eğer bildiklerini söylemeyi reddeden teröristlere karşı uygulanırsa” onlara kötü gelmediğini söyledi.

Altı yıl önce, suç ortaklarının isimlerini vermeyi reddedince, Timothy McVeigh’e işkence yapmak kuşkusuz kimsenin aklına gelmedi. McVeigh’in Oklahoma’da koyduğu bomba çoğu kadın ve çocuk 168 kişiyi öldürdü ama McVeigh beyazdı, Müslüman değildi ve insanları canlı canlı pişirmeyi öğrendiği Birinci Irak Savaşı’ndan madalyası vardı.

Terörizme karşı her bedel ödenebilir. Bunu bin sefer açıkladı Başkan Bush ve yankısı Blair tekrarladı. İkisi haçlı seferlerinin başarısı için kadeh kaldırmaya devam ediyorlar. Dünyada ardı ardına bombalar patlarken ve her gün şiddet daha çok ve daha çok şiddet üretirken “Dünya şimdi çok daha güvenli bir yer,” demeyi sürdürüyorlar.

Guantanamo bizi bekleyen dünyanın simgesi. Altı yüz şüpheli, bazıları reşit değil, bu toplama kampında çürüyorlar. Hiçbir haklan yok. Hiçbir yasa onları korumuyor. Ne avukatları ne davaları ne de mahkûmiyetleri var. Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor, onlar da kimse hakkında bir şey bilmiyor. Birleşik Devletler’in Küba’dan gasp ettiği bir denizci üssünde ancak hayatta kalıyorlar. Terörist oldukları var sayılıyor. Öyle olmaları ya da olmamaları hiçbir önemi olmayan ufak bir ayrıntı.

General Ricardo Sanchez’in sonradan Irak cezaevlerinde de tesis ettiği “baskı ve yıldırma taktikleri” olarak anılan işkencenin otuz ilci biçimini öğrettiği yer burasıydı. New York kulelerinin yıkılışından beri işkence sayısız övgüler alıyor. Her ne kadar asla ya da hemen hiç gerçek adıyla anmasalar da, bu kurumsal şiddet yöntemine açıktan ya da örtülü yandaş olan hukukçu ve gazetecilerden bir görüş bombardımanı yağdı. İktidardan ya da yakın kaynaklardan gelen bu alçaklığa övgüler işkencenin pusudaki tehditlere karşı korumasız halkı savunmak için yasal olduğunu savunuyorlar çünkü terörizmi uygulayan, özendiren ve asla gerçeği söylemeyen vicdansız katillere karşı bazen ahlaken şüpheli mücadele yöntemleri kaçınılmazlaşır.

Ama, eğer böyleyse, kimlere işkence etmek gerekir? Bu yirmi birinci yüzyılda en çok yalan söyleyenler kimler? Afganistan ve Irak terörist savaşlarında vicdansızca en çok masumu kimler öldürdü? Dünyada terörizmin kat kat artmasına en çok katkıyı kimler sağladı? Şimdi şaşıranlar ve hoşnut olmayanlar çoğalıyor ama işkence Irak halkına karşı hatayla ya da tesadüfen uygulanmadı. İşgal birlikleri hep yaptıkları gibi çok yukarıdan emirlerle neyi, niye yaptıklarını bilerek uyguladılar.

Ne için? İşkencenin tek bir terörist salmadan kaçınmaya yaradığına dair hiçbir kanıt yok. Irak vakasında, önemli kaçaklardan tekini yakalamaya bile yaramadı. En önemlileri, Saddam Hüseyin, işkence sayesinde değil, bir gammazı satın alan para sayesinde düştü. İşkence pek faydası olmayan bilgiler, gerçekliği şüpheli itiraflar çıkarır. Bununla beraber etkilidir. Bu yüzden uygulandı ve uygulanmaya devam ediliyor. Dünyada geçerli olan değerlere göre, etkili olan iyidir. İşkence sapkınlıkları cezalandırmada ve onuru aşağılamada etkilidir ve özellikle korku ekmede etkilidir. Kutsal Engizisyonun keşişleri bunu iyi biliyorlardı ve bizim zamanımızın emperyal maceralarındaki savaş şefleri de iyi biliyorlar: İktidar nüfusu korumak için işkence yapmaz, onu korkutmak için yapar.

Bakalım iktidarın inandığı kadar etkili olacak mı?

2004

Eduardo Galeano Biz Hayır Diyoruz Hazırlayan ve Çeviren: Bülent Kale (Metis Seçkileri)

OKUL YILLARINDA JUNG’UN TANRI İNANCI: ACI ÇEKMENİN, KUSURLU OLMANIN VE KÖTÜLÜĞÜN NEDENLERİ NELERDİ?

0

Okul yılları

Bana o zamanlar etkileyici gelen, babamın oldukça mütevazı kütüphanesinde Tanrı’yla ilgili bilgi bulabilmek için kitapları karıştırmaya başladım. Aradığımı bulamadım. Bağımsız düşünen bir yazar arıyordum, oysa bilinen geleneksel kavramlarla karşılaşıyordum. Sonunda Biedermann’ın 1869’da yayımlanmış olan, Christliche Dogmatik12 adlı kitabı geçti elime. Yazar bağımsız düşünebilen ve kendi görüşlerini ortaya koyabilen biriydi. Ondan, dinin, “insanın Tanrı’yla kişisel iletişimini oluşturmaya yarayan ruhsal bir davranış” olduğunu öğrendim. Oysa ben böyle düşünmüyordum. Din bana göre, Tanrı’nın bana yaptırttığı bir şeydi. Onun harekete geçmesiydi. Benden daha güçlü olduğu için de boyun eğmem gerekiyordu. Dinimde Tanrı’yla insancıl bir ilişki yoktu. Zaten bu denli az tanınan bir şeye nasıl değinebilirdiniz? O’nunla bir bağ kurabilmem için onunla ilgili daha çok bilgi edinmem gerekiyordu. Biedermann’ın kitabındaki “Tanrı’nın Doğası” başlıklı bölümde, Tanrı’nın kendini ancak insan egosuyla, tüm kozmosu içine alan tek ve dünyaüstü bir ego arasında bir benzeşme yaptıktan sonra algılanabilecek bir kişilik olarak gösterdiği yazıyordu.

İncil’i bildiğim kadarıyla bu tanım doğruydu. Tanrı’nın da bir kişiliği vardı ve ben nasıl ruhumun ve fiziksel benliğimin oluşturduğu egoysam, o da evrenin egosuydu. Ama bundan sonra, aşılmaz bir engelle karşılaşıyordum. Kişilik karakteri gösterir, yani karakter belirlidir ve belirgin tanımlamalar gerektirir. Eğer Tanrı her şeyse, nasıl olur da belirli bir karaktere sahip olabilir? Buna karşın, karakteri olduğunu varsayarsak, öznel ve kısıtlı bir dünyası olan bir egoya sahip olması gerekir. Ayrıca, ne tür bir karakteri ya da kişiliği var? Her şey bu sorunun yanıtına bağlıydı çünkü bunu yanıtlayamıyorsak O’nunla iletişim kuramazdık.

Tanrı’yı ancak kendi egomla karşılaştırarak düşlemeye var gücümle direniyordum. Böyle bir şey bana tam anlamıyla dine küfür sayılmasa bile, en azından haddini bilmezlik gibi geliyordu. Aslında, egomu kavrayabilmem bile yeterince zordu. Birincisi, bir numaralı ve iki numaralı, iki ayrı yönü olduğunun bilincindeydim. İkincisi, her iki yönü de çok sınırlıydı. Her türlü kendi kendini kandırmaya, yanlışa, ruh haline ve duyguya açıktı. Şiddetli arzulara ve günaha da. Başarılardan çok yenilgiler yaşamıştı, çocuksuydu, kendini beğenmişliği vardı, sevgiye gereksinme duyuyordu ve hırslıydı. Duruma göre haksız davranabiliyor, duyarlı, tembel ya da sorumsuz vb. olabiliyordu. Ne yazık ki, başkalarında görüp hayran kaldığım ve kıskandığım birçok erdeme sahip değildi. Tanrı’nın yapısını düşleyebilmek için yapacağımız benzetmede böyle bir şeyi mi kullanacaktık?

Tanrı’nın başka hangi nitelikleri olduğunu büyük bir ilgiyle araştırdım ve dine kabul edilme töreni için bana verilen bilgilerden farklı bir şey bulamadım. 172. maddede, “Tanrı’nın, sıradan olmayan doğası, şunlarla ifade ediliyordu: 1) Olumsuz: İnsanlara görünmeyişi vs. 2) Olumlu: Gökyüzünde olması vs.” Bu bir felaketti çünkü ilk aklıma gelen, Tanrı’nın doğrudan ya da dolaylı (Şeytan yoluyla) irademe, dine küfretmek sayılabilecek bir imgeyi baskıyla yerleştirdiği oldu.

Madde 183’ten, “Tanrı’nın ahlak dünyasının sıra dışı olmasının nedeni”nin, O’nun adil olmakla kalmayıp kutsal varlığının bir ifadesi olan adaletinden kaynaklandığını öğrendim. Bu bölümde, bana o denli sıkıntı veren Tanrı’nın karanlık yüzüyle ilgili bir şeylerden, kinciliğinden, tehlikeli öfkesinden, her şeye kadir oluşuyla yarattığı ve gene, her şeye kadir oluşu nedeniyle insanların zaaflarını bilmesi gerektiğinden ve yaptığı deneylerin sonuçlarını önceden bilmesine karşın insanların yolunu şaşırtmaktan zevk almasından ya da denemeye kalktığı yaratıklara karşı sergilediği anlaşılmaz tutumdan söz edilmesini umuyordum. Tanrı’nın gerçek kişiliği tam anlamıyla nasıldı? Böyle davranan bir insanın kişiliğini nasıl tanımlardık? Bu sorunun yanıtını sonuna dek düşünmeye cesaret edemedim. Bu bölümden sonra şunları okudum: “Tanrı kendine yeterli olmasına ve kendisi dışında hiçbir şeye gereksinme duymamasına karşın, dünyayı “kendi memnuniyetinden” yaratmış ve doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmuştur. Ahlak dünyasını da sevgisiyle doldurmayı arzu etmektedir.” İlk önce, şaşırtıcı gelen “memnuniyet” sözcüğüne takıldım. Neden ya da kimden memnundu? Yapıtına bakıp “İyi” dediğine göre dünyadan memnundu. Ama, işte benim anlamadığım da buydu. Dünyanın ölçülemez güzelliklerle dolu olduğuna kuşku yok ama öte yandan da korkunç. Kalabalık olmayan, tekdüze yaşanan taşranın küçük bir köyünde, “yaşlılık, hastalık ve ölüm” başka yerlere oranla ayrıntılarıyla çok daha açık gözler önüne serilir. Henüz on altı yaşında bile değildim ama insan ve hayvan gerçeğiyle ilgili birçok olaya tanık olmuş, okulda ve evde, dünyadaki acılar ve bozulmayla ilgili bir sürü şey duymuştum. Tanrı olsa olsa Cennet’ten memnun kalmış olabilirdi ama oraya zehirli yılan Şeytan’ı yerleştirerek Cennet’in görkeminin çok uzun sürmemesine de özen göstermişti. Yaptığından memnun kalmış olabilir miydi? Biedermann’ ın bunu demek istemediğine kuşkum yoktu; yalnızca dini öğretinin özelliği olan aldırmazlıkla, saçmaladığının bilincinde olmadan bir şeyler geveleyip duruyordu. İnsanın ve hayvanın suçu olmadan çektiği acılardan ürkütücü bir memnuniyet duyduğunu sanmıyordum ama bana, Tanrı’nın, bir yaratığın öbürünü yuttuğu ve yaşamın yalnızca ölmek için doğmak demek olduğu bir çelişkiler dünyasını yaratmayı amaçladığını düşünmek de pek mantık dışı gelmiyordu. Doğanın yasalarının “olağanüstü uyum”ları, ürkütücü bir gayretle evcilleştirilmiş bir kaos gibi geliyordu bana; yörüngeleri önceden saptanmış “sonsuz” yıldızlı gökyüzü de düzeni ve anlamı olmayan bir rastlantılar birikimi. Sözü edilen yıldız kümelerini doğru dürüst gören olmamıştı. Keyfi oluşumlardı.

Tanrı’nın doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmasını anlayamıyordum. En azından bundan çok ciddi kuşku duyuyordum. Anlaşılan, bu da mantık yürütülmemesi, yalnızca inanılması gereken noktalardan biriydi. Tanrı en yüce iyilikse O’nun yarattığı bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? “Büyük bir olasılıkla Şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş,” diye düşünüyordum. İyi de Şeytan da Tanrı’nın bir yaratığıydı. Şeytanla ilgili şeyler okumalıydım. Çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Bu yakıcı sorunu çözmek için yeniden Biedermann’ın Hıristiyanlık dogmalarıyla ilgili kitabına başvurdum. Acı çekmenin, kusurlu olmanın ve kötülüğün nedenleri nelerdi? Hiçbir şey bulamadım. Bu iş orada bitti. Anlaşılan bu dogmalar, güzel sözlerden başka bir şey değildiler. Daha da kötüsü, tek amacı gerçeği bulandırmak olan bir aldatmaca ve eşi benzeri olmayan bir aptallık örneğiydiler. Düş kırıklığına uğramıştım. Öfkelenmiştim bile. Babama bir kez daha acıdım; bu üçkâğıda kurban oldu diye.

Oysa başka yerlerde ve başka zamanlarda, benim gibi gerçeği arayan, mantıklı düşünebilen, kendilerini ve başkalarını kandırmak istemeyen ve dünyanın acı gerçeğini yadsımayan birileri olmuştu kuşkusuz. İşte tam o günlerde, annem, daha doğrusu annemin iki numaralı kişiliği durup dururken, “Bir ara, Goethe’nin Faust’unu okumalısın,” dedi. Goethe’nin bütün yapıtları vardı bizde. Faust’u seçip okumaya başladım. Ruhuma mucizevi bir merhem gibi geldi. “Sonunda, Şeytan’ı ciddiye alan birini buldum,” diye düşündüm. Üstelik, Tanrı’nın dünyayı kusursuz yapmak isteyen planına karşı olan biriyle ölümüne bir antlaşma yapıyor. Faust’un tutumuna üzüldüm, çünkü bence o denli tek yönlü olmamalı ve çabucak kanmamalıydı. Daha zekice ve daha namuslu davranabilirdi. Ruhu üzerine aldırmadan kumar oynarken ne kadar da çocuksu davranmıştı! Faust’un biraz palavracı olduğuna kuşku yoktu. Trajedinin ağırlığının ve öneminin Mephisto’nun üzerinde yoğunlaştığını düşünüyordum. Faust’un ruhunun Cehennem’e gitmesi beni hiç üzmezdi. Hak etmişti çünkü. Sonunda Mephisto’nun “aldatılmış Şeytan” olması hiç hoşuma gitmedi. Her şey olabilirdi ama aptal olamazdı. Ayrıca, küçük aptal meleklerin onu kandırabilmesi de hiç mantıklı gelmiyordu. Mephisto çok farklı bir bağlamda kandırılmış, o kişiliksiz geveze Faust, dalaveresini öbür dünyaya da taşıdığı için söz verilen haklarını alamamıştı. Gerçi saflığı orada ortaya çıkıyordu ama bence, aslında büyük gizemlerin derinliğine inme hakkını kazanmaya değer bir şey de yapmamıştı. Ben olsam, ona, biraz cehennem ateşini tattırırdım. Bence ana sorun, beni çok etkileyen Mephisto’ydu. Çok belirgin olmasa da annelere özgü gizemle bir bağlantısı olduğunu sezinliyordum. Uzun lafın kısası, Mephisto ve sondaki, aydınlanmaya başlama bölümü, bilinç dünyamı ucundan kenarından etkileyen gizem dolu, olağanüstü bir deneyim olarak kaldı.

Sonunda, kötülüğü ve onun evrensel gücünü görebilen insanların olduğunun kanıtını bulmuş, daha da önemlisi, insanları karanlıktan ve acıdan kurtarmada oynadığı gizemli rolü keşfetmiştim. Bu bağlamda, Goethe gözüme bir peygamber gibi gözüktü ama Mephisto’yu basit bir üçkâğıtla başından savmasını da bağışlayamıyordum. Teoride kalıyordu; ciddiyetten uzaktı ve sorumsuzcaydı. Goethe de, kötülüğü zararsız göstermek için kullanılan kurnaz yöntemlere tutsak olmuştu.

Trajediyi okurken, bir tür filozof olan Faust’un felsefeyle uğraşmaktan vazgeçmesine karşın, bir açıdan gerçeğe açık olabilmeyi öğrenmiş olduğunu anladım. O güne dek felsefeyle ilgili hiçbir şey duymamıştım. Yeni bir umut kapısı açıldı. “Bu sorunsalları irdelemiş filozoflar vardır, büyük bir olasılıkla. Benim adıma bunlara ışık tutmuş olabilirler,” diye düşündüm. Babamın kitaplığında filozoflar olmadığı için –düşündükleri için tehlikeli olabilirler– Krug’un Allgemeines Handwörterbuch des philosophischen Wissenschaften’ın13 ikinci basımıyla (1932) yetinmek zorunda kaldım. Hemen Tanrı bölümüne baktım. Tanrı sözcüğünün etimolojik yapısıyla başlaması pek hoşuma gitmedi. Tartışılmaz “iyi” sözcüğünden geliyordu ve Ens summum ya da Perfectissimum demek oluyordu. “Ne Tanrı’nın ne de Tanrı düşüncesinin varlığı kanıtlanır,” diye sürüyordu. “Tanrı düşüncesi, aktif olmasa da, potansiyel olarak insanlarda olabilir ama bu denli zor bir düşünceye ulaşabilmemiz için zihinsel gücümüzün belirli bir oranda gelişmiş olması gerekir.”

Bu açıklama beni çok şaşırttı. “Bu filozofların nesi var?” diye sordum kendime. Oradan buradan duyduklarıyla yetinmişler. Din bilimiyle uğraşanlar, Tanrı’yla ilgili çelişkili şeyler söyleseler de, en azından, O’nun varlığından kuşku duymuyorlar. Bu Krug denen adam kendisini öylesine kaptırmış ve öyle ifadeler kullanıyor ki, Tanrı’nın var olduğuna yeterince inanmış olduğunu göstermek istediği gün gibi ortada. Bunu doğrudan söylese olmaz mı? Tanrı düşüncesini kendimizin ortaya çıkardığımızı ve bunu yapabilmemiz için de belirli bir aşamaya gelmiş olmamız gerektiğini sanki ilk kez, o düşünmüş gibi numara yapıyor. Bildiğim kadarıyla, ormanda çıplak dolaşan yerlilerin kafasında bile böyle bir kavram vardır ama onlar hiçbir zaman oturup da Tanrı düşüncesini oluşturan filozoflar olmadılar. Ben de bunu kendiliğimden oluşturmadım. Kuşkusuz, Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz. Örneğin, Avustralya yünü yiyen bir güve, başka güvelere, Avustralya’nın varlığını nasıl kanıtlar? Tanrı’nın varlığı, bizim kanıtlarımıza dayanmaz.

Tanrı’nın var olduğuna ben nasıl emin oldum? O’nunla ilgili bir sürü şey söylediler bana ama ben hiçbirine inanmadım. Tanrı düşüncesi böyle gelişmedi bende. Aslında bir düşünce bile değildi çünkü üzerinde düşünülmemişti. Düşlenen, sonra da üzerinde kafa yora yora inanılan bir şey değildi. Örneğin, Teslis kavramından hep kuşku duydum ve hiçbir zaman tam olarak inanmadım, oysa bu inanç bana Tanrı kavramından daha sık kabul ettirilmeye çalışıldı. Tanrı çoğu zaman ikincil kaldı. Tanrı’yı neden baştan varsaymıştım? Varlığı başımıza düşen bir tuğla kadar gerçek olmasına karşın, filozoflar her zaman bunu neden bir düşünce ya da keyfi bir varsayım gibi göstermeye çalıştılar?

O zaman işte, Tanrı’nın, en azından benim açımdan, tartışılmaz en önemli deneyim olduğuna karar verdim. Katedralle ilgili o ürkünç imgeyi ben uydurmamıştım ki! Tam tersine, acımasızca, bunun üzerinde düşünmeye zorlanmıştım. Sonra da, o tanımlanması zor inayeti duyumsamıştım. Olanlar denetimimde değildi. Bu filozoflarda bir gariplik olduğuna karar verdim. Tanrı’nın üzerinde tartışılabilecek bir varsayım olduğu gibi garip bir görüşleri vardı. Ayrıca, Tanrı’nın karanlık eylemleriyle ilgili ne bir görüş ne de bir açıklama bulabilmem, beni düş kırıklığına uğrattı. Din bilimciler açısından oldukça zor olan bir sorunsal olduğu için bu karanlığa özellikle filozofların ilgi duyması ve irdelemesi gerektiğini düşünüyordum. Görünüşte, filozofların bu konuyu duymamış bile olmaları beni daha da sarstı.

Bu nedenle, ondan sonra gelen ve ilgimi çeken Şeytan’la ilgili bölüme atladım. Orada, Şeytan’ı özünde kötü olarak alırsak, bilinen çelişkilere, yani ikileme düşeceğimiz yazıyordu. O nedenle, Şeytan’ın özünde iyi olarak yaratıldığını ama gururu nedeniyle bozulduğunu varsaymamızın daha iyi olacağı öneriliyordu. Yazarın, kötülükle ilgili bu varsayımı açıklarken, hiç olmazsa onu gurura bağlaması hoşuma gitti. Yazının geri kalan bölümünde, kötülüğün kaynağının “açıklanmamış ve açıklanamaz” olduğu anlatılıyordu. Bundan da, yazarın da, din bilimciler gibi, bu konuda kafa yormaya niyeti olmadığı sonucunu çıkardım. Kötülük ve kaynağıyla ilgili bölüm hiç de aydınlatıcı olmadı.

Burada anlattıklarım, uzun süre kesintilere uğrayarak birkaç yıl boyunca düşüncelerimin nasıl geliştiğinin bir özeti. Tümüyle ikinci kişiliğim yaptı bunu. Bu nedenle de, hiç kimseye söz etmedim bunlardan. Araştırmalarım için babamın kitaplığını kullandım. Gizlice yapıyordum bunu. İzin almamıştım. Birinci kişiliğim ortaya çıktıkça, gizlenmeden Gerstäcker’in bütün romanlarını ve İngiliz klasiklerinin Almanca çevirilerini okuyordum. Alman edebiyatına da merak sardım. Okulun, anlaşılmayacak bir yönü olmayan noktaları gereksiz açıklamalarla berbat ettiği Alman klasikleri dışında kalan klasikleri de okudum. Tiyatro, şiir, tarih ve daha sonraları da doğabilimle ilgili elime ne geçerse okudum. Okumak yalnızca ilginç gelmiyor, aynı zamanda, ikinci kişiliğimin kafasını sürekli meşgul eden ve beni giderek karamsarlığa iten konulardan uzak durmamı sağlıyordu. Dinsel sorular söz konusu olduğunda bütün kapılar yüzüme kapanıyor, arada bir kapı açılır gibi olduğunda, arkasında beni yeni bir düş kırıklığı bekliyordu. İnsanların tümüyle farklı dertleri vardı. Emin olduğum şeylerde tek başıma kalmıştım. Her şeyden çok biriyle konuşmak istiyor ama hiçbir noktada iletişim kuramıyor, tam tersine, başkalarında bir yabancılaşma ve bir güvensizlik duyumsamam beni iyice suskunlaştırıyor, bu da beni karamsarlığa itiyordu. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Neden hiç kimse benimkilere benzeyen deneyimlerden geçmedi diye şaşırıyordum. Bilim kitaplarında neden bu konuda hiçbir şey yok? Böyle deneyimlerden bir tek ben mi geçtim? Neden bir tek ben olayım? Duygularıma büyük baskı yapmalarına karşın, bana göre, Tanrı’nın aydınlığı ve karanlığı apaçık anlaşılan gerçeklerdi. Bu nedenle, deli olup olmadığım hiç aklıma gelmedi.

İtildiğim yalnızlığın tehlikeli olduğunu düşünüyordum. Başkalarından soyutlanmak demekti bu. Çoğu zaman beni, haksız olarak bir günah keçisiymişim gibi değerlendiriyorlardı. Bu durum bana daha da kötü geliyordu. Üstelik, okulda yalnızlığımı artıran bir olay da olmuştu. Konular ve özellikle de Almanca gramer ve cümle yapısı beni çok ilgilendirmediği için, Almanca dersinde orta bir öğrenciydim. Sıkılıyordum ve çalışmıyordum. Kompozisyon konuları bana yavan ve aptalca geliyor; yazdıklarım da bunu yadsımıyordu. Ya çalakalem bir şeyler yazıyor ya da zor zahmet bir şeyler karalayabiliyordum. Orta karar notlarla idare ediyordum. Değişik yönlerden üzerime baskı yapan o kahrolasıca yalnızlıktan ve farklı olmaktan ne olursa olsun kurtulmak istediğim için genelde göze batmamak işime geliyordu. Aptallıkları ve cehaletleri beni çok kızdırsa da, daha çok, benim gibi, nereden geldikleri belli olmayan ve pek parlak sayılmayan yoksul aile çocuklarına yakınlık duyuyordum. Aslında, nedeni, çok istediğim bir şeye sahip olmalarıydı. Basitlikleri bende bir gariplik olduğunu fark etmemelerini sağlıyordu. “Garip” oluşum bende, giderek, farkında olmadan itici yönlerim olduğu ve bu nedenle, öğrencilerin ve öğretmenlerin benden kaçtığı gibi tatsız, daha da doğrusu rahatsız edici bir düşünce oluşturmuştu.

Zihnimde bunu evirip çevirirken aşağıda anlatacağım olayla başıma yumruk yemiş gibi oldum: Nasıl olduysa beni ilgilendiren bir konuda bir kompozisyon yazmamız istendi. Coşkuyla işe koyuldum ve özenle yazılmış ve başarılı varsaydığım bir yazı yazdım. Beni çok ortaya çıkaracağı için en yüksek notu istemiyordum ama en azından en yüksek notlardan birini alacağımı umuyordum.

Öğretmenimiz kompozisyonları başarı sırasına göre sınıfta değerlendirirdi. İlk önce, sınıfın birincisi olana döndü. Bu da doğaldı. Onunkini öbür öğrencilerin kompozisyonları izledi. Sıramın gelmesini bekliyordum ama boşuna. “Bu zayıf öğrencilerinkinden daha da kötü olamaz yazdıklarım. Nasıl olur? Acaba, hors concours (yarışın dışında) muyum?” diye düşünüyordum. Bu öbürlerinden iyice ayrı olmak ve çok kötü bir biçimde ilgi çekmek demek olurdu.

Bütün kompozisyonlar bittiğinde, öğretmen, “Bir kompozisyon daha var. O da Jung’un,” dedi. “Tümünden iyi. Onu ilk okumam gerekirdi ama ne yazık ki sahtekârlık yapmış. Bunları nereden çektin? Gerçeği itiraf et.”

Öfke ve dehşetle ayağa fırladım. “Kopya çekmedim. İyi bir kompozisyon yazabilmek için çok uğraştım,” diye haykırdım ama öğretmen, “Yalan söylüyorsun! Böyle bir kompozisyonu dünyada sen yazamazsın. Kimseyi kandıramazsın. Şimdi söyle bakalım. Bunu nereden buldun?” diye bağırdı.

Boş yere suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalıştım ama öğretmen inadından vazgeçmedi. Tehdit edercesine, “Bak, nereden kopya çektiğini bilsem, okuldan atılırsın,” dedi ve sırtını döndü. Sınıf arkadaşlarım bana garip bakışlar fırlatıyorlardı. Dehşet içinde, “Ya, demek böyle!” diye düşündüklerini anladım. Karşı çıkmalarıma kimse aldırmadı. O andan sonra, mimlendiğimi ve garip varsayılmamamdan kurtulmaya yarayacak tüm yolların kapandığını anladım. Yüreğimden yaralandığım ve gururum çok kötü kırıldığı için öğretmenden intikam almaya yemin ettim. Elime bir fırsat geçseydi orman kanunlarını aratmayacak bir şeyler de olabilirdi. Kompozisyonu bir yerlerden çekmediğimi ona nasıl kanıtlayabilirdim acaba?

Günlerce, zihnimde sürekli buna yanıt aradım, ama hep buna gücümün yetmeyeceği sonucuna varıyordum. Bana yalancı ve hırsız damgasını vuran saçma sapan, kör bir talihin oyununa kurban gitmiştim. O güne dek anlayamadığım bazı şeyleri anladım, örneğin, okuldaki durumumu öğrenmek isteyen babama, öğretmenlerden birinin neden, “Orta bir öğrenci, ama çok gayret ediyor,” demesini de. Oldukça aptal ve yüzeysel buluyorlardı beni. Buna aldırmıyordum aslında. Kızdığım, kopya çekebileceğimi düşünerek moralimi sıfıra indirmeleriydi.

Öfkem ve üzüntüm denetlenemeyecek bir duruma geldi. Sonra, daha önceleri birkaç kez kendimde fark ettiğim bir şey oldu. Gürültülü bir yerin üzerine ses geçirmez bir kapı kapanmışçasına, ansızın içimde bir sessizlik oldu. Bir sorunun yanıtını merak ediyordum ama artık soğukkanlılıkla. Kendime, “Ne oluyor? Gerginsin anladık ama öğretmen aslında senin yapını anlayamayan aptalın biri. Daha doğrusu, onu, senden de az anlayabiliyor. Bu nedenle, o da senin kadar başkalarına güvenmiyor. Sen kendine ve başkalarına güvenmiyorsun ve bu nedenle, zayıf, basit ve kolayca anlaşılan insanların tarafını tutuyorsun. İnsan anlamadığı zaman telaşlanır,” dedim.

Bunları düşününce, ansızın, sine ira et studio, o yasak düşünceye dalmak istemediğim zamanlarda, zorla düşünmeye itildiğim birbiri ardına gelen düşüncelerle, bu düşüncenin benzeştiğini fark ettim. O zamanlar henüz, birinci ve ikinci kişiliklerim arasında bir ayrım olabileceğini düşünemiyordum. İkinci kişiliğimin dünyasını da, kişisel dünyamın bir parçası görmeme karşın, çok derinlerde, arka planda bir yerlerde, benden başka bir şeyin de bu işle bir bağlantısı olduğu duygusu beni hiçbir zaman bırakmadı. Sanki bana, sonsuz evrenin ve büyük yıldız dünyasının soluğu dokunmuş ya da çok uzun süre önce ölen ama zamana bağlı olmadığı için bugün de, çok uzak gelecekte de var olacak bir ruh görünmeden odaya girmişti. Bu tür dönüm noktaları, bir numenin başının üzerindeki ışık saçan halelere benzerler.

O zamanlar, kuşkusuz, kendimi böyle ifade edebilmem olanaksızdı. Bilinç durumumda o zamanlar olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek amacında değilim. Amacım o zamanki duygularımı anlatabilmek ve şu andaki bilgimin yardımıyla, o yarı karanlık dünyaya ışık tutabilmek.

Bir süre önce anlattığım olaydan birkaç ay sonra, okul arkadaşlarım bana “Abraham Baba” takma adını uygun gördüler. Birinci kişiliğimin bunu saçma ve gülünç bulmasına ve nedenini hiç anlayamamasına karşın, çok derinlerde bu takma adın, nedense çok uygun olduğunu sezinliyordum. Derinlere değinen her şey bana acı veriyordu çünkü kent yaşantısıyla ilgili şeyler okudukça ve kent yaşantısını daha iyi tanıdıkça, artık gerçek olarak algıladıklarımın, taşrada birlikte büyüdüğüm dünyaya bakış açısından çok farklı bir düzene ait oldukları izlenimim de artıyordu. Nehirler, korular, gündüzleri üzerinde bulutların ve rüzgârın dolaştığı, güneşin parladığı, geceleri de onu saran karanlıkta tam anlaşılamayan şeylerin olduğu küçük bir köyün insanları ve hayvanları arasında büyümüştüm. Haritada görünen bir yer değildi yalnızca. Tanrı’nın dünyasıydı. Onu öyle düzenlemiş ve ona gizemli anlamlar yüklemişti. Oysa insanların bunun bilincinde olmadıklarına kuşku yoktu. Hayvanlar bile nedense bunu algılayabilecek duygularını yitirmişlerdi. Bunun kanıtı, örneğin, ineklerin hüzünlü ve yitik gözlerinde, atların ürkek bakışlarında ve umarsızca insanlardan ayrılamayan köpeklerin sadakatinde görülebilir. Evleri ve ambarları mesken seçen ve avlanma alanları olarak kullanan kedilerin özgüvenle attıkları adımlarında bile. İnsanlar da hayvanlar gibiydi ve onlar kadar bilinçsiz görünüyorlardı. İşe yarayan bir şeyler varsa, onlardan nasıl yararlanabilirim diye yere ya da ağaçların tepelerine gözlerini dikiyorlar, hayvanlar gibi sürüler oluşturuyorlar, çiftlere ayrılıyorlar ve savaşıyorlardı. Ne bütünleşmiş bir kozmosta ne de Tanrı’nın dünyasında, her şeyin, aslında doğmuş ve de aslında ölmüş olduğu bir sonsuzlukta yaşadıklarını göremiyorlardı.

Bize çok yakın oldukları ve bizim bilmezliğimizi paylaştıkları için bizim gibi ruhları olan tüm sıcakkanlı hayvanları çok seviyor ve birbirimizi içgüdüsel yollarla anladığımızı düşünüyordum. Konuşmak, keskinleşmiş bir bilinç ve bilim dışında, onlarla var olmanın temel öğelerini, sevinci ve acıyı, sevgiyi ve nefreti, açlığı ve susuzluğu, korkuyu ve güveni paylaşıyoruz. Alışılmış anlamda bilime hayranlık duymama karşın, onun bizi Tanrı’nın dünyasına yabancılaştırdığını ve bunun sonucunda, hayvanlarda olmayan bir bozulmaya yol açtığını düşünüyordum. Hayvanlar sevecen ve sadıktılar, değişken değillerdi. Onlara güvenebilirdiniz. İnsanlara gelince; onlara her zamankinden daha az güveniyordum.

Böcekleri hayvandan saymıyordum. Sürüngenler de, benim için, böceklerin aşağı yukarı bir üst düzeyinde ortalarda bir yerdelerdi. Bu gruba giren yaratıklar, gözlenen ve biriktirilen değişik nesneler gibiydiler. Bize yabancıydılar ve insanlığa uzaktılar. Kişisellikle ilgisi olmayan yaşamların göstergesiydiler ve insanlardan çok bitkilere yakındılar.

Tanrı’nın dünyasının yeryüzündeki göstergesi, doğrudan doğruya ondan gelen ve bir tür iletişimi sağlayabilen bitkiler dünyasıyla başlıyordu. Sanki, kendisini kimsenin görmediğini varsayan Yaratıcı’nın omzunun üzerinden bakarak, O’nun oyuncaklar ve süslemeler yapışını izliyordunuz. Buna karşın, insanlar ve doğru dürüst hayvanlar Tanrı’nın bağımsızlığını elde etmiş parçalarıydı. Bu nedenle hareket edebiliyor ve meskenlerini seçebiliyorlardı. Oysa bitkiler iyi durumda da, kötü durumda da olsalar yerlerinden kımıldayamıyorlardı. Kendilerine özgü amaçları olmadan ve hiç sapma göstermeden, Tanrı’nın dünyasının güzelliğini ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Ağaçlar gizem doluydu ve bence, yaşamın anlaşılması olanaksız anlamının nesnelleşmesiydiler. Bu nedenle, insanın bu anlamı ve onun şaşırtıcı işlemlerini en yakından duyumsadığı yerler ormanlardı.

Bu izlenimim, gotik katedralleri görmemle pekişti. Kozmosun sonsuzluğu, anlam ve anlamsızlık kaosu, bireysel olmayan bir amaç ve mekanik yasalar, onlarda taşla sarılmıştı. Taş, varoluşun kendisi olmakla kalmıyor, onun dibi olmayan gizemini de içeriyordu. Ruhun somutlaşmış biçimiydi. Taşı, tam bilinçli olmasa da, kendime o denli yakın hissetmemin nedeni, hem canlı hem de ölü maddenin ilahî yapısını özümsemiş olmasıydı.

Daha önce de değindiğim gibi, duygularımı ve sezgilerimi o zamanlar doğru dürüst ifadeye gücüm yetmiyordu çünkü tümü iki numaralı kişiliğimde oluşuyordu ve algılayabilen işlevsel egom hareketsizdi. Yüzyıllara ait olan “yaşlı adam”ın dünyasının içine çekilmişti. İlginç olan, yaşlı adamı ve etkisini düşünmeden yaşamamdı. Varlığı ortaya çıktığı zamanlarda, bir numaralı kişiliğim tümüyle yok olurcasına geri plana çekiliyor, bir numaralı kişiliğimle giderek özdeşleşen egom sahnede yerini aldığında da, yaşlı adam, o da aklıma gelirse, uzak ve gerçekle ilgisi olmayan bir düşe dönüşüyordu.

On altı ve on sekiz yaşlarım arasında, içinde bulunduğum ikilemin üzerindeki bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladı ve içine düştüğüm karamsar ruh hallerim azaldı. Bir numaralı kişiliğim giderek daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor, okul ve kent yaşamı zamanımı dolduruyordu. Bilgimin artması da giderek sezgisel yargılarımı etkiledi ya da bastırdı. Bilinçli olarak kısıtladığım soruların peşinden, sistematik bir biçimde gitmeye başladım. Felsefe tarihine kısa bir giriş okumuş ve bu alanda düşünülenlerin tümüyle ilgili, çok genel de olsa, biraz bilgi edinmiştim. Sezgilerimin tarihsel yandaşlarının olması beni çok rahatlattı. Özellikle, Pithagoras, Herakleitos, Empedokles ve Platon’un düşünceleri çok ilgimi çekti. Savlarını, biraz fazla uzun savunmasına karşın, Sokrates’inkiler. Düşünceleri akademikti; bir resim galerisindeki resimler gibi güzel ama biraz yabancıydılar. Tümüyle anlamasam da, yalnızca Meister Eckhart’ta bir yaşam soluğu bulabildim. Skolastik Hıristiyan Düşünce beni hiç etkilemedi, Aziz Tommaso’nun Aristo entelektüalizmini de bir çöl kadar kuru buldum. “Tümü, mantık oyunları yaparak, aslında kendilerinde olmayan ve de bilmedikleri bir şeyleri zorla ortaya koymaya çalışıyorlar, bir inancı kendilerine kanıtlamak istiyorlar, oysa bu bir deneyim sorunudur,” diye düşünüyordum. Onları, fil diye bir hayvan olduğunu yalnızca duyup böyle bir hayvanın var olduğunu ve gerçekte yapısının da söyledikleri gibi olduğunu mantıksal dayatmalarla kanıtlamaya kalkan insanlara benzetiyordum. On sekizinci yüzyılın eleştirel felsefesi ilk önceleri belli nedenlerden hoşuma gitmedi. On dokuzuncu yüzyıla gelince, Hegel’in kendini beğenmiş ve akıcılıktan uzak dilini itici buldum ve ona hiç güvenemedim. Sözcüklerden kurduğu dört duvar arasında tutsak kalıp abartılı el kol hareketleriyle meramını anlatmaya çalışıyor gibi geldi.

Araştırdıklarım arasında bulduğum hazine Schopenhauer’di. Öbürlerinin farkına bile varmadıkları, vardıklarında da tümü kapsayan bir uyum ve anlaşılırlıkla çözümleyiverdikleri, bizi gözle görülür bir biçimde alev alev saran dünyadaki acılardan, karmaşadan, ihtirastan ve kötülükten söz eden ilk oydu. Sonunda, evrenin temelinde her şeyin iyiliğe yönelik olmadığını görebilecek yüreklilikte bir düşünür çıkmıştı. Ne Yaratıcı’nın tümüyle iyi ve bilge âleminden ne de evrenin uyumundan söz ediyor, sözü dolandırmadan insanlık tarihinin izlediği acı dolu yolun ve doğanın acımasızlığının altında temel bir hatanın yattığını söylüyordu. Bu hata dünyayı yaratan iradenin körlüğüydü. Söyledikleri benim daha önceki gözlemlerimi haklı çıkarıyordu. Can çekişen hastalıklı balıklar, perişan tilkiler, donmuş ya da aç kuşlar ve çiçeklerle bezenmiş tarlalarda gizli, acımasız trajediler görmüştüm. Karıncalar işkence yapa yapa solucanları öldürüyor, böcekler birbirini lime lime ediyordu. İnsanlarla ilgili deneyimlerim de beni, insanın özünde iyi ve temiz olduğuna inandıramamıştı. Kendimi, bir hayvandan ancak yavaş yavaş ayırabildiğimi anlayabilecek kadar tanıyordum.

Schopenhauer’in karanlık dünya tablosuna tümüyle katılıyordum ama önerdiği çözüme değil. “İrade” sözcüğüyle aslında Tanrı’ya, yani Yaratıcı’ya gönderme yaptığına kuşkum yoktu ve O’nun kör olduğunu söylüyordu. Deneyimim bana, Tanrı’nın bunları kendisine küfür diye almadığını, tersine, insanın parlak yönleri kadar karanlık ve tanrıtanımaz yönlerini de ortaya çıkarması için onu yüreklendirebildiğini göstermişti. Bu nedenle, Schopenhauer’in bakış açısı beni hiç rahatsız etmedi. Gerçeklerin haklı çıkardığı bir yargı diye aldım bunu ama kuramında zihnin, iradeyi tersine çevirmek için bir imge olarak karşısına çıkmasının yeterli olacağını belirtmesi, beni iyice düş kırıklığına uğrattı. İrade kör olduğuna göre bu imgeyi nasıl görebilecekti? Gördüğünü varsaysak bile, imge, tümüyle iradesinin emeğini göstereceğine göre, tersine hareket etmesi için onu nasıl ikna edebilecektik? Ayrıca zihin neydi? Bir ayna değildi; insan ruhunun bir işleviydi. Bir çocuğun, güneşin kamaşacağını umut ederek ona doğru küçücük bir ayna parçası tutması gibi bir işlev görüyordu. Schopenhauer’in bu denli yetersiz bir yanıtla tatmin olmasına çok şaşırmıştım.

Bu nedenle, onu daha iyi irdelemek zorunda hissettim kendimi. Kant’a olan yakınlığı beni giderek etkiledi. Kant’ı okumaya başladım. Özellikle de, Arı Usun Eleştirisi adlı kitabı derin düşüncelere dalmama neden oldu. Emeklerim boşa çıkmadı. Schopenhauer’in düşünce sistemindeki kusuru buldum. Daha doğrusu, öyle varsaydım. Metafiziksel bir ifadeyi bir varsayıma dönüştürmek gibi bağışlanamaz bir günah işlemiş ve bir sürü özellikler yakıştırmıştı. Bunları Kant’ın bilgi kuramından çıkardım. Böylece, daha da aydınlanmış oldum. Eğer bu olasıysa Schopenhauer’in karamsar dünya görüşü de olasıydı.

Felsefede gelişmem on yedi yaşımdan tıp eğitimime başlayana dek sürdü ve dünyaya ve yaşama karşı tutumumu çok değiştirdi. Çekingen, içedönük ve kuşkucuydum. Zayıftım ve yüzüm solgundu. Pek sağlıklı olmadığım kesindi ama sonra, her şeye karşı büyük bir açlık duymaya başladım. Ne istediğimi biliyor ve onun arkasından gidiyordum. Daha dışadönük olduğum için insanlarla daha rahat iletişim kurabilmeye başladım. Yoksulluğun özürlü olmak demek olmadığını ve acıyı getiren ana neden olmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını ve zengin çocuklarının da, yoksullara ve iyi durumda olmayan çocuklara oranla daha çok avantaja sahip olmadıklarını anladım. Mutluluğun ya da mutsuzluğun, cep harçlığının oranıyla bir bağlantısı olmadığını, çok daha derin nedenleri olduğunu da. Geçmişe oranla çok daha fazla ve çok daha iyi arkadaşlıklar kurar oldum. Ayaklarım yere daha iyi basmaya başladı. Düşüncelerimi açıkça söyleyebilecek yürekliliği bile buluyordum. Oysa bunun, pişman olunacak bir yanılgı olduğunu anlamam uzun sürmedi çünkü yalnızca, utandırma ve alayla değil, aynı zamanda düşmanca bir terslemeyle karşılaşıyordum. Şaşkınlık ve üzüntü içinde, bazı insanların beni yüksekten atan palavracı biri olarak değerlendirdiklerini anladım. Geçmişteki kadar etkili olmasa da, üçkâğıtçı olduğum suçlaması yinelendi. İlgimi çeken bir kompozisyon konusu yüzünden oldu bu gene. Yazıma büyük özen göstermiş, ifademin parlak olması için uğraşmıştım. Sonuç tam bir felaketti. Öğretmen, “Bu da Jung’un kompozisyonu,” dedi. “Düşünceler çok iyi ama öylesine baştan savma yazılmış ki! Hiç özen göstermediği belli. Sana bir şey söyleyeyim Jung. Yaşamın boyunca böyle kolaya kaçarak idare edemezsin. Yaşam ciddiyet, sorumluluk, çok çalışma ve çaba gerektirir. D.nin kâğıdına bak. Senin kadar parlak düşünceleri belki yok ama dürüst ve çok uğraşmış. Sorumluluğunun bilincinde. Yaşamda başarı ancak böyle elde edilir.”

Duygularım daha önceki olaydaki kadar zedelenmedi. Ne de olsa öğretmen, söylediklerine karşın, yazdıklarımdan etkilenmişti. Ayrıca, beni bir yerlerden çalmakla suçlamıyordu. Kınamasına karşı çıktım ama beni, “Ars Poetica, en iyi şiirin, yaratma çabasının hiç belli olmadığı şiir olduğunu söyler. Senin yazında böyle bir şey olduğuna beni inandıramazsın. Hiç uğraşmadan, üstünkörü bir şeyler yazmışsın,” deyip başından savdı. Yazımda birkaç iyi nokta olduğunu biliyordum ama öğretmen onlara değinmek zahmetine katlanmadı.

Bu olay beni oldukça üzdü ama daha da kötüsü sınıf arkadaşlarımın kuşkularıydı. Beni eski yalnızlığıma ve karamsarlığıma itmekle tehdit ediyorlardı. Suçlamalarını haklı çıkaracak ne yaptığımı düşünmekten başım çatlıyordu. Belli etmemeye çalışarak sordum soruşturdum ve ara sıra bilme olanağım olmayan şeylere değindiğim ya da yorumlarda bulunduğum için zihinlerinde bir soru işareti uyandırdığımı keşfettim. Örneğin, okulda henüz görmediğimiz paleontolojiyi ya da Kant’ı ve Schopenhauer’i biliyormuş numarası yapıyormuşum. Bu şaşırtıcı keşifler bana, tüm yakıcı soruların günlük yaşantıyla ilgisi olmadığını ve benim büyük gizim gibi konuşulmaması daha doğru olan Tanrı’nın dünyasıyla ilgili olduğunu öğretti.

O günden sonra “gizli” konulardan okul arkadaşlarıma hiç söz etmez oldum. Yetişkinler arasında da beni kendini öven bir sahtekâr olarak görme tehlikesini göze almadan konuşabileceğim biri yoktu. En acı veren de, içsel dünyamın parçalanıp dünyamın ikiye bölünmesinden duyduğum çaresizlikti. Beni hiçbir özelliği olmayan günlük yaşantımdan koparıp Tanrı’nın kısıtlamasız dünyasına iten olaylar art arda geliyordu.

“Tanrı’nın dünyası” diye nitelemem bazılarına duygusallık gibi gelebilir. Bana hiç öyle gelmiyordu. “Tanrı’nın dünyası” insanüstü olan her şeyi içeriyordu: göz kamaştırıcı ışık, boşluğun karanlığı, sonsuz evrenin ve zamanın duyarsız aldırmazlığı ve mantığa sığmayan rastlantılar dünyasının gizemli garipliği; tümünü. “Tanrı” benim için her şeydi ama eğitici değildi.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları  

ANDREY TARKOVSKİ: “AŞK, İNSANIN EN BÜYÜK HAZİNESİDİR…” [SÖYLEŞİ]

Aşk ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil.

– Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.

Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.

– Sizi sinirlendiren şey ne?

Cevaplaması zor. Bir araya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum ki, sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.

– Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?

Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız birçok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum.

– Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?

Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca.

– Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.

Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.

– Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.

İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.

– Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.

Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.

– Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.

Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.

-Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilişkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.

Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkâr etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.

-Peki tek başına bir adam, bu normal midir?

Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?

-Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.

Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?

-Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.

Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mahkûmdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?

-Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?

Böyle bir kadınla ilişki kuramam ki.

-Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?

Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.

-Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?

Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.

-Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.

Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.

-Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?

Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.

-Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.

İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.

-Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.

Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.

-Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?

Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.

-Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.

Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.

-Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?

Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.

-Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?

Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.

-Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.

Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkânsızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.

-Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?

Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak. Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız var olursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla. Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik. Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkâr etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.

-Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hâkim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.

Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.

-İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.

Afedersiniz, sizin adınız ne?

-İrena.

Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.

-Hayır, beni yanlış anladınız.

Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.

-Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.

Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeceğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.

-Temel insanlık durumu ve sizin buna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.

Yani, siz bir Aşil topuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.

Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.

-Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?

Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?

-Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.

Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ıstırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.

Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı. Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri. Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir. Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.

-Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?

Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Kim hükmediyor peki?

O.

Nerede O?

(Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.

Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.

Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavallıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz. Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata. Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.

Bu Platon’la başlamıştı.

Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkânı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor. Her halükarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforme olmasının kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi isterdiniz?

Bana karşı önyargılısınız. Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.

Söyleşi:  İrena Brenza – 1984 Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140

BİLİNCİ OLAN ZEKANIN YERİNE BİLİNCİ OLMAYAN ALGORİTMALARI GEÇİRSEK NE KAYBEDERİZ? – HARARİ

Dünya eşi benzeri görülmemiş bir hızla değişiyor ve biz baş edilmesi mümkün olmayan bir veri, fikir; vaat ve tehdit seline kapılmış gidiyoruz. İnsanlar veri sağanağıyla baş edemeyince, sahip olduğu otoriteyi serbest piyasaya, kitlelerin ortak aklına ve dışsal algoritmalara bıraktı. Geçmişte sansür bilginin akışını engelleyerek işliyordu. 21. yüzyıldaysa insanları gereksiz veriye boğarak işliyor. Dikkatimizi neye odaklayacağımızı bilmiyor ve zamanımızın çoğunu tali konuları araştırarak ve tartışarak geçiriyoruz. Kadim zamanlarda güç sahibi olmak, veriye erişim yetkisine sahip olmak demekti. Bugünse güç, neyi görmezden geleceğini bilmek demek. 

Veri Akışındaki Dalgalanma

Dataizmin* de doğal olarak kendine has muhalifleri ve bu doktrini şiddetle reddeden kafirleri var. Yaşamın tamamen veri akışına indirgenmesi mümkün görünmüyor, örneğin veri akışının, bilinci ve kişisel deneyimi nasıl ve niçin yaratabileceğini bilmiyoruz. Belki yirmi yıl içinde bu soruyu yanıtlayabiliriz ama o vakte kadar belki de organizmaların aslında algoritmalar olmadığını keşfederiz.

Hayatı tamamen karar alma yetilerine indirgemek de bir o kadar kuşku uyandıran bir yaklaşım. Dataist etki hem yaşambilimlerini hem de sosyal bilimleri, sanki yaşam bundan ibaretmişçesine, karar verme süreçlerine takıntılı hâle getirdi. Peki gerçekten de hayat bundan mı ibaret? Hislen duyumlar ve düşünceler tercihlerimizde şüphesiz önemli bir yere sahip ama tek işlevleri bu mu? Dataizm karar verme süreçlerini sürekli geliştiriyor olabilir ama bu alandaki yetkinliği arttıkça hayata bakış açısı da çarpıklaşma eğilimi gösteriyor. Dataist öğretinin eleştirel bir değerlendirmesi 21. yüzyıldaki en önemi bilimsel mücadelelerden biri olduğu gibi, aynı zamanda çağımızın en acil siyasi ve ekonomik projesi olarak karşımıza çıkıyor. Yaşambilimleri ve sosyal bilimler alanında çalışma yürütenler, kendilerini daima sorgulamalı, yaşamı veri işleme ve karar verme süreçlerine indirgerken bir şeyleri gözden kaçırma ihtimallerini göz önünde bulundurmalılar. Evrende veriye indirgenemeyecek bir şeyler olabilir mi? Bilinci olmayan algoritmaların bilinci olan zekayı her türlü veri işleme alanında alt ettiğini varsayın; bilinci olan zekanın yerine bilinci olmayan algoritmaları geçirsek ne kaybederiz, ya da bir şey kaybeder miyiz?

Dataizm yanılıyorsa ve organizmalar algoritmalardan ibaret değilse bile, bu Dataizmin dünyaya hükmetmesinin önüne geçilebileceği anlamına gelmiyor. Geçmişte pek çok din, belirgin yanılgılarına rağmen muazzam bir güç ve popülarite kazanabilmişti. Hıristiyanlık bunu başarabildiğine göre, Dataizm neden başaramasın? Dataizm tüm bilimsel disiplinlerle ilişki kurduğu için potansiyeli çok daha yüksek. Tümleşik bir bilimsel paradigma kolayca sorgulanamaz bir öğreti hâline gelebilir Bilimsel bir paradigmayı eleştirmek her zaman zor olmuştur ancak bu zamana dek bilimsel çevrelerin tamamı tarafından kabul gören bir paradigma olmamıştı. Bu nedenle araştırmacılar hakim paradigmayı eleştiren görüşlerle daima temas halindeydi. Müzikologlardan biyologlara kadar herkes aynı Dataist paradigmayı benimserse, disiplinlerarası seyir hakim paradigmanın daha da güçlenmesine hizmet edecektir Paradigmada bir sorun varsa bile, bunu dile getirmek ve paradigmaya direnmek oldukça zorlaşacaktır.

Peki Dataizm dünyayı fethetmeyi başarırsa insanlara ne olacak? İlk etapta sağlık, mutluluk ve güç elde etme gibi hümanist alanlarda hız kazanacaktır. Dataizm hümanist istekleri yerine getirmeyi vaat ederek yayılır, ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi bir yaratma gücü edinmek için devasa verileri insan beyninin kapasitesini aşan bir güçle işlemek durumundayız. Algoritmaların işlevi tam da budur. Ancak otorite insanlardan algoritmalara geçtiğinde hümanist hedefler anlamsızlaşabilir. Verimerkezci yaklaşımı insanmerkezci dünya görüşünün yerine koyduğumuz anda, insan sağlığı ve mutluluğu gözümüze çok daha önemsiz görünecektir. Elimizde çok daha iyi modeller varken köhnemiş veri işleme makinelerini neden umursayalım? Nesnelerin İnterneti’ni yapılandırmaya çalışıyoruz çünkü bizi daha sağlıklı, mutlu ve güçlü yapmasını umuyoruz. Nesnelerin İnterneti sorunsuz işlemeye başladığında mühendisten çipe, çipten veriye indirgenerek, gürleyerek akan bir nehirdeki toprak parçası misali, veri selinde eriyip gidebiliriz.

Dataizm Honto sapiens’i, Honto sapiens’in diğer hayvanlara yaptığını yapmakla tehdit ediyor. İnsanlar tarih boyunca küresel bir ağ oluşturdu ve her şeyin değerini bu ağdaki işlevine göre değerlendirdi. İnsanın gururu ve önyargıları bu ağdaki kritik konumu sayesinde perçinlendi. İnsanlar bu ağdaki en önemli işleri yerine getirdikçe, ağın tüm kazanımlarını kendimize mâl etmeye başladık ve kendimizi yaratılışın doruk noktasına yerleştirdik. Tüm diğer hayvanların yaşamı ve deneyimleri değersizleşti çünkü insanlardan daha işlevsizlerdi ve işlevsiz hâle gelen hayvanların zamanla soyu tükendi. Gelgelelim insanlar işlevsel konumlarını kaybettiğinde, biz de yaratılışın zirvesinde olmadığımızı fark edeceğiz. Kutsadığımız değerler bizi unutulmaya yüz tutmuş mamutların ve Çin nehir yunuslarının kaderine mahkum edecek. Geriye dönüp bakıldığında insanlık kozmik veri akışının içinde minik bir dalgalanmadan ibaret kalacak.

• • •

Geleceği öngöremeyiz çünkü teknoloji deterministik değildir. Aynı teknoloji farklı türlerde toplumlar yaratabilir, örneğin Sanayi Devrimi’nin tren, elektrik ve radyo gibi teknolojileri diktatörlükler, faşist rejimler ya da liberal demokrasiler kurmak için kullanıldı. Güney Kore ve Kuzey Kore’yi ele alalım: İki ülkenin de aynı teknolojiye erişim imkanı bulunsa da teknolojiyi tamamen farklı şekillerde kullanmayı tercih ettiler.

Yapay zekanın ve biyoteknolojinin gelişimi dünyayı kesinlikle değiştirecek, ancak ortaya tek bir deterministik sonuç çıkmayacak. Bu kitapta özetlenen tüm senaryolar da kehanetlerden ziyade ihtimaller olarak okunmalıdır.

Bu ihtimallerin bazıları hoşunuza gitmiyorsa, gerçekleşmesini önleyecek yeni fikirler üretmekte ve bunlara uygun davranmakta tamamen özgürsünüz. Gelin görün ki yeni fikirler üretmek ve buna uygun davranmak hiç de kolay değildir çünkü düşüncelerimiz ve davranışlarımız günümüz ideolojileri ve sosyal sistemleri tarafından sınırlanıyor. Bu kitap, geleceğimiz hakkında daha yaratıcı düşünebilmemizi ve farklı davranabilmemizi sağlamak adına günümüz koşullarının köklerine iniyor. Tek bir nihai senaryo öngörerek ufkumuzu sınırlamak yerine genişletmeyi ve çok daha geniş bir seçenek yelpazesinden haberdar olmamızı amaçlıyor. Tekrar tekrar altını çizdiğim gibi, kimse 2050 yılında işgücü piyasasının, ailenin ya da ekolojinin ne vaziyette olacağını, hangi dinlerin, ekonomik sistemlerin ve siyasi yapıların dünyaya hükmedeceğini bilmiyor.

Bununla birlikte, ufkumuzu genişletmek bizi daha kafası karışık hâle getirip eskisinden daha pasif kılarak istenmeyen sonuçları beraberinde getirebilir. Bu kadar çok senaryo ve ihtimal karşısında dikkatimizi neye odaklamalıyız? Dünya eşi benzeri görülmemiş bir hızla değişiyor ve biz baş edilmesi mümkün olmayan bir veri, fikir; vaat ve tehdit seline kapılmış gidiyoruz. İnsanlar veri sağanağıyla baş edemeyince, sahip olduğu otoriteyi serbest piyasaya, kitlelerin ortak aklına ve dışsal algoritmalara bıraktı. Geçmişte sansür bilginin akışını engelleyerek işliyordu. 21. yüzyıldaysa insanları gereksiz veriye boğarak işliyor. Dikkatimizi neye odaklayacağımızı bilmiyor ve zamanımızın çoğunu tali konuları araştırarak ve tartışarak geçiriyoruz. Kadim zamanlarda güç sahibi olmak, veriye erişim yetkisine sahip olmak demekti. Bugünse güç, neyi görmezden geleceğini bilmek demek. Kaotik dünyamızda olup biten tüm bu olayları göz önünde bulundurarak aynı soruyu bir kez daha sormalıyız; dikkatimizi neye odaklayacağız?

Kısa vadede muhtemelen Ortadoğu’daki karmaşa, Avrupa’daki mülteci sorunu ve yavaşlayan Çin ekonomisi gibi acil sorunlara öncelik tanıyacağız. Uzun vadedeyse küresel ısınma, artan eşitsizlik ve işgücü piyasasının parçalanması önem kazanacak. Nihayet yaşama gerçekten geniş bir pencereden bakabilirsek tüm sorunlar ve gelişmeler birbirine bağlı üç sürecin gölgesinde kalacak:

1. Bilim tüm toplumu, organizmaların algoritmalar ve yaşamın veri işleme süreci olduğuna ikna eden bir dogma olma yolunda ilerliyor. 2. Zeka bilinçle yollarını ayırıyor. 3. Bilinci olmayan ama yüksek zekalı algoritmalar yakında bizi bizden daha iyi bilecek.

Bu üç süreçse bu kitabı okuduktan çok sonra bile aklınızda kalmasını umduğum üç soruyu beraberinde getiriyor:

1. Organizmalar birer algoritmadan, yaşam da veri işlemeden mi ibarettir? 2. Zeka mı daha değerlidir yoksa bilinç mi? 3. Bilinci olmayan ama yüksek zekalı algoritmalar bizi bizden daha iyi bilecek duruma geldiğinde toplum, siyaset ve gündelik hayat ne olacak, neye benzeyecek?

Yuval Noah Harari Homo Deus/ Yarının Kısa Bir Tarihi Türkçesi: Poyzan Nur Taneli


*Dataizm, Büyük verinin ortaya çıkan öneminin yarattığı zihniyet veya felsefeyi tanımlamak için kullanılan bir terimdir. İlk kez 2013 yılında The New York Times’da David Brooks tarafından kullanıldı.

YILMAZ GÜNEY’İN NEBAHAT ÇEHRE’Yİ DÖVMESİ VE HAKİMİ VURMASI OLAYI – SEYFİ ELÇİBOĞA

Yılmaz Güney’in eşi Nebahat Çehre’yi dövdüğü de yazılır. 70’li yıllar Türkiye’si kadına karşı şiddetin pek de yadsınmadığı yıllardır. Ayhan Işık’ın eşi Gülşen Işık: “Ayhan bana çok tokat attı. Hatta bir defasında dişimi bile kırdı.” demişti. Fikret Hakan’ın hafif müzik sanatçısı eşi Hümeyra’ya attığı dayak çok konuşulmuştu. Sadri Alışık, eşi Çolpan İlhan’ı içip içip döver, Cüneyt Arkın gerçek hayatında da kadınları aynı sertlikle tokatlar, Müslüm Gürses eşi Muhterem Nur’a, İbrahim Tatlıses eşi Perihan Savaş’a şiddet uygular, Kartal Tibet kadın dergilerinde, “kadınları dövmenin zorunluluğu” üzerine felsefe yapacak kadar şiddete düşkünmüş.

Dövdüğü söylenen kadın için hakim vuran Yılmaz Güney 

Yılmaz Güney, senaryosunu yazıp başrolünü üstlendiği, pamuk işçilerinin yaşamı konulu ve sinema tarihimizde sesli çekilen ilk film olan “Endişe” filmini çekmek üzere Adana’nın Yumurtalık ilçesine gelir. Film ekibiyle birlikte Belediye Plaj Moteli’nde kalır.

13 Eylül 1974 akşamı otelin kimilerine göre lokanta, kimilerine göreyse gazinosunda Yılmaz Güney, karısı Fatoş Güney, Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur, öğretmen Murteza Timur, Ali Özgentürk ve yönetmen Şerif Gören aynı masada oturur. Yumurtalık ilçesi hakimi Sefa Mutlu ve karısı Nuran Mutlu da misafirleriyle birlikte yan masada yemek yer. Güney’i görmek isteyen hayranları otelin etrafında birikir.

Film ekibi gündüz çekimlerinde silah sesinin yetersiz kaldığını, tekrardan silah sıkıp teybe kaydetmeyi görüşürken Güney, rakının da etkisiyle “Film setinde tabancanın sesi iyi kaydedilmemiş. Burada ateş etsem iyi çıkar mı acaba?” diye sorar. Ege Bagatur, “Gözünü seveyim Yılmaz, yapma! Ufak bir yer burası, beni buradaki memurlarla yüz göz etme.” diyerek engel olmaya çalışır.

O sırada yan masadaki Sefa Mutlu ile Güney arasında sataşma başlar. Şahitlerin ifadelerine göre Mutlu’nun kardeşi: ”Çirkin Kral silah sıkacak!” diye seslenir. Hakim ayağa kalkar; “O Çirkin Kralsa ben de Yumurtalık kralıyım, silah sıkarsa tutuklarız” der. Yine tanıklara göre Güney havaya üç el ateş ederek: ” Gel lan! Tutukla!” diye karşılık verir. Hakim küfürler eder, otel çalışanları Hakimi dışarı çıkarır. Ancak bir müddet sonra geri döner ve Güney’in eşine küfreder. Ortalık karışır.

Sefa Mutlu metal sandalye ile Güney’in koluna vururken Güney silahı ateşler. Sağ gözünden giren mermi Hakim Sefa Mutlu’nun baş tarafından çıkar. Yılmaz Güney kaçmaz, hakimi kurtarmak için didinir ama Sefa Mutlu yine de hastanede can verir. Jandarma gelip Güney’i kelepçeler. O esnada hayranları arasından bazıları “Ben vurdum” diye ortaya atılır. Mahkeme başlamadan davaya Ankara’dan yeni bir savcı atanır. Güney’in yeğeni Abdullah Pütün de duruşmadan evvel; “Ben vurdum” diye ortaya atılır, çelişkili ifadeleri sebebiyle Güney’in durumunu daha kötü duruma sokar. Zaten iyi hazırlanmamış savunma ve antikominist cephenin ulusal basında Güney’i en baştan “katil” ilan etmesi sayesinde Yılmaz Güney dönemine göre en ağır cezayı alır. Kendisine 13 Temmuz 1976’da 19 yıl ağır hapis cezası verilir.

Yılmaz Güney, 9 Ekim 1981 günü Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden izinli olarak çıkar, Fransa’ya kaçtığı öğrenilir ve bir daha asla geri dönmez. 1982 yılında vatandaşlıktan çıkarılır, 1984 yılında da kansere yenik düşer.

1993 yılından itibaren yeniden yurttaş olan Yılmaz Güney, ölüm yıldönümü nedeniyle 2021’de TC Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından anılır.

Ali Özgentürk, kitabında o geceyi detaylı olarak anlatır. Sefa Mutlu’nun ölümü için: “Bir süre sonra yine geldi. Yine sarhoştu. Bu kez Yılmaz’ın eşiyle ilgili çok ağır bir söz söyledi. Ne olduysa işte o anda oldu. Gazino birdenbire karıştı.” diye yazar.

Fatoş Güney’in kitabındaysa: “Kesinlikle Yılmaz çekip tabancayı bir insanı vurmuş değil. Bir saldırı söz konusu oldu kendisine. Hatta Hakim Bey, onu oradan uzaklaştırmak isteyen arkadaşlarının kollarından kurtulup, bir sandalye alıp Yılmaz’ın koluna indirdi. Ertesi gün Yılmaz’ın kolu mosmordu.” diye yazacaktır.

Aynı kitapta karakolda beş dakika görüşebildiği Güney’in kendisine: “Neler oluyor Fatoş, ne oldu Allah aşkına? Nasıl oldu anlamıyorum? Hâkim yaşıyor değil mi?.. Koluma sandalyeyi indirince silah ateş aldı. Yarası ağır mı peki, durumu nasıl?” diye sorduğu yazılır.

Abisinin alkollü olduğunu reddeden Sefa Mutlu’nun kardeşi Oktay Mutlu yıllar sonra basına: “Güney mahkemede abimi vurduğunu kabul etmedi ama bize karşı mahcubiyeti vardı. Bizi gördüğü zaman başını yere eğerdi.” der.

Yılmaz Güney ise mahkemede: “Bakın adam öldürmem demiyorum, öldürebilirim. Hayati bir tehlikeyle karşılaşsam, başka çarem kalmamışsa yapabilirim. Fakat bir yumrukta, bir tekmede yıkılan, üflesen devrilecek sarhoş bir adamı neden öldüreyim?” diyerek kendisini savunur.

Yakın zamanda Güney’i yargılayan savcı yardımcısı Yalçın Öğütcan: “Ateş edip ölüme sebebiyet veren Yılmaz Güney’di ancak hedef gözetilerek işlenmiş planlı bir cinayet değildi. Bir anlık fevri hareketler, bu sonucu doğurdu.” diye basına demeç verir ve ekler: “Olayın meydana geliş şekli ve tanık ifadelerinin anlatımlarına bakıldığında; Yılmaz Güney’in eyleminin “Kasten Adam Öldürmek” değil, “Kastın Aşılması Sonucu Adam Öldürmek” suçunun oluştuğu ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Ve bu suçun cezası o döneme göre sadece 8 senedir.

Pamuk ırgatlığından başlayıp Yeşilçam starlığına uzanan tırmanış öyle hızlıydı ki Güney’in karakterini yaratan zıtlıklar aşırı davranışlar olarak dışa yansır. O, filmlerine yansıttığı kimi figürlerle özdeşleşir. Hayat kronolojisine bakıldığında inandığı ve düşündüğü gibi yaşar, bunun için yer yer toplumu ve devlet bürokrasisini karşısına almaktan çekinmez.

YILMAZ GÜNEY: “KADIN MESELESİNDE EKSİKLERİM VAR. BİLİCİNDEYİM DÜZELTMEYE, DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞIYORUM”

Yılmaz Güney ile Sefa Mutlu elim olaydan önce hiç tanışmamış, aralarında herhangi bir husumet oluşmamıştı. Cinayet işlenmesi için hiçbir mantıklı sebep yoktu. İkisi de kariyer sahibi önemli insanlardı. Olay gecesi ikisi de alkollüydü. Güney’in kazara Sefa Mutlu’ya ateş ettiği, yaşaması için elinden geleni yaptığı, kaçmadığı ve mahkemede olayı üstlendiği herkesçe kabul görür. Ancak dönemin gazeteleri tasarlayarak cinayet işlenmişçesine Güney’i “cani” ve “katil” olarak yansıtırlar. Güney’in politik duruşu, tıpkı ondan yıllar sonra Ahmet Kaya’ya yapılmış olanlar gibi linç edilmesine sebep olur. Güney’e karşı tahammülsüzlük öyle bir hal alır ki hapishanede olması dahi yetmez. Hapishanede suikaste uğrar ama kurtulur. Başka çaresi kalmadığından ülkeyi terk eder.

Yılmaz Güney oyunculuk, senaristlik, yazarlık, yönetmenlik kariyerine en iyi oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi roman, en iyi film gibi onlarca ödül sığdırdıktan sonra Yol filmiyle 1984’te, Cannes Film Festivalinde, Şerif Gören ile birlikte, Altın Palmiye ödülü alan ilk sinemacı olur.

Yılmaz Güney’in eşi Nebahat Çehre’yi dövdüğü de yazılır. 70’li yıllar Türkiye’si kadına karşı şiddetin pek de yadsınmadığı yıllardır. Ayhan Işık’ın eşi Gülşen Işık: “Ayhan bana çok tokat attı. Hatta bir defasında dişimi bile kırdı.” demişti. Fikret Hakan’ın hafif müzik sanatçısı eşi Hümeyra’ya attığı dayak çok konuşulmuştu. Sadri Alışık, eşi Çolpan İlhan’ı içip içip döver, Cüneyt Arkın gerçek hayatında da kadınları aynı sertlikle tokatlar, Müslüm Gürses eşi Muhterem Nur’a, İbrahim Tatlıses eşi Perihan Savaş’a şiddet uygular, Kartal Tibet kadın dergilerinde, “kadınları dövmenin zorunluluğu” üzerine felsefe yapacak kadar şiddete düşkünmüş.

Geçmişte yaşanmış olay ve olguları günümüzün ölçüleriyle değerlendirmek anakronizm belasına saplanmak olur. Bundan kaçınmak için tarihsel niteliği olan ölçüleri mümkün olduğunca günümüz ölçülerine çevirebilmek lazım. Örneğin 20.yy’ın başına kadar Osmanlı haremlerinde padişahlarla yatan oğlanları, 19.yy sonuna değin İstanbul’daki köle pazarını, erkekler arasındaki düello geleneğini, birden fazla kadınla evlenmeyi, başlık parası ödemeyi, kızları çocuk yaşta evlendirmeyi bugünkü ölçülerle ele almaya kalkarsak hepsini suç kabul ederiz. Dün kabul görmüş bir edim bugün yadsınabilir. Feminist hareketin ilk defa 1987 yılında “Kadınlara Dayağa Karşı Hayır” yürüyüşünden sonra örgütlü mücadeleye geçtiğini ve engellenmesi için ancak 2000’li yıllarda kamusal düzeyde ele alındığını anımsatırım.

Çocukken annem bana tavuk kestirirdi, bugün hiçbir kuvvet bana aynı şeyi yaptıramaz. Bizden 50 yıl sonraki nesil belki de bizleri hayvan katili diye adlandırarak bizlerden utanacaktır. Değerler, normlar ve edimler değişkendir. Ne denli aykırı fikirlere sahip olursa olsun Yılmaz Güney bir değerdir. Onlarca kitabında anlatmak istediği daha eşit, daha konforlu bir ülke için sınıfsal ve toplumsal adaletin sağlanmasından başka bir şey değildi. İşte bu nedenden ötürü Yılmaz Güney’i kadın düşmanı bir katil diye adlandırmak büyük haksızlık olur.

Yılmaz Güney’in şu sözleriyle bitirmek istiyorum.

“Dostluğu ve sevgiyi, yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın diye.”

YILMAZ GÜNEY’DEN NEBAHAT ÇEHRE’YE: BOYNUMDA, KOLLARIMDA BİR ZİNCİRSİN SEN YAVRUM
Kaynak: https://twitter.com/seyfi_elciboga/status/1703371885487022084

SCHOPENHAUER FELSEFESİ: BİLİNÇDIŞININ (İD’İN) OLDUĞU YERDE BEN’İM OLMAM GEREKİR

0

Varolmanın Acısı

Ebedi irade, bedenimizin karanlık derinliklerinden zaman mekân boyutlarına bürünüp bi- reyselleşerek fenomenleşince, onun varlığını fark ederiz. Dünyanın asıl itici gücü olarak irade kendinde bilinebilecek bir şey değildir; biz onu nesneleşmeleri aracılığıyla fark ederiz. Metafizik üzerinden bilgisine ulaştığımız, farkına vardığımız şey, dünyanın gerçek yüzünü yüzeydeki tasarımların gerisine gizleyen, iç motorudur. Renkli bir gözlükten bakar gibi, dünyayı kendimiz için huzur verici, hoş renkler içinde seyrederiz. Schopenhauer felsefesinin aydınlanmacı radikalliği, insanların gözünden bu hoş gösterici gözlüğü çekip alma ve onun beyninin ürünü olan imajları, dünyayı kutsal bir nur içinde gösteren yanılsamaları ortadan kaldırmayı hedefler. Böylelikle dünyanın yanıltıcı büyüsü ortadan kalkacaktır. Bedensel varlığın bilinçdışı bu kudretinin farkına vardırılmamız, Freudçu psikanalizin de hedefidir. Schopenhauer’in filozof olarak hedeflediğini, Freud hekim olarak hedefler. Schopenhauer’in irade metafiziği, niyet ve amaçları bakımından Freud’un metapsikolojisi ile örtüşür.

Freud’un dürtü öğretisi ile Schopenhauer’in irade öğretisinin iç akrabalığı bu ilişkiyi açık seçik ortaya koyar. Orada irade burada bilinçdışı, ahlaki yönden çürük olanın o alabildiğine problematik yanının adıdırlar. Gerek irade gerekse bilinçdışı, gerçeklik ilkesinin sosyal akılla biçimlenmiş normlarına direnip dururlar. Bu iki derindeki yan, ben’in (ego’nun) kendine yeterli, kendinden emiri özerkliğinin görünürde bir özerklik, bağımsızlık olduğunu göstermekle kalmayıp bu ben’in (dürtü, bilinçdışı karşısındaki akim) isimsiz, doğaya bağımlı olanın İd’in, öteki deyişle bilinçdışı’nın, ya da irade’nin) rençberi olduğunu tartışmasız ortaya koyarlar.

(Burada Freud’un meta-psikolojisine kısaca değinmek yararlı olabilir. Freud psişik aygıtı önce birinci topik adı verilen bir tür modele göre yapılandırır. Burada bilinçdışı-bilinçaltı-bilinç kavramlarının üçgeninde bir modelle karşılaşırız. Bilinçdışı-dürtü de bu bağlamda öne çıkar. Bilinçdışı dürtü’nün kaynağı içsel, organik-biyolojik bir uyarım, bir itkidir. Dürtünün hedefi, organik kaynaklı uyarımı tatmin etmektir. Dürtünün nesnesi, dürtüyü harekete geçiren uyarımı yatıştıracak nesnedir. Burada Schopenhauer’in irade’si ile bilinçdışı dürtü arasındaki bağlantı kendini ele veriyor.

Dürtüler arasında bastırmaya en çok hedef olanlar, cinsel kökenli dürtülerdir. Cinsel kökenli güdülerin enerjisini libido sağlar. Libido Freud sisteminde değişik tatmin hedeflerine yönelir; önce kendi öz bedenine yönelir; bu nar- sistik dönemin ardından dış nesnelere taşınır; kökenindeki cinsel özelliğini yitirdiğinde yücelir, sanata-kültüre enerji verir. İşte libidonun cinselliğini kaybetmesiyle ortaya çıkan enerji, Freud teorisinde, ego’nun, ben’in de kaynağıdır.

Freud’un ikinci topik diye bilinen psişik aygıt modeli, birincisinin bir tür revizyonudur. Burada bilinçdışı dürtü alanı karşımıza id (Almanca Es) olarak çıkar. Ego Ben olmuştur; bir yanda da süperego (üstben) vardır. İd bilinçdışı dürtülerin kökenini oluşturur, ama Freud bu terimi çoğu kez bilinçdışı ile eş anlamlı olarak kullanır. İd haz ilkesinin esiri gibidir; yönelimlerini haz ilkesi belirler; id sürekli dolayımsız tatmin arar; kendi dışında hiçbir ilke tanımaz, işte bu noktada “ben”, haz ilkesine bağlı id ile dışın, gerçeklik ilkesinin, öteki deyişle toplumsal normların dengesini kurmaya çalışır. Buradan bakıldığında ben bir bakıma akıldır; yer yer bilinçtir, mantıklı mercidir; salt doyum arayan id’i, ne zaman ne mekân ne de gerçeklik ilkesinin hükümlerini tanıyan “birincil sürecin” aktörüne haddini bildirip durur. Freud’un psişik aygıt modelinde, id’den farklılaşarak oluşan, libido’nun cinsel enerji kökenini yitirmiş halinden türeyen ben, bir yanıyla id’in “gerçeklik ilkesine” uyum sağlayan, bu ilkeye göre dönüşmüş yanıdır. Bastırmalar sayesinde kaynağındaki cinsel ve saldırgan eğilimlerden kurtulmuş, nötrleşmiş bir libido’nun akıl konumuna yükselmiş bölümüdür. Ben, bir akıl mercii olma, bir yargı gücüne sahip olma özelliğiyle gerçekliği değerlendirir, gerçeklik ilkesi ile haz ilkesini dengeler. Ben, bir bakıma bir akıl mercii olarak, gerçeklik ilkesini, dış dünyayı tanıyan yanıyla, gerçeklik ilkesine uymayan dürtü ve tatmin isteklerini geri çevirir, savunma mekanizmalarını harekete geçirip bunları bastırır. Süperego ya da “üst-ben”, ben’in bir bölümünün kültürel etmenleri içselleştirmesi sonucunda ortaya çıkmıştır bu modelde. Üst ben’in başlangıçları, cinselliğin gelişmesindeki bir evre olan anal döneme geri gitse de, esasen odipal devre denen cinsel aşamanın ürünüdür. Bir tür, “dış yasakları içselleştirme ile tamamlanan üst ben” evresinin bu yasaklan arasında özellikle ahlak normları ve kültürel değerler bulunur.

Klasik Freud modeline bağlı kalan Fenichel, dürtülerin (içgüdülerin) özelliklerini sayarken, dürtü ile Schopenhauer’in irade’si arasındaki benzerlikleri sanki özetler: a) Dürtünün amacı tatmindir, b) Bu nesne dış dünyaya ait (fenomenler dünyasından) dürtüyü doyuma ulaştıracak herhangi bir nesnedir, c) Dürtünün kaynağı, organik fizyolojiktir. Schopenhauer kör iradeye hayır demenin yolunun keşişçe ve azizce bir hayat sürmek, motifi irade nin isteklerinin tatmini olmayan nedenlere yönelmekten söz ediyordu. Freud modelinde, kısmen akıl ve bilinç mercii olarak karşımıza çıkan ben, bilinçdışı dürtünün alanında hâkim duruma gelmeli, körü körüne tatmine yönelmiş dürtüye, gerçeklik ilkesini gösterip onu sınırlamalıdır.

Freud’un psikanalize yönelen yaşam öyküsünde, bizzat kendisinin daha önce histeri olarak kabul edilen hastalarla yaşadığı deneyimler önemli bir rol oynar. Schopenhauer de kendi dürtü öğretisini, Berlin Akıl Hastanesi’nde 1811 ile 1813 arasında yaptığı incelemelere dayandırır. Haftada düzenli olarak en az üç hasta ziyaret eden Schopenhauer, modern uygulamalara rağmen, tımarhanede hâlâ işkence yöntemlerinin de uygulandığını görür. Bu zorlayıcı uygulamanın temelinde Kant’ın töreler (ahlak) yasası bağlamında ortaya attığı o kayıtsız şartsız uyulması gereken “kategori imperatif’inin etkisi büyüktür. Buna bağlı olarak ahlak ve töre ilkelerine patolojik durumlarda bile uyulması gerektiği saplantısı, delilere bile işkence yapılmasını meşru kılmaktadır. Bu nedenle psikiyatrik tedavinin amacı her ne pahasına olursa olsun, hastayı akim ve ahlak yasalarının hâkimiyeti altına sokmaktır. Schopenhauer’in deliliğe duyduğu merak ve düşündüğü çözüm, bu Kantçı uygulamanın mantığına karşıdır. Filozofun deliliğe özellikle ilgi duymasının temelinde ise, özellikle baba ve büyükanne tarafından yaşadığı olaylardır.

Schopenhauer delileri inceledikten sonra, bunların, ne anlama yetilerinin ne de akıllarının herhangi bir hastalıktan muzdarip olmadıkları sonucuna varır. Hastalığın vesilesi, temelde şiddetli bir acı, üzüntü ve ıstıraptır; hiç umulmadık anda kırılan gurur ve onur; karşılık bulmayan şiddetli sevgi; her türlü dehşet verici korkunç yaşantıdır. Delilik, çok büyük acıların lethe’sidir. (Yunan Mitolojisi’nde ölülerin, içinden unutma suyunu içtikleri nehir). Büyük acılara boğulmuş ruh (tin), anılarının ipini koparır; böylelikle ortaya çıkan boşluk, Schopenhauer’e göre, karşımıza çıkacak ilk kurmaca ile hayal ile doldurulur. Böylece kendisini, manevi, zihinsel güçlerini aşan acıdan, ıstıraptan deliliğin içine atarak kurtarır.

Deliliğin kaynağına travmayı yerleştirmesi, bir bastırma, kaydırma mekanizmasının devreye girmesi sonucunda acı verici anıların yerine fiksiyonların yerleşmesi, Freud’un 1894 yılında tanımlamaya çalıştığı psikozların temel modelini oluşturur. Freud, “savunma nevrozları” hakkında şunları söyler: “Ben, psikoza kaçıp sığınarak, katlanılmaz tasarımı (düşünceyi) başından savmıştır. Katlanamayacağı bir tasarım ve düşüncenin etkisinden sıyrılabilmiş bir kimse, savunma mekanizmasını harekete geçirip kendini korumayı başarmışsa, Freud’a göre, kendini halüsilasyonlarla döşeli bir kargaşa ortamında bulur.” Demek ki Schopenhauer’in dürtü öğretisini psikanaliz ile birleştiren “bilinçdışının” öneminin yanı sıra, Schopenhauer’in delilik hakkındaki görüşleri de, Freud’un ilerdeki “anıların kaybolması”, “bastırma”, “kaydırma,” “ruhsal buhranların üstesinden gelme”, “yedek-oluşturma”, “hastalığa kaçıp sığınma” ve de “rüya” teorisinin çeşitli yönleri ve mekanizmaları hakkındaki görüş ve incelemelerinin öncü çalışmalarından biridir.

Freud, “ölüm/ölme dürtüsü” öğretisini ise açıkça Schopenhauer’e geri götürür. Schopenhauer, “Parerga und Paralipomena” başlıklı çalışmasında, ölüm üzerine, daha doğrusu insanın kaderinin görünürdeki amaçlılığı hakkında transzendental bir spekülasyon yapar: İnsanoğlunun, doğanın iç yasasınca esrarengiz bir şekilde yönlendirildiğini söyler. “Görünmeyen ve ancak müphem bir görünüş olarak, yansı olarak kendini ele veren yönlendirme, ölüme, hayatın bu asıl sonucuna ve bu bakımdan da amacına kadar bize eşlik eder,” der. Ölümün saatinde bütün o esrarengiz (aslında kökü bizde yatan) ve insanın ebedi kaderini belirleyen güçler itiş kakış birlikte harekete geçerler. Bu güçlerin çatışkısından, bütün refahların ve acıların yanı sıra, onun şimdi artık yürümek zorunda olduğu yol hazırlanır; yani onun palin- genese’si (yeniden doğuşu). Ölüm saatinin o alabildiğine ciddi, önemli, şenlikli ve korkunç karakteri buraya dayanır. Bir krizdir ölüm saati, sözcüğün en güçlü anlamıyla; mahkeme-i kübra.

Freud psişik hastayı hastalığıyla birlikte doğal-ampirik dünyanın içinde ele alıp bilimsel olarak betimlenebilecek dürtü güçlerinin peşine takılmışken Schopenhauer, irade’nin kökenini son tahlilde zaman dışı bir mıntıkaya taşır. Ampirik bir olgu olan delilik de, bu bağlamda onun irade metafiziğine bağlanır. Schopenhauer sanat ve keşişçe bir yaşamın yanı sıra, deliliği de acılara katlanmanın hatta onları aşmanın bir biçimi olarak anlamakla, acının, ıstırabın irade ile özdeş olduğu tezini bir kez daha destekler.

Veysel Atayman Varolmanın Acısı – Schopenhauer Felsefesi

EVLİLİK VE AHLAK: AİLE HAYATINDA BABANIN EGEMEN OLMASI – BERTRAND RUSSELL

0

Babalığın fizyolojik gerçeğinin kabul edilmesi babalık duygusuna yepyeni bir unsur ekleyerek hemen her yerde ataerkil toplumların doğmasına yol açtı. Baba, İncil’de belirtildiği gibi, çocuğunu kendi «tohumu» olarak kabul etmesiyle birlikte çocuğa karşı olan duygusu iki etken tarafından güçlendirildi: İktidar tutkusu ve dölün devamı, erkek döllerinin başarısını kendi başarısı olarak duymakta ve onların yaşamını kendi yaşamının devamı olarak görmektedir. Tutku artık mezarda son bulmamakta kuşaktan kuşağa uzanmaktaydı. Örneğin dölünün vaatedilmiş topraklara yayılacağını öğrenen İbrahim’in duyduğu hazzı düşünün.

Anaerkil toplumlarda aile tutkularının da kadınlığa özgü olması gerekiyordu, nitekim kadınlar savaşmadıkları için böylesi tutkular ataerkil toplumlarda olduğundan daha az etkiliydiler. Böylece babalığın ortaya çıkması insan toplumunu, anaerkil evreden daha rekabetçi (yarışmacı) daha güçlü (enerjik) daha faal (dinamik) ve hummalı çalışır hale getirmiştir. Bir ölçüde varsayıma dayanan bu etkiden başka eşin (kadının) namusu üzerinde durmak için yeni ve çok önemli bir neden vardı artık. Çağdaş İnsanın sandığı gibi kıskançlıkta salt içgüdüsel öğe pek o kadar güçlü değildir. Kıskançlık en uç noktasına, soyun bozulması korkusundan dolayı, ataerkil toplumlarda ulaşmıştır. Bu olgu, karısından bıkıp metresine iyiden iyiye bağlanan bir erkeğin buna karşın rakip erkeklerden karısını, metresinden daha çok kıskanması gerçeğinde görülebilir. Yasal (meşru) çocuklar erkeğin egosunun (beninin) bir devamıdır ve onun çocuğa duyduğu sevgi bir egoizm (bencillik) türüdür. Diğer yandan eğer çocuk yasal değilse, gayrimeşru baba bir biyolojik bağı bulunmayan bu çocuğa karşı sahte sevgi gösterilerinde bulunabilir. Babalığın ortaya çıkması, kadınların namuslarının korunması için, baskı altına girmelerine yol açtı – bu baskı önce bedensel başlamış, ardından düşünsel hale gelmiş ve en yüksek noktasına Viktorya çağında ulaşmıştır.

Kadınların baskı altına alınmalarından ötürü, birçok uygar toplulukta karı ve koca arasında gerçek dostluk oluşturulamamış, aralarındaki ilişkiler birinin alçakgönüllülük göstermesi diğerininse görevini yerine getirmesi biçiminde süregelmiştir. Tüm erkekler, yetkin bir düşünce yapısının karısını ihanete itebileceği korkusuyla tüm ciddi düşünce ve amaçları kendilerine saklamışlardır. Birçok uygar toplulukta kadınlar hemen hemen tüm dünya nimetlerinden ve olaylarından yoksun bırakılmışlar ve yapay bir şekilde aptallaştırılıp kayıtsız kılınmışlardır. Plato’nun diyaloglarından kendisinin ve arkadaşlarının, erkeklere, ciddi sevginin tek gerçek nesnesi olarak baktıkları izlenimi çıkartılabilir. İlgilendikleri konuların tümünün saygıdeğer Atinalı kadınlara bütünüyle kapatıldığı göz önüne alınırsa buna pek şaşmamak gerekir. Tümüyle benzer durum, şiirinin en görkemli olduğu dönemde İran’da, yakın zamanlara kadar Çin’de ve dünyanın birçok yerinde ve çocukların yaşattığından (meşruluğundan) emin olma tutkusu yüzünde tahrip edilmiştir. Sadece sevgi değil, kadınların uygarlığa yapacakları tüm katkılar da aynı nedende güdük bırakılmıştır.

Kendi doğal akışı içinde değişen ekonomik sistemle birlikte soy izi sürme yöntemi de biçim değiştirdi. Anaerkil toplumda kişi dayısının mirasçısıyken ataerkil toplumda babasının mirasçısı oldu. Ataerkil toplumda babayla oğul arasındaki ilişki, anaerkil erkekler arasında var olan tüm ilişkilerden daha yakındı, zira daha önce gördüğümüz gibi, babaya yüklediğimiz doğal işlemler, anaerkil toplumda babayla dayı arasında bölüşülmekte, sevgi ve ilgi babadan gelirken, yetki ve mal dayıdan gelmekteydi. Böylece, ilkel bir aile türünden, ataerkil ailenin çok daha karmaşık bir durumda olduğu açıklık kazanmaktadır. Erkeklerin evlenecekleri kızda bekaret aramaya başlamaları ataerkil sistemin ortaya çıkmasıyla başlar. Anaerkil sistemin var olduğu yerlerde genç kadınlar da erkekler gibi diledikleri çılgınlıkları yapabilmekteydiler, fakat evlilik dışı tüm cinsel ilişkilerin kötülüğünün önemine kadınlar inandırıldıktan sonra buna göz yumulmadı.

Babalar varoluş gerçeklerini yakalar yakalamaz ulaşabildikleri her yerde bundan azami derecede yararlandılar. Uygarlık tarihi, tarihsel kayıtların başlamasından hemen önce birçok uygar ülkede en yüksek noktasına ulaşan babalık yetkisinin yavaş yavaş zayıflamasının öyküsüdür. Çin’de ve Japonya’da bugün hâlâ devam etmekte olan atalara tapınma ilk uygarlıklarının tümel (Üniversal) bir özelliği olarak belirmektedir. Baba çocukları üzerinde birçok konuda – Roma’da ölümüne ya da yaşamasına karar vermeye kadar uzanan — mutlak yetkiye sahipti. Kız çocuklar uygar toplumun her yanında erkek çocuklar ise ülkelerin büyük çoğunluğunda babalarının izni olmaksızın evlenemezlerdi ve evlenecekleri kişiyi babalarının seçmesi olağan bir durumdu. Kadın yaşamının hiçbir evresinde bağımsız bir varlığa kavuşamamış önce babasının sonra kocasının kölesi olmuştur. Ayrıca gelinler, oğulları ve onların kanlarıyla aynı çatı altında oturan ve onlara ev işlerinde zorbaca çalıştıran yaşlı kadınların tümüyle baskısı altındaydılar. Bu gün bile Çin’de genç kadınların kaynanalarının zulmüne dayanamayıp intihara sürüklenmeleri bilinmeyen bir şey değildir ve Çin’de rastladığımız bu durum yakın zamana kadar Asya ve Avrupa’nın tüm uygar bölümlerinde de söz konusuydu. İsa, oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı çıkartmaya geldiğini söylediğinde, bugün halen Uzakdoğu’da süregelen aile düzenini düşünüyordu. Babanın üstün gücüyle ilk ağızda elde ettiği erk (iktidar) din tarafından da desteklenmekteydi ki, birçok biçimine rastladığımız bu duruma Tanrının yönetenlerden yana olduğunu duyulan inanç diyebiliriz. Atalara tapınma ya da benzeri şeyler son derece yaygındı. Hıristiyanlığın dinsel görüşlerinin babalık görkemiyle mayalandığını daha önce görmüştük. Toplumun monarşik (Tekerklik) ve aristokratik (Soyluerklik) örgütlenmesi ve miras düzeni her yerde babalık erki temeline oturtulmuştu. İlk dönemler ekonomik güdüler (Motive, Saik) bu sistemi ayakta tutuyordu. Tekvin’de (Tevrafın dünyanın oluşunu anlatan birinci kitabının başlığı) erkeklerin nasıl sayısız torun istediklerini ve istedikleri gerçekleşince bunun kendileri için ne kadar yararlı olduğunu görürüz. Oğulların çoğalması hayvan sürülerinin büyümesi kadar yararlıydı. O günlerde Yehova (Yahudilerin Tanrılarına verdikleri ad.) insana bu nedenle çoğalıp artmalarını söylemekteydi.

Uygarlığın gelişmesiyle ekonomik koşullar değişti, bir zamanlar bencilliği körükleyen dinsel kurallar sıkıcı gelmeye başladı. Roma’nın refaha erişmesinden sonra soylular (aris-tokracy) büyük aileyi bir yana bıraktılar. Görkemli Roma’nın son yüzyılları boyunca, bugünkünden çok daha etkili olan ahlakçıların öğütlerine rağmen, eski soylu takımı birer birer ölerek tükenmekteydi. Eşlerin ayrılması kolay ve yaygın hale gelmiş, üst sınıftaki kadınlar, hemen hemen erkeklerle eşit bir konuma ulaşmışlardı. Ve çocuklar üzerinde sahip olduğu velayet hakkı (patria potestas) yavaş yavaş azalmaktaydı. Bu gelişme birçok yanıyla günümüzdekine benzemektedir, yalnız Romada üst sınıflar içinde yer alan bu gelişme ondan yararlanacak kadar varlıklı olamayanlar tarafından sarsıldı. Bizimkinin aksine Antik uygarlığın sınırları nüfusun çok küçük bir yüzdesini içine almaktaydı. Antik uygarlığı yaşadığı sürece güvenilmez yapan da işte buydu ve sonunda aşağılardan gelen büyük boş inanç dalgasına dayanamayıp yıkılmasının da nedeni bu oldu. Hıristiyanlık ve barbar istilaları Greko-Romen düşünce sistemini yok etti. Her ne kadar ataerkil sistem varlığını sürdürmüş ve hatta ilk elde soylu (Aristokratıç) Roma’dakine göre bir ölçüde güçlenmişse de kendini yeni unsura, Hıristiyanlığın cinsiyete bakışına ve Hıristiyan ruh ve feüfran (Salvation) öğretisinden çıkartılan bireyciliğe uydurdu. Hiçbir Hıristiyan topluluğu Antik ve Uzakdoğu uygarlıkları kadar açıktan açığa dirimsel (biological, yaşama değgin) olamamıştır. Üstüne üstlük Hıristiyan din biliminin bireyciliği Hıristiyan ülkelerinin yönetim biçimini giderek etkiledi ve bir zamanlar insanlarca, ölümsüzlüğü sağlamaya en iyi çare olarak görülen soyun devamına olan ilgi, kişisel ölümsüzlük vaadleriyle azaldı. Çağdaş toplum ataerkilliğini sürdürmekte ve aile kendini korumaktaysa da eski toplumlara oranla babalığa olan bağlılık önemini oldukça yitirmiştir. Ayrıca ailenin gücü de alışılmışın çok altına düşmüştür. İnsanların umut ve tukulan bugün, Tekvin’deki atalarından tamamıyla farklıdır. Bugün sayılarının kalabalığıyla değil, devlet içindeki konumlarıyla üstünlüğe erişmeye çalışılıyor. Bu değişim geleneksel ahlak ve tanrı inancının gücündeki azalmanın nedenlerinden biridir. Değişmenin kendisi gerçekte Hıristiyan tanrıbilimin bir parçasıdır. Bunun nasıl gerçekleştiğini görebilmek için, dinin, insanların evlilik ve aile hakkındaki görüşlerini nasıl değiştirdiğini incelemek gerekir.

Evlilik ve Ahlak Bertrand Russell

LEV TOLSTOY: YAPMAYA NİYETLENDİĞİM ŞEYİ TAM OLARAK YAPMAYA NE ZAMAN NE DE YETENEĞİM İZİN VERDİ

Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)

Beş yıl boyunca, uygun yaşam koşullarında, kesintisiz ve sıra dışı bir biçimde emek harcayarak hazırladığım bu eseri yayımlarken, bir önsözle eser hakkındaki görüşlerimi dile getirmek ve bu arada okurlarda uyandırabileceği şaşkınlığın önüne geçmek istiyorum. Okurların kitabımda benim istemediğim ya da dile getirmeyi başaramadığım bir şeyleri görüp aramamalarını, ilgilerini tam olarak benim dile getirmek istediğim, ama (eser çerçevesinde) üzerinde durmayı uygun bulmadığım şeylere yöneltmelerini istiyorum. Yapmaya niyetlendiğim şeyi tam olarak yapmaya ne zaman ne de yeteneğim izin verdi ve şimdi, özel bir derginin konukseverliğinden yararlanarak, eksik ve kısa bir şekilde de olsa, ilgilenebilecek olan okurlar için, yazarı olarak kendi eserim üzerine görüşlerimi açıklamak istiyorum.

1) Savaş ve Barış nedir?

Bu bir roman değil, bir poem de, bir vakayiname de değil. Savaş ve Barış, yazarın tam da dile getirildiği biçimde dile getirmek istediği ve yapabildiği bir şey. Yazarın düzyazı edebiyatının yerleşik biçimleriyle ilgilenmediğini bu şekilde ilan etmesi, eğer tasarlanmış olsaydı ve eğer örnekleri olmasaydı, bir özgüven belirtisi olabilirdi. Ama Puşkin’den bu yana gelen Rus edebiyatı tarihinin Avrupa biçimlerinden bu tür bir sapmanın birçok örneğini sunması bir yana, hatta tersi yönde tek bir örnek bile sunmuyor. Rus edebiyatının Gogol’ün Ölü Canlar’ından Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar’ına dek uzanan yeni döneminde, sıradanlıktan birazcık olsun sıyrılan, roman, poem ya da uzun öykü biçimine tam olarak yerleşen tek bir düzyazı eseri yok.

2) Dönemin karakteri, eserin ilk kısmı yayımlandıktan sonra bazı okurların da bana söylemiş olduğu gibi, benim yapıtımda yeterince belirlenmiş değil. Bu siteme karşı şunları söyleyeceğim:

Benim romanımda yer almayan dönem karakterinin nasıl olduğunu biliyorum: kölelik hukukunun felaketleri, kadınların duvarlar arasına hapsedilmesi, yetişkin oğulların kamçılanması, Saltıçiha1 vb.; dönemin hayalimizde yaşayan bu karakterini doğru saymıyorum ve bu karakteri dile getirmek istemedim. Mektupları, günlükleri, hikâyeleri incelerken, bu kargaşanın bütün bu felaketleri, şimdi ya da başka zaman olduğundan daha fazlaymış gibi gelmedi bana. O zamanlar da yine seviyor, kıskanıyor, doğruyu, iyiliği arıyor, tutkulara kapılıyorlardı; karmaşık akıl ve ahlak yaşamı aynıydı, hatta bazen şimdikinden daha seçkin, yüksek düzeydeydi. Eğer bizim kafamızda o dönemin karakteri sorumsuz ve kaba güce dayanan bir karakter olarak kaldıysa, bunun nedeni hikâyelerden, yazılardan, kısa roman ve romanlardan bize sadece zorbalık ve kargaşa örneklerinin ulaşmış olmasıdır. O dönemin hâkim karakterinin kargaşa olduğu sonucuna varmak, bir dağın tepesinden ağaçların tepelerini gören birinin, baktığı yerde ağaçlardan başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarması kadar yanlış olacaktır. O dönemin de (her çağın olduğu gibi), sosyetenin büyük uzaklığından diğer katmanlara dek uzanan, hâkim felsefeden, eğitim özelliklerinden, Fransızca konuşma alışkanlıklarından vb. kaynaklanan bir karakteri var. Ben de elimden geldiğince bu karakteri dile getirmeye çalıştım.

3) Rusça bir eserde Fransızca’nın kullanılması. Neden eserimde sadece Ruslar değil, Fransızlar da bazen Rusça, bazen Fransızca konuşuyorlar?

Rusça bir kitapta kişilerin Fransızca konuşup yazmasını kınamak, bir haritaya bakıp da onda gerçeklikte olmayan kara lekelere (gölgelere) dikkat çeken birinin yapacağı kınamaya benziyor. Ressam resme geçirdiği yüzdeki bir gölgenin gerçeklikte olmayan kara bir lekeyle temsil edilmesinden dolayı suçlanamaz; ama ressam bu gölgelerin yanlış ve kaba bir şekilde yerleştirilmesinden dolayı suçlanabilir. İçinde yaşadığımız yüzyılın başındaki bir dönemi ele almış, Rusların tanıdığı bir ortamdan kişileri, ayrıca dönemin yaşamına doğrudan katılan Napoléon’u, Fransızları tasvir ederken, ister istemez Fransız olan bu düşünce kaynağının ifade biçimine gerektiğinden çok daldım. Bu yüzden de, benim yerleştirdiğim gölgelerin, yanlış ve kaba da olabileceğini kabul ederek, Napoléon’un bir Rusça, bir Fransızca konuşmasını çok gülünç bulanların, bunu gülünç bulmalarının nedeninin, kendilerinin, bir portreye baktıkları halde, ışık ve gölgeleriyle bir yüzü görmek yerine, burnun altındaki kara lekeyi de görüyor olmaları olduğunu anlamalarını dilerim.

4) Karakterlerin isimleri:

Bolkonski, Drubetskoy, Bilibin, Kuragin vd. ünlü Rus isimlerini andırıyorlar. Tarihsel olmayan karakterleri diğer tarihsel karakterlerle karşı karşıya getirirken, Kont Rastopçin’den Prens Pronski’yle, Strelski’yle ya da uydurma, kopya ya da aynı soyadı taşıyan başka herhangi bir prens ya da kontla birlikte bahsetmeye çalışmanın kulağa hoş gelmediğini hissettim. Bolkonski ya da Drubetskoy, aslında ne Volkonski ne de Trubetskoy olmasa da, Rus aristokrat çevresinde tanıdık ve doğal bir şeyler çağrıştırıyor. Benim açımdan kulağa sahte gelen bir şekilde, Bezuhov ve Rostov gibi her kişi için isim uyduramazdım ve bu güçlüğü aşmanın da, daha en baştan Rus kulağına en tanıdık gelen soyadlarını alıp birkaç harflerini değiştirmekten başka bir yolu yoktu. Eğer uydurma isimlerin gerçek isimlerle benzerliği herhangi birine şu ya da bu gerçek kişiyi tasvir etmek istediğim düşüncesini verseydi, çok üzülürdüm; özellikle de gerçekten var olan ya da var olmuş kişilerin anlatılmasını içeren o edebi uğraşın benim yaptığımla yakından uzaktan ilgisi olmaması nedeniyle. M.D. Ahrosimova ve Denisov – istemeden ve aceleyle, o zamanın sosyetesinin iki çok karakteristik ve sevilen kişisine çok benzeyen isimler verdiğim kişiler bunlar. Bu da benim bu iki kişinin özel karakterinden dolayı yaptığım bir hata oldu, ama bu açıdan hatam da bu iki kişinin tek bir yönüyle sınırlı kaldı; okurlar, herhalde, bu kişilerin başından gerçeğe benzer bir şey geçmediğini kabul edecektir. Geri kalan kişiler kesinlikle uydurmadır ve hatta hikâyeler ve gerçeklik de benim için belli ilkörneklere sahip değildir.

5) Tarihsel olayların tarihçilerin anlattığı şekilde tasvir edilmesini kabul etmemem

Bu rastlantı değildi, kaçınılmaz olarak oldu. Tarihçi ve ressam, tarihsel bir dönemi tasvir ederken, kesinlikle farklı iki nesneye sahiptir. Eğer tarihçi olarak, tarihsel kişiyi bütünlüğüyle, yaşamın bütün yönlerine karşı karmaşık ilişkileriyle çizmeye kalkışınca yanlış yapacaksa, ressam da o kişiyi hep tarihsel öneminde sunarak, kendi işini yapamaz. Kutuzov her zaman at üstünde, elinde dürbünle düşmanları gösterir halde değildi. Voronova’daki evini (işgalci Fransızlara bırakmamak için) her zaman meşaleyle yakmıyordu Rastopçin (hatta bunu hiç yapmadı) ve İmparatoriçe Mariya Fedorovna hep eline bir hukuk kitabı almış, peleriniyle oturmuyordu, halkın hayal gücü onları böyle hayal ediyordu. Tarihçi için, herhangi bir amaç için bir şeyler yapıp eden kişiler anlamında, kahramanlar vardır; sanatçı için, bu kişilerin yaşamın her yönüne yanıt vermeleri anlamında, kahramanlar var olamaz ve olmamalıdır, sadece insanlar var olmalıdır. Tarihçi bazen, tarihsel kişinin bütün eylemlerini bu kişiye yüklediği tek bir fikre bağlayarak gerçeği çarpıtmak zorunda kalır. Sanatçıysa, tersine, bu fikrin tekliğinde hedefinin benzersizliğini görür ve sadece ünlü bir eylemciyi değil, insanı da anlamaya ve göstermeye çabalar.

Olayların tasvirinde daha da keskin ve önemli bir ayrım vardır. Tarihçi olayların sonuna kadar gitmeyi iş bilir, sanatçıysa olayın olgusuna kadar. Bir kıyaslama yapan tarihçi şöyle der: Şu ordunun sol cephesi şu ormana doğru harekete geçti, düşmanın önünü kesti, ama geri çekilmek zorunda kaldı; sonra atağa geçen süvariler sökün etti… vb. Tarihçi başka türlü anlatamaz. Buna karşılık sanatçı için bu sözcükler hiçbir anlam taşımaz ve hatta olayın kendisini bile etkilemez. Sanatçı, kendi deneyiminden ya da mektuplardan, yazışmalardan ve hikâyelerden yola çıkarak yaşanan olaylarla ilgili kendi fikrini oluşturur ve genellikle de (karşılaştırma örneğinde) tarihçinin belli bir ordunun yaptıkları hakkındaki yorumu sanatçının yorumunun tam tersi görünür. Elde edilen sonuçlar arasındaki fark, her birinin kendi bilgilerini aldıkları kaynakların farklılığı olarak açıklanır. Tarihçi için (karşılaştırmayı sürdürecek olursak) başlıca kaynak tek tek komutanların ve genelkurmayın bildirdikleri olur. Sanatçı bu tür kaynaklardan hiçbir şey çıkaramaz, onlar için bu kaynaklar hiçbir şey açıklamaz, hiçbir şey söylemez. Daha da kötüsü, sanatçı onlardan uzaklaşır, onları kaçınılmaz bir yalan sayar. Her çarpışma sonrasında iki düşmanın neredeyse her seferinde yaşanan çarpışmayı birbirlerine tamamıyla ters bir şekilde anlatmaları da ayrı bir konudur; ayrıca her çarpışma anlatımında, kaçınılmaz olarak, birkaç verst mesafeye yayılmış, korku, utanç ve ölümün etkisiyle en güçlü ahlaki huzursuzluğun içinde bulunan binlerce insanın eylemlerini birkaç sözcükle anlatma ihtiyacından doğan yalanlar vardır.

“Çarpışma anlatımlarında genellikle şu öncülerin şu noktaya atağa geçtiğini ve sonra geri çekilme emri verildiği vb. yazar, sanki resmi geçitlerde on binlerce insanın iradesini tek bir iradeye dönüştüren o disiplin, tam da yaşamla ölümün karşı karşıya geldiği o eylem sırasında da işe yarayacakmış gibi. Savaşa katılmış olan herkes bunun ne kadar yanlış olduğunu bilir; buna karşın tebliğler ve içlerinde yer alan askerî tasvirler bu varsayıma dayanır. Çarpışmadan hemen sonra bütün orduyu bir gezin, hatta ertesi, sonraki günlerde, tebliğler daha yazılmamışken gezin ve bütün askerlere, kıdemlilerden en kıdemsizlere dek herkese olayın nasıl olduğunu sorun; size bütün bu insanların yaşayıp gördüğü şeyleri anlatırlar ve sizde görkemli, karmaşık, sonsuz çeşitlilik sahibi ve ağır, açıklanması güç bir izlenim kalır; ve kimseden, başkomutandan bile, olayın nasıl olduğunu öğrenemezsiniz.”

Ama iki üç gün sonra tebliğler yağmaya başlar, çenesi düşükler hiç görmedikleri şeyleri anlatmaya başlar; sonunda, ortak bir kanı oluşur ve bu kanıya göre ordunun genel görüşü şekillenir. Kendi kuşkularının ve sorularının yerine, yalan olan, ama anlaşılır ve hep şevk verici olan bu temsili koymak herkesi rahatlatır. Bir iki ay sonra çarpışmaya katılan biriyle konuşun, anlattıklarında eskisi gibi canlı bir malzeme bulamazsınız, artık tebliğlere göre anlatmaya başlamıştır. Borodin Çarpışması’nı da bana o olaya katılan canlı, akıllı kişiler böyle anlattı. Hepsi de aynı şeyi anlattı ve hepsi de Mihailovski-Danilevski’nin güven vermeyen tasvirlerini, Glinka’nın tasvirlerini anlatıyordu; hatta anlatanlar birbirlerinden verstlerce uzak oldukları halde, birbirleriyle aynı ayrıntıları anlatıyordu.

Sivastopol’un düşmesinden sonra, topçu komutanı Krıjanovski bana bütün tabyalardaki topçu subaylarının tebliğlerini göndermiş ve yirmiden çok olan bu tebliğlerden tek bir tane hazırlamamı rica etmişti. Bu tebliğleri kaydetmemiş olduğuma pişmanım. Tasvirleri oluşturan o naif, kaçınılmaz, askerî yalanın iyi bir örneğiydi bu. O sırada bu tebliğleri hazırlamış olan dostlarımın çoğunun, bu satırları okurken, amirlerinin emri üzerine, bilmelerine hiç imkân olmayan konularda nasıl tebliğler hazırladıklarını hatırlayarak güleceğine inanıyorum. Savaş deneyimi olan herkes, Rusların savaşta görevlerini ne büyük beceriyle yerine getirdiklerini ve bu görev için gerekli olan kuyruklu yalanı söylemekte ne kadar beceriksiz kaldıklarını bilir. Bizim ordularımızda bu görevin, yani tebliğ ve rapor yazma görevinin büyük ölçüde inorodtsi (başka soydan olan, Rus olmayanlar) tarafından yerine getirildiğini herkes bilir.

Bütün bunları askerî tarihçilerin malzemesi olan askerî tasvirlerde yalanın kaçınılmazlığını göstermek ve bu yüzden tarihsel olayların kavranışında tarihçiyle sanatçı arasında kısmi anlaşmazlıkların da kaçınılmaz olduğunu göstermek için söylüyorum. Ama, tarihsel olayların anlatımında doğru olmayan şeylerin kaçınılmaz olması dışında, beni ilgilendiren dönemin tarihçilerinde, yalan ve çarpıtmanın sadece olayları değil, olayların anlamının anlaşılmasını da etkilediği özel bir abartılı konuşma türüyle de karşılaştım (herhalde bu olayları gruplandırma alışkanlığı, onları kısaca dile getirmek ve olayları trajik bir havayla ele almak alışkanlıklarının bir sonucuydu). Bu dönemin uzmanı iki önemli tarihçi olan Thiers ve Mihailovski-Danilevski’yi incelerken, bu kitapların nasıl yayımlanıp okunabildiğine hayret ettiğim anlar oldu. Bir ve aynı olayların en ciddi, anlamlı bir havayla, aynı malzemeye dayanarak, birbirlerinin tam tersi şekilde anlatılması bir yana, bu tarihçilerde, insanın bu iki kitabın o dönemin biricik kaynakları olduğunu ve milyonlarca okura ulaştığını hatırlayarak ağlasın mı, gülsün mü bilemediği türden tasvirlerle karşılaştım. Ünlü tarihçi Thiers’den tek bir örnek vereyim. Napoléon’un yanında sahte para getirdiğini anlattıktan sonra şöyle diyor: “Relevant l’emploi de ces moyens par un acte de bienfaisance digne de lui et de l’armée française, il fit distribuer des secours aux incendiés. Mais les vivres étant trop précieux pour être donnés longtemps à ces étrangers, la plupart ennemis, Napoléon aima mieux leur fournir de l’argent, et il leur fit distribuer des roubles papier.”

Bu kısım, tek başına alındığında, sarsıcı, ahlaksızlığıyla demesek de, basit anlamsızlığıyla insanı çarpıyor; ama kitap bütün olarak alındığında insanı çarpmıyor, çünkü anlatımın o genel abartılı, gösterişli ve hiçbir düz anlam taşımayan tonuna uygun düşüyor. Yani sanatçının ve tarihçinin hedefi kesinlikle farklıdır, benim kitabımda olayların ve kişilerin tasvirinde tarihçinin tasvirinden ayrılık varsa, bunun okuru etkilememesi gerekir. Ama sanatçının, tarihsel kişi ve olaylar hakkında halkta oluşan fikrin, fanteziye değil, tarihçilerin sınıflandırmayı başardığı ölçüde, tarihsel belgelere dayandığını unutmaması gerekir; bu yüzden de, bu kişi ve olayları başka türlü anlayan ve sunan sanatçı, tarihçi gibi yine tarihsel malzemelere hâkim olmalıdır. Benim romanımda tarihsel bir kişinin konuştuğu ve hareket ettiği her yerde, bir uydurmaya başvurmadım, çalışmam sırasında büyük bir kütüphane oluşturmamı sağlayan, isimlerini buraya sıralamayı uygun bulmadığım, ama her zaman referans verebileceğim kaynaklardan yararlandım.

6) Son olarak, altıncı ve benim için en önemli konu, benim anlayışıma göre, büyük insanlar denen kimselerin tarihsel olaylarda çok küçük bir öneme sahip olduğu görüşüdür

Bu kadar trajik, bu kadar olay zenginliğine sahip ve bu kadar bize yakın bir dönemi, çok değişik kaynaklardan gelen canlı hikâyelere sahip bir dönemi incelerken, aklımızın tarihsel olayları gerçekleştiren nedenleri kavramakta yetersiz kaldığını açıkça gördüm. 1818 yılının olaylarının nedeninin Napoléon’un savaşçı ruhu ve İmparator Aleksandr Pavloviç’in yurtsever kararlılığı olduğunu (herkese çok olağan gelen bir şekilde) söylemek, tıpkı Roma İmparatorluğu’nun çökmesinin nedenlerinin birtakım barbarların halklarını batıya yönlendirmesi, belli bir Roma imparatorunun da devletini beceriksizce yönetmesi olduğunu söylemek ya da dev gibi aşılmaz bir dağın son işçi ona son kazma darbesini indirdiği için çöktüğünü söylemek kadar saçmadır.

Milyonlarca insanın birbirini öldürmeye çalıştığı ve yarım milyon insanın öldüğü böyle bir olayın nedeni tek bir insanın iradesi olamaz: Bir insan nasıl bir dağı deviremezse, tek bir insan 500 bin kişinin ölmesine de yol açamaz. Peki nedenler nedir? Bazı tarihçiler nedenin Fransızların savaşçı ruhu, Rusya’nın yurtseverliği olduğunu söylüyor. Başkaları Napoléon’un askerlerinin taşıdığı demokratik öğeden ve Rusya’nın Avrupa’yla ilişkiye girme zorunluluğundan bahsediyor. Ama milyonlarca insan birbirlerini öldürmeye nasıl kalkıştı, kim emretti bunu onlara? Herhalde herkes bunun kimse için daha iyi olmayacağını, daha kötü olacağını açıkça görüyordu; neden yaptılar bunu? Bu anlamsız olayın nedenleri üzerine geriye dönük sonsuz sayıda çıkarım yapılabilir ve yapılıyor da; ama bu açıklamaların engin sayısı ve hepsinin aynı havadan çalması, sadece bu nedenlerin sonsuz sayıda olduğunu ve hiçbirine neden adı verilemeyeceğini kanıtlıyor. Dünyanın yaratılışından beri öldürmenin fiziksel ve ahlaki açıdan kötü olduğu bilindiği halde, neden milyonlarca insan birbirini öldürdü?

Demek bu o kadar kaçınılmaz bir şekilde zorunluydu ki, bunu yapan insanlar, arıların sonbaharda birbirlerini yok ederek yerine getirdiği, erkek hayvanların birbirlerini yok etmesine yol açan, doğaya ait o zoolojik yasayı uygulamış oluyorlardı. Bu korkunç soruya başka bir yanıt verilemez.

Bu gerçek apaçıktır ve her insan bunu doğuştan bilmektedir, bu yüzden eğer insanda kendisini herhangi bir eylemde bulunduğu zaman hep özgür olduğuna inandıran duygu ve bilinç olmasaydı, bunu kanıtlamaya gerek de olmazdı.

Tarihi genel bir bakış açısından incelerken, olayların gerçekleşmesini sağlayan bu ebedî yasaya tartışmasız bir şekilde inanırız. Ama kişisel bir bakış açısından bakarken, bunun tersine inanırız.

Başka bir insanı öldüren insan, Neman’ı geçme emrini veren Napoléon, bir göreve atanmayı rica eden siz ve ben, elimizi kaldırır indirirken, her davranışımızın temelinde akla bağlı nedenlerin ve irademizin yer aldığına ve böyle ya da başka türlü davranmanın bize bağlı olduğuna kuşku duymadan inanırız ve bu inanç bizim için o kadar içkin ve değerlidir ki, tarihin ve suç istatistiklerinin bizi başka insanların eylemlerinin iradesizliğine inandıran sonuçlarına rağmen, bütün davranışlarımızda kendimize ait bu özgürlük bilincini görürüz. Bu çelişki çözümsüz görünüyor: Bir davranışı gerçekleştirirken, onu kendi irademle gerçekleştirdiğime inanıyorum; bu davranışa onun insanlığın ortak yaşamına katılması (onun tarihsel anlamı) açısından bakarken, bu davranışın önceden belirlenmiş ve kaçınılmaz olduğuna inanıyorum.

Buradaki hata nedir? İnsanın olup biten bir olayın etkisiyle sözde özgür bir dizi çıkarımı geriye dönük olarak değiştirme yeteneğiyle ilgili psikolojik gözlemler (bunu başka bir yerde ayrıntılı bir şekilde ele almayı tasarlıyorum), insanın özgür bilincinin belli türden davranışları gerçekleştirirken hatalı olduğu varsayımını doğruluyor. Ama aynı psikolojik gözlemler, özgürlük bilincinin geriye dönük olarak değil, anlık ve kuşku götürmez olduğu başka türden davranışlar olduğunu da kanıtlıyor. Maddeciler ne derse desin, bu eylem bir tek beni ilgilendirdiği ölçüde, bir eylemi gerçekleştirebilir ya da ondan kaçınabilirim kesinlikle. Şu anda kesinlikle sadece kendi irademle elimi kaldırıyor ve indiriyorum. Şu anda yazmayı bırakabilirim. Şu anda okumayı bırakabilirim. Şu anda düşüncemi Amerika’ya ya da herhangi bir matematik sorununa yöneltmek kesinlikle benim irademe bağlı ve bütün engellerin ötesindedir. Kendi özgürlüğümü yaşarken, kendi elimi havaya kaldırabilir ve zorla indirebilirim. Bunu yaptım. Ama yanımda bir çocuk duruyor, elimi onun üzerinde kaldırıyorum ve aynı güçle çocuğun üzerine indirmek istiyorum. Bunu yapamam. Bu çocuğa köpek saldırıyor, köpeğe ister istemez el kaldırırım. Cephedeyken alayın manevralarına ister istemez katılırım. Bir çarpışma sırasında alayımla birlikte saldırıya geçmeden ve çevremdeki herkes kaçarken ben de ister istemez kaçarım.

Mahkemede sanık sandalyesinde otururken ister istemez konuşurum ya da ister istemez ne konuşacağımı bilirim. Gözüme yönelik bir saldırı olduğunda ister istemez gözümü kırparım. Yani iki tür davranış vardır. Biri irademe bağımlıdır, diğeri irademden bağımsızdır. Ve çelişkiyi yaratan hata, sadece benim benliğime, benim varlığımın en yüksek uğraşlarına bağlı olarak her davranışa yasal bir şekilde eşlik eden özgürlük bilincini, yanlış bir şekilde, başka insanlarla birlikteyken gerçekleştirdiğim ve başka iradelerin benim irademle örtüşmesine bağlı olan davranışlar için de geçerli saymaya çalışmamdadır. Özgürlük ve bağımlılık alanlarının sınırını belirlemek çok güçtür ve bu sınırların belirlenmesi psikolojinin temel ve başlıca hedefi olmaktadır; ama, en yüksek özgürlüğümüzün ve en yüksek bağımlılığımızın ortaya çıkma koşullarını gözlerken, eylemimiz ne kadar soyutsa ve bu yüzden de başka insanların eylemlerinden ne kadar uzaksa, o kadar özgür olduğunu ve tersine, eylemimiz başka insanlara ne kadar yakınsa, o kadar özgürlükten uzak olduğunu görmemek olmaz.

Başka insanlarla kurulan en güçlü, en kopmaz, en zorlu ve sürekli ilişki, başka insanlar üzerinde iktidar sahibi olmak denen, aslında gerçek anlamı onlara en yüksek bağımlılık olan ilişkidir.

Yanlış ya da değil, ama çalışmamın devamında da buna tümüyle inandığım için, ben, doğal olarak, 1807 ve özellikle de 1812 yıllarının, bu önceden belirlenme yasasının en güçlü bir şekilde örnek oluşturduğu tarihsel olaylarını anlatırken, olayları yönettiğini sanan, ama aslında olaylara bütün diğer katılımcılardan özgürlükten daha uzak insani eylem kattıklarına inandığım kişilerin eylemlerine önem veremedim. Bu insanların eylemleri benim için sadece, bana göre tarihi yöneten o önceden belirlenme yasasının ve özgürlükten en uzak davranışı yapmaya zorlanan insanı, kendi imgeleminde, kendi kendine özgür olduğunu kanıtlamak amacını taşıyan bir dizi geriye dönük çıkarımlara sürükleyen o psikolojik yasanın somut örnekleri olması ölçüsünde önemliydi.

Russkiy Arhiv, Mart 1868 Çeviri: Sabri Gürses, Can Yayınları 1888

Lev Nikolayeviç Tolstoy Savaş ve Barış (Can Yayınları ) Rusça Aslından Çevirenler: Zeki Baştımar – Nâzım Hikmet Ran

BACON: GÜZELLİK YAZ YEMİŞİ GİBİ GEÇİCİ, ÇİRKİNLİK BOYUN EĞMEYE DAHA YATKIN

0

GÜZELLİK ÜSTÜNE

Erdem, değerli bir taş gibidir, en güzel görünüşünü yalınlık içinde kazanır; kendini de en iyi, yüzü gözü güzel kimselerde değil, duruşu ağırbaşlı, yapısı biçimli kimselerde gösterir. Çok güzel kimselerin erdemli olduğu hemen hemen pek az görülür, sanki doğa hiç eksiksiz bir iş yapma çabası içinde, ruhsal bir bütün yaratmayı unutuvermiştir. Bu nedenle, böylelerinin kendileri güzeldir ama ruhları yücelikten uzaktır, davranışlarıyla hoşa gitmeye, erdemli olmaktan daha çok önem verirler. Ama bu kural her zaman geçerli değildir, çünkü Augustus Caesar,1 Titus Vespasianus,2 Fransa Kralı Güzel Philippe,3 İngiltere Kralı IV. Edward,4 Atinalı Alkibiades,5 Şah İsmail6 hem ruhu yüce kişiler, hem de çağlarının en güzel adamlarıydı.

Güzellikte, çizgilerin uyumu renkten, davranışların ağırbaşlı, ince oluşu da çizgilerin uyumundan daha önemlidir. Güzelliğin, hiçbir resimde dile getirilmeyecek, tek bakışta kavranamayacak en değerli yönü de budur. Eksiksiz bir güzellik olmaz, en güzellerde bile bir uyum aksaklığı vardır.

Bu nedenle, Apelles’in7 mi yoksa Dürer’in8 mi resim yapmakta daha titiz olduğunu söylemek oldukça güçtür: bunlardan birincisi, seçtiği birçok yüzün en güzel yanlarını bir araya getirerek, ikincisi de, geometrik oranları gözönünde tutarak çiziyordu insanı. Böyle resimler bence, bunları yapan ressamlardan başka hiç kimsenin hoşuna gitmez. Bununla, bir ressamın gerçekteki yüzlerin hepsinden daha güzel bir yüz çizemeyeceğini demek istemiyorum, ama bana kalırsa bunu kurallarla değil, eşsiz bir ezgi yaratan müzikçi gibi, mutlu bir esinlenme ile yapmalıdır.

İnsan kimi yüzler görür, parçaları inceleyince hiçbirini güzel bulmaz, ama parçalardan oluşan bütün güzeldir. Güzelliğin temel ilkesinin davranış inceliği olduğu bir gerçekse, yaşlı kimselerin çoğunlukla daha sevimli görünmelerine hiç şaşmamak gerekir: “Pulchrorum autumnus pulcher.”9 Gençleri ancak, gençliklerinin her türlü eksiği örtmesinden dolayı güzel buluruz. Güzellik çabucak çürüyen, çok dayanmayan yaz yemişlerini andırır; çoğu zaman da insanı gençlikte azdırır, yaşlılıkta küstürür. Ama şu da kesin bir gerçektir: yerine düşerse güzellik ışığı, erdemleri aydınlığa çıkarır, kötülükleri ise bastırır.


1 Augustus Caesar, gösterişli, yakışıklı bir adamdı. Onu öldürmekle görevlendirilmiş, bir Galyalının bu görevi başaramadan geri döndüğü zaman “yüzüne baktığım an, vurmaya gönlüm elvermedi”, dediği anlatılır. 2 İ.S. 70-79 yıllarında Roma imparatorluğu yapmış Titus Vespasianus da yakışıklı bir adamdı. 3 Fransa Kralı Philippe’e (1285-1314) görünüşünden dolayı “la Bel”, “güzel” adı takılmıştı. 4 İngiltere Kralı IV. Edward (1461-1483) hem yakışıklı hem de yiğit bir adamdı. 5 Alkibiades (İ.Ö. 450-404), zengin, yetenekli, yakışıklı bir adam, Sokrates’in sevdiği öğrencilerindendi. Ünlü bir komutan, başarılı bir devlet adamıydı. 6 1502 yılında İran’da başa geçen, Yavuz Sultan Selim’le savaşmış Şah İsmail de güzelliğiyle ünlüydü. 7 Apelles ilkçağ Yunan ressamlarının en ünlülerindendir. İ.Ö. 340-323 yıllarında yükselmiş, özellikle kadın güzelliğiyle inceliğini dile getirmekte başarı göstermişti. Büyük İskender’in hem koruyuculuğunu hem de dostluğunu kazanmıştı. 8 Albrecht Dürer (1471-1528), Nürnberg’de doğmuş, İtalya’da, Hollanda’da bulunmuş büyük ressamdı. Ressamlığının yanısıra ünlü bir gravürcü, heykelci, mimar, Almanya’da Renaissance’ın en büyük sanatçısıydı. 9 “Güzellerin sonbaharı da güzeldir.” Plutarkhos, Alkibiades, 1.

ÇİRKİNLİK ÜSTÜNE

Çirkin insanlar genellikle doğa ile ödeşirler, çünkü doğanın kendilerine ettiği kötülüğün acısını onlar da doğaya kötülük ederek çıkarmaya çalışırlar. Kutsal Kitap’ın dediği gibi, çoğunlukla “doğal sevgiden yoksun olduklarından,”1 böyle davranırlar.

Ruh ile ten arasında bir uyum bulunduğu, doğanın bunlardan birini bozmakla ötekini de bozmak sakıncasıyla karşılaşacağı sugötürmez bir gerçektir: “Ubi peccat in uno, periclitatur in altero.”2 Ama, gövdesinin şöyle ya da böyle yaratılmasında söz sahibi olamayan, ruhuna ise dilediği yoğruluşu vermekte özgür olan insan, doğuştan gelme eğilimlerin yıldızını, eğitim ile erdemin güneşiyle karartabilir. Bu nedenle, çirkinliği, aldatan bir belirti olarak değil, belli sonuçlar doğurmaktan hiç de geri kalmayan bir etken diye görmek yerinde olur.

Kendisini başkaları gözünde küçük düşürecek bir çarpıklığı olan kimse, bu duruma karşı bir şeyler yapmaya, içinde sürekli bir dürtü duyar. Bundan dolayı, bütün çirkin insanlar son derece ataktırlar. Başlangıçta, kendilerini horgörüye karşı savunmak içindir bu ataklık, ama zamanla bir alışkanlık olur. Ayrıca çirkinlik, bu insanları, özellikle başkalarının güçsüzlüklerini arayıp bulma, böylece bir bakıma kendi çektiklerinin acısını çıkarma çabasına yöneltir.

Çirkinler, kendilerinden yüksek kimselerde de, her an horgörülebilecekleri için, kıskançlık diye bir şey uyandırmazlar. Karşılarındaki düşmanlarıyla rakipleri, çirkinlerin yükselemeyeceğini düşünerek uykuya dalarlar, ama yerleri elden gidince gözleri açılır.

Bu bakımdan, yetenekli bir kimse için çirkinlik, yükselme yolunda büyük bir kozdur. Eski çağlarda krallar, şimdi de kimi ülkelerde görüldüğü gibi, hadım ağalarına çok güvenirlerdi, çünkü herkese karşı çekememezlik duyan kimse, bir kişiye bağlanıp boyun eğmeye daha yatkındır. Bununla birlikte, hükümdarların böylelerine gösterdikleri güven, değerli yargıçlarla görevlilere değil de, casuslara, söz taşıyıcılara beslenen türden bir güvendir.

Çirkin insanların da durumu aşağı yukarı aynıdır. Ama gene de kural değişmez, çirkinler ellerinden geldikçe, ya başarılarıyla ya da kötülükle horgörüden kurtulmaya çalışırlar. Bundan dolayı, onların zaman zaman çok üstün insanlar olduklarına şaşmamak gerekir. Agesilaos,3 Sultan Süleyman’ın oğlu Cihangir,4 Aisopos,5 Peru yöneticisi Casca6 böyleydi: daha başkaları yanısıra Sokrates’i7 de bunların arasına katabiliriz.


1 Kutsal Kitap, Romalılar, I, 29-31. 2 “Birinde yanıldı mı ötekinde de yanılma tehlikesindedir.” 3 Isparta Kralı Agesilaos güdük boylu topal bir adamdı, ama bu eksiklikleri onun başarılı bir komutan, büyük bir devlet adamı olmasına engel olmadı. 4 Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Cihangir, kardeşi şehzade Mustafa’nın 1553’te öldürülmesi üzerine kendini yalnızlığa vermiş, sağlığı bozuk, küskün bir insandı. 5 İ.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış masal ustası Aisopos’un da çok çirkin, çarpık bir adam olduğu söylenir, ama elde bunu doğrulayacak kesin kanıtlar da yok. 6 Casca, 1547’de Peru’da Pizarro ayaklanmasını bastıran ünlü bir İspanyol kahramanıydı. Din adamıydı. Gövdesiyle oransız upuzun bacakları olduğu söylenir. 7 Sokrates (İ.Ö. 469-399) de yayvan burnu, kocaman burun delikleri, koca dudakları, bodur gövdesi, fırlak göbeği ile ilkçağın ünlü çirkinlerinden biriydi.

Denemeler Francis Bacon Yapı Kredi Yayınları (2006)

VIRGINIA WOOLF: HEPİMİZ BİRER MAHKÛM DEĞİL MİYDİK?

Başımı ilk kez kaldırıp duvardaki izi gördüğümde, muhtemelen içinde bulunduğumuz yılın Ocak ayının ortalarıydı. Tam tarihi belirlemek için insanın ne gördüğünü anımsaması gerekiyor. Bu yüzden şimdi ateşi düşünüyorum; kitabımın sayfasına vuran sabit sarı ışık şeridini; şömine rafının üstündeki yuvarlak cam kasede duran üç adet krizantemi. Evet kış zamanı olmalı, çaylarımızı henüz bitirmiştik; çünkü başımı kaldırıp duvardaki izi ilk kez fark ettiğimde sigara içtiğimi anımsıyorum. Sigaramın dumanının arasından baktım ve gözlerim bir an için yanan kömürlere takıldı ve şatonun kulesinden sallanan o kızıl bayrağın hayali düştü aklıma, kara kaya tarafından atlarıyla ilerlyen kırmızı şövalyelerin geçit alayını düşündüm.

Neyse ki izi görmem bu hayali yarıda kesti; çünkü eski, kendiliğinden gelen (otomatik), muhtemelen çocukluktan kalma bir hayaldi bu. Küçük ve yuvarlak bir izdi duvardaki, beyaz duvarın üzerinde siyah renkte, şömine rafının on beş-yirmi santim kadar üzerindeydi.

Düşüncelerimiz yeni bir nesnenin üstüne nasıl da hesapsızca üşüşüyor, onu yerinden bir miktar oynatıveriyor, tıpkı bir saman parçasını kan ter içinde taşıdıktan sonra bırakıveren karıncalar gibi… Eğer bu iz tırnakla yapıldıysa, bir resim için yapılmış olamaz, bir minyatür için olmalı – beyaz pudralı bukleleri, pudralanmış yanakları ve kızıl karanfile benzeyen dudakları olan bir hanımefendinin minyatürü. Bu bir dalavere elbette, çünkü bu evde bizden önce oturan insanlar resimleri bu şekilde seçmiş olabilirlerdi – eski bir odaya eski bir resim. Böyle insanlardı onlar – çok ilginç insanlardı, sık sık aklıma düşüyorlar, çok da tuhaf yerlerde, çünkü onları bir daha asla görmeyeceğiz, onlara ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bu evden çıkmak istiyorlardı çünkü mobilyalarının tarzını değiştirmek istiyorlardı, o böyle söylemişti ve bunu, bizler, trenle oradan geçen biri, şehir dışındaki bir villanın arka bahçesinde kendine çay doldurmak üzere olan yaşlı bir kadından, bir tenis topuna vurmak üzere olan genç bir adamdan ne kadar ayrıysa o kadar ayrı düşmüşken birbirimize, sanatın gerisinde belli fikirler olması gerektiğini anlatırken söylemişti.

Ama şu ize gelince, ondan çok emin değilim; son kertede bunun bir tırnak izi olduğuna inanmıyorum; bunun için fazla iri, fazla yuvarlak. Ayağa kalkabilirim, ama ayağa kalkıp bakarsam, büyük olasılıkla kesin bir şey söyleyemem; çünkü bir şey yapıldıktan sonra, onun nasıl ortaya çıktığını hiç kimse bilmez. Ah Tanrım, yaşamın gizemi! Düşüncenin isabetsizliği! İnsanoğlunun cehaleti! Sahip olduklarımız üzerindeki kontrolümüzün ne kadar az olduğunu göstermek için -bütün o medeniyetimizden sonra bu yaşamak dediğimiz şey ne kadar tesadüfi bir iş- yaşamımız boyunca yitirilen şeylerden birkaç tanesini sıralayayım, başlangıç olaraksa, bu kayıpların en gizemlisi gibi göründüğü için -kedinin dişleyebileceği, sıçanın kemirebileceği- ciltleme malzemelerinin arasında duran o üç soluk mavi teneke kutudan başlayayım. Sonra kuş kafesleri vardı, demir halkalar, çelik patenler, Kraliçe Anne kömür kovası, bagatalle tahtası, laterna – hepsi kayıp, mücevherler de. Bütün o opaller ve zümrütler, şalgam köklerinin dibinde yatıyorlar. Emin olmak ne kadar yorucu ve tırmalayıcı bir iş! Asıl hayret verici olansa, şu anda sırtımda giysilerle, sağlam mobilyaların orta yerinde oturuyor oluşum. Ama, eğer insan yaşamı bir şeye benzetmek istiyorsa, yeraltı tünelinde saatte yetmiş beş kilometre hızla fırlatılmaya benzetmeli – insanın saçında tek toka kalmaksızın diğer tarafa inmesine. Tamamıyla çırılçıplak bir halde Tanrının ayaklarının dibine atılmış! Postanede bir hazneye fırlatılmış kahverengi kâğıttan koliler gibi çirişotu çayırlarında tepetaklak yuvarlanmak! İnsanın saçı yarış atlarının yeleleri gibi dalgalanırken. Evet, işte bu yaşamın hızını, biteviye sürüp giden israf ve onarımı ifade ediyor gibi; öylesine sıradan, öylesine gelişigüzel….

Ama yaşamdan sonra. Kalın yeşil sapın yavaşça aşağıya bükülmesi, böylece çiçeğin yüzlerini yere dönen çanak yapraklarının insanı mor ve kırmızı ışıkların yağmurunda bırakması. Sonuç olarak, neden bir insan burada doğduğu gibi orada da doğmasın ki, çaresiz, dilsiz, bakışlarını odaklamayı beceremeden, çimen köklerini, Devlerin ayak parmaklarını yoklayarak? Hangilerinin ağaçlar, hangilerinin erkekler ve kadınlar olduğunu ya da böyle şeylerin gerçekten var olup olmadığını söylemeye gelince; insan bunu önümüzdeki elli yıl ya da daha uzun bir süre boyunca yapabilecek durumda olmayacak. Işığın ve karanlığın boşluklarından başka bir şey olmayacak, kalın saplarla ve belki biraz daha yükseklerde, belli belirsiz bir rengin gül biçimindeki lekeleriyle kesişen – bulanık pembeler ve maviler – zaman geçtikçe daha açık seçik, daha – bilmiyorum nasıl bir hal alan…

Ama yine de duvardaki iz kesinlikle bir delik değil. Yuvarlak siyah bir madde bile olabilir, geçen yazdan kalma küçük bir gül yaprağı mesela, ve ben, pek de uyanık sayılmayacak bir evsahibi olmadığıma göre – şömine rafının üstündeki toza bakın mesela, dediklerine göre, tahmin edilebileceği gibi yalnızca çömlek parçalarının inatla yokoluşa direndiği Truvayı üç kez üst üste örtmüş olan toza.

Pencerenin önündeki ağaç hafif hafif cama vuruyor… Sessiz, sakin, ferah bir biçimde düşünmek istiyorum, hiç bölünmeden, koltuğumdan hiç kalkmak zorunda kalmadan, herhangi bir düşmanlık ya da engel hissi olmaksızın bir şeyden diğerine süzülmek. Gitgide daha derinlere dalmak istiyorum, sert, mesafeli gerçeklerin yüzeyinden uzağa. Kendi kendimi yatıştırmak için aklımdan geçen ilk düşünceyi yakalayayım… Shakespeare… Eh, en az bir başkası kadar iş görecektir. Bütün ağırlığıyla bir koltuğa oturmuş, ateşe bakmış olan bir adam, böylece – çok yükseklerdeki bir cennetten durmaksızın fikirler akmış zihnine. Öne eğilmiş, elini alnına götürmüş ve insanlar, açık duran kapıdan bakıyorlar – çünkü bu sahnenin bir yaz akşamında geçmesi gerekiyor – ama ne kadar tekdüze, bu tarihî kurgu! Beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Keşke beni hoşnut edecek bir düşünce dizisine denk gelseydim, dolambaçlı yollarla kendime olan güvenimi yansıtacak bir diziye, çünkü en hoşnutluk verici düşünceler bunlardır ve kendi kendilerini övmeyi sevmediklerine içtenlikle inanan o fare renkli, alçakgönüllü kişilerin zihinlerinden bile sıklıkla geçerler. Doğrudan doğruya insanın kendini övdüğü düşünceler değildir bunlar; şunun gibi düşüncelerdir:

“Ve sonra odaya geldim. Bitki biliminden konuşuyorlardı. Ben, Kingsway’deki eski bir evin arazisinde, çer çöp yığınında büyüyen bir çiçek gördüğümü anlattım. Tohumu, dedim, Birinci Charles’ın saltanatı döneminde atılmış olmalı. I. Charles döneminde hangi çiçekler yetişiyordu?” diye sordum – (ama, yanıtı hatırlamıyorum). Mor püsküllü uzun çiçekler olsa gerek. Böylece devam ediyor işte. Her zaman için zihnimin içindeki varlığımı allayıp pulluyorum, şefkatle, sinsice, ona açıkça sevgi göstermeden, çünkü bunu yaparsam, kendimi oyun dışı bırakmak ve kendi kendimi korumak için derhal bir kitaba uzanmak zorunda kalırım. Aslında, insanın kendi görünümünü, taparcasna sevilmekten ya da onun gülünç ya da gerçek halinden inanılmayacak kadar farklı bir hal almasına neden olacak diğer her türlü muameleden içgüdüsel bir biçimde koruması tuhaftır. Ya da her şeye rağmen, çok da tuhaf değil midir bu? Büyük önem taşıyan bir mesele bu. Aynanın kırıldığını, görünümün kaybolduğunu varsayın ve ormanın derinliklerinin yeşiliyle birlikte o romantik figür artık orada değil, yalnızca diğer insanlar tarafından görülen bir insanın kabuğu var orada – ne kadar durgun, sığ, yalın, belirgin bir dünya haline geliyor! (…) Belli bir ışık altında, duvardaki o iz aslında duvarın kendisinden yansıyormuş gibi görünüyor. Tamamıyla daire biçiminde de değil zaten. Emin olamıyorum ama gözle görülür bir biçimde gölgesi vuruyor gibi, parmağımı duvarın o bölgesinde hareket ettirsem, belli bir noktada, küçük bir tepeciği, South Downs’ta, dediklerine göre ya mezar ya da tahkimat yerleri olan o tümsekleri andıran pürüzsüz bir tepeciği tırmanıp aşacak. Ben iki seçeneğe bakınca bu tümseklerin mezar olmasını tercih ederdim, birçok ingiliz gibi melankoli arzusu taşıyarak ve bir yürüyüşün sonunda çimenlerin altına yayılmış kemikleri düşünmeyi doğal bularak…. Bununla ilgili bir kitap falan olmalı. Bir antikacı buraları kazıp, kemikleri çıkararak onlara bir isim vermiş olmalı…. Antikacı dediğimiz nasıl bir adamdır acaba? Tahmin ediyorum emekli albaylardır çoğunlukla, ihtiyar işçileri buraya, zirveye getiren, toprak ve taş parçalarını inceleyen ve kahvaltı vaktinde açıldığında onlara bir önem duygusu aşılayan yakındaki kiliseyle iletişime geçen ve ok başlarının karşılaştırılması yöredeki kasabalara yapılacak kır gezilerini mecbur kılıyordur, hem onların, hem de erik reçeli yapmak ya da çalışma odasını temizlemek isteyen ve Albay bilinmezliğin her iki ucuyla da ilgili kanıtlar toplayıp kendini uygun düşecek biçimde bir filozof gibi hissederken, bunların tahkimat mı, yoksa mezar mı olduğuna ilişkin o büyük bilinmezliği sürekli canlı tutmak için her türlü nedene sahip olan yaşlı karılarının hoşuna giden bir mecburiyet. En sonunda bunların tahkimat olduğuna inanmaya eğilim gösterdiği doğrudur ve kendisine karşı çıkıldığı için, tam da bu yüzden kaleme aldığı kitapçığı bölgedeki cemiyetin üç ayda bir yapılan toplantısında okumak üzereyken kendisine bir felç iner ve son bilinçli düşünceleri karısı ya da çocuğu hakkında değil, tahkimatla ve şimdilerde Çinli bir kadın katilin ayağı, Elizabeth döneminden kalma bir avuç çivi, çok miktarda toprak Tudor piposu, bir Roma dönemi çömleği ve Nelson’un kullanmış olduğu şarap kadehiyle birlikte bölge müzesindeki bir dolapta muhafaza edilen ok başı hakkındadır – bu da benim bir şey bilmediğimi kanıtlar. Hayır hayır hiçbir şey kanıtlanmış değil, hiçbir şey bilinmiyor. Ve ben tam da bu anda ayağa kalkıp, duvardaki izin gerçekten -ne diyeceğiz- iki yüz yıl önce oraya çakılmış olan, kuşaklar boyunca gelip geçen hizmetçilerin duvarı sabırla aşındırması sayesinde artık boyanın üzerinden başını gösteren ve beyaz duvarlı, şöminenin aydınlattığı bir odanın görünümde cisimleşen modern yaşama ilk kez bakmakta olan devcileyin, eski bir çivinin başı olduğunu tespit edecek olsam, ne elde ederim ki? – Bilgi mi? Daha çok fikir yürütmek için malzeme mi? Ben otururken de, ayaktaymış gibi düşünebiliyorum. Ve bilgi nedir ki? Nedir ki bilen adamlarımız, mağaralara ve ormanlara çekilmiş, kır farelerini sorguya çeken ve yıldızların dilini kâğıda döken cadılarla münzevilerin torunları bir yana? Ve batıl inançlarımız azalıp, güzelliğe ve akıl sağlığına duyduğumuz saygı arttıkça onlara daha az hürmet ediyoruz…. Evet, insan çok iç açıcı bir dünya hayal edebilir. Sessiz, ferah bir dünya, kıpkırmızı, masmavi çiçeklerle örtülü. Polis karakterine sahip profesörlerin ya da uzmanların ya da kâhyaların olmadığı bir dünya, bir insanın bir başkasının düşüncelerini bir balığın yüzgeciyle suyun yüzeyini nilüferlerin saplarını sıyırarak, beyaz deniz yumurtası kümelerinin üzerinde salınarak kesip geçtiği gibi kesebildiği bir dünya…. Ne kadar huzurludur burada boğulmak, dünyanın merkezine mıhlanmış bir halde ve aniden parlayıp sönen ışıkları ve yansımalarıyla gri suların içinden yukarıya bakarak – ah bir de Whitaker’ın Almanak’ı olmasaydı – o Asalet Tablosu olmasaydı!

Ayağa fırlamalı ve o duvardaki izin ne olduğunu kendim görmeliyim – çivi mi, gül yaprağı mı, yoksa tahtadaki bir çatlak mı?

Burada doğa bir kez daha o eski kendi kendini koruma oyununu oynuyor işte. Fark ediyor ki düşünce dizisi, boşa harcanan enerjiden ibaret olma, hatta gerçeklikle bir çeşit çatışma olma tehlikesi taşıyor, hem Whitaker’ın Asalet Tablosu karşısında kim elini kaldırabilir ki? Canterbury Başpsikoposu’nu, Lord Şansölye takip ediyor, onu da York Başpsikoposu. Herkes birini takip ediyor, Whitaker’ın felsefesi bunun üzerine kurulu ve en iyi tarafı kimin kimi takip ettiğini bilmek. Whitaker biliyor ve doğanın öğüdüne uyarak bunun sizi öfkelendirmek yerine rahatlatmasına izin veriyor; rahatlatılamıyor ve bu huzur anını allak bullak etmeniz gerekiyorsa da, duvardaki izi düşünün.

Ben doğanın oyununu anlıyorum – heyecanlandırma ya da acı çektirme riski taşıyan her türlü düşünceye son vermenin bir yolu olarak hemen harekete geçmesini. Sanırım hareket adamlarını -düşün-mediğini varsaydığımız o adamları- inceden inceye hor görmemiz de bundan kaynaklanıyor. Ama yine de insanın duvardaki bir ize bakarak hoşuna gitmeyen düşüncelerine nokta koymasının zararı yok.

Hatta, şimdi gözlerimi üzerinde sabitleyince, sanki denizde bir tomruğa tutunmuşum gibi hissediyorum; birdenbire iki Başpsikoposu ve Lord Şansölye’yi siluetlerin gölgesine dönüştüren tatmin edici bir gerçeklik hissine kapılıyorum. İşte burada kesin, gerçek bir şey var. Bu yüzden, insan geceyarısı korkulu bir rüyadan uyanınca, aceleyle ışığı yakıp, çekmecelere, sağlamlığa, gerçekliğe, bizim dışımızdaki bir çeşit varlığın kanıtı olan o gayrişahsi dünyaya ibadet ederek öylece yatıyor. İnsan işte bundan emin olmak ister…. Ahşap hakkında düşünmesi insana keyif veren bir şey. Bir ağaçtan geliyor ve ağaçlar büyüyor ve biz onların nasıl büyüdüklerini bilmiyoruz. Yıllar yılı büyüyorlar, bizi hiç önemsemeden, çayırlarda, ormanlarda ve ırmak boylarında – insanın düşünmekten hoşlanacağı her şey. İnekler sıcak öğle sonralarında kuyruklarını onlara sürtüyor; ırmakları öyle bir yeşile boyuyorlar ki, bir su tavuğu suya daldığında, insan onun kuyrukları yemyeşil olmuş bir halde geri çıkmasını bekliyor. Balıkların akıntının karşısında dalgalanan bayraklar gibi dengelendiklerini düşünmek hoşuma gidiyor ve suböceklerinin de ırmak yatağındaki balçıktan kubbelere yavaş yavaş akın ettiklerini düşünmek. Bizzat ağacı düşünmek hoşuma gidiyor: – Önce odun olmanın getirdiği o samimiyet, o kuruluk hissini; sonra fırtınanın sürtünmesini; sonra da ağacın özsuyunun yavaş, lezzetli salgısını. Kış gecelerinde bütün yaprakları onu bir kürk gibi sarıp sarmalamışken, bütün hassas bölgeleri ay ışığının demir kurşunlarına karşı korunaklı bir halde, bomboş bir tarlada yalnız başına dururken düşünmeyi de seviyorum, bütün gece boyunca yuvarlandıkça yuvarlanan bir dünyanın yüzeyinde çıplak bir gemi direği. Kuşların cıvıltısı Haziran’da kulağa fazla gürültülü ve garip geliyor olmalı ve kabukların arasındaki çatlaklardan binbir zahmede ilerleyen ya da ince yeşil yaprakların siperinde güneşlenen ve elmas biçimli kızıl gözleriyle doğrudan önlerine bakan böceklerin ayakları da ne kadar soğuk geliyordur onlara… Dallar toprağın karşı konulamaz soğukluğunun baskısıyla bir bir çatırdar, sonra son fırtına gelir ve en tepedeki dallar, düşerek, yeniden toprağa çakılırlar. Böyleyken bile yaşamları bitmez; bir ağaç için milyon tane sabırlı, uyanık yaşam vardır dünyanın dört köşesinde, yatak odalarında, gemilerde, kaldırımda, erkeklerle kadınların oturup çayın üzerine sigara içtikleri oturma odalarında. Huzurlu düşüncelerle, mutlu düşüncelerle dolu bu ağaç. Her birini ayrı ayrı ele almak isterim – ama bir şeyler yoluma çıkıyor…. Neredeydim? Ne hakkındaydı tüm bunlar? Bir ağaç mı? Bir ırmak mı? Downs mı? Whitaker’ın Almanak’ı mı? Çirişotu tarlaları mı? Tek bir şey hatırlayamıyorum. Her şey haraket ediyor, düşüyor, kayıyor, kayboluyor…. Büyük bir malzeme ayaklanması var. Biri tepemde dikilmiş, diyor ki;”Gazete almaya gidiyorum. Gerçi gazete almanın da bir şeye yaradığı yok…. Hiçbir şey olmuyor. Lanet olsun bu savaşa; Tanrı kahretsin bu savaşı!… Hep aynı, neden duvarımızda bir sümüklüböcek var anlamıyorum.”

Ah, duvardaki iz! Sümüklüböcekmiş.

Virginia Woolf Kaynak: Duvardaki İz

KIRDA BİR GÜN: YAĞMUR BAŞLAYINCA RÜZGÂR SAKİNLEŞİYOR – ANTON ÇEHOV

Saat sabahın dokuzu. Gökyüzü karanlık. Koyu kurşuni bir bulut yığını hızla kayıyor. Yığının şurasında burasında kırmızı zikzaklar yaparak şimşekler çakıyor. Uzaktan gök gürültüsü işitiliyor. Otların üzerinden ılık bir rüzgâr esiyor, ağaçları bir yana yatırıyor, toz kaldırıyor. Biraz sonra mayıs yağmuru başlayacak, gerçek bir fırtına kopacak. Köyde altı yaşlarında kadar görünen küçük dilenci kız Fiokla, şuraya buraya koşuyor, kunduracı Terenti’yi arıyor. Açık sarı saçlı, solgun yüzlü, küçük yalınayaktır. Gözleri dört dönüyor, dudakları titriyor. Her rastladığına:

— Amcacığım, Terenti’yi gördün mü? diye soruyor.

Ama ona kimsenin aldırış ettiği yok, herkes yaklaşan fırtına ile meşgul, herkes kulübelerinde başını sokacak kuytu yerler arıyor. Nihayet, Terenti’nin dostu kilise kutsal eşya muhafızı Silenti Siliç’e rastlıyor: rüzgârda sallana sallana yürümektedir:

— Amcacığım, Terenti’yi gördün mü?

Silenti:

— Evet, diyor, sebze bahçesinde.

Küçük dilenci, kulübelerin arkasındaki sebze bahçelerine doğru koşuyor, Terenti’yi buluyor. Kunduracı, uzun boylu, upuzun bacakları olan, çiçekbozuğu, zayıf yüzlü bir ihtiyardır. Yalınayaktır, üzerinde yırtık pırtık bir kadın blûzu vardır. Küçük çitlerin yanında duruyor, sarhoş bakışlarıyla kapkara buluta bakıyor. Uzun, leylek bacakları rüzgârda bir kamış gibi sallanıyor. Sarı saçlı küçük dilenci:

— Terenti amca, sevgili amcacığım… diyor.

Terenti, Fiokla’ya doğru eğiliyor, sarhoş, sert yüzünü bir gülümseme kaplıyor, insanoğlunda bu gülümseme, küçük, budala, güldürücü, ama çok sevilen bir şey görüldüğü zaman belirir. Tatlı bir eda ile:

— A… diyor, Tanrı kulu Fiokla, nereden çıktın karşıma?

Fiokla hıçkıra hıçkıra kunduracının pantolonundan yakalıyor:

— Terenti amca, diyor, bir felâket, kardeş Danilka’nın başına bir felâket geldi. Haydi gidelim.

— Ne felâketi? Uff, amma da gürlüyor. Allah korusun! Allah korusun! Ne imiş o felâket dediğin?

— Danilka elini kontların ormanında bir ağaç yarığına soktu, şimdi de çıkaramıyor. Aman amcacığım ne olur kurtarın onu.

— Nasıl oldu da soktu, niye soktu?

— Bana bir ağaçkakan yumurtası alıverecekti.

— Sabah sabah bu iş mi geldi başınıza? Ne yapmalı şimdi? Çaresiz, gitmem lâzım. Yoksa sizin gibi haşarı çocukları kurt kapar sonra. Haydi düş önüme, küçük öksüzüm.

Terenti, sebze bahçesinden çıkıyor, leylek bacaklarını uzun uzun açarak yürümeye başlıyor. Sanki arkasından biri kovalıyor yahut itiyormuş gibi çabuk çabuk yürüyor, dört bir yanını görmüyor. Fiokla ona zor yetişiyor.

Köyden çıkıp tozlu yoldan yürümeye başlıyor. Uzaktan uzağa mavi mavi görünen ağaçlarıyla kontun ormanına doğru yürüyorlar. İki kilometreden daha az tutar bu orman.

Bulut güneşi kapıyor, çok geçmeden gökyüzünde tek mavilik görünmüyor, kapkara bulutlar kaplamış. Fiokla da Terenti de boyuna:

— Allah korusun! Allah korusun! diye mırıldanıyorlar.

Damların üstünde, tozlu yolda ilk iri ve ağır yağmur damlaları siyah noktalar halinde beliriyor. İri bir damla Fiokla’nın tam yanağının üstüne düşüyor, bir gözyaşı halinde çenesine doğru kayıyor. Kunduracı, çıplak ve iri ayaklarıyla yoldan toz kaldırarak:

— Yağmur başladı, diye mırıldanıyor. Tanrıya bin şükür Fiokla kardeş. Bizim nasıl ekmekle karnımız doyuyorsa, otlarla ağaçların karınları da yağmurla doyar. Gök gürültüsüne gelince, hiç korkma benim küçük öksüzüm, neye senin gibi bir küçüğü öldürsün.

Yağmur başlayınca rüzgâr sakinleşiyor. Kupkuru uzun yolda henüz yeşeren çavdar tarlalarına düşen yağmurun sesi duyuluyor.

Kunduracı:

— İyice ıslanacağız Fiokla, diyor, sırsıklam olacağız. Huh, huh, kız… Of, tam boynuma bir damla düştü… Korkma küçük budala… Ot da kurur, toprak da kurur, sen de, ben de kururuz. Güneş herkes için birdir.

Biraz ötede başlarının üstünde bir şimşek çakıyor, müthiş bir gök gürültüsü duyuluyor. Fiokla’ya öyle geliyor ki, sanki kocaman, ağır, yuvarlak bir şey yuvarlanıyor, tam başının üstüne düşüp, göğsüyle başını deliyor. Terenti içini çekerek:

— Allah korusun! Allah korusun! diyor. Korkma Fiokla, küçük öksüz, kininden değil gürleyişi.

Kunduracı ile Fiokla’nın çıplak ayakları ağır, killi çamurdan görünmez oluyor. Yürümek zorlaşıyor, çünkü ayak kayıyor. Ama Terenti gittikçe yürüyüşünü hızlandırıyor, küçük, zayıf dilenci kız, ona yetişeyim diye nefes nefese geliyor, nerdeyse yuvarlanacak.

Nihayet, kontun ormanına giriyorlar. Rüzgâr esince ıslak ağaçlardan Terenti ile Fiokla’nın üstüne yağmur damlaları serpiliyor. Ayakları kesik ağaç diplerine çarpan Terenti, yürüyüşünü yavaşlatıyor:

— Nerde Danişka? diye soruyor. Oraya götür beni.

Fiokla onu orman açıklığından geçiriyor, biraz daha yürüdükten sonra kardeşi Danilka’yı gösteriyor.

Danilka, sekiz yaşlarında kadar görünen bir çocuktur. Saçları toprak boyası gibi sarıdır, yüzü solgun hastalıklıdır. Ağaca yaslanmış, başını bir tarafa eğmiş gökyüzünü seyrediyor. Bir elinde eskimiş bir kasket tutuyor, öteki eli ihtiyar bir ıhlamur ağacına sıkışmış. Çocuk herhalde gürleyen gökyüzüne bakakalmış, felâketinin farkında değil, önce ayak seslerini duyup sonra da Terenti’yi görünce hasta hasta gülümsüyor:

— Gök amma da gürlüyor Terenti, diyor, ömrümde böylesini duymadım.

— Peki, nerede öbür elin?

— Ağacın içinde. Ne olur kurtarıver.

Çocuğun eli ağacın yarığına sıkışmış. Kovuğa doğru uzatabiliyor, ama çekmek kabil değil. Terenti, kovuğun ağzını parçalıyor, morarmış, buruşmuş küçük eli kurtarıyor. Çocuk elini kaşıyarak:

— Amma da gürlüyor, diyor. Niye gürlüyor böyle Terenti?

Kunduracı:

— Bulut bulut üstüne biniyor da ondan, diye cevap veriyor.

Dostlar, ormanın kenarından yürüyerek tarlaların arasında kapkara görünen yola çıkıyorlar. Gök gürültüsü azalıyor, köyün üzerinden doğru geliyor. Danilka, hâlâ elini ovuşturarak:

— Geçenlerde burada Terenti, diyor, yaban ördekleri gördüm. Herhalde Gnirih Zaymışçah bataklığına gidiyorlardı. Fiokla istersen sana bir bülbül yuvası göstereyim.

Terenti, kasketinin suyunu sıkarak:

— A, bu olmaz, diyor. Tedirgin etmeyin onu. Bülbül güzel güzel öten masum bir kuştur. Tanrıyı övsün, insanları neşelendirsin diye yaratıldı. Onu tedirgin etmek günahtır.

— Ya serçe kuşuna ne dersin?

— O olur bak. Kurnaz, kötü bir kuştur serçe. Hep hırsızlık düşünür. Hiçbir zaman insanların iyi olduklarını istemez. İsa çarmıha gerildiği vakit çıfıtlara boyuna çivi taşıyor: “daha sağ, daha sağ” diye ötüyordu.

Gökyüzünde açık mavi bir leke görünüyor, Terenti:

— Bakın, diyor, bir karınca yuvasını su basmış. Hayvancıklar boğulmuş.

Dostlar, eğilip karınca yuvasına bakıyorlar. Kimisi boğulmuş, kimisi çamurdan kurtulmaya çabalıyor. Kunduracı gülümseyerek:

— Hadi, hadi gebermezsiniz siz, diyor. Güneş şöyle bir görünsün yeter. Budalalar, bu size ders olsun, bir daha çukur yere yuva yapmayın.

Gene yürüyorlar. Danilka, genç bir meşe göstererek:

— Bakın, diyor, bir arı oğulu.

Gerçekten dalda ıslak vücutlarını birbirine dayamış, soğuktan büzüşmüş binlerce arı duruyor. O kadar çoklar ki, ne kondukları dalın altındaki yaprak, ne de dal görünüyor, hatta bazıları birbirinin üstüne konmuş. Terenti:

— Evet bu bir arı oğulu, diye anlatıyor. Yağmur yağmaya başlayınca gelip bu ağaca konmuşlar. Zaten bir oğulu yakalamak için ıslatmak yeter. Şimdi bu oğulu almak istiyorsan bir çuval getir, kondukları dalı çuvala sok, sonra dalı silkele, hepsi de çuvala düşerler.

Küçük Fiokla birden yüzünü buruşturup boynunu kaşımaya başlıyor. Ağabeysi çocuğun boynuna bakıyor, büyücek bir kızartı görüyor. Kunduracı:

— Hi, hi, diye gülüyor. Fiokla kardeş niçin çıkmış o kabarcık biliyor musun? Herhalde ağaçlardan birinde zehirli bir sinek vardı, onun üzerinden kayan bir damla boynuna düştü, sen de kaşıdın, ondan.

Güneş, bulutların arasından sıyrılıyor, ormanı, tarlaları, dostlarımızı ısıtıyor. O kapkara korkutucu bulut çoktan uzaklara gitmiş, fırtınayı da beraber götürmüştü. Hava gittikçe ısınıyor, toprak kokusuyla karışık inci çiçeklerinin, ak dikenlerin, böğürtlenlerin kokusu havayı dolduruyordu. Terenti, tüylü bir çiçek göstererek:

— Bunu, diyordu, burun kanamasında kullanırlar. İyi gelir.

Uzaktan bir düdük sesi, sonra bir gürültü işitiliyor. Ama bu biraz önce bulutların götürdüğü gürültü değildir, önlerinden bir marşandiz treni geçiyor. Lokomotif, kara dumanlarını salıvererek, puflaya puflaya yirmi vagondan fazlasını sürüklüyor. Belli ki çok kuvvetli. Çocuklar, canlı olmadığı atlar da çekemediğine göre, lokomotifin kendi kendine nasıl gittiğini, bu kadar yükü nasıl taşıdığını merak ediyorlar. Terenti onu da anlatıyor:

— Bütün iş burada çocuklar, diyor. Buhar yapıyor bütün işi. O, tekerleklerin yanlarında bir şey var ya, işte onu dürtüyor, o yanındakini, yanındaki de öbürünü, böylece hareket ediyor. Yolcular demir yolunu geçiyor, şarampole inerek ırmağa doğru yürüyorlar, önlerine neresi çıkarsa oraya gidiyorlar. Danilka soruyor, Terenti cevap veriyor.

Terenti, ne sorulursa sorulsun cevapsız bırakmıyor. Terenti’yi müşkül duruma sokacak tabiatın hiçbir sırrı yoktur. Her şeyi biliyor, tarlalardaki otların hepsini, hayvanların taşların adlarını. Hangi otlarla hangi hastalıkların tedavi edildiğini, atın veya ineğin kaç yaşında olduğunu hemen biliveriyor. Güneşe, aya, kuşlara bakarak ertesi gün havanın nasıl olabileceğini söyleyebiliyor. Bu kadar akıllı olan yalnız Terenti değildir, Silenti Siliç de, meyhaneci de, sebzeci de, çoban da, hatta bütün köy onun kadar biliyor. Bu adamlar bütün onları kitaptan değil, tarlalarda, ormanda, ırmak kenarında öğrenmişlerdir, öten kuşlardan, arkasında erguvanı bir renk bırakıp batan güneşten, ağaçlardan, otlardan öğreniyorlar bunu.

Danilka, dikkatle trene bakıyor, Terenti’nin bir kelimesini bile kaçırmamak için can kulağıyla onu dinliyor. İlkbaharda, havanın sıcaklığı, tarlaların biteviye yeşili henüz can sıkmadığı günlerde, her şeyin taze taze koktuğu, yeni olduğu günlerde, altın sarısı mayıs böcekleri, henüz başak bağlamaya başlayan buğday tarlaları, çağlayan dereler hakkında söylenen şeyleri kim dinlemek istemez?

Danilka ile Terenti, tarlalar boyunca yürüyor, bir türlü yorulmuyorlar. Bıraksan, bütün dünyayı dolaşabilirler. Yürüyor, dünyanın güzelliği üstüne konuşmaya dalarak, zavallı, zayıf dilenci kızın, onlara yetişmek için nasıl zorluk çektiğini fark etmiyorlar bile. Kız ağır ağır yürüyor, nefesi tıkanıyor, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Bu, yorulmak bilmeyen yolcuları çoktan bırakırdı ama, neylesin, ne, başını sokacak bir evi, ne de hısım akrabası var. İster istemez yürü! Konuşulanları dinle!

Öğle üzeri, üçü suyun kenarına oturdular. Danilka, torbasından, yağmurdan ekmek maması haline gelen ekmeğini çıkarıyor, bölüşüyorlar. Terenti, ekmeğini yedikten sonra, Tanrıya şükrediyor, sonra kumlara uzanıyor, derin bir uykuya dalıyor. Danilka suya bakıp düşünüyor. Kafasında birçok şey var: az önce, fırtınayı, arıları, karınca yuvasını, treni gördü. Şimdi ise gözlerinin önünde balıklar oynaşıyor: kimi bir parmak boyunda, kimi bir tırnak kadar küçük. Başını, suyun üstüne kaldırarak bir yakadan öbür yakaya bir engerek yılanı geçiyor.

Dostlarımız, ancak akşama doğru köye dönüyorlar. Çocuklar, geceyi geçirmek üzere, şimdi terk edilmiş, vaktiyle köyün buğdayını koydukları ambara doğru yürüyorlar, Terenti ise meyhanenin yolunu tutuyor. İki kardeş birbirine sarılıp samanın üzerine yatıyorlar. Danilka’yı uyku tutmuyor. Gözlerini karanlığa dikiyor, gündüzün gördüğü şeyleri, bulutları, parlak güneşi, kuşları, balıkları, uzun boylu Terenti’yi gene görür gibi oluyor. İntihaların çokluğu, yorgunluk, açlık, hepsi birden hücum ediyorlar. Vücudunu bir ateş kaplıyor, bir yandan öbür yana dönüyor. Şimdi karanlıkta gördüklerini, ruhunu heyecana getiren ne varsa onları anlatmak istiyor, ama kime anlatsın? Fiokla daha çok küçük, kendisini anlayamaz. “Yarın sabah Terenti’ye anlatırım” diye düşünüyor.

Çocuklar, evi barkı olmayan kunduracıyı düşünerek uykuya dalıyorlar. Gece olunca Terenti usulcacık onların yanına geliyor, istavroz çıkarıyor, başlarının altına ekmeklerini koyuyor. Bu sevgiyi kimsecikler görmüyor. Belki yalnız, delik saman damından metruk ambara bakan ay görüyor.

Anton Çehov  Kaynak: Hikayeler Çeviri: Servet Lünel

DOSTOYEVSKİ: SEVGİNİN BULUNMADIĞI YERDE AKIL DA ARAMA!..

Her şeyi kitaplarda olduğu gibi düşünüp tasarlamaya, hadiseleri önceden hayalimde yarattığım gibi görmeye alıştığım için, o garip olayı bir an kavrayamadım. Ezdiğim, hakaret ettiğim Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.

Evime hür, başın dik olarak, Evimin kadını olarak gir.  (Nekrasov)

Liza’nın önünde şaşkın, bitkin, iğrenç derecede bozulmuş bir halde duruyordum; galiba bir yandan gülümsüyor, bir yandan da tıpkı önceden, can sıkıntıları arasında düşündüğüm gibi pamuklu, hırpani sabahlığının önünü kavuşturmaya çalışıyordum. Apollon bir iki dakika durduktan sonra çekildi, ama bu bana ferahlık vermedi. En kötüsü, bu defa kızın da tahmin edemeyeceğim kadar afallamış olmasıydı. Tabii buna benim halim sebep olmuştu.

Dalgın bir halle:

— Otur, dedim.

Masanın yanındaki iskemleyi ona doğru iteledim, ben de kanepeye geçtim. Liza gözlerini benden ayırmadan uysal bir tavırla oturdu; her halinden, benden bir şeyler umduğu belli oluyordu. Onun bu saf bekleyişi beni büsbütün çileden çıkardı, fakat kendimi tuttum.

Durumu kurtarmak için olanların farkında değilmiş gibi tabii davranmak lazımdı, halbuki o… Liza’ya bunların pahalıya mal olacağını belli belirsiz hissediyordum.

Bu şekilde başlamak gerekmediğini bildiğim halde, kekeleyerek:

— Beni tuhaf bir durumda buldun Liza, dedim.

Kızın birden yüzünün kızardığını görünce:

— Sakın aklına bir şey gelmesin! diye bağırdım. Fakirliğimden utanmıyorum… Tam tersine, fakirliğimle iftihar ediyorum. Fakir olmakla beraber asilim… İnsan hem fakir, hem asil olabilir. Şey… çay içer misin?

— Hayır… diye başlamıştı ki, sözünü kestim.

— Dur azıcık!

Yerimden fırlayarak Apollon’un yanına seğirttim; kendimi bir yere atmak ihtiyacındaydım. Avucumda hâlâ sımsıkı tuttuğum yedi rubleyi önüne fırlatarak hızla fısıldamaya başladım:

— İşte aylığın Apollon, görüyorsun ya veriyorum. Ama sen de beni kurtarmalısın: Hemen koş, çayhaneden çayla on tane peksimet getir. Eğer getirmezsen dünyanın en bedbaht adamı olacağım! Bunun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin… O… her şeydir! Belki aklından kötü düşünceler geçiyor… Ama onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..

Tekrar gözlüğünü takarak dikişine oturan Apollon iğneyi elinden bırakmadan yan gözle parayı sessizce süzdü, sonra cevap vermeden ve bana zerre kadar ilgi göstermeden hâlâ iğneye geçiremediği iplikle uğraşmaya devam etti. Kollarımı à la Napoléon bir görkemle kavuşturarak iki üç dakika önünde durdum. Şakaklarım ter içindeydi ve yüzümde bir damla kan kalmadığını hissediyordum. Bereket versin, bana acıdı galiba, iplik geçirme işini bitirdikten sonra yavaş yavaş iskemleyi çekti, yavaş yavaş doğruldu, yavaş yavaş gözlüğünü çıkardı ve yine yavaş yavaş parayı saydıktan sonra başını çevirerek omzunun üstünden, çayın bir çaydanlık mı olacağını sordu; sonunda da yavaş yavaş odadan çıktı. Liza’nın yanına dönerken aklıma, külüstür sabahlığımın eteklerini toplayarak nereye olursa kaçmak geldi. Ondan sonra ne olursa olsun.

Tekrar yerime oturdum. Liza bana endişeyle bakıyordu. Birkaç dakika hiç konuşmadan oturduk.

Birdenbire:

— Geberteceğim onu! diye haykırarak olanca gücümle masaya bir yumruk indirdim. Öyle hızlı vurmuştum ki, hokkanın içindeki mürekkep masaya sıçradı.

Liza ürperdi:

— Aman ne diyorsunuz!

— Evet geberteceğim onu, geberteceğim! diye cırlak bir sesle bağırarak masayı yumruklamaya devam ediyordum. Bunu yaparken taşkınlığımın ne kadar manasız olduğunu gayet iyi anlıyordum.

— Bu caninin bana neler yaptığını bilemezsin Liza. Adam benim celladım… Şimdi peksimet almaya gitti, o…

Birdenbire ağlamaya başladım. Buhran geçiriyordum. Hıçkırıklar arasında büyük bir utanç duyuyordum, ama artık kendimi tutamıyordum.

Liza korkmuştu. Telaşla etrafımda dönüyor:

— Ne oldunuz? Neniz var? diye soruyordu.

— Su… su ver bana! Şurada…

Oysa suya da, mırıldanarak konuşmaya da ihtiyacım olmadığını adım gibi biliyordum. Geçirdiğim buhran gerçekti, ama bir yandan da durumu kurtarmak için numara yapıyordum.

Liza şaşkın şaşkın bana bakarak su getirdi. O anda Apollon çayla geldi. Birdenbire, bu alelade, basit çayın biraz önceki hadiseden bile daha utandırıcı, daha küçültücü olduğunu fark ederek kızardım. Liza, Apollon’a bile korkuyla bakıyordu. O bize aldırmadan odadan çıktı.

Kızın gözlerinin içine bakarak:

— Beni hakir görüyorsun, değil mi Liza? dedim.

Ne düşündüğünü öğrenmek için duyduğum sabırsızlıktan titriyordum.

Bozuldu, cevap veremedi.

Hırsla:

— Hadi iç çayını! dedim.

Kendi kendime kızıyordum, ama acısını ondan çıkaracaktım. Bu kıza karşı kalbimde öyle dehşetli bir nefret kabarmıştı ki, elimden gelse onu öldürürdüm. Öcümü almak için içimden onunla bir tek kelime konuşmamaya yemin ettim. “Her şeyde o suçlu.” diye düşünüyordum.

Aramızdaki sessizlik beş dakika kadar sürdü. Çay masada durduğu halde ikimiz de içmiyorduk. Liza’yı daha çok sıkmak için işi çaya el sürmemeye kadar vardırmıştım; o da başlamaya çekiniyordu. Birkaç kere hüzünlü bir şaşkınlıkla yüzüme baktı, inatçı sessizliğimi bozmuyordum. Bu durumda en çok azap çeken de şüphesiz bendim. Manasız hiddetimin iğrençliğini, adiliğini tamamıyla idrak ediyor, ama bir türlü kendime hâkim olamıyordum. Kız, sessizliği bozmak için:

— Ben oradan… şey… temelli çıkmak istiyorum, diye başladı.

Zavallı kızcağız! O manasız anda benim gibi aptal bir adama açılmayacak tek konu varsa, o da buydu işte. Beceriksizliği, yersiz açık kalpliliği bana bile dokundu. Fakat tam o sırada içimde kabaran kötü bir duygu tüm merhametimi bastırdı, hatta daha fazlasını yapmaya kışkırttı: Olan olmuştu, artık dünya vız gelirdi bana! Beş dakika daha geçti. Liza ürkek bir tavırla, duyulur duyulmaz bir sesle:

— Sizi rahatsız ettim galiba… diyerek ayağa kalktı. İncinmiş izzetinefsin ilk isyanını görünce hiddetimden tir tir titreyerek patladım:

— Zaten ne diye bana geldin, ne diye, söyler misin lütfen?

Tıkanır gibi konuşuyor, sözlerimde mantık sırası bile kollamıyordum. Her şeyi birden anlatmak istiyor, nereden başlayacağını kestiremiyordum. Artık kendimi tutamayarak:

— Ne diye geldin, cevap ver! diye bağırdım. Cevap ver bana! Ben sana niçin geldiğini söyleyeyim iki gözüm. Sana o gün dokunaklı laflar ettiğim için geldin. Şimdi de şımarıklığından, canın gene “dokunaklı laflar” duymak istediği için geldin. Ama haberin olsun, seninle o zaman alay etmiştim. Şimdi de alay ediyorum. Niye ürperiyorsun öyle? Evet, alay ettim! Evinize benden önce gelenler yemekte beni tahkir etmişlerdi. Size, onlardan birini, bir subayı dövmek için gelmiştim, ama olmadı, kaçırdım. Birisinden, gördüğüm hakaretin öcünü almak istiyordum, karşıma sen çıktın, öfkemi senden aldım, eğlendim seninle. Beni küçük düşürdüler, ben de aynı şeyi yapmak istedim; beni paçavraya çevirdiler, ben de kendimi göstereyim dedim… Mesele bundan ibaret, yoksa sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi mi sandın? Böyle mi düşündün? Böyle mi ha?

Söylediklerimin ona pek karışık geldiğini, muhtemelen çoğunu anlayamayacağını biliyordum, fakat esası kavrayacağına emindim. Tahminimde yanılmadım. Liza’nın yüzü kâğıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla kıvrıldı ve ayaklarına bir balta yemiş gibi iskemleye çöktü. Ondan sonra beni ağzı açık, bakışları sabitleşmiş, bütün varlığını saran dehşetten titreyerek dinledi. Sözlerimdeki arsızlık, hayasızlık onu ezmişti…

Yerimden fırlayıp önünde bir aşağı bir yukarı odayı arşınlamaya başladım. Bağıra bağıra:

— Kurtarmakmış! diye devam ettim. Neden kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, “Ya senin ne işin var burada? Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin?” diye haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet gösterisi yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten, buhrana sürüklemekten başka düşündüğüm yoktu. Ama miskin, mendeburun biri olduğum için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir hangi sebepten sana adresimi verdim. Daha eve varmadan bu adres verme işi yüzünden sana içimden ne sövgüler yağdırdım. Sana yalan söylediğim için senden nefret ediyordum. Çünkü tek istediğim kelime oyunları yapmak, kafamı biraz çalıştırmak, biraz kendimi eğlendirmekti… aslında istediğim nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını, ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. Bunu biliyor muydun? İşte ben böyle namussuz, alçak, bencil, tembelin biriyim. Buraya geleceksin diye üç gündür korkudan kendi kendimi yedim. Bu üç gün içinde beni en çok kaygılandıran şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? O gün karşında kahramanlık tasladıktan sonra, beni burada bu yırtık sabahlığımla, yokluk, pislik içinde görmenden korkuyordum. Sana demin, fakirliğimden utanmadığımı söyledim, ama yalan, en çok bundan utanıyor, bundan korkuyorum; hırsız olsaydım bu derece korkmaz, utanmazdım. Son derece gururluyum; en ufak şey, derim soyulmuş da, sanki havanın teması bile bana ıstırap veriyormuş gibi hissetmeme neden olur. Beni bu partal sabahlığımla, hırçın bir köpek gibi Apollon’a saldırırken yakaladığın için seni hiç affetmeyeceğimi hâlâ anlayamadın mı? Kurtarıcı, sabık kahraman, yoluk tüylü, uyuz bir it misali uşağına saldırıyor, öteki de onunla alay ediyor! Miskin kocakarılar gibi, karşında gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de affetmeyeceğim seni! Şu anda itiraf ettiklerim yüzünden de seni affetmeyeceğim! Evet sen, yalnız sen, bütün bunların hesabını vereceksin, çünkü karşıma sen çıktın, çünkü ben alçağın biriyim, yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en miskini, en ahmağı, en kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden utanmıyor şeytan alasıcalar! Halbuki ben ömrüm boyunca en ufak bir bitten bile fiske yerim; benim karakterim de bu işte! Bunların hiçbirini anlamasan da bana vız gelir! Senin orada mahvolup gitmen de vız gelir! Sonra, buraya geldiğin, beni dinlediğin için de senden nefret edeceğimi biliyor musun? İnsan hayatta bir kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha ne istiyorsun? Bu olanlardan sonra hâlâ ne diye karşıma dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun?

Tam o anda, birdenbire garip bir şey oldu.

Her şeyi kitaplarda olduğu gibi düşünüp tasarlamaya, hadiseleri önceden hayalimde yarattığım gibi görmeye alıştığım için, o garip olayı bir an kavrayamadım. Ezdiğim, hakaret ettiğim Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.

Yüzündeki ürkek, gücenik ifade, yerini acıklı bir hayrete bırakmıştı. Gözyaşları içinde (tüm bu tirat boyunca ağlamıştım) kendime “adi,” “alçak” gibi sıfatlar verdikçe Liza’nın yüzü ıstırapla buruşmuştu. Doğrularak beni susturmak istedi; “Ne duruyorsun burada, niye gitmiyorsun?” diye bağırmama da aldırmadı, çünkü söylediklerimin bana ne kadar acı geldiğini fark etmişti. Hem onun gibi zavallı, kendisini benden kıyaslanmayacak derecede aşağı gören bir kızın öfkelenmesi, kırılmış izzetinefsi için isyan etmesi mümkün müydü?

Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten kopan bir taşkınlıkla bana atılmak istediyse de, hâlâ benden çekindiği için daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu yerden çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı… O anda içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı ve boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Ben de kendimi tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla ağlamaya başladım…

— Bırakmıyorlar… İyi… iyi olamıyorum! diye kekeledim güçlükle.

Sonra kendimi yüzükoyun kanepeye fırlatarak bir çeyrek kadar tam bir isteri nöbeti içinde hıçkırdım durdum. Liza da yanıma oturup kollarıyla beni sararak öylece hareketsiz kaldı.

Fakat bu buhran ne kadar sürse de bitecekti. İşte böyle (şimdi pek çirkin bir hakikati yazacağım) kanepede yüzüm eski bir deri yastığa gömülü yatarken içimde önce yavaş yavaş kendini hissettiren, sonra gittikçe kuvvetlenen bir duygu uyanmaya başladı: Başımı kaldırarak Liza’nın gözlerine nasıl bakacaktım? Neden utandığımı bilmediğim halde utanıyordum. Altüst olmuş kafamdan, artık rollerimizin değiştiği, Liza’nın kahramana benimse dört gün önceki zavallı, aşağılanmış kıza dönüştüğüm geçti. Bütün bunları daha yüzükoyun kanepede yatarken düşünüyordum!

Hey Tanrım! Yoksa onu o anda kıskanmış mıydım?

Elbette bu konuya o zaman da, şimdi de bir çözüm bulamadım, ama şimdi o zamankine oranla çok daha iyi anlayabiliyorum. Kim olursa olsun, birine hükmetmeden, onu ezmeden yaşamam mümkün değildi benim… Fakat… fakat sadece düşüncelerle hiçbir şey açıklanamaz, o halde uzun boylu düşünceye dalmanın faydası yok.

Nihayet kendimi zorlayarak başımı kaldırdım, bunu nasıl olsa yapacaktım… O anda içimde uyanan başka bir duygunun… hükmetmek, sahip olmak arzusunun, sırf kızın yüzüne bakmaktan utandığım için alevlendiğine eminim. Gözlerimde şehvet parıltıları belirdi, Liza’nın ellerini hızla sıktım. Ondan son derece nefret ettiğim halde öyle arzu duyuyordum ki! Bu iki duygu birbirini körüklüyordu. Bir çeşit intikam duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce şaşkınlık, hatta biraz da korku belirdi, ama bu sadece bir an sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana sarıldı.

Yeraltından Notlar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Rusça Aslından Çeviren: Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları