GÜLTEN AKIN KENDİ SESİNDEN ŞİİRLERİ: AĞITLAR / TÜRKÜLER / İLAHİLER

İNSAN SORUMLULUKTUR!.. Gülten Akın, 1933’te Yozgat’ta doğdu. 1955’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1956’da evlendi. Beş çocuk annesi olarak hem avukatlık hem de öğretmenlik yaptı. 1958-1972 arasında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşadı. 1972’de Ankara’ya yerleşerek Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu’nda çalıştı. Kültür Bakanlığı Yayın Danışma Kurulu üyeliğine seçildi. Bir yandan da İnsan Hakları Derneği, Halkevleri, Dil Derneği gibi örgütlerde kurucu ve yönetici olarak görev aldı.

İlk şiiri, 1951 yılında Son Haber gazetesinde yayınlandı. Ardından Hisar, Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Mülkiye gibi dergilerde de şiirleri basıldı. Başlarda şiirlerinin konusu doğa, aşk, ayrılık, özlem iken, daha sonraları ise toplumsal sorunlar ağır bastı. 1980 öncesinde halkın yaşadıkları, onun da hayatına ve şiirine yansıdı. Daha sonraki şiirlerinde toplumsal sorunlara yöneldi. Gezip gördüğü yerlerden aldığı esinle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiiri, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Şiirlerinde büyük ölçüde folklorik öğelerden yararlandı. İlk şiir kitabı Rüzgar Saati’ni 1956’da çıkardı. Devamında ise Kestim Kara Saçlarımı (1960), Sığda (1964), Kırmızı Karanfil (1971), Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı (1972), Ağıtlar ve Türküler (1976), Seyran Destanı (1979), İlahiler (1983), Sevda Kalıcıdır (1991), Sonra İşte Yaşlandım (1995), Sessiz Arka Bahçeler (1998), Uzak Bir Kıyıda (2003) ve Beni Sorarsan (2013) yayınlandı. Akın aynı zamanda birçok edebiyat ödülünün de sahibi oldu.

Alternatif link > Şair, 2013’teki son kitabı ‘Beni Sorarsan/la Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görülmüş, bu kitabını şiirinde doruk noktası olarak nitelemişti. Gülten Akın’ın ‘Büyü Yavrum’ şiiri Grup Yorum, ‘Deli Kızın Türküsü’ ise Sezen Aksu tarafından bestelenmişti.

Gülten Akın Kendi Sesinden Şiirleri Ağıtlar, Türküler, İlahiler Albüm İçeriği: 1 – Ağıt / Bunalan Ozan İlahisi 2 – Kıyamet / Ayrıntılar İlahisi 3 – Sardunya / Seni Sevdim 4 – Yorgun Sevi / Sevda Kalıcıdır 5 – Tükenmiş Çareleri / Büyü 6 – Susanlar İçin İlahi / Savaşı Beklerken 7 – İlkyaz 8 – Pas / Kargış Ağıt 9 – Yitikler Gecesi / Havada Hoş Bir Aydınlık 10 – Bir Kayığa Biner Geceleri / Yağmur Yağmur 11 – Temeline / Demirle Pas Arasında İlahi 12 – Kum / Çöl 13 – O Bahçe O Kadınla / Gül İçin İlahi 14 – Sığda / Gücenik Yoksul Günler 15 – Acılar İçin İlahi / Behçet İçin İlahi  

MİLAN KUNDERA: BİR KADINLA SEVİŞMEK VE BİR KADINLA UYUMAK İKİ AYRI TUTKUDUR

AĞIRLIK VE HAFİFLİK: İLK PROVA YAŞAMIN TA KENDİSİYSE, NE DEĞERİ OLABİLİR YAŞAMANIN?

Ebedi Dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor! Ne anlama gelir bu çılgın mitos?

Olumsuz açıdan bakıldığında, Ebedi Dönüş mitosu bir daha geri dönmemecesine kaybolup giden, yinelenmeyecek olan yaşamın bir gölgeye benzediğini, ağırlıktan yoksun, daha baştan ölü olduğunu ve ister korkunç, ister güzel, ister yüce, korkunçluğunun, yüceliğinin ve güzelliğinin hiçbir anlam taşımadığını önerir. Böyle bir yaşamın on dördüncü yüzyılda iki Afrika kabilesi arasında geçmiş bir savaş kadar önemi vardır ancak. Yüz bin zenci korkunç acılar içinde ölüp gitmiş de olsa bu savaş, dünyanın kaderinde en ufak bir değişikliğe yolaçmamıştır.

Peki, on dördüncü yüzyılda iki Afrika kabilesi arasında geçen savaş, Ebedi Dönüş’e göre tekrar tekrar yinelendiğinde değişikliğe uğrayacak mıdır acaba?

Evet; bir yumru gibi şişip kalan som bir kütle olacak, boşunalığı onarılmaz olup çıkacaktır.

Fransız Devrimi sonsuza kadar yinelenecek olsaydı, Fransız tarihçileri giderek daha az gurur duyacaklardı Robespierre’le. Ama bir daha asla geri gelmeyecek bir şeyi konu edindikleri içindir ki, devrimin kanlı yılları yalnızca sözcük, kuram ve tartışma olup çıktı, tüyden daha hafif bir şey oldu, hiç kimseyi korkutmuyor artık. Tarihte yalnızca bir kere karşımıza çıkan Robespierre’le, Fransız kelleleri uçura uçura sonsuza kadar dönüp dönüp yeniden karşımıza çıkan Robespierre arasında dağlar kadar fark vardır.

Ebedi Dönüş düşüncesinin bize eşyayı olduğundan farklı gösteren bir bakış açısı sağladığında anlaşalım o halde; doğasındaki geçiciliğin getirdiği hafifletici koşul olmaksızın belirir eşya. Bu hafifletici koşul bir yargıya varmaktan alıkoyar bizi. Öyle değil mi; ömrü uzun olmayan, geçip gitmekte olan bir şey konusunda nasıl yargıya varabiliriz ki? Çözülüp yokolmanın günbatımında her şey, hatta giyotin bile bir geçmişe özlem perdesine bürünür.

Daha geçenlerde, son derece inanılmaz bir duyum anında yakaladım kendimi. Hitler hakkında bir kitabı karıştırırken, portrelerinden bazısı birden içime dokundu; çocukluğumu hatırlattı bana. Çocukluğum savaş sırasına rastlar; ailemden birçok kişi toplama kamplarında yokolup gitti; ama yaşamımın kaybolmuş, bir daha hiç geri gelmeyecek bir dönemi ile karşılaştırıldığında onların ölümünün sözü mü olur?

Benim Hitler’le bu uzlaşmam, temelde geriye dönmenin varolmaması üzerine kurulmuş bir dünyanın derin mi derin ahlaki çarpıklığının kanıtıdır. Çünkü böyle bir dünyada her şey daha baştan bağışlanır ve bu da demektir ki müstehzi bir sırıtışla her şeye izin verilir.

Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza Kadar Yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das schwerste Gewicht).

Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.

Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?

Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.

İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarıyarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir. Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi?

Parmenides aynı soruyu İsa’dan önce altıncı yüzyılda atmıştı ortaya. Dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş görüyordu: Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/soğuk, varlık/yokluk. Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını olumlu (aydınlık, incelik, sıcak, varlık) öteki yarısını da olumsuz olarak nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını çocukça denecek kadar basit bulabiliriz. Yalnız bir sorun var: Hangisi olumlu, ağırlık mı, hafiflik mi?

Parmenides şu karşılığı veriyordu: Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.

Doğru bilmiş miydi, bilememiş miydi? İş burda. Bir tek şundan emin olabiliriz; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır.

Tomas yıllardır kafamı kurcalar durur. Ne var ki, ilk kez bu düşüncelerin ışığında apaçık gördüm onu. Oturduğu apartman katının penceresinde durmuş, ne yapacağını bilmeden avlunun karşı tarafındaki duvara bakarken gördüm.

Üç hafta önce küçük bir Çekoslovak kasabasında tanışmıştı Tereza’yla. Bir saati bile bulmamıştı birlikte geçirdikleri vakit. Kız onu tren istasyonuna kadar geçirmiş ve trene bininceye kadar beklemişti. On gün sonra Tomas’ı ziyarete geldi. Geldiği gün seviştiler. Kız o gece ateşlenerek yatağa düştü ve Tomas’ın apartman katında bir hafta nezle yattı.

Öylesine çıkagelen bu yabancıya anlaşılmaz bir sevgi duymaya başlamıştı Tomas; bir çocuktu sanki kız, üzeri katranlanmış sazdan bir sepete konulup nehir aşağı yollanmıştı, Tomas onu nehrin kıyısı olan kendi yatağında bulsun alsın diye.

Yeniden iyileşinceye kadar bir hafta Tomas’ın evinde kaldı Tereza, sonra Prag’dan yüz yirmi beş mil kadar uzaktaki doğduğu kasabaya geri döndü. İşte demin sözünü ettiğim, Tomas’ın yaşamının anahtarı olarak gördüğüm an tam o sıraya rastlar; pencerede durmuş avlunun karşı tarafındaki duvara bakıyor, düşünüyordu.

Temelli Prag’a çağırsa mıydı onu? Sorumluluktan korkuyordu. Çağırsa gelecekti gerçekten de; gelecek ve tüm yaşamını sunacaktı Tomas’a.

Yoksa ona yakınlaşmaktan kaçınmalı mıydı? O zaman bir taşra kasabası otelinin lokantasındaki garson kız olarak kalır, Tomas da onu bir daha hiç göremezdi.

Gelmesini istiyor muydu, istemiyor muydu?

Bir cevap arayarak avlunun karşı tarafındaki duvara baktı.

Onun kendi yatağının üzerinde yatışını getirdi gözlerinin önüne; yaşamına girmiş başka hiç kimseye benzemiyordu. Ne sevgiliydi ne de eş. Üstü katranlanıp nehir kıyısı olan kendi yatağına gönderilmiş saz sepetten çıkardığı bir çocuktu o. Uyudu. Yanıbaşında diz çöktü Tomas. Hararetli soluğu sıklaştı, hafif bir inilti çıkardı kız. Erkek yüzünü onun yüzüne bastırdı ve yatıştırıcı sözcükler fısıldadı kızın uykusuna doğru. Bir süre sonra kızın soluk alıp verişinin normale döndüğünü hissetti. Kız uykusunda yüzünü kaldırdı, erkeğinkine yaklaştırdı. Kızın hararetinin nazlı kokusu geldi Tomas’ın burnuna, içine çekti kokuyu, onun bedeninin gizli saklı nesi varsa tıka basa içine doldurmak ister gibiydi. İşte o an birdenbire yıllardır birlikteymişler de kız ölüyormuş gibi geldi Tomas’a. Birden, onun ardından kendisinin de çok yaşamayacağını apaçık gördü. Yanına uzanacak, onunla ölmek isteyecekti. Yüzünü başının yanına, yastığa gömdü, uzun bir süre kaldırmadı.

İşte şimdi pencerede durmuş o anı hatırlamaya çalışıyordu yeniden. İşte geldim, karşındayım diyen aşk değilse neydi? Peki aşk mıydı o duygu? Onun yanıbaşında ölmek istemesi abartılı bir duyguydu apaçık; bu daha ikinci görüşmeleriydi! Yoksa ta içindeki sevme yeteneksizliğinin farkına varıp da aşk taklidi yaparak kendini aldatma gereği duyan bir adamın histerisi miydi sadece? Bilinçaltı öylesine korkaktı ki, bu küçük güldürü için seçip seçeceği en iyi eş yaşamına girme konusunda hiçbir şansı olmayan şu zavallı garson kız olmuştu!

Avlunun karşı tarafındaki kirli duvara bakarken bu duygunun aşk mı histeri mi olduğunu bilmediğini anladı.

Böyle bir durumda doğru dürüst bir erkek olsa nasıl davranması gerektiğini bilirdi. Oysa kendisi duraksıyor, böylelikle yaşamının en güzel anlarını (yatağın başında diz çöküp onun ardından çok yaşamayacağını düşünmesi) anlamsızlaştırıyordu. Sıkılmıştı.

Ne istediğini bilememenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine.

Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenlede ne istediğimizi bilemeyiz.

Tereza’yla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?

Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın bir yolu yok. Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz, önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi. Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın? Yaşamın hep bir taslak gibi olması da bundandır işte. Yok, ‘taslak’ da tam anlatamıyor demek istediğimi, çünkü taslak bir şeyin ana çizgileriyle belirmesi demektir, bir resmin az çok ortaya çıkmasıdır, yaşamımız dediğimiz taslaksa hiçbir şeyin taslağı değildir, bir resmin resme dönüşmeyecek ana çizgileridir.

‘Einmal ist keinmal’ diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.

Fakat sonra bir gün hastanede, iki ameliyat arasında bir hemşire telefona çağırdı onu. Ahizeden Tereza’nın sesinin geldiğini duydu. Gardan aramıştı. Çok sevindi Tomas. Aksiliğe bakın ki, o akşam bir işi vardı, Tereza’yı ancak ertesi gün buyur edebilirdi evine. Telefonu kapattığı an, kıza neden dosdoğru eve gitmesini söylemedim diye kendi kendine çok hayıflandı. Yapması gerekenleri iptal etmeye yetecek kadar zamanı yok muydu sanki! Tereza’nın buluşmalarına kadar geçecek otuz altı saat boyunca Prag’de ne yapacağını gözünün önüne getirmeye çalıştı. Arabasına atlayıp sokak sokak onu aramayı bile şöyle bir aklından geçirdi.

Ertesi akşam geldi Tereza. Omuzunda bir çanta sallanıyordu, öncekinden çok daha zarifti. Koltuğunun altına kalın bir kitap sıkıştırmıştı. Anna Karenin’di kitap. Keyfi yerindeydi, hatta biraz fazla konuşuyordu denebilir. Tomas’ı şöyle geçerken uğradığına inandırmaya çalıştı, denk düşmüştü de; Prag’da yapacak bir işi vardı, belki de (bu konuyu pek açmadı) iş arayacaktı.

Daha sonra yatakta yanyana, sevişme sonrası yorgun yatarken, nerede kaldığını sordu ona Tomas. Gece olmuştu, kızı arabayla kaldığı yere götürmeyi önerdi. Kız ne diyeceğini bilemedi, şaşırmıştı, otel araması gerektiğini söyledi, bavulunu garda bırakmıştı.

Daha iki gün önce, onu Prag’a çağırırsa kendisine tüm yaşamını sunacağından korkmuştu Tomas. Bavulunun garda olduğunu söyleyince, o bavulun içinde kızın bütün yaşamının olduğunu anladı. Kız ona yaşamını sunacağı an gelinceye kadar garda bırakmıştı bavulu yalnızca.

Evin önünde duran arabaya binip gara gittiler. Orada bavulu aldı Tomas (büyük ve son derece ağırdı bavul), kızla birlikte eve götürdü.

On beş gün, kıza bir kartpostal gönderip nasıl olduğunu sormaya bile cesaret edemeyecek kadar kararsız kaldıktan sonra nasıl olmuş da böyle ansızın karar vermişti?

Kendisi de şaşkındı. İlkelerine aykırı davranmıştı. On yıl önce, karısından boşandığında, başkalarının evlilik kutlamaları gibi o da boşanmasını kutlamıştı. Bildiği kadarıyla bir kadınla aynı evin içinde, birlikte yaşayabilecek yaradılışta değildi, ancak bekarken tam anlamıyla kendi kendisi olabiliyordu. Yaşamını hiçbir kadının gelip de elinde bavuluyla içine yerleşemeyeceği biçimde kurmaya çalışmıştı. Dairesinde tek bir yatak olması bundandı. Yatak yeterince genişti gerçi ama Tomas yattığı kadınlara yanında biri varken uyuyamadığını söyler, onları geceyarısını geçe arabasıyla evlerine götürürdü. Onu ilk ziyaretinde Tereza’yla yatmaktan alıkoyan da nezle değildi. İlk gece geniş koltuğunda uyumuş, haftanın geri kalan günlerinde de her gece arabayla hastaneye gitmişti. Oradaki bürosunda açılır kapanır bir karyolası vardı.

Oysa bu defa kızın yanında uyudu. Ertesi sabah uyandığında, hala uyumakta olan Tereza’nın elini tuttuğunu gördü. Bütün gece elele mi yatmışlardı yoksa? İnanılacak gibi değildi.

Kız uykusunda derin derin soluk alır ve Tomas’ın elini tutarken (sımsıkı; elini kızın elinden kurtaramadı) o son derece büyük bavul da yatağın kenarında duruyordu.

Onu uyandırmaktan korktuğu için elini elinden çekip kurtarmaktan kaçındı ve daha iyi görebilmek için yavaşça ondan yana döndü.

Tereza’nın üzeri katranlanmış sazdan bir sepete konulup, nehir aşağı yollanan bir çocuk olduğunu bir kere daha geçirdi aklından. İçinde bir çocuk barındıran sepeti dalgalı bir nehirde başıboş bırakamazdı, değil mi? Firavunun kızı, küçük Musa’yı taşıyan sepeti dalgalardan çekip almamış olsaydı, ne Ahdi Atik ne de içinde yaşadığımız uygarlık olmayacaktı! Antik Çağa ait birçok efsane, bırakılmış bir çocuğun kurtarılmasıyla başlamaz mı? Polybus küçük Oedipus’u kanatlarının altına almamış olsaydı, Sofokles en güzeİ tragedyasını yazamayacaktı!

Tomas daha o zamanlar eğretilemelerin tehlikeli olduğunu bilmiyordu. Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir.

BİR KADINI YA ARKA ARKAYA ÜÇ KERE GÖRÜR SONRA HİÇ GÖRMEZSİN YA DA…

Karısıyla ancak iki yıl evli kalmış ve bir oğulları olmuştu. Boşanma davası sonuçlandığında, yargıç çocuğu anneye vermiş, Tomas’ı da nafaka olarak maaşının üçte birini ödemeye zorunlu tutmuştu. Ona ayrıca çocuğu iki haftada bir görme hakkını da tanımıştı.

Oysa ne zaman Tomas’ın çocuğu görme zamanı gelse, oğlanın annesi Tomas’ı engelleyecek bir özür bulup çıkarıyordu. Çok geçmeden pahalı armağanlar getirmenin işleri oldukça kolaylaştıracağını, oğlanın sevgisini kazanmak için anneye rüşvet vermesinin beklendiğini fark etti. Yiğitçe ama boşuna bir çabayla, çocuğun kafasına annesininkilerle taban tabana zıt kendi düşüncelerini sokmaya çalıştığı bir gelecek düşledi. Bunun düşüncesi bile yormaya yetti Tomas’ı. Bir pazar, anne gene önceden kararlaştırılmış bir görüşmeyi iptal ettiğinde, Tomas hemen o an oğlunu bir daha hiç görmemeye karar verdi.

Yeterli önlemleri almayı unuttuğu bir tek geceyle bağlı olduğu bu çocuğa neden öteki çocuklardan daha derin duygular besleyecekti ki? Nafakayı ödemeye özen gösterecekti; yeter ki babalık duyguları adına oğlu için savaş vermesini istemesinlerdi!

Yandaş bulamadığını söylemeye gerek yok. Kendi ana-babası oldukça lanetlediler onu: Tomas oğluyla ilgilenmeyi reddediyorsa, onlar da kendi oğullarıyla ilgilenmeyeceklerdi bundan sonra. Gelinleriyle iyi ilişki içinde olduklarını göstermek için ellerinden geleni yaptıkları gibi, kendi örnek davranışlarını ve haklıdan yana çıkmalarını da iyice reklam ettiler.

Böylece, neredeyse gözaçıp kapayıncaya kadar karısını, oğlunu, anasını ve babasını başından atmayı başarmıştı Tomas. Onlardan kalan tek şey kadınlara duyduğu korkuydu. Tomas onları arzuluyor ama onlardan korkuyordu da. Korku ve arzu arasında bir orta yol bulmak gereğini hissederek, ‘erotik dostluk’ dediği bir şey geliştirdi. Yattığı kadınlara şu açıklamada bulunurdu; her iki tarafı da mutlu edecek tek ilişki, duygusallığa yer vermeyen ve sevgililerden ne birinin ne de ötekinin birbirlerinin yaşamı ve özgürlüğü üzerinde hak öne sürmedikleri ilişki biçimidir.

Erotik dostluğun aşk saldırganlığına dönüşmemesini sağlama almak üzere, sürekli ilişkiler kurduğu sevgililerinin her biriyle uzun aralarla görüşürdü. Bu yöntemin kusursuz olduğuna inanmıştı, arkadaşları arasında da anlatıp çevreye yaymaya çalıştı: “Önemli olan ‘üç’ler kuralını izlemek. Bir kadını ya arka arkaya üç kere görür sonra hiç görmezsin, ya da ilişkini yıllar boyu sürdürürsün, ama her randevunun arasında en az üç hafta bırakmaya dikkat edersin.”

‘Üç’ler kuralı sayesinde Tomas birçok kadınla kısa ilişkilere girerken, bazı kadınlarla olan ilişkilerini de bozmamayı başarmıştı. Her zaman anlayışla karşılanmıyordu. Onu en iyi anlayan kadın Sabina’ydı. Ressamdı Sabina. “Seni sevmemin nedeni,” derdi Sabina ona, “kitsch’in tam karşıtı olman. Kitsch diyarında bir canavar gözüyle bakarlardı sana.”

Tereza’ya Prag’da bir iş bulması gerektiğinde başvurduğu kişi Sabina oldu. Erotik dostluğun yazılmamış kuralları uyarınca, Sabina elinden gelen her şeyi yapmaya söz verdi ve gerçekten de çok geçmeden Tereza’ya haftalık resimli bir derginin karanlık odasında iş buldu. Tereza’nın yeni işi özel nitelikler gerektirmiyordu ama, gene de toplumsal olarak garsonluktan basın mensupluğuna yükselmesini sağladı. Sabina, Tereza’yı götürüp de dergideki herkesle bizzat tanıştırdığında; Tomas, Sabina’dan daha iyi bir sevgili-arkadaşa sahip olamayacağını iyice anladı.

MİLAN KUNDERA: BİRİSİNE MERHAMET DUYARAK SEVMEK GERÇEKTEN SEVMEK DEĞİLDİR

Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

YILMAZ GÜNEY’DEN NEBAHAT ÇEHRE’YE: BOYNUMDA, KOLLARIMDA BİR ZİNCİRSİN SEN YAVRUM

Son yıllarda Aşk-ı Memnu ve Muhteşem Yüzyıl adlı dizilerle gündeme gelen Nebahat Çehre, 15 yaşındayken “Türkiye güzeli” seçildi. Fotomodellik ve mankenlik yaptığı sırada gelen teklifler üzerine 1961’de Yaban Gülüm filmi ile ilk sinema deneyimini yaşadı.

1964 yılında Yılmaz Güney’le tanışarak Kamalı Zeybek filmde rol aldı. İş arkadaşlığı zamanla aşka dönüştü. 30 Ocak 1967 tarihinde Yılmaz Güney’le evlendi. Memleket meselelerinden yaşama bakışına kadar her konuda fikirleri değişen Çehre, bu süreç için “O zamanlar ayakları yere basmayan genç kızdım, yani ben işin ciddiyetini Yılmaz’dan öğrendim” diyor. Yeşilçam’ında edebi yönü olan neredeyse tek kişi olan Yılmaz Güney’in Çehre’ye gönderdiği bir mektubunda “Nebahat… Nebahat… Nebahat… Nebahat… Yeryüzündeki bütün kağıtları senin isminle doldurmak istiyorum.” diye yazıyor.

Söz konusu mektuplardan bazı bölümleri aşağıdan okuyabilirsiniz.

[srizonfbalbum id=222]

BİRİNCİ MEKTUP

17 Mart 1965

“Dün gece Adana sokaklarında seni aradım. Duvarlarda, köprülerde, ışıklarda… Biliyorum, sen binlerce kilometre uzağımda, ama bana en yakın bir uykunun içindesin. Yanılırsam diye ürküyorum… Çünkü insanlar değişken ve insafsızdır. Çünkü her an bir başka duyguya gebedir. Seni her düşünüşte iyiyi, kötüyü yan yana kuruyorum…

Neyse, çocukluğum geldi aklıma. Babamı beklediğim kahvenin önünde durdum. Geceydi ve ben, bütün geçmişi bütün derinliğiyle yaşadım. Buradan sana varan yol o kadar yakın geldi ki, buna şaşırdım. Sanki çocukluğumda bir günün içinde sen vardın.

Yavrum, sen benim kadınımsın… Beni düşündüğün anlar sıkılıp, bana aykırı şeyler yapmayacağını biliyorum. Ama gene de içim rahat değil… Yalnız kadının bir boşalması vardır hani…

Gece Ağba’ya çıktım. Kimsecikler yok… Orkestradaki çocuklar beni görünce «Aşk Güzel Şeydir»i çaldı. Kırık, dökük dansımı hatırladım. Sarı elbiseni hatırladım. Bana geçmiş, benim olmuş o kadar çok şeyin var ki… Senden uzak olmak hiç de uzaklık değil. Seni her gittiğim yere götürüyorum. Gece arabada seninle konuştum. Durdum, güldüm, hüzünlendim… Geçmişin bütün günlerine ortak ettim seni. Boynumda, kollarımda bir zincirsin sen yavrum. Birazdan Antep’e hareket edilecek…

Gel be… Bu çocuk sevgilin sana şimdiden hasret kaldı. Gel be…”

Yılmaz Güney

İKİNCİ MEKTUP

 25 Mart 1966

“Dün akşamdan bu yana seni düşünmek beni yordu bebecim… Artık rahatsız oluyorum, beynim zonkluyor. Sanki kırk ton yük taşımışcasına bitik ve tükeniğim. Senin beni anlaman güç. Hatta bu durumlar sence çocukca bile olabilir. Zayıflık olabilir. Hiç zayıf değilim aslında, hiç küçük değilim. Sevgi benim hayatımda bir hastalıktır yavrucuğum, öldürücü bir yaradır. Ve beni sevgilimden, yani senden başkası da sıhhate kavuşturamaz.

Düşüncelerim zaman zaman öylesine ağırlaşıyor ki, altında eziliyorum. Ne yapacağım, nasıl davranacağım benden iyi bilirsin. Fakat senin hiçbir kötü niyet düşünmeden yapacağın herhangi bir hareketin nasıl yorumlanacağını, nasıl büyütüleceğini de bilirsin. Ayrıca, bir anlık sempatilerin nelere yol açacağını da bilirsin. Sen nasıl benim kötü yanlarımı düşünüp, benden uzaklaştığın anlar içinde sorumsuz olabiliyorsan, ben de senin bazı hatalı hareketlerini düşünüp, kuşkuya, endişeye kapılıyorum. Şurası muhakkak ki, sen eski şımarık, ayakları havada, hareketlerini kontrol etmekten uzak Nebahat değilsin. Muhakkak ki taşıdığın ve hürmet ettiğin bir insan, bu insanın sana verdiği inanç dolu bir sevgi var…

Bütün bunlara rağmen gene de boş bulunabilirsin. İnsanların zayıf olduğu, bazı şeylere açık kaldığı anlar olur. Sana güveniyorum yavrum, beni küçük düşürmeyeceğini biliyorum. Ama saygısız çoktur… Hatırlar mısın, Osmaniye’de bir jandarma resim çektirirken elini senin omuzuna atmıştı. Bu tip olaylar her zaman olur. Bu gece Ankara’da olacaksın. Gitmeye mecbursun. Çoktandır ayrı kaldığın dans seni çekecek, biri seni dansa davet edecek, kalkacaksın, adam seni kolları arasına alacak, seni arzulayacak, senin de açık olacak elbisen… Ve ben burada Urfa’da sana aşk dolu mektuplar yazacağım. Bir başka gün filmin bir sahnesinde, ben burada seni düşünürken, o adam seni öpecek… Öpecek… Anlıyor musun beni? Ha? Anlıyor musun? Bunları tabii karşılaman lazım diyeceksin…

Yapamıyorum bebeğim, yapamıyorum anam, yapamıyorum kuzum… Seni böylesine sevmeseydim keşke… Seni sevmek acı veriyor bana yavrum. Öylesine uzaksın ki bana… Beni unuttuğun anlar günden güne çoğalabilir. Kendini tartmış olursun, ayrılıklar iyi oluyor bazen. İnsan düşüncelerini daha iyi görüyor, alışkanlıklarını daha iyi tanıyor… Zannederim aşağı, yukarı yirmi gün daha ayrı kalacağız. Filmi kabul ettiğin an, bizim filme gelmemeyi bile düşündüğünü biliyorum. Dünkü telefon konuşmamızda benden yer yer kopuk olduğunu gördüm, bu, bir acıydı benim için…

Sana şunu hatırlatmak isterim… Bu ara benimle olan münasebetlerini iyice tart, düşün, o kötü yanlarımı binlerce kere daha düşün ve kararını ver… Beni gerçekten seviyor musun? Yoksa bu, bir alışkanlık mıdır?

Orada çeşitli sıkıntılar içinde olabilirsin. Abdurrahman beş gün önce telefon etmeni söylediği halde, bu kadar geç araman, adresi bildiğin halde geç mektup yazman beni nasıl düşündürmesin? Benden soğuman biraz da olsa gerçek yavrum, bunu benim üstelemem kötü oluyor aslında…

Ayrılmayı düşündüğün anlarda seni alıkoyan çeşitli sebepler var, biliyorum. Gazeteci dedikodusu, şusu, busu… Her neyse önümüzde uzun ve düşünmeye değer zaman var… Düşün…

Geçmişteki iyi ve mutlu günlerimizi düşünüyorum. Beni sevdiğin, benimle dopdolu olduğun günleri düşünüyorum. Benim için şiş ayağınla çorap almaya gittiğin günü… Ev aradığın günleri… Benim hayatımda hatırlanacak ne varsa, bunun yarısı seninle geçmiştir bebecim… Sana kötülükler ettim, seni üzdüm, kaybeden ben oldum… Seni kaybettim gibi geliyor bana. Yanılmıyorsam bu böyle, yanılmıyorsam bana olan sevgin gün geçtikçe pamuk ipliğine benziyor… NE ACI!

Öylesine yalnız ve yorgunum ki… Benim elim, ayağım seninle kuvvetlenmiş yavrum… Seninle varmışım ben… Yokluğun NE ACI. Yüreğim boş, buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibi..”

Yılmaz Güney mektubun bu bölümünde, bütün bir sayfaya kocaman bir “NEBAHAT” yazdıktan sonra şöyle devam ediyor:

“Seni yazmak ihtiyacı kötü… Çocuk ediyor beni… Seni seviyorum bebeciğim… Çok seviyorum… Akşam bekliyorum, kaçta telefon edeceksin, altı buçuk, yedi arası…

Melih’i bulamayacaksın, belki de yalnız gideceksin Ankara’ya… Ben kötüyüm Nebahat, çok kötüyüm… Çok kötü şeyler düşünüyorum. Beni affet…

Seni çok özledim bebeciğim, burnunu öpmek istiyorum. Elini bulursam bir gün hiç bırakmayacağım… Uçak olsaydı, muhakkak birkaç kere gelirdim. Yol uzak… Ve gözden ırak olanlar gönülden de ırak olur.

Nebahat, bir türkü vardır, «Çok muhabbet tez ayrılık getirir» diye… Yalvarırım beni gönlünden uzak tutma. Yavrum, hep kuşku içindeyim. Hatırlar mısın, beni sevmediğini hissettiğim bir ara nasıl çözülmüştüm… Mektubu alır almaz, iki gün düşün ve bana telle, seviyorsan eğer bildir, çok rahatsız oluyorum bebecim, çok sıkılıyorum… Sanki benim zorumla, benim baskımla beni sevmeni istiyorum”

(…)

“Ama bu ayrılığın sonunda sen de bileceksin son durumu. Belki hoşuna gidecek birkaç adamla karşılaşacaksın… İyi ölçüler var hayatta. Uzaklaşan bir insanın hareketleri onu ele verir. Bu ayrılığın sonu beni ya çok üzecek, ya da çok sevindirecek.

Temennim, sevinmek. Çünkü hayatım hep üzüntülerle geçti. Çünkü ben sana mecburum. Çünkü ben seni seviyorum”

(…)

“Nebahat! Nebahat! Nebahat! Nebahat! Yeryüzündeki bütün kâğıtları senin isminle doldurmak istiyorum…”

“Ben şu anda senden başkası değilim. Beni buralarda daha fazla yalnız bırakma sevgilim. Beni ara… Anneme gösterdiğin yakınlık beni çok sevindirdi. O da seni çok seviyor.

Mektubu bir türlü bitirmek istemiyorum. Bu bir saat nasıl geçti? Bilmiyorum. Bütün gün sana yazmak istiyorum, ama bu mektubun cevabını aldıktan sonra. Nebahat mümkün değil, ayrılığına dayanmak…”

Yılmaz Güney

ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Tarihsiz…

“Sevgili yavrum, hala nerede kalacağımız belli değil… Bu beşinci gündür ayrıyız. Yol, gürültü, yorgunluk ve sen beni tükettin. Dişimi çektiler dün duman oldum, bütün gece uyuyamadım. Yanımda olsan bütün acılarım dinerdi.

Felaket buraları, dışarı çıkamıyorum. Antep’in beş misli tezahürat yaptılar. Bugün Siverek’e gideceğiz. Benim memleketim, babamın memleketi, oraya gidersem vuracaklarmış beni eski bir kan davası yüzünden… Sağlık olsun diyorum ben…

Beni n’apıyorsun? Düşünüyor musun? Yakında yerimiz belli olacak, öperim…”

Yılmaz Güney

DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Urfa  28 Mart 1966

«Şu yeryüzünde üç milyarı aşkın insan yaşar yavrum, üç milyarı aşkın yürek atar, durur. Şu üç milyarı aşkın insanların bir kısmı aç, bir kısmı hasta, bir kısmı yaşlı, bir kısmı aşık. Dünyanın neresinde olursa olsun, sevda için yanan binlerce insan vardır. Ve biz, bu üç milyardan yalnız iki kişiyiz.

Her şeyin bir kanunu vardır. Ama sevdanın kanunu, yolu, yordamı yoktur. Akıp giden, aktıkça da büyüyen bir sudur sevda. Irmaklar sonlarını denizde kaybolmuş bulurlar. O denizin içinde kimsenin bilmediği ırmaklar, dereler, çaylar vardır. Ben o denizlerin içinde kaybolan, ne olduğunu hatırlamayan ırmaklardan biri olmak istemiyorum.

Ben, kendi denizimi kendim yaratmak, kendi toprağımı kendim sulamak ve akmak, hep akmak istiyorum. Ama nereye, nasıl? Bütün bir hayatın sonu elleri soğuk bir ölüme bağlanır. O denizlere koşan ırmaklar gibi.

Önümüzde o kadar az zaman var ki… İnsan bunu sevdiği insanla değerlendirmeli diyorum. Hayatımı sevmiyorum, davranışlarımı sevmiyorum. Zaman zaman kafama saplanan kötü düşüncelerimi ve bu düşünceleri yaratan insanları sevmiyorum. Ama azimliyim, bütün karaları sileceğim hayatımdan. Aydınlık, ılık ve güzeli bulacağım.

İnsan hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkum etmeye hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı, geldiğim yeri. İyi şeylerin yanında, çok kötü huylar edindiğimi, basit birtakım kurgular içinde olduğumu, huzursuzluk kaynaklarımın hepsini biliyorum. Bunları çok kısa bir zamanda düzeltmek mümkün mü? Herkesten çok kendime ediyorum, uykularıma, sinirlerime ediyorum, rahatsız oluyorum…

Paydos, bütün bu kötülüklere paydos artık. Bana en büyük destek sen olacaksın yavrum… Geçmişteki bütün günah ve sevaplarımla kendimi sana veriyorum yavrum. Ne yaparsan yap artık, sana kalmışım ben…

Bugün havada bir şirinlik var. Urfa’nın beyaz damlarında çamaşırlar uçuşuyor. Sonra üç beyaz güvercin göğün mavisinde dolanıp duruyorlar. Ne kadar rahat ve sevinçliler… İmreniyorum. Kendimi atabilsem böylesine gökyüzüne… Canım çektikçe uçsam, gitsem. Belki sana gelirdim, yorgun kanatlarımın altına alırdım seni. Yorgun yüreğim tıp tıp atardı belki, ama iyi atardı, çok iyi atardı.

Duvarları ve katı şeyleri sevmiyorum. Canım alabildiğine boş bir deniz istiyor. Yeşillik, portakal bahçeleri, toprak, bu güzelliğin içinde beyaz boyalı, kırmızı kiremit damlı, şöminesi, bembeyaz taşlarla süslü avlusu olan bir ev istiyor…

Dün konuştuk biraz. Evden bahsettiler. Ben uzak şeyler düşündüm. Yalnızlığı seviyorum ben… İnsan kendine yettikçe yalnız olmalı. Sahteliği sevmiyorum. Gel kaçalım seninle yavrum. Her şeyi bırakıp gidelim, dünyanın bir başka yerinde yaşayalım, insan, yeni bir yerde kendine yeni bir hayat kurar. Ama orada da kötü insanlar vardır. Nereye gidersen git, orada bir kötülük vardır… Bu kaçma duygusu bütün insanlarda vardır. Hani senin kalkıp Amerika’ya gitmek isteyişin gibi… En iyisi, en kötülerin içinde en kuvvetli olmak, yılmadan, yıkılmadan yaşamak. Bizim kaçacağımız yer, o uzaklık, içimizde olacak, istediğimiz an kendimize sığınabileceğiz. Bütün günahın, vebalin ve sevabınla benimsin artık…

Yılmaz Güney

TROÇKİ’NİN BÜYÜKADA SÜRGÜN YILLARI: BURAYA KENDİ İSTEĞİMLE GELMEDİM

Lenin’in 1924’te ölümünün ardından Sovyetler Birliği’nde ideolojik bir ikilem başlamıştı. Başını Lev Troçki’nin çektiği grup, devrimin tüm dünyaya yayılması için çaba gösterilmesi gerektiğini, Batılı ülkelerde devrimin teşvik edilmesi gerektiğini söyleyen “Sürekli Devrim” tezini savunuyordu. Stalin ve yandaşları ise tam tersini düşünüyordu: Sosyalist devrim önce Sovyetler’de sağlam bir temel kazanmalı, sosyalizmin diğer kapitalist rejimleri tehdit etmediği ve onlarla bir arada var olabileceği diğer ülkelere gösterilmeliydi. Böylece Batılı ülkelerden gelebilecek tehditler engellenebilir, devrim gelişmesini daha rahat sürdürebilirdi. Kısaca önce “Tek Ülkede Sosyalizm” olmalıydı.

Ne var ki, Lenin’in ardından Stalin ile girdiği iktidar kavgasını kaybetmişti. Ve Troçki, Stalin’i dünya devriminden caymakla suçlayınca önce Aralık 1927’de XV. Kongre’de Komünist Parti üyeliğinden atıldı, ardından Kazakistan’ın Alma Ata kentine sürgüne yollandı.

Fakat Alma Ata, Troçki için geçici bir sürgün yeriydi. Çünkü Stalin’in asıl istediği, Troçki’yi Sovyet topraklarından tamamen atmak, başka bir ülkede sürgüne yollamaktı. Bu konuda birçok ülkeyle Troçki’yi kabul etmeleri için görüşme yapılmıştı ama hiçbir hükümet devrin hareketli ortamında Troçki gibi bir ismi kabul etmeye yanaşmıyordu.

Ankara’daki Sovyet Elçisi Çiçerin de Troçki’ye ülke arayanlardan biriydi. Türk Dışişleri Bakanı Aras’la defalarca konuşmuş ve sonunda Türk hükümetini razı ederek vize almayı başarmıştı. Ancak Türkiye’nin Troçki’yi kabul etmek için bazı koşulları vardı:

Troçki, politik bir göçmen olacaktı. Ona özel ve ayrıcalıklı işlem yapılmayacaktı. Başka ülkeye gitmek isterse, serbest olacaktı. Türkiye’de komünizm uğraşısı göstermeyecek, fakat istediğini yazabilecek ve bunları dışarda bastırıp yayabilecekti. Troçki’ye Türkiye’de SSCB tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik önlemlerini alacaktı. Moskova, bu koşulları kabul etti ve 23 Ocak 1929’da Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nden Troçkilere “Sedov” adıyla vize verildi.

Leon Davitoviç Troçki, 12 Şubat 1929 Salı günü Lenin’in küçük adını taşıyan “İlyiç” vapuruyla Odesa’dan İstanbul’a gelmişti. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Leon Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardı.

Türk Basını Uyarılıyor İçişleri Bakanlığı, aynı günlerde hem İstanbul Valiliği’ne, hem de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne iki uyarı mektubu yazmıştı. Valilikten, herhangi bir suikasta karşı önlem alınması, Basın-Yayın’dan da gazetelerin Troçki ile ilgilenmemesi isteniyordu.

O günlerde İstanbul’da Rusya’dan devrim sırasında kaçan 3-4 bin Beyaz Rus vardı. Bunlar Troçki’nin kurduğu Kızılordu’ya yenilerek ülkelerinden kaçmışlardı. Bunların ve dünyanın başka ülkelerine dağılan 200 binden fazla Beyaz Rus’un, Troçki’yi öldürmek istemesi en doğal düşünceydi.

Troçki’yi getiren İlyiç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirliyor, gemiye binen bir Türk görevli, gelenlerin pasaportlarını inceliyordu. Bu sırada Troçki’nin oğlu Lev Sedov, Türk görevliye Atatürk’e sunulmak üzere bir mektup verdi. Troçki’nin imzasını taşıyan mektup şöyleydi:

Sayın Başkan,

İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum.

Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar.

Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks’ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim.

En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan.

Leon Troçki.

İlyiç vapuru öğleden sonra Galata yolcu salonuna yanaştı. İstanbul Polis Müdürü ve Sovyet Konsolosluğu görevlileri onu karşıladılar. Troçki, Başkonsolosluğa Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne gönderilmek üzere mektup verirken, 22-23 yaşlarındaki oğlu Lev de 12 sandık eşyanın taşınmasıyla uğraşıyordu. Troçki’nin Moskova’ya gönderilmesini istediği mektubun içeriği şöyleydi:

Türk polisiyle işbirliği içindesiniz. İstanbul’da düzenlenecek bir komployla beni öldüreceksiniz. Bu olayların sorumluluğunu Merkez Komitesi üyelerinin tümüne şimdiden yüklüyorum.

Troçki, daha sonra polisinin güvenlik önlemleri arasında Tünel’deki Sovyet Konsolosluğu’na gitti. Burasını herhangi bir otelden daha güvenli sayıyordu. Öyle ya, Stalin herhalde Sovyet konsolosluğunda kendisini öldürme girişiminde bulunmaya cesaret edemezdi. Türk polisi ise Rusların bir şeyler yapmasından kuşku duyduğu için Troçki’nin güvenli bir eve taşınması düşüncesindeydi. Hatta İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, konsoloslukta kaldığı sürece İstanbul Valisi’nin sık sık Troçki’yi ziyaret etmesini ve durumunu incelemesini istemişti.

Gelişinin ikinci günü dünya basını, büyük başlıklarla “Troçki İstanbul’da” diye yazıyor, Türk basını ise Basın Yayın’ın emrine uyarak susuyordu.

Troçki konsolosluğun konukevine yerleşmişti ve cebinde topu topu 1.500 doları vardı. Ama Troçki’nin maddi konuda güvendiği, Avrupa’daki dostları ve yazacaklarından alacağı telif ücretleriydi. Nitekim yanılmayacaktı da…

Uzun bir savaşa hazırlanırken oğlu konsolosluğa yakın kitapçılardan Alman gazeteleri almıştı. Bunlardan birinde Alman hükümetinin kendisine vize vereceği yazıyordu. Troçki vize almak için Almanya’ya telgraf çektiyse de kısa bir süre sonra Ankara’daki Alman Elçisi Nodolny, kendisine hükümetinin vize veremeyeceğini bildirecekti.

Troçki, Almanya’dan yanıt beklediği sırada durmadan yazıyor, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatıyordu. Özellikle de, “Türkiye’ye zorla sokulduğunu” öne sürüyordu.

18 Şubat’ta İstanbul Emniyet Müdürü, Sovyet Konsolosluğu’nda kendisini ziyaret etmiş ve Vali Muhittin Üstündağ’ın mektubunu vermişti Türkçe ve Fransızca yazılan mektupları aldığını ve okuduğunu bildirmesi isteniyordu. Troçki, Türkçe bilmediği için yalnız Fransızca yazılı mektubu okudu ve imzaladı. Türkçe mektubu ise almadı.

Atatürk adına kendisini yanıtlayan İstanbul Valisi Üstündağ, Türkiye’ye zorla sokulması iddiasına da değiniyor ve şöyle diyordu:

Sayın Troçki,

SSCB eski Halk Komiseri,

Cumhurbaşkanımıza sunulmak üzere bıraktığınız mektubu ait olduğu makama gönderdim.

Size aşağıdaki husustan bildirmekle görevliyim:

Sovyet hükümeti, sağlık nedeniyle ülke dışında tedaviniz gerekçesiyle Cumhuriyet Hükümeti’nden vize istemiştir. İyi ilişkiler sürdürdüğümüz dost bir devletin girişimini olumlu karşılamak, bizim yönümüzden doğaldı. Sovyetler Birliği’nden çıkış nedenlerinizi bilemeyiz. Bunları araştırmak da bizim görevimiz değildir. Mektubunuzda belirttiğiniz “zorla sokuldum” deyimi de bizimle ilgili değildir. Buradan istediğiniz bir ülkeye gitmekte serbestsiniz. Oturma sürenizi uzatmak isterseniz de Türkiye konukseverliğini sizden esirgemeyecektir. Bu konuda bütün yabancıların yararlandığı genel kuralların dışına çıkılması düşünülemez.

Polislerimiz, kalacağınız sürece güvenliğinizi sağlamak için gereken önlemleri almışlardır. Buna karşın, bir saldırı kuşkusu duyarsanız, sizi korumakla görevli polislerimize bilgi vermeniz en doğru yol olur.

Bu mektubu aldığınızı ve içeriğini öğrendiğinizi bize bildirmenizi rica ederim.

Saygılarımla.

Muhittin Üstündağ – İstanbul Valisi.

Troçki: Ben Bir Türkofilim Ancak dış basında çıkan yazılar Moskova’yı sinirlendirmişti. Sonuçta elçiliğe, Troçki’nin bir an önce konsolosluktan çıkartılması bildirildi. 8 Mart gece yarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarıldı ve Türk polisinin önlemleriyle Tokatlıyan Oteli’ne arka kapıdan sokularak ikinci kattaki 66-68 ve 70 numaralı odalara yerleştirildi.

1 Nisan 1929 tarihli Vakit gazetesi tüm dünyayı şok eden bir başlıkla çıkar: “Troçki Müslüman Oldu”. Bu büyük haber üzerine tüm yabancı muhabirler Tokatlıyan’a koşarlar ama Troçki’yi bulamazlar. İşin aslı sonradan anlaşılır. Vakit gazetesinin muzip bir muhabiri tüm dünyaya 1 Nisan şakası yapmıştır.

Troçki Türk basınıyla ilk konuşmasını Türkiye’ye gelişinden 34 gün sonra Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Esmer’le yaptı. Bu konuşmasında bazı şeylerin altını önemle çiziyordu:

Yanlış anlaşıldım. Türk hükümetinin özgürlüklerimi kısıtladığını hiçbir zaman söylemedim. Fransız gazetelerine 6 bin sözcük tutan Rusçu makaleler yazdım. Bu yazılar telgrafla çekilirken ve Fransızcaya çevrilirken büyük hatalara uğradı. Türk hükümeti bana büyük konukseverlik göstermiştir, minnettarım. Tekrar ediyorum: Türk hükümeti hiçbir biçimde özgürlüğümü kısıtlamamıştır.

Türkiye’ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu’na indim. Almanya’dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmi bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi herkesle konuşuyorum.

Türkiye’den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için… Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa çok sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur.

Troçki, masası üzerine iki kitap koymuş ve küçük kâğıtlarla bazı yerleri işaretlemişti. Bunları göstererek konuşmasını şöyle sürdürmüştü:

İşte, kitaplarımdan ikisi… Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909′da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya’da Türklere karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze’yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara’ya yolladım. Türkiye’nin bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum.

Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük önderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk’ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki, burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz.

Troçki o gün Rusya’nın iç durumunu da şöyle anlatıyordu:

Beni bazıları Sovyet karşıtı zannederler. Tersine, ben Rusya’daki hükümetin dostuyum. Yalnız şiddet ve baskıyla değil hukuk yollarıyla hükümetin iç ve dış politikasını değiştirmek istiyoruz. Biz bir parti değiliz, parti içinde azınlığız. Aramızdaki çekişme Lenin’in ölüm gününden başlıyor. Bu kişisel değil, fikir ve düşünce çatışmasıdır.

Troçki’nin Tokatlıyan’daki otel yaşamı da kısa sürdü. İngiliz-Amerikan gazetelerine yazdığı makalelerden oldukça para kazanmıştı ve sürekli kendisine daha güvenli bir eve taşınmasını söyleyen Emniyet Müdürü’nün dediğini yapıp daha güvenli ve rahat bir eve çıkabilirdi. Sonunda Şişli Bomonti Mahallesi’nde İzzet Paşa Sokak Numara 29’daki mobilyalı bir ev uygun bulunur ve Troçki 31 Mart’ta yeni yerine taşınır.

Fakat sorunlar bitmemişti. Mahalle halkı bir anda çevrelerinin polislerle ve tanımadıkları insanlarla dolmasından rahatsızlık ve korku duyduklarından kısa süre sonra şikayet yağdırmaya başlarlar. Köşkün, çevredeki evlere yakın olması nedeniyle ortaya çıkan güvenlik açığı Troçki’yi de huzursuz etmeye başladığından, korunma yönünden kolaylık sağlayacak çevresi açık yeni bir ev aranır.

Troçki Büyükada’ya Yerleşiyor Sonuçta Büyükada İskelesi’ne oldukça yakın olan Arap İzzet Paşa Yalısı bulundu. Polis buradan Büyükada’ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebilir ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabilirdi. Troçki zorunlu olarak çıkacağı bu köşkte 1931 yılına kadar kalacaktı.

Troçki, burada tam bir çalışma yaşamına girdi. Dışardan getirttiği Troçkist sekreterlerine durmadan yazılar, dikte ettiriyordu. Bu yazılar Fransa ve Almanya’da ‘‘Bulletin Oppozitsii-Karşıt Bültenler” adıyla yayımlanıyordu. Rus halkının bundan haberi olmuyordu ama Komünist Partisi’nin önde gelenleri arasında sürekli bir tartışma konusuydu yazdıkları… Troçki Türkiye’de iken iki de kitap yazmıştı: Hayatım (1930) ve 3 ciltlik Rus Devrimi Tarihi (1932). Troçki bir de tekne almıştı. Boş zamanlarının çoğunu Yunan balıkçı Haralambos ile birlikte balık tutarak değerlendiriyordu. Rusya’daki alışkanlıklarından da vazgeçememişti. Örneğin çayını sıcak olduğu için fincanın tabağına döküp öyle içmeye devam ediyordu. Köşke bir tane de doğal ıstakoz havuzu yaptırmıştı.

Yalıda bir gece beklenmedik bir yangın çıktı. Troçki bunu önce suikast girişimi sanmıştı. Ancak Bayan Troçki’nin unutkanlık sonucu açık bıraktığı şofbenin yangına neden olduğu sonra anlaşıldı. Ama Stalin’in yayımlanmasından korktuğu belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan bir koleksiyon kül olmuştu.

Geçici olarak Savoy Otel’e yerleştirilen Troçki için yeni bir ev aranmaya başlanır. Gazetelere verilen ilan sonucunda Moda semtinde Şifa Sokak’ta Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev kiralanır. Fakat Troçki, Büyükada’da geçirdiği günleri unutamamaktadır. Üstelik ev hemen sokağın yanıbaşında olduğundan yine huzursuz geceler başlamıştır. Bir gece bahçeye atlayan iki kişinin alarm zillerini çalıştırmasıyla Troçki bu evden ayrılmaya kesin karar verir. Valilik ve Emniyet’in gayretleriyle Büyükada’daki Yanaros Köşkü Troçki’nin yeni evi olarak kiralanır.

Troçki Türkiye’de bulunduğu sıralar çok az dışarı çıkmıştır. Bir kez Ayasofya’yı gezmiş, bir kez de 1932 yılında, Danimarka Sosyal Demokrat Öğrenciler Birliği’nin çağrılısı olarak Rus Devrimi’nin on beşinci yıldönümü konulu bir konferans vermek için Kopenhag’a gitmiştir. Bu gezisini, vatansızlara verilen Türk pasaportuyla yapmıştı. Ancak pasaportunda, “Türk sınırları dışında başına geleceklerden Türkiye Cumhuriyeti sorumlu değildir” kaydı vardı. Çünkü Sovyet hükümeti 20 Şubat 1932’de Troçki’yi vatandaşlıktan çıkartmıştı. 27 Kasım 1932 tarihinde Kopenhag’da yapılan bu konferans, Troçki’nin tüm sürgün yaşamı boyunca kalabalık bir kitle önünde yaptığı tek konuşmaydı.

Vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra İstanbul’daki Rus Konsolosluğu da, Vali’den Troçki’nin artık Rus vatandaşı olmadığı gerekçesiyle “gösterilen ilginin kaldırılmasını” istemişti. Ancak İçişleri Bakanlığı bu öneriyi reddediyor ve Türk topraklarından çıkıncaya kadar güvenlik önlemlerini kaldırmayacağını bildiriyordu.

Başbakan İnönü’nün Rusya’ya gidişi ve Türk-Sovyet ilişkilerindeki yeni gelişmeler Troçki’yi iyice kuşkulandırmıştı. Stalin’in Türkiye’ye baskı yapacağını ve buna Türklerin boyun eğeceğini düşünüyordu. Bu yüzden Fransa’dan vize istedi. Daladier hükümeti bu kez isteği kabul etti ama 2 yıl sonra Norveç’e geçmek zorunda kaldı. Orada da barınamadı. Sonunda Meksika’ya sığındı. Stalinciler tarafından amansızca izleniyordu.

Troçki’nin katili Ramon Mercader

Son 1940’ın 20 Ağustos’undaydı. O gün Stalinci bir komünist olan İspanyol asıllı Ramon Mercader tarafından Troçki’ye suikast düzenlendi. Öldüğünde 62 yaşındaydı.

Selçuk Öcal Kaynak: Tarih Toplum

LOUİS ALTHUSSER: DEVLET’İN (BASKI) AYGITI “ZOR KULLANARAK”, DİA’LAR İSE “İDEOLOJİ İLE İŞLER

0

DEVLETİN İDEOLOJİK AYGITLARI

Marksist devlet teorisine eklenmesi gereken demek ki başka bir şey. Burada, Marksist klasiklerin kendi deney ve girişimlerinin sonucu olan önemli ilerlemeleri teorik bir biçimde sistemleştirmeden, gerçekten bizden çok önce geçtikleri bir alanda dikkatle ilerleyeceğiz. Onların deneyim ve meseleleri ele alma usulleri esas itibarıyla siyasal pratiğin alanıyla sınırlı kaldı.

Marksist klasikler gerçekten de, siyasal pratiklerinde, devleti, bizim önerdiğimiz şekilde tamamlanmış bir Marksist devlet teorisinde bile verilen tanımdan daha karmaşık bir gerçeklik olarak ele almışlardır. Bu karmaşıklığı pratiklerinde göz önüne aldılarsa da onu kendine uygun bir teoride dile getirmediler.

Çok şematik bir biçimde, bu karmaşıklığa tekabül edecek teorinin taslağım çizmeyi denemek istiyoruz. Bu amaçla aşağıdaki tezi öneriyoruz. Devlet teorisini geliştirmek için, yalnızca devlet aygıtı ile devlet iktidarı ayrımını değil, fakat açıkça devlettin (baskı) aygıtının yanında olan fakat onunla karıştırılmaması gere-ken bir gerçeği de göz önüne almak zorunludur. Bu gerçeğe kendi kavramının adım vereceğiz: Devletin İdeolojik Aygıtları.

Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA’lar) nedir? DİA’lar devletin (baskı) aygıtıyla aynı şey değildirler. Marksist teoride, devlet aygıtının şunları kapsadığım hatırlatalım: Hükümet, Yönetim, Ordu, Polis, Mahkemeler, Hapishaneler vb. ki bunlar bundan böyle bizim devletin Baskı Aygıtı adım vereceğimiz şeyi oluştururlar. Baskı kelimesi, hiç olmazsa en son durumda (çünkü, örneğin yönetimsel baskı fiziksel olmayan biçimlere girebilir) söz konusu devlet aygıtının “zor kullandığım” belirtir. Devletin İdeolojik Aygıtları ile gözlemcinin karşısına, birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçeklikleri belirtiyoruz. Bu gerçekliklerin doğal olarak ayrıntılı bir incelemeyi, denenmeyi, dü-zeltilmeyi ve yemden düzenlenmeyi gerektirecek ampirik bir listesini sunuyoruz. Bu gerekliğin içerdiği tüm sakıncaları gözönünde tutarak aşağıdaki şu kurumlan şimdilik DİA’lar olarak kabul edebiliriz (adlarını saymamızdaki sıranın özel bir anlamı yoktur): – Dinî DİA (değişik Kiliseler sistemi) – Öğretimsel DİA (değişik, özel ve devlet “okullar”] sistemi) – Aile DİA’sı8 -Hukukî DİA 9 – Siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistem) – Sendikal DİA Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon vb.) – Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.) Şunu diyoruz: DİA’lar devlet’in (Baskı) Aygıtı ile aynı şey değildirler. Ayrılıklar nerede? İlk aşamada, devletin bir tek (baskı) aygıtı varsa, çok sayıda DİA olduğunu gözlemleyebiliriz. Varoluşunu varsaysak bile DİA’ların bu çokluğunu bütünleştiren birlik dolaysızca görülmez.

İkinci aşamada, devletin birleşik (baskı) aygıtının tümüyle kamu alanında yer almasına karşın DİA’ların (görünüşteki dağınıklıkları içinde) en büyük bölümünün özel alanda bulunduğunu saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okullar vb. vb. özeldir. Şimdilik ilk yaptığımız gözlemi bir yana bırakalım. Fakat çoğunluğu özel kurumlar olarak kamu statüsüne sahip bulunmayan kurumlan ne hakla DİA’lar olarak kabul ettiğimiz sormak için ikinci gözlemimize itiraz edenler olacaktır. Bilinçli bir Marksist olarak Gramsci daha o zaman, tek cümleyle, bu itirazı görmüştü. Kamu ve özel ayrımı burjuva hukukunda yer alan ve burjuva hukukunun “otoritesini” uyguladığı (bağımlı) alanlarda geçerli olan bir ayrımdır. Devletin alanı bu ayrımın dışında kalır, çünkü devlet alanı “hukuk üstü’dür: Yönetici sınıfın devleti olan devlet ne kamusal ne de özeldir, tam tersine her türlü kamusal ve özel ayrımının ön-koşuludur. Aynı şey bu kez DİA’larımızın başlangıç noktası için de söylenebilir. DİA’ları oluşturan kuramların özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli olan işleyişleridir. Özel kurumlar aynen DİA’lar gibi “işleyebilirler. Bunu ispatlamak için DİA’lar dan herhangi birinin biraz derinlemesine bir analizi yeterli olacaktır. Fakat artık işin özüne yönelelim. DİA’lar Devlet’in (Baskı) Aygıtından ayıran şu aşağıdaki temel farktır: Devlet’in (Baskı) Aygıtı “zor kullanarak” işler, oysa DİA’lar “ideoloji kullanarak işlerler.”

Bu ayrımı düzelterek bir kesinlik kazandırabiliriz. Gerçekten de ister Baskı ister İdeolojik olsun, devletin her aygıtı hem baskı, hem de ideoloji ile işler; ama devletin İdeolojik Aygıtı ile devletin (Baskı) Aygıtını birbirine karıştırmamayı gerektiren çok önemli bir ayrım vardır arada.

Bu ayrım, devletin (Baskı) Aygıtının, kendi hesabına baskıya tümüyle (fizik baskı dahil) öncelik verirken, ideolojinin burada ikincil bir işlevi olmasıdır (bütünüyle baskıya dayanan aygıt yoktur). Örnekler: Ordu ve polis hem kendi uyarlıklarını ve yeniden-üretimlerini sağlamak için, hem de dışarıya sundukları “değerler ile aynı zamanda ideolojiyi kullanarak işlerler.

Aynı biçimde, fakat tersine DİA’larda ideoloji tümüyle öncelik kazanırken, aynı zamanda baskıya, en son durumda olsa bile, fakat yalnızca en son durumda çok hafifletilmiş, gizlenmiş, hattâ sembolik bir baskıya (bütünüyle ideolojiye dayanan aygıt yoktur) ikincil bir işlev verildiği söylenmeli. Böylelikle kiliseler ve okul, ceza, ihraç, seçme vb. uygun yöntemlerle yalnız kendi çobanlarım değil sürülerim de “disipline sokarlar”. Aile de böyledir… Kültürel (içlerinden birini sayacak olursak, örneğin sansür) DİA da… vb. DİA’ların ya da devlet’in (Baskı) Aygıtının söz konusu olmasına göre, zor ve ideoloji kullanan bu çifte (öncelikli biçimde ve ikincil biçimde) “işleyişin” belirlenmesinin, DİA’ların hareketi ile Devletin (Baskı) Aygıtının hareketi arasında sürekli olarak görülen ya da görülmeyen pek ince ilişkilerin örüldüğünün anlaşılmasını sağladığım söylemek bilmem gerekli mi? Günlük yaşantı sayısız örneklerini sunuyor bu ilişkilerin, ama sadece gözlem düzeyinin ötesine geçmek istiyorsak, olayı ayrıntılarıyla incelemeliyiz.

Buna karşın bu uyan bize, görünüşte bölük-pörçük DİA’lar topluluğunun birliğini oluşturan şeyi anlamamızı sağlayacak yala sokar. Eğer DİA’lar ideolojiye öncelik vererek işliyorsa, onların çeşitliliğini birleştiren şey de işte bu işleyiş olmalı; çünkü işleyişlerin temeli olan ideoloji, bütün çeşitliliği ve çelişkilerine karşın, yönetici ideolojinin altında, yani “yönetici sınıfın ideolojisi altında, aslında her zaman birliğe sahiptir. Eğer ilke olarak “yönetici sınıfın devlet iktidarını elinde tuttuğunu (tek başına ya da çoklukla olduğu gibi sınıf bölümleri veya sınıf ittifakları ile) ve böylece Devlet’in (Baskı) Aygıtına sahip olduğunu düşünürsek, bu aynı yönetici sınıfın DİA’larda da etkin olduğunu kabul etmemiz gerekir -çünkü Devlet’in ideolojik Aygıtlarında gerçekleşen de bütün çelişkileriyle, bu yönetici sınıfın ideolojisinin kendisidir. Elbette devlet’in (Baskı) Aygıtında yasalar ve kararnameler ile hareket etmek ile DİA’larda yönetici ideoloji aracılığıyla hareket etmek apayrı şeylerdir. Bu ayrılığın ayrıntılarına girmek gerekir -fakat bu ayrılık derin bir özdeşliğin gerçekliğini gizleyemez. Bildiğimiz kadarıyla, hiçbir sınıf DİA ’lar içinde ve üstünde hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz. Bunun için tek bir örnek ve kanıt getiriyorum: Lenin’in, devlet iktidarını eline geçirmiş olan Sovyet proletaryası, “proletarya diktatörlüğü nün geleceğini ve sosyalizme geçişi güvence altına alsın diye öğretimsel DIA’da devrim yapmak gerektiği yönünde sancıyan kaygısı.

Bu son uyan bizi DİA’ların yalnızca sınıf mücadelelerinin kazancı değil fakat sınıf mücadelelerinin ve çoklukla amansız sınıf mücadelelerinin alanı da olabildiklerim anlayacak duruma getiriyor. İktidardaki sınıf (ya da sınıfsal ittifak) DİA’larda, Devlet’in (Baskı) Aygıtında olduğu gibi kolayca bir yasa çıkaramaz. Bunun nedeni yalnızca eski egemen sınıfların DİA’larda uzun zaman önemli mevzilere sahip olmaları değil, fakat aynı zamanda ezilen sınıfların direnişinin, DİA’larda, ister varolan çelişkileri kullanarak, ister mücadele ile savaş mevzileri kazanarak sesini duyurma aracı ve fırsatım bulabilmesidir. Bu gözlemlerin özünü tespit edelim.

Önerdiğimiz tez eğer doğru temellendirilmişse, o zaman bir noktada kesinlik kazandırarak klasik Marksist devlet teorisine geri geldik sayılır, devlet iktidarı (ve filancanın elinde olması…) ile devlet aygıtım birbirinden ayırmak gerektiğini söyledik. Fakat devlet aygıtının iki gövdeyi kapsadığım ekleyeceğiz: Bir yanda devletin (Baskı) Aygıtım temsil eden kurumlar gövdesi, öbür yanda DİA’lar gövdesini temsil eden kuramlar gövdesi.

Louis Althusser İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları

OKUMA ÜZERİNE: BAŞKALARI İÇİN KONUŞURUZ AMA KENDİMİZ İÇİN SUSARIZ – MARCEL PROUST

“Bütün iyi kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş geçmiş yüzyılların insanlarıyla konuşmak gibidir.” [Descartes]

Bize yaşanmamış gibi gelen çocukluk yıllarımızda, çok sevdiğimiz bir kitapla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmış başka zaman belki yoktur. Başkalarına göre bu çocukluk günlerini dolduran, bizimse, kutsal bir zevki kabaca engelliyor diye uzaklaştırdığımız her şey: kitabın en ilginç bölümündeyken oyun oynayalım diye bizi aramaya gelen bir arkadaş; gözlerimizi sayfadan ayırmak ya da yerimizi değiştirmek zorunda bırakan rahatsız edici güneş ışığı ya da arı; tadına bakalım diye getirilen yiyecekler –ki, dokunmadan, yanımızda, sıranın üzerinde bırakmışken, tepemizde, mavi gökyüzünde güneşin ışıkları zayıflar, akşam yemeği için içeri girmemiz gerekir, oysa bizim aklımız fikrimiz yemeğin hemen ardından çıkıp kitabın yarım kalan bölümünü bitirmektedir–; kitap okurken sadece uygunsuz bir şey olarak algıladığımız bütün bu şeyler, tersine öylesine tatlı (o dönemde bu denli bir aşkla okuduğumuz kitaptan çok daha değerli olduğunu şimdi anladığımız) bir hatırayı içimize işliyordur ki, bugün bile geçmiş zamanın bu kitaplarını karıştırmak aklımıza gelirse, bu kitapları, geçmiş günlerden kalan tek takvim olarak ve artık var olmayan evlerin ve gölcüklerin, sayfalarına yansıdığını görme umuduyla karıştırırız.

Rahatça okuyabilecek kadar dingin ve dokunulmaz, günün her saatine sırasıyla sığınılan tatil günlerindeki bu okumaları kim anımsamaz. Sabahları, park dönüşü, herkes “bir gezinti yapmaya” gitmişken, henüz uzak olan yemek saatine kadar sesi soluğu pek çıkmayan ihtiyar Félicie dışında kimsenin girmediği ve duvara asılı boyalı tabaklar; bir önceki günün yaprağı henüz koparılmış takvim; karşılık beklemeden konuşan ve anlamca boş tatlı sözleri, okuduğunuz sözcükleri değiştiren insanların laflarından farklı, duvar saati ve ocak türünden okumaya çok saygılı arkadaşların bana eşlik ettiği yemek odasına süzülüverirdim. Sabahları erken kalkan bahçıvan amcamın yemek sırasında, “Rahatsız etmiyor ya! Biraz ateş insana iyi gelir; sizi temin ederim ki, saat altıda bostan pek soğuk oluyor. Sekiz gün sonra Paskalya olduğuna kim inanır!” diye sözünü ettiği küçük odun ateşinin yanına, bir iskemleye ilişirdim.

Okumaya, ne yazık ki son verecek olan yemeğe hâlâ iki büyük saat vardı. Zaman zaman pompanın gürültüsü işitilir; su sızdırdığından bakışlarınız pompaya yönelir ve orada, çok yakındaki, yarım ay biçiminde tuğla ve fayanslarla kaplı menekşe tarhları olan –bu menekşeler, sanki şu çok güzel gökyüzünden, şu yanardöner renkli ve kimi zaman köy çatıları arasından görülen kilisenin vitraylarında yansır gibi olan gökyüzünden, fırtınadan önce ya da sonra, çok sonra, gün batarken beliren hüzünlü gökyüzünden derlenmiş gibidir– küçük bahçenin tek ağaçlıklı yolundaki kapalı pencereden pompaya bakardınız. Ne yazık ki, aşçı kadın sofrayı kurmaya pek erken gelirdi; bari konuşmadan kursa! Ama, “Böyle rahat değilsiniz, size bir masa yanaştırayım mı?” demek zorunda sanırdı kendini. “Hayır, teşekkür ederim,” diyebilmek için birdenbire susmak ve gözlerin okumakta olduğu bütün sözcükleri dudakların arasında sessizce, koşarak tekrarlayan sesi uzaklardan geri getirmek gerekirdi; sesi durdurmak, dışarı çıkarmak ve uygunca, “hayır, teşekkür ederim,” diyebilmek için bu sözcüklere kaybetmiş oldukları olağan yaşam görünümünü ve yanıt vurgusunu vermek gerekirdi. Zaman geçerdi, yorulup gezintiyi kısa kesenler, “Méséglise’den dönenler” ya da “yazacak şeyleri olduğundan” o sabah çıkmayanlar, çoğu zaman, yemekten çok önce yemek salonuna gelmeye başlardı. “Seni rahatsız etmek istemem,” derlerdi ama ânında ateşe yaklaşmaya, saate bakmaya, yemeğe oturmanın pek de fena olmayacağını söylemeye başlarlardı. “Yazmak için kalmış” erkeğin ya da kadının etrafını özenle çevirirler ve saygı, sır, çapkınlık ve ihtiyat içeren bir gülümsemeyle ona, “Minik yazışmanızı tamamladınız mı?” diye sorarlardı, sanki bu “minik yazışma” hem bir devlet sırrı, bir ayrıcalık, hem de keyif kaçırıcı bir şeymiş gibi. Bazıları daha fazla beklemeden, masaya, kendi yerlerine önceden otururdu. Bu bir felaketti, çünkü bu davranış sonradan gelenlere çoktan öğle olduğunu düşündürtecek ve ailemi, “Hadi, kapa kitabını, yemek yiyeceğiz,” gibi öldürücü sözleri söylemeye yöneltecek kötü bir örnekti. Her şey hazırdı, sofra örtüsünün üzerine bütün sofra takımı yerleştirilmişti, sadece yemeğin sonunda getirilen şey eksikti: bahçıvan ve aşçı amcanın bizzat masada kahve yaptığı camdan aygıt; bir fizik aleti gibi karmaşık, boru biçimindeki bu aygıt güzel kokardı ve buğulanmış çeperlerde kokulu ve kahverengi bir kül bırakan ani kaynamayı cam kapakta görmek çok hoştu; yine bu amca, her zaman aynı oranlarda karıştırdığı krema ve çilekleri, renklerle uğraşan bir ressamın deneyimi ve bir oburun uzgörüsüyle, gereken pembeliğe eriştiklerinde karıştırmayı durdururdu. Yemek bana ne kadar da uzun gelirdi! Büyük halam itirazı hoşgörü ile karşılayan ama kabul etmeyen bir tatlılıkla düşüncesini belirtmek için tadardı yemekleri sadece. Bir roman, dizeler, haddini iyi bildiği şeyler hakkında, bir kadın alçakgönüllülüğüyle daha bilgili olanların düşüncesine her zaman güvenirdi. Bu konuların, tek bir kişinin beğenisinin doğruyu saptamaya yetmediği geçici heveslerin belirsiz alanı olduğunu düşünürdü. Ama kurallarını ve ilkelerini annesinden öğrenmiş olduğu birtakım konular; kimi yemeklerin yapılışı, Beethoven’in sonatlarını çalma ve nezaketle konuk ağırlama hakkında kusursuzluğun ne olduğunu bildiğine ve öbür insanların bu kusursuzluğu ne kadar yakın olduğunu ayırt ettiğine emindi. Zaten bu üç konuda da kusursuzluk hemen hemen aynı şeydi: yeteneklerde bir tür basitlik, sadelik ve sevimlilik. Kesinlikle baharat konulmaması gereken yemeklere baharat konmasına, piyano çalarken gereğinden fazla pedal kullanılmasına ya da yapmacık çalmaya, “misafir kabul ederken” kusursuz bir doğallıktan çıkılmasına ve insanın kendinden abartıyla söz etmesine şiddetle karşı çıkardı. Daha ilk lokmadan, ilk notalardan, basit bir belirtiden yola çıkarak karşısındakinin iyi bir aşçı, gerçek bir müzisyen, iyi yetiştirilmiş bir kadın olup olmadığını bildiği iddiasındaydı. “Benden daha hünerli olabilir ama bu kadar basit bir andanteyi böyle abartıyla çalarak zevkten yoksun olduğunu gösteriyor.” “Çok parlak ve nitelikli bir kadın olabilir ama kendinden bu denli ayrıntılı söz etmesi incelik eksikliği.” “Çok bilgili bir aşçı olabilir ama patatesli biftek yapmayı bilmiyor.” Patatesli biftek! Gözde yarışma parçası, basitliğiyle bile zor, mutfağın bir tür Patetik Sonatı, toplumsal yaşamda bir hizmetçi üzerine sizden bilgi almaya gelen, incelikli ve eğitimli olup olmadığını çok basit bir davranışla kanıtlayabilen soylu kadının ziyaretinin gastronomik eşdeğeri! Büyükbabam gururuna öyle düşkündü ki, bütün yemeklerde başarılı olunsun isterdi ve yemek yapma konusunda ne zaman başarısız olunduğunu asla anlayamayacak kadar az şey bilirdi. Çok ender de olsa kimi zaman başarısız olunduğunu kabul edebiliyordu ama tamamen rastlantı sonucu.

Tersine, aşçı kadının falanca yemeği yapmayı bilmediğine ilişkin büyük halamın her zaman gerekçelendirilmiş eleştirileri, büyükbabama hoşgörüden özellikle yoksun gelirdi. Genellikle, büyük halam yemeği dudağının ucuyla tattıktan sonra, onunla tartışmaktan kaçınmak için düşüncesini belirtmezdi, zaten biz de hoşuna gitmediğini ânında anlardık. Susardı ama büyükbabamı öfkeye boğmaya yetecek, kesin ve kararlı bir onaylamazlığı uysal gözlerinden okurduk. Büyük halamın sessizliği karşısında sabrı taşan büyükbabam, inceden inceye alay ederek düşüncesini belirtmesini rica eder, sorularla onu sıkıştırır, kızdırırdı, ama halamın, büyükbabamın düşüncesini, ara yemeğin fazla şekerli olmadığını doğrulamak yerine, azap çekmeye razı olduğu hissedilirdi.

Yemekten sonra hemen okumaya koyulurdum; özellikle o gün hava biraz fazla sıcaksa, herkes “odasına çekilmeye” çıkardı, bu da benim, insanın kendini sokakta bulmak için bir çocuğun sıçrayarak bile pencerelerinden atlayabileceği kadar alçak olan birinci kattaki odama dar basamaklı küçük merdiveni çıkarak hemen çekilmemi sağlardı. Penceremi kapamaya gittiğimde, rüzgârlıkları indirme bahanesiyle her gün yemekten sonra kapısının önüne sigarasını içmeye çıkan ve sokaktan geçerken kimi zaman sohbet etmek için duran insanlara merhaba diyen karşıdaki silahçının selamına karşılık verirdim. İngiliz dekoratörler ve Maple tarafından uygulanagelmiş William Morris teorileri, bir odanın sadece bize yararlı şeylerle dolu olma ve yararlı her şeyin, basit bir çivi bile olsa, gizli değil ortada olma koşuluyla güzel olduğunu kesin olarak belirtir. Bakır çubuklu ve üstü tamamen açık yatağın üzerinde, bu temiz odaların çıplak duvarlarında kimi başyapıtların taklitleri. Bu estetiğin kurallarına göre değerlendirildiğinde benim odam asla güzel değildi, çünkü hiçbir işe yaramayacak şeylerle doluydu ve bunlar, bir işe yarayacak şeyleri, kullanımlarını son derece güçleştirecek kadar duyarlıkla gizliyordu. Ama bence odam güzelliğini tam da, benim rahatım için değil, sanki kendi zevkleri için oraya gelmişe benzeyen bu şeylerden alıyordu. Sanki bir tapınağın dibine yerleştirilmiş yatağı gözlerden gizleyen o uzun beyaz perdeler; gündüzleri yere saçılan süslemeli yumuşak ipek yatak örtüsünün, çiçekli karyola örtüsünün, nakışlı yatak örtüsünün, patiska yastık kılıflarının altındaki yatağım, Meryem yortusunda fistolar ve çiçekler altında kaybolan sunak gibi kayboluyordu, ve geceleri, yatabilmek için bütün bunları geceyi geçirmeyi kabul ettikleri bir koltuğun üzerine özenle yerleştiriyordum; yatağın yanında, mavi desenli bardak, aynı desenden şekerlik ve (dökmemden çekinen halamın emri üzerine geldiğimin ertesi gününden beri boş duran) sürahi üçlüsü ile öteki araç gereçler; görmezden gelmenin de, kişisel gereksinimlerim için kullanmanın da mümkün olmadığını bildiğim, ama soyunurken, yanlış bir hareketle deviririm korkusuyla uzun uzun dikkatle baktığım bir tür ibadet araç gereçleri –bunlar, neredeyse cam bir ampül içinde yanlarına yerleştirilmiş portakal çiçeği likörü kadar kutsaldır–; okumayı bitirdiğim ve her kalkmak istediğimde yapışıp kaldığımı fark ettiğime göre dikensiz olmasına imkân olmayan beyaz güllerden örtüsü koltukların sırtına fırlatılmış tığ işi ajurlu o küçük atkılar; fanus altında kaba temaslardan korunan sarkacı, uzaktan gelen deniz kabuklarıyla ve eski, duygusal bir çiçekle içtenlikle gevezelik eden ama yerinden kımıldatılamayacak kadar ağır olduğundan, sarkaç durduğunda saatçi dışında kimsenin onu yeniden kurmaya girişecek kadar ihtiyatsız olmadığı o camdan çan; birinde İsa’nın resmi, ötekinde kutsanmış şimşir iki vazoyla süslü konsolun üzerine bir sunak kaplaması gibi atılmış olduğundan, konsolu Kutsal Masa’ya benzeten (her gün, “oda yapıldığında” oraya yerleştirilen bir dua iskemlesi bu düşüncenin çağrışımını tamamlıyordu) ama her zaman çekmece aralarına sıkışan tiftikleri oyunu tamamen imkânsız kıldığından, İsa’nın resmini, kutsal vazoları, kutsanmış şimşiri bir hamlede düşürmeden ve sendeleyip dua iskemlesine tutunmadan tek bir mendil bile alamadığım şu beyaz güpür sofra örtüsü; küçük etamin perdelerin, büyük muslin perdelerin ve daha büyük pazen perdelerin oluşturduğu üst üste asılmış üçlü; bu perdeler genellikle güneşlenmiş akdiken beyazlığı içinde her zaman güleryüzlüydü ama koşut tahta çubukları etrafında hareket etmedeki ve pencereyi açmak ya da kapamak istediğimde birbirlerinin arasına ve hep birlikte de pencereye sıkışmadaki beceriksizlikleri ve inatları yüzünden de aslında oldukça sinir bozucuydular, bir perdeyi kurtarmayı başardığımda, sanki perdeler, gerçek akdiken çalısı ya da orayı seçecek kadar hayal gücüne sahip kırlangıç yuvaları tarafından kusursuz biçimde tıkanmışçasına, eklemlerdeki yerini almaya öbürü her zaman anında hazır oluyordu, öyle ki, görünüşte çok basit bu işlemi, penceremi açma ya da kapama işlemini, evden birinin yardımı olmadan asla başarıyla sonuçlandıramıyordum; benim hiçbir gereksinimimi karşılamamaları bir yana, bunların tatminine hafif de olsa köstek bile olan ve elbette asla biri yararlansın diye odama konmamış bütün bu şeyler, odamı bir anlamda kişisel düşüncelerle, genellikle ağaçsız bir alandaki ağaçlarda ve yol kıyısında ya da eski duvarların üzerinde biten çiçeklerde görülen bu tercih havasıyla, orada yaşamayı ve oradan hoşlanmayı seçmiş olma havasıyla dolduruyordu. Bu eşyalar odayı sessiz ve değişken bir havayla, kişiliğimi hem yok eden hem de büyüleyen bir esrarla dolduruyordu; bu odayı bir tür küçük kilise haline sokuyordu; güneş –amcamın pencerelerin tepesine eklemiş olduğu küçük kırmızı karoları geçip– perdelerin akdikenini pembeleştirdikten sonra duvarların üzerine, sanki bu küçük kilise vitraylı daha büyük bir nefin içine hapsedilmiş gibi garip ışınlar yolluyordu; ve zaten önemli bayramlarda, kutsal emanetlerin çiçekli yoluyla evimize bağlanan kilisenin yakınlığı nedeniyle çanların gürültüsü öyle güçlü geliyordu ki çanların sanki bizim çatıda, dua kitabını elinde tutan papazı, akşam duasından dönen halamı ya da bize kutsanmış ekmek getiren kilise korosundaki çocuğu sık sık selamladığım pencerenin tam üzerinde çaldığını hayal edebiliyordum. William Morris’in işlevsiz güzelliğe tanıdığı ayrıcalıkla, Maple odalarının duvarlarında, şöminenin üzerinde duran Botticelli’nin İlkbahar’ının Brown tarafından çekilmiş fotoğrafına ya da Lille Müzesi’ndeki Meçhul Kadın mulajına gelince, itiraf etmeliyim ki, benim odamda onların yerine, önü işlemeli asker ceketi içinde olağanüstü ve yakışıklı Prens Eugène’i temsil eden bir tür gravür vardı ve bir gece, şiddetli lokomotif ve dolu gürültüsü altında, bir bisküvi markasının reklamını yaptığı gardaki bir büfenin kapısında, her zamanki gibi olağanüstü ve yakışıklı haliyle onu görünce çok şaşırdım. Bugün, bu gravürün sonsuza dek duracağı odama yerleşmeden önce, eskiden bir fabrikatör tarafından büyükbabama cömertlik olsun diye prim olarak verildiğinden kuşkulanıyorum. Ama o zaman, bana tarihi ve esrarlı gelen kökeninden kuşku duymuyordum ve benim tarihi bir kişilik, kendisiyle odamı paylaştığım kalıcı bir oda sakini olarak kabul ettiğim ve her yıl, hiç değişmeden karşımda bulduğum kişinin birçok kopyasının olabileceğini hayal bile edemiyordum. Şimdi onu görüşümün üzerinden epey zaman geçti, bir daha da göreceğimi sanmıyorum. Ama talih bir gün onu karşıma çıkarırsa, hakkında Botticelli’nin İlkbahar’ından daha fazla şey söyleyebileceğimi sanıyorum. Değerli bir resmi oyma tahtadan bir çerçeveye emanet edip koruma zahmetini zihinlerden uzaklaştırarak evlerini hayran oldukları başyapıtların röprodüksiyonlarıyla süslemeyi zevk sahibi insanlara bırakıyorum. Odalarını zevklerine göre döşemeyi ve sadece onaylayabilecekleri şeylerle doldurmayı da zevk sahibi insanlara bırakıyorum. Bense, kendimi, her şeyi benimkinden çok farklı hayatların, benimkine karşıt bir zevkin yaratısı ve dili olduğu bir odada, bilinçli düşünceme ait hiçbir şey bulamayacağım, hayal gücümün kendini ben olmayanın bağrına gömülmüş hissederek coştuğu bir odada ancak yaşıyor ve düşünüyor hissederim; uzun, soğuk koridorlu, dışarıdaki rüzgârın kaloriferin ısıtma çabalarına başarıyla karşı koyduğu, duvarlarını hâlâ ilçenin coğrafi haritasının süslediği, her sesin sessizliği yerinden oynatarak görünür kıldığı, odalarda hava akımının temizlediği ama silinmeyen bir kapatılmışlık kokusunun korunduğu ve bu duruma hayran kalan, bu kokuyu düşünce ve hatıra olarak içerdiği her şeyle birlikte kendi içinde yeniden yaratmayı denemek için ona bir model gibi poz verdiren hayal gücüne ulaştırmak için yüzlerce kez teneffüs ettiren; geceleyin, odanın kapısını açtığında, insanın, orada dağınık duran tüm bir hayata tecavüz etme hissine kapıldığı ve kapıyı kapayıp, daha ileriye, masaya ya da pencereye kadar ilerlediğinde, bu hayatı çekinmeden elinden tuttuğunu sandığı; ilçe merkezindeki halıcının Paris zevki sanarak döşediği kanepenin üzerine bu hayatla birlikte bir tür hafifmeşreplikle oturma hissine kapıldığı; başkalarının ruhuyla ağzına kadar dolu olan ve ızgaraların biçimine ve perdelerin desenlerine kadar onların düşlerinin izlerini koruyan bu odada, eşyaları şuraya buraya koyarak efendi rolü taslayıp, odadaki meçhul halı üzerinde çıplak ayak yürüyerek ve insanın samimiyetle kendi kafasını karıştırma niyetiyle her yerde bu hayatın çıplaklığına dokunma hissiyle dolup taştığı gar yolu, rıhtım ya da kilise meydanındaki bu taşra otellerinden birine ayak bastığımda kendimi ancak mutlu hissederim; o zaman, insan titreyerek sürgüyü çektiğinde, bu gizli hayatı kendisiyle birlikte kapadığını, önünde, yatağa doğru ittiğini ve nihayet üzerine çektiği büyük beyaz çarşaflarda onunla birlikte yattığını sanır, oysa, çok yakındaki kilise, can çekişenlerin ve âşıkların uykusuzluk saatini bütün şehir için çalmaktadır.

Köye bir kilometre uzaklıktaki parka gitmek gerektiğinden uzun süredir odamda okuyamıyordum. Ama bu zorunlu oyun bitince, sepetlerde getirilen ve nehir kıyısında, kitabın el sürmemek kaydıyla bırakıldığı çimenlerin üzerinde çocuklara dağıtılan ikindi kahvaltısını kısa kesiyordum. Biraz ilerde, parkın oldukça bakımsız ve esrarlı kimi kuytularında, nehir, kuğularla dolu ve heykellerin gülümsediği ağaçlı yollarla çevrili, kimi zaman sazan balıklarının sıçradığı düz çizgi halinde akan yapay bir su olmaktan çıkıyor, hızlanıyor, hızla akarak parkın kapısını geçiyor ve sözcüğün coğrafi anlamında bir nehir haline geliyordu, bu nehrin bir adı olmalıydı, sularının sarı düğünçiçeklerine boğduğu ve öküzlerin uyuduğu, tam bir batağa dönmüş çayırlık benzeri otlaklar arasında dağılmakta gecikmiyordu (tıpkı heykeller arasında ve üzerinde kuğular yüzerken olduğu gibi mi?) ve bir yanıyla, ortaçağdan kaldığı söylenen biçimsiz, yıkıntı kulelerle köye bağlanırken, öte yandan kuşburnu ağaçlarıyla ve akdikenlerle kaplı patikalarla başka adları olan bilinmedik köylerin sonsuza uzanan “doğa”sına kavuşuyordu. Ben, parkın aşağısında, kuğuları seyrederek ikindi kahvaltısını bitirmeyi ötekilere bırakıyordum ve karmakarışık yollarda koşarak, kuşkonmaz fidesine, çilek fidanlarının bittiği yere, bazı günler atların çevresinde dönerek suyunu yükselttikleri havuza, arada bir yukarıda “parkın sonu” olan kapıya ve ötedeki peygamberçiçeği ve gelincik tarlalarına bakarak, sırtımı budanmış fındık ağaçlarına dayayarak oturduğum, kimsenin beni kolay kolay bulamayacağı yeşilliklerden herhangi birine kadar gidiyordum. Bu yeşillikte derin bir sessizlik vardı, keşfedilme tehlikesi neredeyse yoktu, aşağıdan bana boş yere seslenenlerin, hatta kimi zaman yaklaşıp ilk bayırları çıkanların, her yeri aradıktan sonra eli boş dönenlerin uzaklaşan çığlıkları güvenliği daha hoş kılıyordu; bu çığlıklar da uzaklaşınca hiç gürültü kalmıyordu; sadece zaman zaman, uzakta, ovaların ötesindeki çanların mavi gökyüzünün ardında çınlıyor gibi gelen altın sesi geçen zaman konusunda beni uyarabiliyordu; ama bu sesin tatlılığından şaşkına dönerek son çan vuruşlarının içini boşalttığı daha derin sessizlik kafamı karıştırdığından vuruş sayısından asla emin olamıyordum. Bu ses, köye girerken yakından bakıldığında yüksek ve sarp görünümünü yeniden kazanan, akşamın mavisi üzerinde kargaların belirginleştirdiği arduvazdan baca şapkası dimdik yükselen kiliseye yaklaşıldığında işitilen, gökgürültüsünü andıran ve “yeryüzünün iyiliği için” meydanda pare pare çınlayan çanların sesi gibi değildi. Bu çan sesleri, parkın ucuna hafif ve cılız ulaşıyordu ve bana değil, bütün kıra, bütün köylere, tarlalarında yalnız başına olan köylülere sesleniyordu, beni asla başımı kaldırmaya zorlamıyordu, zamanı uzak ülkelere taşıyarak, beni görmeden, beni tanımadan ve rahatsız etmeden yanımdan geçiyordu.

Ve kimi zaman evde, yatağımda, yemekten çok sonra, kitap okumak için akşamın son saatlerine sığındığım da oluyordu ama bu sadece bir kitabın son bölümlerine geldiğim, bitirmek için fazla okumanın gerekmediği günlerdi. O zaman, eğer yakalanırsam cezalandırılmayı ve kitap bittiğinde, belki bütün gece sürecek uykusuzluğu göze alarak, evdekiler uyur uyumaz mumumu yeniden yakıyordum; hemen yakınımızdaki silahçının eviyle postane arasındaki sokak sessizliğe bürünmüşken, karanlık ama yine de mavi gökyüzü yıldız doluyordu, ve solda, kıvrılarak birdenbire tırmanmaya başlayan küçük dik sokakta, geceleri uyumayan canavar gibi ve karanlık heykelli kilise apsisinin ortalığı gözlediği hissediliyordu; bu bir köy kilisesi olmasına karşın tarihi bir yerdi, Ulu Tanrı’nın, kutsanmış ekmeğin, rengârenk giysili azizlerin ve komşu şatolardaki soylu hanımların büyülü konutu! Bu hanımlar bayram günlerinde pazarda dolaşırken tavukları bağırtıyor ve dedikoducu kadınları kendilerine baktırıyor, ayine “koşum takımlarıyla” gelip, dönüşte müminlerin dolaplı kapıyı iterek sahına yakutlar serptiği sundurmanın gölgesini terk eder etmez meydandaki pastacıdan, aylak ve şekerli kokusu benim için büyük ayin çanlarına ve pazarların neşesine karışıp kalmış, bir storla güneşten korunan kule biçimindeki pastalardan –“pralinli bisküvi”, “krem şantili çörek” ve “bademli pasta”– birkaç tane satın alıyordu.

Son sayfa okunduktan sonra kitap bitiyordu. Gözlerin çılgınca yarışını ve gözleri gürültüsüzce izleyen ve sadece nefes almak için derin bir iç çekişle duran sesinkini durdurmak gerekiyordu. O zaman, uzun zamandan beri içimde uyanan kargaşaları yatıştırmak ve öbür hareketleri yönetmek için ayağa kalkıyor, yatağım boyunca aşağı yukarı yürümeye koyuluyordum; öteki uzaklıklar gibi metreyle ya da mille ölçülmeyen ve ancak “başka şeyler” düşünenlerin “uzak” gözlerine bakıldığındakiyle karıştırılması zaten imkânsız bir ruh uzaklığında olmasına karşın odada ya da dışarıda boş yere aranan bir noktaya dikili duruyordu. O halde ne? Bu kitap bundan ibaret miydi? Bizi okurken gören ebeveynlerimiz heyecanımız karşısında gülümser bir hava takındığında, yapmacık bir ilgisizlik ya da sahte bir sıkıntıyla kitabı kaparken, yaşayan insanlardan daha fazla özen ve şefkat gösterdiğimiz, onlar için soluk soluğa kaldığımız bu varlıkları bir daha görememenin, haklarında hiçbir şey bilememenin içimizi parçaladığını itiraf edemeyiz. Yazar daha şimdiden birkaç sayfadan beri katı yürekli “Sondeyiş”inde, bu varlıkları buraya kadar adım adım izleyişindeki ilgiyi bilen biri için inanılmaz bir ilgisizlikle onları “uzaklaştırmaya” özen göstermişti. Hayatlarının her saatinde yaptıkları bize anlatılmıştı. Sonra ansızın: “Bu olaylardan yirmi yıl sonra Fougères sokaklarında hâlâ dimdik yaşlı bir adama rastlayabilirdiniz, vb.” Ve ortaya çıkan her engelle korkup, ardından engel aşıldığında sevinerek iki cilt boyunca hayal meyal sezmek için hazırlandığımız o tadına doyum olmaz olasılığın, evliliğin kutlandığını, bizim anlık tutkularımıza ilgisiz, yazarın yerine geçmiş bir kişi tarafından yüksek semalarda yazılmış bu şaşırtıcı sondeyişteki ikinci dereceden birinin araya karışmış bir tümcesinden öğreniriz, ne zaman olduğunu tam olarak bilemeyiz. Kitabın devam etmesini çok isteriz ve eğer mümkünse, bütün bu kişiler üzerine başka bilgilere sahip olmak, şimdiki hayatlarından bir şeyler öğrenmek, bize esinledikleri ve eksikliğini birden hissettiğimiz aşka tümüyle yabancı olmayan şeylere kendi yaşamımızı uygulamak, yarın, hayatımızla ilişkisi olmayan ve değeri hakkında kuşkusuz yanıldığımız, çünkü bu dünyada payına düşen, şimdi anladığımız kadarıyla ve gerektiğinde ebeveynlerimizin bize küçümseyici bir tümceyle öğrettikleri üzere, asla sandığımız gibi evreni ve yazgıyı kapsamak değil, noterin kütüphanesinde, Journal de modes illustré’nin ve Géographie d’Eure-et-Loir gibi önemsiz yıllıkların arasında çok az yer işgal etmek olan kitabın unutulmuş sayfasındaki adlardan başka bir şey olmayacak varlıkları, bir saat için boş yere sevmemiş olmayı isteriz …

.. “Kralların Hazinesi”ne başlarken, bence okumanın niçin bu küçük eserde Ruskin’in ona atfettiği baskın rolü oynamaması gerektiğini göstermeden önce, hatırası her birimiz için bir Tanrı lütfu olarak kalması gereken çocukluğun sevimli okumalarını tartışma dışı bırakıyorum. Hiç kuşkusuz, bu okumalardan çıkardığım ilk sonucu –bu okumalardan bizde kalan şey, özellikle bizim bu kitapları okuduğumuz yerlerin ve günlerin imgesidir–, yaptığım açıklamanın uzunluğu ve niteliğiyle fazlasıyla kanıtladım. Bu imgenin büyüsünden kaçamadım: Okumadan söz etmek isterken, kitaplardan başka her şeyden söz ettim, çünkü okumalarım sırasında benimle konuşanlar kitaplar değildi. Ama belki okumaların bende birbiri ardına bıraktığı hatıralar benim okurumda da uyanacaktır, bu çiçekli ve sapa yollarda zaman kaybetse de okuma adı verilen özgün psikolojik edim, zihinde yavaş yavaş yeniden yaratılacak ve böylece benim belirtmem gereken kimi düşünceleri şimdi kendine aitmiş gibi izleyebilecek güce sahip olacaktır.

Marcel Proust Okuma Üzerine Fransızcadan Çeviren: Işık Ergüden

ORUÇ ARUOBA: YAŞAMIN NE DENLİ YÜK OLDUĞUNU BİLİYORSUN; BİLECEKSİN

YAŞAM (ki)

1.

Yaşamın, en temelde, bağımsız, kendine yeterli olmaya çalışmanın süreci olacak — doğumda, tam bağımlıydın; sonda, ölümde ise, —başarabilirsen— tam bağımsız olabileceksin. Ama, ikisinin (doğum ile ölümün) arasında, hep bir gelişme olacak yaşamın : bir ‘ilerleme’ değil; şu ya da bu yönde, bir gelişme… Kendine yeterli olma, bağımsız olma yönünde ise, gelişmen, hep, başka kişilerle kurduğun ilişkilerin içinden geçerek yürüdüğün bir yol olacak. Bağımsızlığın, bağımlılıklardan geçecek. Yaşamını, ancak bağımlılıkların içinde bağımsız kılabilirsin — ki, yaşamı özgürleştirmen, onu, sürekli, bir yerlere bağlayıp, sonra, o yerlerden koparabilmen olsun. Yaşam, kopmadan kurtulamaz — ama bağlanmadan da kopamaz. Yaşamında kurtuluş, hep, bağlanıp —kendini bağlayıp— sonra, hep, bağlarını koparman olacak.

2.

Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de) savaşmakla geçecek. — Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman… Ama savaşacaksın, gene de : sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten — sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? — Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın — bu da boşuna olmayacak.

3.

Yaşamın, çatışma olacak — kendinle ve bütün ötekilerle çatışmalar yaşaman… Yaşam, kendiyle çatışmadır — çarpışma, savaşma : ki, sonunda da, tabiî, kaybetmektir — savaşı da, kendini de…

4.

Yaşamın, kendi kendine ağırlık haline getirdiğin şeylerin altında ezilmenin süreci olacak. Yaşamı ‘hafifçe’ yaşayabilseydin, yaşamın olayları da uçup giderler, sana yük olmazlardı — ama o zaman da, uçucu, boş olurdu yaşamın. Bu yüzden, yaşadığın her olayı ‘ağır’laştıracaksın; ki uçup gitmesin, omuzuna çöksün; sen de onun yükünü taşıyasın. Yaşaman, yaşamın yükünü yüklenmen olacak. Yaşam, yükleneceğin yüktür. Yaşamın, yükündür.

5.

Yaşamın ne denli yük olduğunu biliyorsun; bileceksin — bu yükü omuzlarından atmadığına, atamadığına, ya da atmak istemediğine, isteyemediğine göre de, onu taşımalısın, taşımak zorundasın, taşıyacaksın — ki, zaten, işte, taşıyorsun… (Kundera Sisyphus hep yeniden gerisin geriye yuvarlanacak olan taşını hep yeniden yüklenip tepeye taşır. Camus’ye göre, “mutlu olduğunu düşünmeliyiz” onun.)

6.

Yaşamda atmak isteyeceğin her adımın bir bedeli olacak : ancak bedeli ödemeğe hazır olursan atabileceksin o adımı — bedeli ‘peşin’ ödeyemeyeceksin; adımı atmaya hazır değilsen, bedeli de ödeyemezsin: Adımı atma anında, bedeli de ödemeğe hazır hâle gelmiş olacaksın.

7.

Yaşamın, gitmek isteyebileceğin yerdir —zaten, bu yaşamı yaşadığına göre, oraya gitmek istemişsin, istiyorsun demektir : yaşam, gittiğin —ve gitmek istediğin; zaten de gideceğin— yerdir. — Zaten, işte, oradasın…

8.

Yaşam gidince ne yapacağını bilemediğin, ama gitmek istediğin yerlere doğru katettiğin yollardan oluşacak — ki, bunlar, belki, o yerlere gitmek istediğini bile ancak sonradan anlayacağın yollar olacak…

9.

Yaşamın öyle noktalara gelecek ki, eski çerçevesinden çıkıp dört bir yana açılan yol ağızlarında duruyor olacak; ama, göreceksin ki, bu yollar hiç de yeni yerlere ulaşmıyor — hatta, hiçbir yere ulaşmıyor : ‘çıkmaz sokak’, hepsi… Yaşamın ‘çıkmaz sokak’lara çıkmakla geçecek — hem de, bunlardan değil çıkmak, giremeyeceksin bile onlara! Yaşamın çıkılamazlıklara girememekle geçecek.

10.

Yaşamın, sürekli gireceğin çıkmazlardan oluşacak; hep girip, hep çıkacaksın çıkmazlara, çıkmazlardan : son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz olacak — sen en son çıkmazına girdiğinde, yaşamın da ‘düze’ çıkacak…

11.

Yaşamının büyük bir bölümü, yaşamına yön verme çabalarınla geçecek — öyle ki, gün gelecek, bakacaksın, yaşamın, yön bulma çabasıyla döne döne, yola hiç çıkamamış… Yaşamın yönünü bulmağa çalışırken, yaşamın yolunu bulamayacaksın. Yaşamın, yön bulmaya çalışırken, yolsuz kalacak — yaşamın yönünü bulacağım derken, yolunu yitireceksin. — Sonunda, yaşamın yönünü bulsan —bulduğunu sansan— bile, bakacaksın ki, yolunu yürüyecek durumda değilsin artık… Yaşamın, yönsüz —yönü olsa bile, yolsuz— kalacak: Yönsüz, hem de, yolsuz yaşayacaksın. Yaşamının yolu hiç olmayacak; belki, yönü olsa bile… Yaşamının yolu yok.

12.

Yaşamda sık sık istemediğin durumlarda kalacaksın — ama, geriye dönüp böyle durumlara giriş nedenlerini düşündüğünde, göreceksin ki, o durumlara girmen, her seferinde senin bir duruma girmek istemenden kaynaklanmış — yaşamının durumlar zincirini izlediğinde, bulacağın, hep, kendin olacak. Yaşamında, hep, kendini, girmek istemediğin durumlara sokmak isteyeceksin — ve, sokacaksın…

13.

Yaşamını önceden yaşamağa çalışacaksın hep — oysa olanaksızdır bu : yaşamın ancak yaşandıktan —sen onu yaşadıktan— sonra, senin yaşamın haline gelecek Yaşamını yaşamadan yaşayamazsın — yaşamın, yaşanınca, yaşamındır. Ama yaşamını önceden yaşamağa çalışmadan da edemeyeceksin : yaşadığın kadarından çıkardığın sonuçlar seni belirli yol ayırımlarına götürecek — oralarda da, ‘şuraya doğru / ya da buraya doğru’ kararını vermeğe zorlayacak: Vermek zorundasın bu kararları. Oysa senin kararlarına aldırmaz yaşamın — karşına öyleşeyler çıkarır ki, uçup gider o —sözümona ‘derinlemesine düşünülmüş’— kararlar, yönelmeler, hedefler : çünkü, işte, yaşanmamışlardır. İşte, yaşananlar alıp götürür yaşamını — yaşamın da, budur işte:– Yaşamın, yaşadıklarındır — yaşamaya ‘karar’ verdiklerin, ya da yaşamak ‘istedik’lerin değil…

14.

Yaşamında hep ‘sahici’ olmaya, yaşadıklarını ‘sahiden’ yaşamaya —yaşamı ‘sahi’ yaşamağa— çalışacaksın; ama, yaşadıklarında hep bir sahtelik arkaplanı, bir yapmacıklık çizgisi, bir uydurulmuşluk havası boy gösterecek.

Oruç Aruoba Kaynak: de ki işte YAŞAM (ki)’den, s. 43-51

LEV TOLSTOY: BİR KAZAK İÇİN RUS KÖYLÜSÜ VAHŞİ, KABA VE DEĞERSİZ BİR VARLIKTIR

Terskaya bölgesine ait askeri yol, yan yana sıralanmış köylerin arasından kıvrılarak geçer ve yaklaşık seksen fersah uzunluğundadır. Bu bölgede hem insanlar, hem de doğa birbirine benzer. Kazaklarla Dağlıların yaşadığı bölgeleri birbirinden ayıran Terek’in her zaman bulanık ve hızlı akan suları, burada genişler, durgunlaşır; ırmağın sağ tarafındaki kamışlarla örtülü sığ kıyılara durmadan kurşuniye çalan bir kumu yığar durur. Yüz yıllık meşeleri, kökleri çürümekte olan çınarları, yeni filiz veren fidanlarıyla pek yüksek olmayan sol yakayı ise oyarak daha sarp bir hale getirir. Sağ yakada Ruslarla barış içinde yaşayan, ama hep huzursuz olan Müslüman köyleri yer almıştı. Sol kıyıda ise ırmaktan yarım fersah ileride, birbirlerine yedi sekiz fersah ara ile sıralanmış Kazak köyleri vardır.

Eskiden bu Kazak köylerinin büyük bir çoğunluğu Terek ırmağının hemen kıyısında yer almaktaydı. Her yıl ırmak dağlardan tarafa, biraz daha kuzeye doğru çekilerek köylerden uzaklaşmıştı. Bu nedenle şu anda kıyıdan bakıldığında yalnızca gür bir yeşillik içinde kaybolmuş eski kent kalıntıları, armut ağaçlarıyla dolu meyve bahçeleri, böğürtlen, yaban üzümü dallarının kuşattığı korular göze çarpıyordu.

Şimdi o çevrede hiç kimse yaşamıyordu. Kumların üzerinde sadece oraları çok sevmiş, benimsemiş geyiklerin, kurtların, tavşanların, sülünlerin izleri vardı.

Kazak köylerinin arasında doğrudan doğruya ormanın içine uzanan, köylerin her birinden bir top atışı mesafede bulunan bir yol geçiyordu. Yol boyunca da Kazakların bulunduğu mevziler sıralanmıştı. Bu mevzilerin arasında yer alan kulelerde de nöbetçiler vardı.

Kazaklara ait topraklar yalnızca yüz metre genişliğinde daracık, ormanlık, verimli bir araziden oluşmaktaydı. Bu toprakların kuzeyinde Nogay ya da Mozdok bozkırlarının kumluk arazisi uzanıyor, daha kuzeyde, kimbilir nerede Türkmen, Astrahan, Kırgız-Kasay bozkırlarıyla birleşiyordu. Terek’in güneyinde Büyük Çeçen, Koçkalıkov tepeleri, Kara Dağlar ile adının ne olduğu bilinmeyen bir dağ daha vardı. Onların da gerisinde karlı dağların tepeleri görünüyordu.

Sadece uzaktan seyredilen bu tepelere henüz hiç kimse ayak basmamıştı. Bu verimli ormanlık, zengin bitki örtüsüne sahip daracık topraklarda çok eski çağlardan bu yana Starover denilen savaşçı, fizikleri düzgün, zengin bir Rus halkı yaşıyordu. Bunlara Dağlı Kazaklar da denilirdi.

Staroverlerin ataları çok eski çağlarda Rusya’dan kaçmış, Terek’in diğer yanında Büyük Çeçen denilen ormanlık dağların ilkinde, Çeçenlerin arasında yerleşmişlerdi. Çeçenlerle uzun yıllar bir arada yaşadıkları için, onlarla akrabalık kurmuş, geleneklerini almış ve Dağlıların yaşama biçimini benimsemişlerdi. Yalnız, yine de eski Rusçayı hiç bozmadan tüm saflığıyla kullanmayı sürdürmüş, eski dinlerini de terk etmemişlerdi. Hâlâ Kazakların arasında dolaşan bir söylentiye göre, bir zamanlar Çar Korkunç İvan, Terek’e gelmiş, ihtiyar Kazakları dağdan huzuruna çağırtmış, onlara ırmağın kıyısında topraklar bağışlamış, barış ve dostluk içinde yaşamalarını önermiş, onları Rus uyruğuna geçmeye ve dinlerini değiştirmeye zorlamayacağına da söz vermişti. Fakat bugüne kadar Kazak soyları, Çeçen soylarıyla akraba olmaya; özgürlüğe, zevke, soygunlara, savaşa tutkun bir halk olarak yaşamayı sürdürmüşlerdi. Bunlar onların yaradılışlarının en temel özellikleriydi.

Burada Rusya’nın ancak kötü etkileri kendini gösteriyordu: Seçimlerde yapılan baskı, kiliselerden çanların indirilmesi, oralardan gelip geçen ya da yerleşen askeri birlikler gibi… Kazak, içinden gelen duygularla, belki de kardeşini vurmuş olan bir Dağlı cigit’ten[2] köyünü korumak için evine yerleşmiş olan, ama evini tütün dumanıyla dolduran askerlerden daha az nefret eder. Düşmanı olan Dağlıya saygı duymasına karşın kendisine yabancı olan, onu sömüren askere adi bir varlık gözüyle bakar. Bir Kazak için Rus köylüsü vahşi, kaba ve değersiz bir varlıktır. Onu da sadece köylerden gelip geçen seyyar satıcılar ile küçük Rusya’dan gelen, Kazakların “yersiz-yurtsuz” diye adlandırdıkları göçmenlerin kişiliğinde görüp tanımıştır.

Bir Kazak son derece gösterişli giyinir, bu yönüyle Çerkezlere benzer. En iyi silahlar Dağlılardan alınır, en iyi atlar da yine onlardan satın alınır, ya da çalınır. Genç bir Kazak için Tatarca bilmek önemli bir özellik sayılır ve keyfi yerinde olduğu zamanlarda kardeşiyle bile Tatarca konuşur. Buna rağmen, dünyanın bu en uzak köşesine atılıp terk edilmişlik duygusu veren, çevresi yarı vahşi Müslüman kabileleriyle ve Rus askerleriyle kuşatılmış bu bir avuç Hıristiyan halk, kendini uygarlığın en yüksek düzeyine ulaşmış sayar. Kazakların gözünde kendilerinden başkası insan değildir. Diğer insanların tümüne daima yüksekten bakarlar…

Bir Kazak zamanının büyük bir bölümünü mevzilerde, seferde, avlanarak ya da balık tutarak geçirir. Hemen hemen evinde hiçbir iş yapmaz. Kasabaya gitmesi ise olağanüstü bir olaydır. Bir kere kasabaya geldi mi de sadece eğlenmeye bakar…

Kazaklar, şaraplarını kendileri yaparlar. İçki içmek onlar için kişisel bir eğilim değildir. Bu sanki onların bir geleneğidir. Bundan kaçmak neredeyse bir ihanet sayılır.

Kazak, kadını kendi rahatını sağlayan bir varlık olarak görür. Genç kızların eğlenmesine hoşgörüyle bakar. Fakat, evli kadını genç yaşından itibaren ihtiyarlayıncaya kadar kendisine hizmet etmekle yükümlü kılar ve durmadan çalıştırır. Tıpkı Doğu ülkelerinin erkekleri gibi kadının her zaman itaat etmesini ister, ondan sürekli hizmet bekler.

Bu anlayış sayesinde Kazak kadını hem ruhsal yönden, hem de beden olarak oldukça iyi gelişir. Erkeğe boyun eğiyor görünmekle birlikte, Doğuda olduğu gibi, ev yönetiminde Batılı kadından çok daha fazla söz sahibidir. Sosyal hayattan uzaklaşmış olması, sürekli erkeklere özgü ağır işlerde çalışması ona ev içindeki hayatında çok daha büyük bir önem ve güç vermiştir. Yabancıların yanında karısına tatlı bir söz söylemeyi, şakalaşmayı bile ayıp sayan Kazak, evinde kadınıyla baş başa kalınca, elinde olmadan daima onun üstünlüğünü hisseder. Bütün ev ve ayrıca evin içinde ne varsa her şey kadının çalışması, özeni sayesinde kazanılmıştır.

Kazak, çalışmanın kendisi için ayıp bir şey olduğunu, bunun ancak bir Nogay işçisine, ya da kadına yakıştığını düşünmektedir ancak, evinde kullandığı, kendisinin saydığı her şeyin aslında kadının çabalarıyla oluştuğunu, kendisine hizmet etme zorunda saydığı kadının, bu ister ana ister eş olsun, dilediğinde onu, sahip olduğu her şeyden yoksun edebileceğini belli belirsiz bir şekilde hisseder.

Bütün bunların dışında sürekli olarak ağır erkek işlerinde çalışan, her zaman her şeyi düşünmek zorunda olan kadın, omuzlarına yüklenen bu sorumluluk sayesinde, erkek gibi bir kişiliğe sahip olmuştur. Bütün bunlar onda şaşılası bir güç, sağduyu, irade yeteneği ve sağlam bir karakter oluşmasına yol açmıştır. Bu yüzden Kazak kadınları çoğunlukla daha güzel, erkeklerden daha güçlü, daha akıllı ve daha gelişmiştir.

Dağlı kadının güzelliği, en saf Çerkez tipi ile kuzeyli kadınlara özgü güçlü, sağlam bir vücut yapısının bir araya gelmesiyle insanda hayret uyandıran bir güzelliğe sahiptir. Kazak kadınları Çerkezler gibi Tatar elbisesi, cepken ve çarık giyerler. Sadece, başlarını Rus kadınları gibi bağlarlar. Giyimde titizlik, temizlik, incelik ve evlerdeki düzen, hayatlarının vazgeçilmez bir alışkanlığı olmuştur. Kadınlar erkeklerle olan ilişkilerinde, özellikle de genç kızlar, oldukça rahat davranırlar.

***

Dağlı Kazakların sayıca en fazla oldukları yer Novomilinskaya kasabasıydı. Burada Dağlılardan kalma gelenekler sürüyordu. Bu kasabanın kadınlarının güzelliği dillere destandı ve ünleri bütün Kafkasya’ya yayılmıştı. Kazakların bütün gelirleri bağlar, bostanlar, meyve bahçeleri, karpuz, kabak, pırasa ve mısır tarlaları, balık ve diğer avlar, bir de seferlerle elde edilen ganimetlerden oluşuyordu.

Kasaba Terek’in üç fersah ötesindeydi, ırmaktan gür bir ormanla ayrılıyordu. Kasabanın içinden geçen yolun bir yanında ırmak vardı, diğer yanında yemyeşil bağlar, meyve bahçeleri; daha ileride de ırmağın sürükleyip getirdiği kum yığınlarıyla dolu Nogay bozkırları görünüyordu. Burayı öbek öbek böğürtlenler, dikenli otlar bürümüştü.

Kasabaya girip çıkarken, yüksek sütunların üzerinde kamışla kaplı damı olan büyük bir kapıdan geçiliyordu; kapının yanında tahtadan yapılmış bir sehpa üzerinde Kazakların bir zamanlar savaşta düşmandan aldıkları, belki yüz yıldır kullanılmamış eski bir top duruyordu. Kapının yanında ara sıra üniformalı, tüfekli bir Kazak’ın nöbet beklediği görülürdü. Bu nöbetçi de yanından geçen bir subaya bazen selama durur, bazen de onu görmezlikten gelirdi… Kapının üzerindeki beyaz bir tabelanın üzerinde kırmızı boya ile şunlar yazılıdır: Ev sayısı: 266, Erkek sayısı: 897, Kadın sayısı: 1012.

Kazakların evleri dört bir tarafta bulunan destekler üzerindedir, yerden bir arşından biraz daha fazla yüksektedir. Damları oldukça düzgün bir şekilde sazlarla kaplanmıştır, saçakları yüksekçedir.

Evlerin tamamı belki yeni değil ama, hepsi de oldukça bakımlı, çok temiz ve kapıları çeşit çeşit süslerle donatılmıştır. Birbirlerine bitişikmiş izlenimi vermezler: Geniş caddelerin ve ara sokakların iki yanına gözü okşayacak biçimde, sıkıştırılmadan rahatça sıralanmışlardır.

Birçok evin aydınlık geniş pencerelerinin önünde, küçük bostanların berisinde evlerden daha yüksek koyu yeşil renkli selvi ağaçları, açık renk yapraklarıyla ve beyaz çiçekli mis kokulu akasyalar, hemen yanlarında da alay eder gibi parlayan sarı ayçiçekleri, sarmaşıklar, asmalar göze çarpar.

Geniş meydanda Kazakların en çok sevdiği şeyleri satan üç dükkân yer alır. Bunlar içki, kabak çiçeği, talaş ve çörek satar. Daha ileride de yaşlı selvilerin arasında bahçesi yüksek duvarlarla çevrili ve öteki yapılardan daha uzun, daha yüksek olan bir ev görünür. Bu pencereleri kepenkli ev, birlik komutanına aittir. Sokaklar özellikle yazın, hafta aralarında pek kalabalık değildir. Kazaklar iş başındadır: Ya mevzilerde, ya seferdedirler… Yaşlılar ise ya ormanda avda, ya balık avında ya da kadınlarla birlikte bahçelerde, bostanlarda iş başındadır. Evlerde ancak çok yaşlılar ve küçük yaştaki çocuklar veya hastalar kalırlar.

Lev Tolstoy Kazaklar  (IV. Bölüm)

BİR KADININ KAVGASINDAN KORKMA, ÇÜNKÜ: KADINLAR SUSARAK GİDER – CEMAL SÜREYA

Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının. Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur. Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur.

Kadınlar Susarak Gider

Çok uzun emekler verir ilişkisini yürütmek için. Birinin kadını olmayı yüreği, beyni, ruhu o kadar zor kabul etmiştir ki, başka bir adama ait olmayı istemez. Erkek gibi, çorbanın tuzu eksik diye kavga çıkarmaz mesela, tam tersi, konuşmamız lazım der. Erkekler de en çok bu cümleye sinir olurlar. Ertelenir o konuşmalar, maç bitimine, yemek sonrasına ve daha birçok lüzumsuz şeyin ardına ötelenir.

Kadınlar inatçıdır, hayata tutundukları gibi, aşklarına da sahip çıkarlar. Bu yüzdendir, konuşup derdini anlatma isteği, karşı tarafı ikna edene kadar uğraşırlar. Sonunda pes eder adam, bir ışık görür kadın, tüm derdini paylaşır. Genellikle ne cevap alır? Abuk sabuk konuşma! Gereksiz ve saçma gelmiştir adama anlatılanlar, hiç de üstünde durmamıştır. Yine bir sıkıntı, tatmin edilemeden geçiştirilir ve adam gün gelip bunların kendisine ok gibi döneceğini bilemez.

Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının. Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur. Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur.

En önemli detaydır, erkeklerin hiç anlayamadığı durum işte bu kadar basittir. O gün gelene kadar konuşan, kavga eden, tartışan kadın, kendini sessizliğe vermiştir. Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse, o zaman sevgisi de yara almış demektir. Yüreğindeki bavulları toplamıştır, kafasındaki biletleri almış ve aslında bedeni orada durarak, ilişkiden çıkıp gitmiştir. Kadın, gerçekten gitmişse, çok sessiz olmuştur ayrılışı, kimse hissetmeden, kapıları vurup kırmadan gitmiştir. Her akşam eve geldiğinde, kapının açıldığını gören adam anlamaz ama bir kadın sessizce gider. Ne mutfağında yemek pişiren, ne yan koltukta televizyon izleyen kadın artık o kadındır. Bir kadının çığlıklarından, kavgalarından korkmamak gerekir, çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.

Cemal Süreya

GRUP DEBKA FANTASİA ŞARKILARI VE CANLI PERFORMANS KAYITLARI

Aynı zamanda grubun Sanat Direktörü olan Yisrael Borochov tarafından biraraya getirilmiş caz ve etnik halk müziği sanatçılarından oluşan bir İsrailli müzik grubu Debka Fantasia.

Çalışmalarının temel alt yapısını belirleyen İsrail, Bedevi-Arap halk ezgilerinin yanı sıra Ortadoğu geleneksel müzik mirası üzerine değişik denemeler yaparak dünyaya bu anlamda farklı bir müzik dinletisi sunma gayreti içinde olduklarını amaçladıklarını belirtiyorlar.

Grup, Türkiye’den “Ada sahillerinde bekliyorum” adlı anomin eseri de seslendiriyor.

Debka Fantasia – Debka Fantasia 2009 yılında çıkardığı albümde yeralan eserler 01. Eretz Zavat Halav U’Dvash 9:14 02. Alei Givah Sham Ba’Galil 5:37 03. Orha Ba’Midbar (Yamin Usmoll) 6:43 04. Bein Nahar Prat Unhar Khidekel 6:15 05. Al Givot Sheikh Abrek 5:12 06. Be’er Ba’Sadeh 6:06 07. Shtu Ha’Adarim 7:34 08. Ushe’avtem Mayim 4:19 09. Ballada Al Maayan Va’Yam 5:45 10. At Adama Be’lev Midbar 5:41 11. Shir Ha’Emek (Ba’ah Menuhah Layage’ah) 7:28 12. Lekh Lekh La Midbar 4:16 Debka Fantasia – Eretz Zavat Halav Udvash

DOSTOYEVSKİ: ÇOKBİLMİŞLERİN ÇOĞU, RAHATTIR, KENDİLERİNE SAYGI DUYAR, RUHSAL DOYUM İÇİNDE OLURLAR

Ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman rastlanır. Her şeyi bilirler. Zamanımızın bir düşünürünün dediği gibi, yaşamda ilgi duydukları daha önemli şeyler ve görüşleri olmadığından, zekâlarının, yeteneklerinin tüm ilgisi tek bir yöndedir. Gelgelelim, “her şeyi bilirler” derken burada oldukça sınırlı bir alanın kastedildiğini bilmek gerek…

Kasım sonlarında, karların eridiği bir sabahın saat dokuzunda Varşova-Petersburg treni hızla Petersburg’a yaklaşmaktaydı. Hava öylesine nemli, öylesine sisliydi ki, şafak bile güçlükle söküyordu; vagonların pencerelerinden rayların sağında solunda on adım ötesi zor görünüyordu. Yolcular arasında yurtdışından dönenler de vardı, ama daha çok üçüncü mevki vagonları kalabalıktı ve buradaki yolcuların hepsi de trene kısa süre önce binmiş küçük esnafla işçilerdi. Her zaman olduğu gibi herkes yorgundu, gece yolculuğu gözkapaklarını ağırlaştırmıştı, üşümüşlerdi, yüzler sisin altında soluk sarıydı.

Ortalığın ağarmaya başlamasıyla birlikte üçüncü mevki vagonlarından birinde pencere kenarında karşılıklı oturan iki yolcu seçilir olmuştu: İkisi de gençti, ikisinin de hemen hiç bagajı yoktu, ikisi de şık giyimli değildi, ikisinin de epey ilginç yüzleri vardı ve nihayet, ikisinin de birbiriyle sohbet etmek istediği belliydi. Birbirlerinin özellikle o anda neyiyle ilginç olduğunu bilselerdi, kaderin onları Varşova-Petersburg treninin üçüncü mevkiinde böylesine tuhaf bir rastlantıyla karşı karşıya oturtmasına kuşkusuz ikisi de şaşardı. Biri kısa boylu, kıvırcık saçları neredeyse kapkara, gri, ufak gözleri ateşli bakan, yirmi yedi yaşlarında bir gençti. Burnu iri, yassı, elmacık kemikleri çıkıktı; ince dudaklarında küstah, alaycı, hatta hain bir gülümseme dolaşıyordu. Ancak alnı geniş, biçimliydi ve yüzünün pek gösterişli olmayan alt bölümünün çirkinliğini örtüyordu. Bu yüzde, genç adamın oldukça sağlam yapısına karşın, ona bitkin bir görünüm veren bir ölüm solukluğu ile küstah ve kaba gülümseyişine de, ateşli, kendini beğenmiş bakışına da ters düşen, tutku dolu, neredeyse azap verici bir şey özellikle dikkati çekiyordu. Sıkı giyinmişti. Kuzu kürkü, önü kapalı, bol, siyah bir gocuk vardı üzerinde, bu yüzden gece hiç üşümemişti. Oysa karşısında oturan, rutubetli Rus kasım gecesine hazırlıksız olduğu belli olan yolcu, gecenin tüm nemini gece boyu sırtında hissetmek zorunda kalmıştı. Onun üzerinde ise genellikle yurtdışında uzak bir yerlere, sözgelimi İsviçre’ye, Kuzey İtalya’ya gidenlerin, dönüş yolunun Eydtkuhnen’den Petersburg’a kadar olan bölümünü kuşkusuz hesaba katmadan, kışları giydiklerinin tıpatıp aynısı, kocaman kukuletalı, çok bol, kolsuz, kalın bir yağmurluk vardı. Ne var ki İtalya’da epeyce işe yarayan ve yararlı olan bu yağmurluğun Rusya’da bir işe yaramadığı anlaşılıyordu. Kukuletalı yağmurluğun sahibi de yirmi altı, yirmi yedi yaşlarında, ortadan biraz uzun boylu, açık sarı saçları gür, yanakları çökük, neredeyse beyaza çalan sarı, sivri sakalı seyrek bir gençti. Gözleri iri, mavi, sabit bakışlıydı. Bakışlarında sakin, ama ağır, bazı kimselerin daha ilk bakışta karşısındakinin saralı olduğunu anlamasına neden olan o tuhaf şey vardı. Bununla birlikte yüzü hoş, zarif, kuru, ama soluk, şimdi ise soğuktan morarmıştı. Elinde rengi atmış eski bir fulara sarılı küçük bir çıkın vardı, bütün yol eşyası oydu herhalde. Ayağında Rus stili olmayan, tozluklu kalın tabanlı potinler vardı. Karşısındaki önü kapalı gocuklu, siyah saçlı genç, biraz da yapacak başka bir şey bulamadığından olacak, onu uzun uzun inceledikten sonra nihayet, bazı kimselerin yakınlarının başarısızlıkları karşısında haz duyduklarını belli eden o kaba, önemsemez, küçümser gülümsemesiyle sordu:

— Üşüdünüz mü?

Sonra omuzlarını kaldırdı.

Karşısında oturan genç hemen cevap verdi:

— Çok. Düşünün ki, havalar soğumadı daha. Ya bir de ayaz olsaydı? Bizim buraların bu kadar soğuk olduğunu düşünmüyordum. Unutmuşum.

— Yurtdışından mı geliyorsunuz?

— Evet, İsviçre’den.

Siyah saçlı genç şöyle bir ıslık çalıp güldü.

— Vay! Demek öyle!..

Sohbet başlamıştı. İsviçre işi yağmurluklu sarışın gencin, esmer yol arkadaşının bazılarının kaba, yersiz ve anlamsız olduklarından kuşku duyulmayacak sorularına istekle cevap vermesi şaşırtıcıydı. Onun sorularını cevaplarken söz arasında, gerçekten de uzun süre, dört yıldan fazla yurtdışında olduğunu, saraya veya titremeli, kasılmalı kora hastalığına benzer tuhaf bir sinirsel rahatsızlık nedeniyle oraya gönderildiğini açıklamıştı. Onu dinlerken birkaç kez hafifçe gülümsemişti esmer genç; “Ee, iyileştiniz mi bari?” sorusuna sarışın genç, “Hayır, iyileşmedim” cevabını verince de açıkça gülmüştü.

— He, he! Boşuna gitti paracıklarınız desenize. (Alaylı bir tavırla eklemişti:) Pek güveniriz yabancı doktorlara.

Hemen yanlarında oturan, küçük memur olsa gerek, kötü giyimli, ense kulak yerinde, kırmızı burunlu, çopur yüzlü, kırk yaşlarında biri söze karıştı:

— Çok doğru buyurdunuz efendim! Evet, Rusları ülkelerine çekmeyi iyi bilirler!

İsviçre’den dönen hasta genç sakin, yatıştırıcı bir sesle,

— Yo, benim durumumda yanılıyorsunuz, dedi. Sizinle tartışacak değilim kuşkusuz, çünkü başkalarının durumundan haberim yok, ama benim doktorum ülkeme dönebilmem için elinde avucundaki son parayı verdi bana, yaklaşık iki yıl da ücret almadan ilgilendi benimle.

Esmer genç sordu:

— Ne yani, hiç para ödemediniz mi?

— Hayır. Orada bakımımı üstlenen Bay Pavlişçev iki yıl önce ölünce buraya, uzaktan akrabam general eşi Yepançina’ya bir mektup yazdım, ama yanıt alamadım. Bu yüzden dönüyorum işte.

— Peki, nereye dönüyorsunuz?

— Yani nerede kalacağımı mı soruyorsunuz?.. Henüz bilmiyorum nerede kalacağımı. Aslında… şöyle…

— Demek henüz kararınızı vermiş değilsiniz?

Esmer gençle memur kılıklı yolcu tekrar güldü. Esmer genç sordu:

— Demek neyiniz var neyiniz yok, hepsi şu çıkınınızın içinde… öyle mi?

Kırmızı burunlu memur pek keyifli bir tavırla,

— Öyle olduğuna bahse girerim, dedi. Gerçi fakirlik ayıp değildir ya, bagaj vagonunda da bir şeyi olduğunu sanmıyorum.

Memurun bu söylediğinin de gerçek olduğu hemen anlaşıldı: Sarışın genç olağandışı bir acelecilikle itiraf etti bunu.

Esmer gençle memur doyasıya güldükten sonra (işin ilginç yanı, çıkın sahibi de onlara bakarak sonunda gülmeye başlamış, bunun üzerine gülenlerin neşesi daha da artmıştı) memur konuşmasını sürdürdü:

— Bu çıkınınızın anlamı büyük olmalı; gerçi, en azından şu İsviçre işi potinlerinizden anlaşıldığı kadarıyla, içinde paketlenmiş avuç avuç Napolyon, Friedrich altınları, değeri daha düşük Hollanda gümüşleri olmasa da… sözde akrabanız olan general eşi Yepançina’yı düşünecek olursak, yine de önemli olabilir bu çıkınınız. Elbette general eşi Yepançina gerçekten akrabanızsa… ve her insanda olabileceği gibi, dalgınlığınızdan ya da hiç değilse hayal gücünüzün fazlalığından öyle sanmıyorsanız…

Hemen karşılık verdi sarışın genç:

— Yine çok doğru buyurdunuz. Gerçekten de kimi zaman yanıldığım oluyor, yani akrabam falan değildir belki; hatta mektubuma cevap vermemesini de hiç yadırgamamıştım. Oysa nasıl beklemiştim mektubunu…

— Demek boş yere posta parası vermişsiniz. Hım… En azından, çok saf, çok iyi niyetlisiniz, bu da çok güzel bir şey doğrusu! Hım… Evet efendim, General Yepançin’i tanırız, ünlü biridir çünkü. İsviçre’de bakımınızı üstlenen Bay Pavlişçev’i de tanırız, yalnız sözünü ettiğiniz Nikolay Andreyeviç Pavlişçev ise tabii; iki kuzendirler çünkü. Öteki hâlâ Kırım’da yaşıyor. Nikolay Andreyeviç ise öldü; yüksek çevrelerde ilişkileri olan saygın bir insandı. Toprağa bağlı dört bin kölesi vardı bir zamanlar…

— Evet ta kendisi, Nikolay Andreyeviç Pavlişçev’den söz ediyorum.

Sarışın genç böyle dedikten sonra meraklı bakışını her şeyi bilen ukala memurun yüzüne dikti.

Bu tür ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman rastlanır. Her şeyi bilirler. Zamanımızın bir düşünürünün dediği gibi, yaşamda ilgi duydukları daha önemli şeyler ve görüşleri olmadığından, zekâlarının, yeteneklerinin tüm ilgisi tek bir yöndedir. Gelgelelim, “her şeyi bilirler” derken burada oldukça sınırlı bir alanın kastedildiğini bilmek gerek: Falanca nerede çalışıyor, kimleri tanır, malı mülkü ne kadardır, vali olarak nerelerde görev yapmıştır, karısı kimlerdendir, ne kadar drahoma getirmiştir, kuzeni kimdir, uzak akrabaları kimlerdir, vb. vb… Hep bu çeşit şeylerle ilgilenirler. Her şeyi bilen bu kişilerin çoğu dirsekleri aşınmış, yırtılmış giysilerle dolaşır, ayda on yedi ruble maaş alır. En küçük ayrıntısına varana kadar her şeylerini bildikleri insanlarsa, onları buna hangi sebeplerin yönlendirdiğini elbette bilmezler; oysa bu çokbilmişlerin çoğu, handiyse bütün bir bilimsel çalışma düzeyinde olan bu bilgileriyle pek rahattır, bu bilgileri nedeniyle kendilerine saygı duyar, hatta en yüksek düzeyde ruhsal doyum içinde olurlar. Hem epey de çekici bir bilim dalıdır. Bu bilimde kişisel huzurunu da, ülküsünü de en yüksek düzeyde bulmuş ve hatta bütün kariyerini yalnızca bu alanda yapmış çok bilim adamı, edebiyatçı, ozan, politikacı gördüm ben. Esmer genç bütün bu konuşma süresince esnemiş durmuş, amaçsızca pencereden dışarı bakmış, yolculuğun bitmesini sabırsızlıkla beklemişti. Sanki dalgındı, hatta çok dalgındı; neredeyse endişeli görünüyordu, hatta tuhaf bir hali vardı: Kimi zaman dinliyor, ama duymuyor, bakıyor ama görmüyordu. Ara sıra gülüyor, ama gülerken neye güldüğünü bilmiyor, hatırlamıyordu sanki.

Çopur yüzlü yolcu, çıkınlı sarışın gence döndü birden:

— Affedersiniz, kiminle tanışmak mutluluğunu tattığımı sorabilir miyim?

Sarışın genç hemen cevap verdi:

— Prens Lev Nikolayeviç Mışkin…

— Prens Mışkin mi? Lev Nikolayeviç Mışkin mi? (Düşünüyormuş gibi ekledi memur:) Tanışmadık sizinle efendim. Hatta adınızı hiç duymadım efendim. Yani soyadınızı demiyorum, tarihe geçmiş bir soyadıdır çünkü. Bakılacak olursa, Karamzin’in “Tarih”inde kesin vardır. Ben kişilerden söz ediyorum efendim… günümüzde Prens Mışkinler’e hiçbir yerde rastlanmıyor artık, hatta adları dahi duyulmuyor efendim.

Hemen karşılık verdi prens:

— Evet, haklısınız! Prens Mışkinler’den kimse kalmadı artık, benden başka yani; yanılmıyorsam ben sonuncuyum. Atalarımıza gelince, onlar yüksek devlet görevlilerinin yanında çalışan köylülermiş. Ama babam askeri okulu bitirdikten sonra orduda üsteğmen olarak görev yaptı. Doğrusu, general eşi Yepançina’nın Mışkinler’le yakınlığının nereden geldiğini tam bilmiyorum, o da kadın olarak son Mışkin’dir…

Memur kıs kıs güldü:

— He-he-he! Demek, kadın olarak son Mışkin ha? He-he! Çok güzel söylediniz bunu!

Esmer genç de gülümsedi. Sarışın genç, epeyce kötü bir kelime oyunu yaptığına kendi de biraz şaşırmıştı. Neden sonra şaşkınlık içinde açıklamaya çalıştı:

— İnanın, hiç düşünmeden öylesine söyledim bunu…

Memur keyifli bir tavırla onayladı onu:

— Haklısınız, anlaşılıyor efendim, anlaşılıyor…

Esmer genç sordu birden:

— Peki, orada bilimsel çalışmalarınız oldu mu prens? Bir profesörün yanında falan?

— Evet… oldu…

— Oysa benim böyle bir çalışmam hiç olmadı.

Prens neredeyse özür diler gibi karşılık verdi:

— Benim de pek az oldu zaten… Hastalığım nedeniyle sürekli çalışmama izin vermediler.

Esmer genç çabucak:

— Rogojinler’i duymuşluğunuz var mıdır? diye sordu.

— Hayır, hiç duymadım. Hem Rusya’da çok az kişiyi tanıyorum zaten. Siz bir Rogojin misiniz yoksa?

— Evet. Bir Rogojinim. Parfyon Rogojin…

Memur, yüzünde zorlamalı mağrur bir ifadeyle atılacak oldu:

— Parfyon mu dediniz? Şu Rogojinler’ den olmayasınız…

Ama konuşmanın başından beri ona bir kez bile olsun dönüp bakmayan, yalnızca prensle konuşan esmer genç kaba bir tavırla kesti sözünü:

— Evet, onlardanım.

— İyi ama… nasıl olur? (Şaşkınlıktan donup kalmış gibi gözleri dışarı uğramıştı memurun; yüzünü saygıyı, yaltaklanmayı, hatta korkuyu andıran bir ifade kaplamıştı.) Şu yedi göbekten soylu Semyon Parfyonoviç Rogojin’in… Bir ay önce ölen, arkasında iki buçuk milyon rublelik bir servet bırakan Semyon Parfyonoviç Rogojin’in oğlusunuz demek?

Esmer genç yine kesti sözünü:

— Onun iki buçuk milyonluk servet bıraktığını nereden öğrendin sen? (Bu kez de memuru yüzüne bakmaya değer bulmadan söylemişti bunu. Memuru göstererek prense göz kırpıp ekledi:) Hayret doğrusu! Görüyorsunuz, hemen nasıl yaltaklanmaya başladı! Ama doğrudur, babam öldü ve ben bir ay sonra Pskov’dan neredeyse çıplak ayakla dönüyorum eve. Ne aşağılık kardeşim, ne annem para yolladı bana. Babamın öldüğünü bile haber vermediler! Ben bir köpeğim sanki! Ateşler içinde tam bir ay yattım Pskov’da.

— Şimdiyse bir milyondan fazla paranız olacak; Tanrım, ne büyük para bu! diyerek el çırptı memur.

Rogojin sinirli, kötücül bir tavırla, tekrar başıyla memuru işaret etti.

— Peki ama, söyler misiniz, şuna ne oluyor? Amuda kalkıp önümde dolaşsan bile kapik koklatmam sana.

— Dolaşacağım da efendim, dolaşacağım…

— Vay canına! Karşımda bir hafta dans et, yine vermeyeceğim, yine vermeyeceğim!

— Vermezsen verme! İstemiyorum, verme! Yine dans edip oynayacağım karşında. Karımı, küçücük çocuklarımı terk edeceğim, karşında oynayacağım. Öveceğim seni, göklere çıkaracağım!

Yana tükürdü esmer genç.

— Tüh sana! (Prense döndü.) Bundan beş hafta önce ben de sizin gibi, elimde bir çıkınla baba evimden Pskov’a, halamın yanına kaçmıştım. Ateşler içinde yattım Pskov’da, bu arada babam ölmüş. Beyin kanamasından… Toprağı bol olsun. Ama öldüresiye dövmüştü beni! İnanır mısınız prens, yemin ederim, doğrudur bu söylediğim! Evden kaçmasaydım, öldürecekti beni.

Prens gocuklu milyonere değişik bir merakla bakarak,

— Bir şey için kızdırmış olmayasınız onu? dedi.

Bir milyonluk mirasa konmak gayet dikkate değer bir şey olsa da, prensi ilgilendiren, şaşırtan başka bir şeydi. Evet, Rogojin de bu sohbeti içtenlikten, açıkkalplilikten çok dağınık, gayriihtiyari bir tavırla, sırf içindeki endişeden, korkudan kurtulmak için birilerine bakmak, birileriyle konuşmak gereksinimi duyduğundan sürdürüyormuş gibi görünmesine karşın, aslında pek istekli sohbet ediyordu onunla. Sanki hâlâ sıtmalı, en azından ateşi var gibiydi. Memura gelince, gözlerini Rogojin’e dikmiş, soluğunu tutmuş, onun ağzından çıkan her sözcüğü elmasmış gibi yakalıyor, ölçüp biçiyordu.

Rogojin,

— Kızmıştı işte, çok kızmıştı, diye karşılık verdi. Evet, kızmakta belki haklıydı da, ama ben en çok ağabeyime içerliyorum. Annem için bir şey söylemeyeceğim. Yaşlı kadın… Ortodoks almanağı türünden şeyler okur, yaşlı kadınlarla oturup çene çalar, ağabeyim Semyon ne derse inanır. Peki ama, o neden zamanında haber vermedi bana? Anlıyoruz herhalde efendim! Gerçi o sıralar kendimi bilmeden yatıyordum. Bir telgrafın geldiğini de söylüyorlardı. Telgrafı halam almış. Ama o da otuz yıldır dul yaşayan bir kadın, sabahtan gece yarılarına kadar birtakım divanelerle oturur. Rahibe desem, değil… Telgrafı görünce korkmuş, açmadan götürüp karakola teslim etmiş. Bu zamana kadar orada beklemiş telgraf. Neyse ki, Konev’in, Vasiliy Vasilyeviç Konev’in bana yazdığı mektuptan öğrendim durumu. Ağabeyim “Bunlar çok para eder” diyerek, babamın tabutunun üzerine örtülen örtünün altın püsküllerini bile gece kesmiş. İstersem, yalnızca bunun için Sibirya’ya yollatırım onu. Çünkü kâfirliktir bu… (Memura döndü:) Hey sen, bostan korkuluğu! Yasalarca kâfirlik değil midir bu?

Hemen karşılık verdi memur:

— Evet efendim, kâfirliktir!

— Cezası Sibirya’ya sürgün müdür?

— Evet, Sibirya’ya sürgündür. Hem de hemen!

Prense dönüp konuşmasını sürdürdü Rogojin:

— Hâlâ yatakta yattığımı sanıyorlar. Oysa ben, hasta olmama karşın, kimseye bir şey söylemeden trene atladığım gibi yola çıktım. Geliyorum işte. Kapıyı açıp beni karşında görünce ne yapacaksın bakalım sevgili ağabeyim Semyon Semyonıç! Biliyorum, çok çekiştirdin beni toprağı bol olsun babama. Evet, biliyorum, Nastasya Filippovna olayında gerçekten de çok kızdırdım babamı. Bütün suç bendeydi. Yanlış yaptım.

Memur, bir şeyi anlamaya çalışıyormuş gibi, yaltaklanarak sordu:

— Nastasya Filippovna olayında mı?

Rogojin katlanamıyormuş gibi bağırdı ona:

— Tanımıyorsun ki onu, sana ne!

Memur mağrur bir tavırla,

— Niçin tanımayacakmışım, tanıyorum! diye karşılık verdi.

— Şuna bak! Dünyada yalnızca bir Nastasya Filippovna mı var? Hem ne yüzsüz adamsın sen öyle! Sana söylüyorum, pislik! (Prense dönüp sürdürdü konuşmasını:) Böyle bir pisliğin hemen yakama yapışacağı içime doğmuştu sanki!

Memur ısrar ediyordu:

— Belki de tanıyorumdur efendim! Lebedev’in tanımadığı yoktur! İsterseniz beni azarlayın ekselans, ama ya kanıtlarsam tanıdığımı? Aynı Nastasya Filippovna’nın yüzünden babanız kızılcık sopasıyla haşlamıştı sizi. Soyadı Baraşkova’dır. Doğrusu, ünlü bir hanımefendidir kendileri. Bir çeşit prensestir de. Aynı zamanda Totskiy, Afanasiy İvanoviç Totskiy isminde, birtakım şirketlerin, derneklerin yönetim kurulu üyesi olduğundan General Yepançin’le yakın dostluk kurmuş, zengin bir toprak sahibiyle beraberdir…

Rogojin sonunda gerçekten şaşırmıştı.

— Vay be! dedi. Sen neymişsin! Tüh! Gerçekten de her şeyi biliyor adam.

— Bilir! Her şeyi bilir Lebedev! Aleksey Lihaçov ile iki ay dolaşmış adamım ben beyefendiciğim. O da babasını kaybetmişti… Anlayacağınız, her yere birlikte gidiyorduk. Sonunda Lebedev olmadan bir yere adımını atmaz olmuştu. Kendisi şu anda bir borç yüzünden içeride, ama o zamanlar Armance’ı da, Coralie’yi de, prenses Patskaya’yı da, Nastasya Filippovna’yı da, daha birçok kimseyi de tanıyordu.

Rogojin kötü kötü baktı memurun yüzüne; öfkeden dudakları bile bembeyaz olmuş, titriyordu.

— Nastasya Filippovna’yı mı dedin? Yoksa Lihaçov’la aralarında…

Memur aceleyle karşılık verdi:

— Hayır, hayır bir şey olmadı aralarında! Hiçbir şey olmadı! Asla olmadı! Onca para harcamasına karşın amacına ulaşamadı Lihaçov! Armance’a benzemez Nastasya Filippovna. Yalnızca Totskiy vardı onun için. Akşamları Bolşoy Tiyatrosu’na veya Fransız Tiyatrosu’na gider, Totskiy’in özel locasında otururlardı. Tiyatroda subaylar onunla ilgili bol bol konuşurlardı aralarında, ama konuştukları yalnızca şu kadarla kalırdı: “Bak, Nastasya Filippovna dedikleri kadın şu işte…” Başka herhangi bir şey söyleyemezlerdi, hiçbir şey! Söyleyebilecekleri başka bir şey yoktu çünkü.

Rogojin asık suratla doğruladı memuru:

— Çok doğru. O zaman aynı şeyi Zalyojev de söylemişti bana. Prens, bir gün sırtımda babamın üç yıllık eski redingotu, Nevskiy Caddesi’ni koşarak karşıdan karşıya geçiyordum, tam o anda Nastasya Filippovna da bir mağazadan çıkmış, arabasına biniyordu. Şurama bir ateş düştü sanki. Tam o sırada Zalyojev’le karşılaştım. Benim gibi biri değildir Zalyojev. Güzelce tıraş olmuş, berberden çıkıyordu. Saplı gözlüğü de gözündeydi. Oysa biz ucuz çizmelerle dolaşıyor, etsiz lahana çorbası ile karnımızı doyuruyorduk. Zalyojev şöyle dedi bana: “Sana göre biri değildir o… Bir prensestir. Adı Nastasya Filippovna, soyadı Baraşkova’dır ve Totskiy ile yaşıyor. Totskiy ise ondan nasıl kurtulacağını bilemiyor. Adam hayli yaşlandı, neredeyse elli beş oldu ve Petersburg’un en güzel kızıyla evlenmeye çalışıyor. Bugün Bolşoy’a bale izlemeye gidersen Nastasya Filippovna’yı parterdeki locasında görebilirsin. Locasında olacaktır.” Babama bale izlemeye gitmek istediğimi söyleyecek olsam öldüresiye döverdi beni! Yine de gizlice evden kaçtım ve bir kez daha gördüm Nastasya Filippovna’yı. O gece hiç uyumadım. Sabahleyin, toprağı bol olsun babam her biri beş bin ruble, yüzde beş faizli iki tahvil verdi bana. “Git bunları bozdur,” dedi. “Yedi bin beş yüz rublesini Andreyev’in bürosuna götür, kendisine ver, on binden geri kalanı bir yere takılmadan, doğru bana getir. Bekliyorum.” Tahvilleri sattım, parayı aldım, ama Andreyev’in bürosuna uğramadım, sağıma soluma bakmadan, doğru İngiliz mağazasına gittim, her birinin ucunda fındık iriliğinde birer pırlanta sallanan bir çift küpe aldım. Dört yüz ruble borçlu kaldım. Kim olduğumu söyledim, güvenip küpeleri verdiler. Küpelerle doğru Zalyojev’e gittim: Böyle iken böyle kardeşim, hadi Nastasya Filippovna’ya gidelim… Gittik. Oraya kadar nasıl gittiğimi bilmiyorum. Doğrudan konuk salonuna aldılar bizi. Nastasya Filippovna yanımıza çıktı. O anda kim olduğumu söyleyemedim, benim yerime Zalyojev söyledi: “Parfyon’dan… Parfyon Rogojin’den dünkü karşılaşmanızın anısına küçük bir armağan hanımefendi. Lütfen kabul buyurunuz.” Paketi açıp baktı Nastasya Filippovna, gülümsedi, “Bu inceliği için arkadaşınız Bay Rogojin’e teşekkürlerimi bildiriniz lütfen,” dedikten sonra selam verip çıktı. O anda nasıl oldu da ölmedim, bilmiyorum! Oradan çıkabildiysem, şöyle düşündüğümdendir: “Nasıl olsa öldüm ben! Kurtuluş yok…” Ama en ağırıma giden, şu şeytan Zalyojev’in olaydan yararlanmasıydı. Boyum kısaydı, kıyafetim berbattı, bir şey söylemeden öyle dikilip duruyor, aptal aptal kadının yüzüne bakıyordum. Utanıyordum çünkü. Oysa Zalyojev’in üzerinde son moda çok şık bir giysi vardı. Boynuna damalı bir kravat bağlamış, yüzüne kremler, pudralar sürmüş, saçlarını kıvırtmıştı. Öylesine ezilip büzülüyor, öylesine yaltaklanıyordu ki, Nastasya Filippovna’nın onu ben sandığından kuşkum yoktu! Dışarı çıkınca şöyle dedim Zalyojev’e: “Bana bak, sakın ola bir daha buraya benimle birlikte gelmeyi düşüneyim deme, duydun mu beni?” Güldü: “Sen şimdi Semyon Parfyonıç’a nasıl hesap vereceksin, onu düşün!” Ne yalan söyleyeyim, eve gitmektense kendimi oracıkta nehre atmayı düşünmüyor da değildim… Sonra “Aman, battı balık yan gider!” dedim kendi kendime ve her şeyi göze almış bir günahkâr gibi gittim eve.

Memur yüzünü ekşiterek (titremişti bile) şöyle dedi:

— Vah vah! (Prense döndü:) Toprağı bol olsun, babası değil on bin ruble için, on ruble için bile insanı dünyaya geldiğine pişman edecek biriydi.

Prens dikkatle bakıyordu Rogojin’e. Yüzü şimdi daha da beyazlaşmış gibiydi.

Memurun söylediğini tekrarladı Rogojin:

— Dünyaya geldiğine pişman edermiş! Sen ne bilirsin? (Prense dönüp sürdürdü konuşmasını:) Babam hemen öğrenmişti durumu. Zalyojev önüne gelene anlatmıştı olayı çünkü. Babam kolumdan tuttuğu gibi üst kata çıkardı beni, bir odaya kapadı, tam bir saat patakladı. “Bu daha başlangıç,” dedi, “asıl akşama görüşeceğim seninle.” Ne yapsa beğenirsiniz? O yaşta kalkıp Nastasya Filippovna’nın evine gitmiş, önünde yerlere kadar eğilip yalvarmış yakarmış, ağlamış… Kadın sonunda getirip kutuyu suratına fırlatmış. “Al işte, küpelerin moruk,” demiş. “Parfyon onları böylesine büyük bir tehlikeyi göze alıp bana getirdiğine göre, şimdi bu küpeler benim için on kat daha değerlidir. Selamlarımı, teşekkürlerimi ilet Parfyon Semyonıç’a.” Bu arada ben anacığımın hayır duasını alıp, Seryoja Protuşin’den borç aldığım yirmi rubleyle trene atladığım gibi Pskov’un yolunu tuttum. Eve vardığımda sıtmadan tir tir titriyordum. Yaşlı kadınlar hemen dualar okumaya başladılar. Sarhoştum. Sonra meyhane meyhane dolaşıp cebimdeki paranın hepsini içkiye verdim, zilzurna sarhoş, kendimi bilmeden sokaklarda yattım… Sabaha karşı zangır zangır titremeye başladım, bu arada köpekler de saldırmıştı üzerime. Kendime zor geldim.

Memur ellerini ovuşturarak kikirdedi.

— Öyle ama efendim, şimdi Nastasya Filippovna ile güzel günler başlayacak! Artık küpelerin sözü mü olur beyefendi! Daha ne küpeler armağan ederiz biz ona, değil mi?

Rogojin memuru kolundan kuvvetlice yakalayıp, bağırdı:

— Nastasya Filippovna’nın adını bir daha ağzına alırsan, Tanrı tanığım olsun, kırbaçlarım seni! Lihaçov’la çok gezip tozduğun belli!

— Kırbaçlayacaksan, beni kabul ediyorsun demektir! Kırbaçla öyleyse! Böylece kırbacının izi kalır üzerimde… A! Gelmişiz.

Gerçekten de tren gara giriyordu. Rogojin kimseye haber vermeden yola çıktığını söylemişti, ama yine de birkaç kişi karşılamaya gelmişti onu.

Ona şapkalarını sallıyor, sesleniyorlardı.

Rogojin kendisini karşılamaya gelenlere mağrur, hatta sanki biraz da kindar bir gülümsemeyle bakarak,

— Vay canına, Zalyojev de burada! diye mırıldandı. (Birden prense döndü:) Seni neden çok sevdiğimi bilmiyorum prens. Belki de böyle bir zamanda karşılaştığımızdandır; hoş aynı zamanda bununla da (başıyla Lebedev’i gösterdi) karşılaştım, ama hiç sevmedim onu. Uğra bana prens. Önce şu ayağındaki tuhaf şeyleri çıkarıp atalım. En kalitelisinden bir sansar kürkü alırım sana; birinci sınıf bir frak, beyaz ya da hangi renk istersen bir yelek diktiririm sana, ceplerini tıka basa para doldururum ve… sonra Nastasya Filippovna’ya gideriz! Geleceksin, değil mi?

Lebedev etkileyici, mağrur bir tavırla atıldı:

— Kabul edin Prens Lev Nikolayeviç! Sakın kaçırmayın bu fırsatı! Sakın ha!..

Prens Mışkin ayağa kalktı, kibarca elini uzattı Rogojin’e ve sevecen bir tavırla,

— Büyük bir zevkle geleceğim ziyaretinize, dedi, ayrıca beni sevdiğiniz için de çok teşekkür ederim. Gelebilirsem, bakarsınız bugün bile uğrarım size. Çünkü bütün içtenliğimle söylüyorum, ben de çok sevdim sizi. Özellikle de pırlantalı küpelerle ilgili anlattıklarınızdan sonra… Aslında yüzünüzün biraz asık olmasına karşın, daha önce de hoşlanmıştım sizden. Sözünü verdiğiniz giysiler ve kürk için de teşekkür ederim. Çünkü gerçekten de giysiye ve bir kürke acilen ihtiyacım var. Şu anda tek kapik bile yok cebimde.

— Akşama param olacak, çok param olacak, gel, bekleyeceğim seni!

Memur girdi araya:

— Olacak, olacak, akşama parası olacak!

— Peki, kadınlar konusunda usta mısın prens? Önceden söyleyin şunu!

— Ben mi? Yo, hayır! Aslında ben… Belki de bilmiyorsunuzdur… Doğuştan olan hastalığım nedeniyle kadınları hiç tanımam.

— Öyleyse, diye haykırdı Rogojin, prens sen gerçek bir meczupsun. Öylelerini sever Tanrı.

Memur tekrar karıştı söze:

— Evet, öylelerini Tanrı sever.

Rogojin memura döndü.

— Hadi bakalım yalaka, arkamdan gel!

Hep birlikte indiler trenden.

Lebedev amacına ulaşmıştı. Biraz sonra, Rogojin’i karşılamaya gelmiş gürültülü kalabalık Voznesenskiy Bulvarı’na doğru uzaklaştı. Prensin Liteynaya’ya gitmesi gerekiyordu. Hava rutubetli, ıslaktı. Gelen geçene sordu prens, üç versta yolu olduğunu öğrenince bir arabaya binmeye karar verdi.

Fyodor Mihailovic Dostoyevski Kaynak: Budala (I. Bölüm, I. Kısım)

WAHNEEMA LUBİANO: BATI RASYONALİTESİNİN HEGEMONYASI DİĞER BİLME BİÇİMLERİNİ MARJİNALLEŞTİRİYOR

0

Wahneema Lubiano, “Batı rasyonalitesinin hegemonyası[nın] dünya hakkındaki diğer bilme biçimlerini marjinalleştirdiğinden” yakınıyor. Ama Lubiano’nun aklında olduğunu sandığım “diğer düşünme biçimleri” ya (a) sezgiye, tahminlere ve deneyimine başvurmak gibi bilimsel hipotezler oluşturma sürecinin bir parçasıdır; ya da (b) şiirsel ifadelerin, romanların ve müziğin kullanılmasında olduğu gibi “marjinalleşmeleri” hiçbir şekilde söz konusu değildir. Göründüğü kadarıyla Lubiano, bilime sekter ve mutlak kesinlik arayışı içeren bir tutumun damgasını vurduğunu düşünüyor; bu yüzden de bilimin aksine, kuşkucu ve değişime açık olmamız, ya da sezgiye, tahminlere ve deneyime önem vermemiz gerektiği sonucuna ulaşıyor. Oysa kuşkucu ve değişime açık olmak veya sezginin, tahminlerin ve deneyimin yanı sıra başka potansiyel kavrayış kaynaklarına da önem vermek, bilimin ta kendisidir. Bir bilim insanı olmak, daha iyi fikirler geliştirmek için genel kabul gören düşünceleri sürekli sorgulamak demektir. Bilimsel faaliyetin hiçbir yerinde “mutlak kesinlik arayışına” yönelik en ufak bir baskı yoktur. Tam tersine, bilimin kendisinde var olan bütün baskılar, sürekli kavrayışlar oluşturmaya, sınamaya ve değiştirmeye yöneliktir.

Lubiano, sanki yeni ve eleştirel bir anlayış ortaya koyuyormuş gibi, “Bilginin hazırda bulunmayıp üretildiğini, verili olmayıp uğruna mücadele edildiğini ileri sürüyorum.” diyor. Peki bu iddia ne anlama geliyor?

Doğru, bilgiyi elde etmek için çalışırız ve bu anlamda onu “ürettiğimiz” doğrudur. Ama bu benzetmeyi suistimal etmemeliyiz. Deri ayakkabılar ve spor ayakkabılar da üretilir ve bu nedenle, her ikisi de geçerli ürünlerdir. Newton’un yasaları gibi İslami bilimin yasaları da üretilir; ama birisi geçerli bilgiyken diğeri değildir. Bilgi olarak iddiaların geçerliliğini belirleyen şey, söz konusu iddiaların “üretiliyor” olması değil, “deneyime karşılık gelmesi”dir.

Keza, yolumuza engeller çıktığında bilgi için mücadele etmemiz gerektiği de doğrudur; bununla birlikte başka durumlarda, örneğin destekleyici bir ortamda yetişiyorsak, bilgi daha kolay elde edilir. Şimdi Lubiano bilim insanlarının bunu inkâr edeceğini mi sanıyor? Bu iddia, bir şey için mücadele ediyorsak, deneyime tekabül edip etmediğine bakmaksızın o şeyin bu yüzden bilgi olduğunu mu ima ediyor? Ya da bir şeyi mücadele etmeden elde edebiliyorsak, yine deneyime tekabül edip etmediğine bakmaksızın o şeyin bilgi olamayacağı anlamına mı geliyor? Bu tartışma bağlamında neyin kastedildiğini anlamıyorum.

Siyah bando takımlarının ne olduğunu ve yaptığını inceledikten sonra, Lubiano şöyle diyor: “Eğer geleneksel bir sol rasyonalite, siyah bir bando takımını bir analiz nesnesi ve siyaset için olası bir alan olarak tahayyül etmekten acizse, bu acizlik, zevk, ritüel, tarih ve siyasi anlam arasındaki bağlantıyı açıklamak konusunda Batı bilimi ve rasyonalitesinin bazı sınırlılıklarına” işaret ediyor olabilir. Aslında, bir kimsenin kafasının rasyonel olarak çalışması, ama bu tür olasılıkları fark edememesi başka şeylere işaret edecektir: Örneğin koşulları anlamakta yetersiz kaldığını ya da belirli bağlantılar kurma kabiliyetinin olmadığını gösterecektir. Diğer yandan, insanların beyinlerinin yıkanmadığı ve karşı yöndeki baskıların kısıtlamasına tabi olmadıkları koşullarda, kafası rasyonel şekilde işleyen hiç kimse Lubiano’nun düşüncelerini tahayyül edemiyorsa, işte bu önemli sorulara işaret eder. Fakat, Lubiano’nun rasyonalitesi “siyah bir bando takımını bir analiz nesnesi ve siyaset için olası bir alan olarak” tahayyül edebilmiştir. Benim rasyonalitem de bunu tahayyül edebiliyor. Öyleyse, siyah bando takımının ehemmiyetinin karşısına konulan rasyonaliteyle ilgili nasıl bir sorundan bahsediliyor?

Gerçekte, Lubiano’nun yazısında (mevcut inançlarımız, düşüncelerimiz, önyargılarımız, yöntemlerimiz, değerlerimizden vs. farklı olarak) onun ya da benim rasyonalitemi bir kenara atmayı, aşmayı veya değiştirmeyi gerektiren hiçbir şey göremiyorum –ki zaten böyle olması gerekirdi.

Postmodernizm ve Rasyonalite Bilim ve Postmodernizm Tartışmaları Türkçesi: Sevinç Altınçekiç, Taylan Doğan

Wahneema Lubiano: Duke Üniversitesi’nde Edebiyat ve Kültürel Çalışmalar profesörüdür. İlgi alanları arasında Siyahi Amerikan Edebiyatı ve popüler kültürü ile kadın çalışmaları, siyahi entelektüel tarih ve milliyetçilik gibi konular bulunmaktadır. Social Text, Black American Literature Forum, Cultural Critique, American Literary History gibi dergilerde yayımlanan çok sayıda makalesi bulunmaktadır. The House That Race Built (1998) adlı kitabın editörlüğünü yapmıştır.

TOMRİS UYAR’IN OKUYUP UNUTAMADIĞI 15 KİTAP

Unutamadığım bir kitap üstüne düşünürken, yıllar yılı okuduğum onca kitap arasından etkisini hâlâ ve hiç yitirmemiş bir tekini seçmeye çalışırken, garip bir deneyim yaşadım.

Bir kere, sürekli okuyan birinin unutamadığı kitaplar ya da romanlar, o kişiliğin gelişme aşamalarına, evrelerine yerleşiyordu çoğu kere ve aralarında şaşmaz bir tutarlılık çizgisi yoktu. İlkokul beşinci sınıfta, güzelim bir yazın tatil günlerini sistemli bir biçimde Dostoyevski ve Reşat Nuri Güntekin okuyarak geçirdiğimi anımsıyorum. O dönemde unutamadıklarım: Ezilenler, Beyaz Geceler, Eski Hastalık, Akşam Güneşi. Bunlara ilkokul dörtte okuduğum Jane Eyre’i de katarsak, o yıllarda -bugün de bu listeye itirazım olmamasına karşın- edebiyattan çok dünyadan ne beklediğim çıkıyor ortaya sanırım.

Bireyin direnci ve onuru, o direnci ve onuru koruma savaşımı, paylaşmacılık duygusu ve henüz anlamı tam olarak sökülemeyen aşk duygusunun en çetrefil çeşitlemelerini tanıma, kavrama isteği. Sözgelimi Beyaz Geceler’i yıllar sonra yeniden okuduğumda, bambaşka şeyler keşfedecektim, çünkü “asıl sevgili”nin geri dönmemesi, “kız”ın kendisini seven erkekle mutlu olması takıntısı gözlerimi bağlamış ilk okuyuşumda; kurgu, biçem gibi teknik özellikleriyle hiç mi hiç ilgilenmemişim.

[srizonfbalbum id=108]

Ortaokulda Halit Ziya ve Mai ve Siyah, Yakup Kadri ve Yaban, Refik Halid ve Sürgün… Demek toplumun sorunlarına açılma isteği baskın çıkmış.

Birtakım gözlemleri başka başka açılardan inceleme tutkusuna kapılmışım. Mai ve Siyalı’ı bir yana bırakırsak, öbür iki romanı şimdi okuyabileceğimi pek sanmıyorum. Bu değişimde ortaokul sonda Kafka’nın Şato’suyla çıkıp gelmesinin payı yok mu? Toplumsal ve kişisel karabasanların çakıştığı anları öğrendikten sonra, bir edebiyat yapıtının yalnızca bazı sorunların işlenmesi demek olmadığını algılıyorum artık. Yazarın özel bir dünya yaratması gerektiğine inanıyorum. Ama nasıl?

Lisedeyken, Camus’nün Veba’sı (Sartre ile Beauvoir’dan hiç tat almıyorum), Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’ı, bütünüyle Thomas Mann doyurucu yapıtlar getiriyorlar. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu peş peşe okumak, yeni arayışlara yöneltiyor beni. Çağdaş ustaların, Kundera’nın Berger’in vb. romanlarının ileriki yıllardaki etkilerini şimdiden kestirmek güç, ama Türk romanı deyince Oğuz Atay’ın Tutumamayanlar’ı hep baş köşeyi tutacak gibi.

Tuhaf bir deneyimden söz etmiştim! Unutamadığım kitaplara göz atarken, birçoğunu baştan sona anımsayamadığımı gördüm! Çoğu kere “unutamadığım”, ya bir sahne, ya bir kişilik ya da bir betimleme bölümüydü. Oysa unutamadığım öyküleri bütünüyle anımsıyordum. Kısalıklarından çok yoğunlukları, çarpıcılıklarıyla sanki çakılmışlardı belleğime. Roman ve öykü ayrımını bir de bu açıdan incelemeli diyorum kendi kendime.

Unutulmayan Kitaplar Yayın Dünyasında Çerçeve, Sayı 12, Eylül 1986

YILMAZ GÜNEY’DEN BİR MEKTUP: TEMEL UĞRAŞIM HALKIMIN HAYATİ SORUNLARIDIR

Mektuplara, fotoğraflara, yazılara özel bir itina gösteriyorum. Bütün mektupları ve yazıları dikkatle okuyorum… Bir çeşit kitle haberleşme ara­cı oluyor benim için. Cevap yazdığım arkadaşlardan, kendi bölgelerinin ekonomik yapısını, türkülerini, o bölgelerde yaygın olan efsaneleri işçilerin köylülerin durumunu soruyorum. Çoğu yoksul kesimin çocukları. Doğal olan da budur. Milyoner çocukları beni arayacak değiller ya! Her milliyet­ten, her siyasi kanattan arkadaşlar var yazanlar içinde. İster revizyonist olsun, ister faşist eğilimli, ister gerici. Hiçbirini ayırdetmiyorum aslında… Bana mektup yazan ülkücüler var örneğin; mektuplarına, “bismillahirrahmanirrahim” diye başlayanlar var. Bunlar hepsi benim halkımın çocukları. Şu an taşıdıkları düşünce hayat tarafından değiştirilecektir.

Asiye kardeşim,

26 Nisan tarihli mektubunu aldım. Yine kırık ve sitem dolusun. Durumu kavrayabilmen için, mümkün olduğunca geniş bir biçimde yaşadığım koşulları anlatmaya çalışacağım. Umarım ki beni anlayacaksın, gereksiz kuruntularından kurtulacaksın ve her mektubuna neden cevap vermediği­me hak vereceksin.

Öncelikle, bilincinde olduğunu sandığım sorumluluklarıma değinmek isterim. Ben, ülkemin tüm sorunları üzerine düşünmek, araştırma yapmak, gerekli kitapları okumak, bazı konularda yazı yazmak, günlük siyasal ve toplumsal gelişmeleri izlemek zorunda olan ve kendisini geleceğin daha zor, daha karmaşık sorunlarına hazırlamakla yükümlü, siyasal yanı ağır basan bir sanatçıyım. Ne düşündüğü, ne söylediği, milyonlarca insan tara­fından merakla izlenen bir adam, bu öneme uygun bir ciddiyetle çalışmasını sürdürmek zorundadır.

Halkımı seviyorum. Halkı sevmek, içinde bulunduğumuz zor günlerin sorunlarına ciddiyetle eğilmemizi emrediyor. Halkı sevmek, tek tek insan­ların, tanıdıkların, arkadaşların çıkarlarını halkın genel çıkarlarına tabi kılmayı gerektirir. Halkı sevmek, mektup yazarak, tek tek kişileri memnun etmeyi değil, büyük çoğunluğun gerçek çıkarlarını temel alan çalışmaları ön palana almayı gerektiriyor.

Onbinlerce arkadaştan mektup alıyorum. İçten, üzüntülü, sıcak, dost ve duygulu mektuplar çoğu. Dokuz yaşından, yetmişbeş yaşına dek, ka­dın erkek, genç kız ve delikanlı ve çocuk; halkımın insanları hepsi. Benimle yazışmak, mektupla arkadaşlık kurmak, bilgi alışverişi yapmak, tartış­mak istiyorlar. Acıma, sevincime, mücadeleme ortak olmak istiyorlar. İçtenliklerine yürekten katılıyorum. Resim istiyorlar, hayatımı anlatmamı isti­yorlar, bazı filimlerim hakkında görüşlerimi bilmek istiyorlar. Kimi zarfın içinde, üzerine adı soyadı yazılı cigaralar gönderiyor… Kimi arkadaş ku­rutulmuş çiçek, kimisi kurutulmuş arnavut biberi, kimisi pul, kurşun kalem gönderiyor. Şiir, hikaye, roman, senaryo, anı gönderiyorlar. Kimi mek­tuplar çiçek, kuş resimleriyle dolu… Genç kızlar kolonya, esans döküyorlar mektup kağıtlarına, kimisi saçından teller gönderiyor. Yazdıklarını okumam ve düşüncelerimi yazmamı istiyorlar. Bir kısım arkadaşlar kendileri için şiir yazmamı, roman yazmamı, senaryo yazmamı istiyorlar. Aslın­da çok güzel şeyler… Sevindirici, umut edici. Gelgelelim tam anlamıyla karşılık vermek ve bütün istek ve dileklere aynı sıcaklıkta ve aynı uzunluk­ta yanıt vermek benim için olanaksız. Evet, üzücü ama olanaksız…

Mektuplara, fotoğraflara, yazılara özel bir itina gösteriyorum. Bütün mektupları ve yazıları dikkatle okuyorum… Bir çeşit kitle haberleşme ara­cı oluyor benim için. Cevap yazdığım arkadaşlardan, kendi bölgelerinin ekonomik yapısını, türkülerini, o bölgelerde yaygın olan efsaneleri işçilerin köylülerin durumunu soruyorum. Çoğu yoksul kesimin çocukları. Doğal olan da budur. Milyoner çocukları beni arayacak değiller ya! Her milliyet­ten, her siyasi kanattan arkadaşlar var yazanlar içinde. İster revizyonist olsun, ister faşist eğilimli, ister gerici. Hiçbirini ayırdetmiyorum aslında… Bana mektup yazan ülkücüler var örneğin; mektuplarına, “bismillahirrahmanirrahim” diye başlayanlar var. Bunlar hepsi benim halkımın çocukları. Şu an taşıdıkları düşünce hayat tarafından değiştirilecektir. Örneğin Adıyaman’dan Mustafa Öncel adında bir arkadaş tam kırkbeş parşömen say­fası mektup yazmış bana. Ne sağcı, ne solcu… Bu arkadaş tipik Yılmaz Güney sevenlerin bütün özelliklerini taşıyor. Dürüst ve açık yürekli. Halkı­nın değerlerine bağlı. Yozlaşmamış. Bana yöneltilen suçlama ve kötüleme kampanyaları karşısında direniyor. Onun mektubu çok şeyler öğretti ba­na.

Mektupların hiçbirini atmadan saklıyorum. Niyetim, özgürlüğüme kavuştuktan sonra, mektup yazan, tel çeken, pusula gönderen bütün arkadaş­larla fırsatını bulup konuşmak ve onları daha yakından tanımak. Gerekirse onlarla çalışmak, onları eğitmek, öğrenebileceğim şeyleri onlardan öğ­renmek. Çünkü onlar beni hiç yalnız bırakmadılar, bırakmayacaklar da… Onların gerçek arkadaşlarım olduklarına inanıyorum. Onların içinde var olan köklü sevgi cevheri ve inaç işlenirse, kopmaz bağlarla birbirimize ve halkımızın mücadelesine bağlanabiliriz. Bir örnek olarak sen kendini al. Birbirimizi hiç görmedik. Üstelik farklı siyasi anlayışlarımız da söz konusu. Ama duyduğun dostça sevginin içtenliğine ve senin de dediğin gibi, “Çok erkekten erkek” olduğuna inanıyorum. Bu dostluk mutlaka değerlendirilmelidir.

Bazı arkadaşlar siyasi görüşlerimi bütün yönleriyle bilmek istiyorlar. Ben de isterim öğrenmelerini; ne var ki, tek tek her arkadaşa bu konularda yazabilmem mümkün değil. Örneğin öyle konular var ki, yüz arkadaş iki yüz arkadaş aynı soru ve isteklerde birleşiyor. Şimdi bu arkadaşlara ayrı ayrı aynı konuları cevaplayan yazılar yazmak söz konusu. Yazamıyorum. Mektupların ancak çok az kısmına günü gününe cevap verebiliyorum. O da iki satırı geçmiyor. Bir selam ve imza. Ne yazık ki, her gelen mektubu anında cevaplandırma olanağım yok. Cezaevindeki bir insanın, mektup­lara cevap verme olanağının bile olmaması, zaman bulamaması başlangıçta yadırgatıcı gelebilir. Aslında yadırganacak bir şey yok. İçinde bulundu­ğumuz durumu bilmedikleri için farklı düşünmeleri ve kimi arkadaşların subjektif kızgınlıkları ve öfkeleri ve çocukça alınganlıkları hoşgörülebilir. Öyle yapıyorum zaten; bunlardan biri de sensin. Sana yazmama durumumu çeşitli olasılıklara dayandırıyorsun. Örneğin diyorsun ki: “…acaba ça­lıştığım yer Yılmaz tarafından biliniyor da, onun için mi kardeşim aramıyor. İşyerim sana ters, tamam. Bu bir nedense Ağustos 1977’de işten ayrılı­yorum.”

Bu çok yanlış bir yaklaşım. Biz her yerde çalışabiliriz. Bildiğim kadarıyla ticari bir kurumda sekretersin. Benim arkadaşlarımın çoğu, işçiler, me­murlar ve emekçiler, hayatlarını kazanmak için zengin sınıfa, onların fabrikalarında, bürolarında, bankalarında, tarlalarında, hatta polis örgütlerinde çalışarak hizmet ederler… Şimdi ben herhangi bir burjuvaya, burjuva kurumuna hizmet ediyor diye, arkadaşlarıma olumsuz tavır gösterebilir mi­lim? Hayır, kesinlikle yanlıştır. Biz her yerde çalışacağız. Gericilerin, faşistlerin hepsinin içinde ve işyerlerinde. Biz gerici arkadaşlarımızla da bağla­rımızı koparmayacağız. Bazı arkadaşlar, işi öylesine ileri götürüyorlar ki, ailesini gericilikle ya da burjuva olmakla suçlayıp evden ayrılıyorlar. Var­lıklı akrabalarını hasım olarak görüyorlar. Bütün bunlar yanlıştır. Sekterce bir tutumdur. Biz sadece ideolojik anlamda, gerici faşist ideolojiyle, revi­zyonist olsun, reformist olsun, burjuva ideolojisinin her çeşidiyle bağlarımızı kesinlikle kopartırız. Fakat işimizle, arkadaşlarımızla, ailemiz ve akra­balarımızla bağlarımızı sürdürürüz. Örneğin, bir arkadaşımız gerici bir düşünceye sahip ise bu nedenden ötürü ilişkimizi kesmemiz değil, onu eğit­mek ve değiştirmek için daha çok çaba göstermemiz gerekir. Fakat ilişkiler öyle bir noktaya gelir ki, artık onunla beraber olmak gericiliğe hizmet­tir, o zaman ilişkimizi keseriz. Ben böyle bakıyorum olaylara ve senin işin ile ilgili olarak kötü bir şey düşünmüyorum.

Bir noktaya değinmek istiyorum. Bazı arkadaşlar, uzun uzun, sayfalarca mektup yazıyorlar. Ben de, kısaca bir cevap ya da iki satırlık resim ar­kası yazarak cevaplıyorum. Bir hafta geçmeden bir mektup geliyor o arkadaşlardan birinden. Kızgınlık ve öfke dolu. Kırıklık dolu. Niye kendisi gibi uzun yazmamışım? Cevap yazmadıklarım da şöyle düşünüyorlar. Yılmaz Güney’in işi yok da bize cevap mı verecek, kim bilir mektubumuzu okumadan bile yırtıp atmıştır. Ne denli bir yanlış düşünce. Bu ruh halini çok iyi bilirim. “Tenezzül edip” iki satır bile yazmadı derler. Bir kısım arka­daşlar da, pul ve kağıt masraflarından kaçındığım için yazmadığımı düşünüyorlar. Ve kendilerine göre akla uygun gelen çeşitli nedenler buluyorlar. Onların neler düşünebileceklerini biliyorum. İçim yanarak söylüyebilirim ki, onların içten ve tertemiz sevgi ve yakınlıklarına gölge düşürmemek için elimden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorum. Bütün isteklerime karşın yazamıyorum. Yetemiyorum. Bazı arkadaşlar kızgınlıklarını, bir daha bana yazmayacaklarını, bir daha filmlerime gitmeyecekerini, biriktirdikleri resimlerimi yırtacaklarını söyleyerek ifade ediyorlar. Bu tip, yakınlıkları kısa zamanda, nefrete ve kızgınlığa dönüşen arkadaşlar, özünde bana karşı bilinçsiz sevgi duyanlardır. Böylesi kırıklıklarla dolu arkadaşların sayısı ol­dukça az olmakla birlikte, yine de önemli. Sadece bu kırık arkadaşlara, değil uzun mektup, normal mektup yazmaya kalkışsam bile, inan cezam yetmez. Kaldı ki, hepsini gerçekten sıcak bir duyguyla karşılamama rağmen, benim işim sadece mektup yazmak değil, gerçekten halkımızın bü­yük çoğunluğunu hayati derecede ilgilendiren sorunların çözümü için çalışmak, örneğin 1 Mayıs gösterilerinde çıkan olaylar. TV, radyo ve burju­va basın, kitleleri, olayı yanlış aksettirerek aldatıyorlar. Faşist çetelerin komplosunu örtbas etmeye çalışıyorlar. İşte ben, bütün kırıklıklara, yanlış düşünmelere göğüs gererek, bir kısım arkadaşların benden kopması pahasına da olsa, ikinci şıkkı seçmek, halkın çıkarlarını zedeleyen şeylerle mücadele etmek ve kendimi hazırlamak zorundayım. Bugün bana kızanlar, alınanlar, kendilerine mektup yazmadığım için hakkımda olumsuz düşü­nenler, ilerde beni anlayacaklar ve hak vereceklerdir.

Normal aylarda, ortalama ikibin mektup alıyorum. Bayramlarda ve yılbaşlarında bu sayı beşbine kadar çıkıyor. Binlerce arkadaşa, bir insanın tek tek mektup yazarak cevap vermesi, bütün zamanını mektup okumaya ve yazmaya vermesi halinde bile mümkün değildir. Ama ben canımı dişi­me takarak bayramlarda, yılbaşlarında, ayın bazı haftalarında, mektup yazmaya, resim göndermeye zaman ayırarak, gücüm oranında cevap ver­meye çalışıyorum. Zarf üstlerini yazması için arkadaşlarımdan yardım istiyorum. Zarftaki yazıyla mektuptaki ya da resimdeki yazı farklılığını gören arkadaşlar da soruyorlar mektuplarında: “Zarfımızın üzerine adres yazmaya tenezzül etmedin mi?” diyorlar. Böylesine bencil ve düşüncesiz tavır­lar karşısında ne diyeceksin şimdi… nasıl baş edeceksin, söyle bakalım. Örneğin sana, bayramlarda, yılbaşlarında hiç değilse ara sıra, üç dört mektubuna bir tane de düşse, kısa da olsa cevap verdim. Ama son mektubun yine sitem dolu. Unutma ki, cevap isteyen yanlız sen değilsin…

Şimdi hesap edelim. Ortalama 6 saat uyuyorum günde. Üstelik uykuya da öylesine ihtiyacım var ki… Ama zamanım yok. Zaman kazanmak için uykudan çalmak zorundayım, iki saat spor. Birbuçuk saat de kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeklerine ayıralım. Yemeklerden sonra onar dakika volta attığımı düşün. Bir saat de TV izlediğimizi kabul edelim; haberlerden başka bir şey izlemiyorum, bir de, Heidi çizgi filmini izliyorum; çünkü oğlum onu çok seviyor, ben de oğlumu çok seviyorum; hiçbir iş yapmadan onbir saat gitti mi? Kaldı onüç saat. Günlük gazeteleri gözden geçirmek en az birbuçuk saatimi alıyor. Günde en az bir saat dergilere ayırmak zorundayım. Günlük mektupların okunması, bir kısmının cevaplan­ması iki saat tutuyor. Kaldı mı sekiz saat? Bu sekiz saat içinde düşüneceksin, okuyacaksın, arkadaşlarla günlük sorunlarını konuşacaksın, nöbetçi isen yemek yapıp bulaşık yıkayacaksın, temizlik yapacaksın. Açıkçası gün yetmiyor. Bir sonraki güne, üst üste yığılmış bir yığın işle giriyorsun ve bu birikimler günden güne çoğalıyor.

Arkadaşlar şöyle düşünmeli bence: “Yılmaz arkadaşa benim gibi binlerce arkadaş mektup yazıyor. Ondan benim gibi binlerce arkadaş cevap bekliyor. Bir insanın bu koşullarda bütün mektuplara cevap yetiştirmesi mümkün değil. Kaldı ki, bu arkadaşın yapacağı, bütün halkımızı ilgilendi­ren, çok daha önemli sorunlar var. Benim yaptığım biraz bencillik, yalnızca kendimi düşünmek oluyor. O her zaman bizi düşünüyor. Onun bizi ve sorunlarımızı daha iyi düşünmesi için zamana ihtiyacı var” demeli.

Mektuplarda en çok kullanılan cümle şu: “Biliyorum” diyorlar. “Sana benim gibi binlercesi mektup yazıyor, ama sen benim mektubuma mutla­ka cevap yaz.” Ayrıcalık istiyor. Ah, ne kadar isterim hepsine yazmayı. Kimseyi ayırdetmeden. Hele askerdekilere, cezaevlerindekilere, okulların adreslerini verenlere —okulları tatil olmadan— yazabilsem. Bir hesap yapalım: Şu an cevap için bekleyen onbini aşkın mektup var. Mektupları donduralım, yani artık mektup gelmediğini varsayalım. Elli mektubu yeniden okuyup, elli mektuba bir günde cevap yazsam. Kısaca, selam kelam, imza… tam ikiyüz gün tutar, yani altı ay yirmi gün. Bu altı ay yirmi gün içinde gelenleri ve yazdığın cevapların karşılığını hesap et; üstelik yazdığın hiçbir mektup ve yazı doyurucu olmaz… hepsi de, neden kısa yazmış diye kırıklık ve soğukluk duyar. Bu bir koyunu bin kişi arasında paylaştırmaya benzer; kimsenin karnı doymaz, eti dağıtan da hiçbir şey kazanamaz. Ne sevgi ne saygı… Ne yapmalıyım, haydi bir çıkış yolu göster ki, bütün arkadaşlarımızı memnun edelim.

Kızan arkadaşların bir kısmı da, para isteklerine cevap verilmeyenler. Mektupla para istiyorlar. Kimi evlenmek için, kimi iş kurmak için, kimi borcunu ödemek için; kimi elbise, ayakkabı istiyor, kimi saat istiyor. İsteklerini toplasan milyonlar tutuyor. Biliyorum ki, hayat pahalılığı ve içinde bulundukları çaresizlik onları böyle davranmaya itiyor. Bir kısmı gerçekten çeresizlik içindedir, fakat bir kısmı sözde açıkgöz. Ama ne olursa ol­sun, düşüncesizlik değil midir bu? Ben ancak film çevirdiğim zaman para kazanabilen bir adamım. Beş yıldan beri de cezaevindeyim. Ne fabri­kam var, ne çiftliğim. Bunları düşünen yok. Güney Film ortaklıktır… oradan ayda bana ikibinbeşyüz lira gelir… Ayda beşyüz-altıyüz lira gazete­ye, dergiye gider. Ayda bin lira, telfraftı, mektup puluydu, zarftı vb. gider… Cezaevinde ihtiyaç içinde olan, mutlaka yardım edilmesi gereken ar­kadaşlar var. Bu koşullarda, dışardaki adam beş yıldan beri cezaevlerinde yatan bir adamdan para istiyor. Öyle tanıdık filan da değil… ilk mek­tup ve para! Öyle az falan da değil; beşbin isteyenler var, onbin isteyenler var. Düşünmüyorlar ki bu adam parayı nereden bulsun? Param olsa da, her mektup yazana, üstelik neci olduğunu bilmediğim adamlara neden para göndereyim ki? Dışardayken binlerce adama yardım ettim… kimi­ni evlendirdim, kiminin hayatını kurdum, kimine işyeri açtım, kimine yıllarca baktım; onların hiçbiri bu beş yıldır, ne bir mektup yazdı bana, ne de bir paket cigara gönderdi. Kişisel yardımlarla kimseyi içinde bulunduğu çaresizlikten kurtarmak mümkün değil. Adam askerlik yaptığı, vergi öde­diği, her türlü angaryasına katlandığı devletten, hükümetten yardım istemiyor da, benden istiyor. Göndermediğin zaman da kendisini bu çaresizlik ve yoksul duruma sokanlara değil de, sana kızıyor…

Göndermediğin zaman şöyle diyor:“Hani sen sosyalisttin, fakirleri severdin. Filmlerinde onları anlatırdın. Bize neden yardım etmiyorsun?” İşte böyle diyorlar. Düşünmüyorlar ki, ülkemizin insanlarının otuz milyonu gerçekten yoksul ve muhtaç durumda. Bunlara birer lira yardım etsen, otuz milyon eder. Onar lira yardım etsen, üçyüz milyon eder. Yüz lira versen üçmilyar eder. Bir liralık, beş liralık, on liralık, yüz liralık yardımlarla kim­senin hayatını kurtaramazsın, değiştiremezsin. Bu tip yardımlar havaya atılmış sayılır… hiçbir işe yaramaz. Sosyalistler kişisel maddi yardımlarla in­sanların kurtulacağına inanmazlar. Sorun, yoksulluğu var eden bütün koşulları yok etmektir. Bunu anlamıyorlar ve hep kendilerini temel alarak dü­şünüyorlar. Üstelik bu tip adamlara yapılan yardım, parayla düşman kazanmak anlamına gelir. Hakedilmemiş yardım, hakedilmemiş sevgi, hakedil­memiş iyilik gösterileri en kısa zamanda düşmanlığa dönüşür. Benim hayatımda, kendilerine maddi yardım yaptığım, fakat bugün bana olan borçla­rını ödemedikleri gibi düşman olan adamlar var. Kendilerini çamurdan, bataklıktan çıkardığım adamlar var… İşte bu tip insanlar bana, daha ger­çekçi ve hayatın yasalarına daha bağlı davranmam gerektiğini öğretiyor. Biz burada fasulyeye, nohuta kaşık sallıyoruz, karavanaya talim ediyoruz, bundan kimsenin haberi yok, o başka. Bazı arkadaşlar da şaşkın. Resim istiyor, cevap istiyor; fakat ya adresi unutuyor, ya da adını soyadını. Kimi adres yazıyor, ama ilini, ilçesini yazmı­yor. Çoğu yeri, pula vurulmuş PTT damgasından bulmaya çalışıyorum. Sonra sitem dolu bir mektup: “Neden cevap yazmadın?” Nasıl yazayım as­lan kardeşim, istesem de yazamam ki… Bir kısım arkadaşlar kendi adreslerini tam bilmiyorlar. Yazdığım mektupların bir kısmı geri geliyor. Zarfın üzerinde şöyle bir yazı. “Burada böyle bir sokak yoktur.” “Bu adreste böyle bir şahıs oturmuyor” gibi.

Bazı arkadaşlar da senin gibi, ilk mektuba bir adres yazıyor. Sonraki mektup adressiz. Yazdı ya bir defa adresini, tamam sanıyor. Üç-dört mektup üst üste aynı arkadaştan gelince, diyorsun ki şu arkadaşa bir mektup yazayım. Daha önce binlerce mektubun arasından, adres yazılı mek­tubu bulmak mümkün mü? Mümkün ama bir günün gider. Benim de öyle her mektup için bir günüm yok işte.

Mektup yazan arkadaşların benim durumumu anlamaları gerçekten zor. İki satır yazsa ne olur denir. Acaba kendileri benim yerimde olsa ne ya­parlardı. Mutlaka benim yaptıklarımın aynısını…

Bana mektup yazan her arkadaş benim arkadaşım olmaya adaydır. Ama zaman içinde birbirimizi tanıyarak, bir kısmını eleyerek, halkımıza kar­şı sorumluluklarımızı yerine getirerek… İşte böyle sevgili kardeş. Gözlerinden öperim…

Yılmaz Güney’in bir arkadaşına yazdığı bu mektubu 14 Mayıs 1977’de yazdı.

GÜNÜMÜZÜN VE GELECEĞİN FİLOZOFU SPİNOZA: HAYATIN GEOMETRİSİ – ULUS BAKER

Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem “sokaktaki insan”ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin “jargonundan” haberdar olan uzmanların, yani felsefecilerin başedebileceği iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Yayın dünyamıza üçüncü kez sessizce giren Spinoza’nın Ethica’sı işte bu tür kitaplar arasında belki de tarihsel önemi en yüksek olanlardandır. Sokaktaki insanın anlayabilmesi bütün teknik okuma zorluklarına karşı, yalnızca mümkün değil, zorunludur, çünkü orada yalnızca ve yalnızca -herkesin doğal olarak “fikir sahibi” olduğu- “günlük hayattan”, “yaşam pratiğinden”, “tutkulardan”, “imgelemden” ve “bireysel ya da kollektif” yaşamdan bahsediliyor. Buna karşın, ilk bakışta sokaktaki okuyucuyu belki de dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi (Öklid geometrisi gibi, tanımlar, belitler, önermeler halinde düzenlenmiş “geometrik” bir sunum), sürekli olarak Tanrı’dan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi okurun cesaretini kırabilir.

Oysa Spinoza’nın resmettiği “hayatın geometrisi”ydi –fikirlerin ve duygulanışların gündelik yaşamımızda olduğu kadar bütün varoluş hallerimizde (en mistik alanlara varıncaya dek) birbirlerini kovalayıp durdukları, birbirlerini etkiledikleri ve belirledikleri. Böyle bir yaşam portresi modern dünyamıza o kadar uygundur ki, Spinoza’yı günümüzün, hatta geleceğimizin filozofu olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ve fikirlerin bir örgütlenmesi olarak felsefe geometrik bir yönteme bu yüzden ihtiyaç duyar –fikirlerden yeni fikirlerin türeyişi… Böylece eğer “geometrik sunuş”ta bir aykırılık görünüyorsa çözüm de hazırdır –Spinoza yöntemini ne kadar matematikleştirirse o kadar yetkin bir şekilde günlük bireysel yaşamın içine dalmaktadır…

Spinoza, eserinin ilk anlarından itibaren Tanrı’dan, Töz’den, Özler dünyasından filan bahsedip durur: ılginçtir, ne kadar Tanrıdan bahsederse çağdaşları ve ardılları tarafından o kadar “tanrıtanımazlıkla” suçlanmaktadır; ruhtan, tinden ne kadar bahsederse, o kadar “maddecilikle” suçlanmaktadır… Spinoza’yı ilk “modern” filozof olarak algılamanın yanlış olabilir, buna karşın ona ilk “laik filozof” diye tanımlayabiliriz: Bahsettiği Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır ne de sanıldığı gibi, Descartes gibilerine daha uygun düşen “felsefi Tanrı”. Tek bir cümleyle ifade edersek, Spinoza Tanrısı, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir; her şeyin kendisinden çıkabildiği bir varoluşun sonsuz akışıdır. Spinoza böyle bir Tanrıya mutlak bir ihtiyaç duyar; çünkü dar, sonlu ve belirsiz bir “öznellikle” başlayan bir felsefe (Bacon ile Descartes’ı, bir de Platon, Aristo gibi eskileri kastettiği anlaşılabilir) bize olsa olsa dar ve belirsiz “kavramlar” kazandıracaktır –Tıpkı Rönesans ressamlarının yepyeni biçimleri (çoğul perspektifler), yepyeni renk ve temaları serbest kılmak üzere, insan kalabalıklarının kısıtlı dünyasının “üstünde” yer alan ilahi dünyayı işlemeye girişmelerinde olduğu gibi, Spinoza’nın felsefesinde biçim bulan Tanrı da, kavramların büyük bir güçle fışkıracağı bir kaynak haline gelecektir –bir kavramlar jeneratörü… Dolayısıyla uhrevi dinlerin “kudreti krallarınkine benzetilen” Tanrısı’ndan çok uzaktır –nefret eden, intikamcı, ya da bağışlayıcı, sanki insan tutkularıyla bezenmiş… Bizzat kendisi doğa olduğu için doğal bir zorunlulukla eyler… Ve bu Tanrı, Spinoza bu konuda son derecede açıktır, pekala bilinebilir ve tıpkı bir üçgenin iç açılar toplamının dikaçılı bir üçgene eşit olduğu gibi kesin bir zorunlulukla ıspat edilebilir: Tanrı bir “inanç” ilkesine değil, “bilinebilirlik” ilkesine bağlıdır –kısacası o inanılacak bir merci değil, bilinecek bir varoluştur. Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan “tanrıtanımaz”dır.

İkinci paradoks da kolayca çözülebilir: Spinoza sürekli olarak ruhtan, bilgiden, zihinden, idealardan bahsedip durmasına karşın maddecilikle suçlanır –çünkü basitçe her türlü düşünmenin ve tinsel olgunun aynı zamanda “bedensel” olduğunu derinden kavramıştır. Bedeni, filozoflara “ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini” anlamak için bir “model” olarak önermektedir: Spinoza’nın bu çağrısı aslında hem Hıristiyan tipi ahlaka, hem de filozoflara (özellikle Descartes’a) karşı yöneltilmiş inanılmaz güçte bir protesto kılığındadır –insanlar bedenin ruha boyun eğeceği, onun iradesine tabi olacağı yüzlerce değişik ahlak sistemleri geliştirdiler; oysa bir uyurgezerin uyandığı zaman uykusunda ne yaptığını bilemeyişi gibi, bedenlerinin nelere kadir olduğunu bile bilmiyorlar… Ethica’yı çok yönlü bir bir kitap kılan da işte budur: Yalnızca bir ahlak kitabı değil, bir davranışlar bilimi, bir doğa felsefesi, bir siyaset ve bir varlıkbilim kitabı.

Beden nasıl bir model olabilir? Spinoza’nın bu modeli sunuşundaki mantık silsilesi o kadar sağlamdır ki, onu takip etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor geriye: Bizde bir tarafta dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla “nesnel gerçekliğe sahip” fikirler, öte tarafta da bu fikirlerin “belirlediği” “ruhsal haller”, yani “duygular” (affectus) var. Günlük yaşam önce fikirlerin bir akışı, bir kovalamacası, bir çağrışımlar silsilesidir –tıpkı şiir okurken imgelerin birbiri adına ruhumuzu sarması gibi… ıkinci olarak nasıl bir fikirler silsilesi varsa, hayatımız “duyguların” birbirini takip edişiyle, birbirlerini yerlerinden söküp atmasıyla, birbirlerini kovalamalarıyla geçer. Bu durum, hem “sokakta” hem “tarihte” hem de Spinoza’nın Ethica’sının “geometrisinde” eş ölçüde geçerlidir. Ama “duyguları” belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler –onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitaplarda karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken, reklam tabelalarını seyrederken karşılaşırız –bu karşılaşmaların “bedensel” karşılaşmalar olmadığını söylemek budalalık değilse nedir?

Ancak insanoğlunun “bilinçli” olmasından gelen bir talihsizliği vardır –bilinçli bir varlık olduğunuz için övünmeye erken başlamayın!–; fikirler bizde sıra sıra dizilir, birbirlerini takip ederlerken, onların yalnızca “nesnel gerçekliğe” sahip olmakla kalmadıklarını, Spinoza’nın deyişiyle, “fikirlerin de fikirleri” her zaman oluşturulabileceği için, “içsel bir gerçekliğe” de sahip olduklarını unutmamak gerekir. Nedir bu “içsel gerçeklik”? Bu demektir ki, her fikir aynı zamanda bir “şeydir” ve her şey gibi, şu ya da bu oranda “gerçekliğe”, yani “kudrete” sahiptir. Spinoza’nın en özgün düşüncelerinden biriyle karşı karşıyayız: Sözgelimi Tanrı fikri, bizzat kendi başına, zihnimizde sonlu bir şeyin fikrinden, bir “örümcek” fikrinden sonsuzca daha fazla “yer kaplar”. Yani ondan sonsuzca daha güçlüdür. Ondan sonsuzca daha yüksek bir gerçekliği vardır.

Bu zor dönemeci almalıyız; çünkü Spinoza’nın anahtarı buradadır: Fikirlerin “farklı gerçeklik derecelerine” sahip olmaları, belirledikleri “duyguların” (affectus) da farklı derecelere tekabül etmesine yol açar. Caddedeki kalabalık içinde, epey önce bozuştuğunuz eski sevgilinizin dalgalı saçları bir anda yine yakaladı sizi –eski sevgilinizin fikri, çağrıştırdığı, hafızanıza ait bir dizi fikirle birlikte, sizde bir ruh hali belirlemeden edemez: Bir “duygu” –nefret, içerleme, gocunma… hüzün… Ya da hayır, bunlar “duygu” filan değil, “tutku halleridir” –sevgi, nefret, haset, içerleme, hepsi bedeninizin başına gelen, ürperten ya da gıdıklayan heyecanlardır. Spinoza diyecektir ki, unutmayalım, “bedensel karşılaşmalar”, dolayısıyla fikirler hep birbirlerini takip ettiklerine göre, belirledikleri duygular da birbirlerini takip edeceklerdir: Duygular her zaman, bir değişmeler dizisi içinde yaşanırlar. Eski sevgilinizden artık uzaklaştınız, sevdiğiniz bir dost, ona tekabül eden bir heyecan –neşe, sevinç… Hayat böyledir, başka türlü değil: Duygular anlık haller değildirler –Spinoza’nın deyişiyle “varolma kudretimizdeki” artış ya da azalışlardır duygular. Ve biz, kendimizi sokakların tesadüfi keyfine attığımızda, Simmel’in “metropoliten” insanı gibi, sürekli bir “değişiklikler zinciri” içinde yaşamaya mahküm görünüyoruz: Neşe-hüzün-keder-sevinç-hoşlanma-gıdıklanma… Sevinç ile Kederi Spinoza bütün öteki duyguları türeteceği iki temel kutup olarak çekip alır böylece –insanoğlu, yaşamın her düzleminde, birey ya da grup halinde bu iki duygu arasında savrulup durur bir haldedir: Dinlerin Tanrısı öksüz bırakmıştır onu.

Yine de böyle umut kırıcı bir mahkumiyetten çıkış olanağı vardır: Hiç değilse sahip olduğumuz “fikirlerin” duygularımızın akışını, dolayısıyla varoluş kudretimizdeki yükseliş ve alçalışları belirleyebileceğinin farkındayız. Spinoza’nın aslında hiç bir “ahlak”a, hiç bir “törebilim”e sahip olmadığının kanıtı da burada: Her şey “bedenimize ve düşüncemize” uygun gelen “karşılaşmalar” örgütleyebilme işidir. Çünkü aslında “duygulanışlarından başka hiç bir şeyle” tanıyamadığımız bedenimiz, karmaşık yapısı nedeniyle birden fazla yoldan “etkilenebilme”, yani “duygulanabilme” kapasitesine sahiptir. ışte Spinoza’nın ahlakı: Tek boyutlu insandan dışarıya çıkış –Simmel’in modern kentlisinin hep maruz kaldığı “yalnızca tek bir türden uyaranlar bombardımanı”nı geriye itmek, inzivaya çekilmek ya da lanetlemek filan değil, uyaranlardan mümkün olduğunca fazla yollardan ve tarzlardan etkilenmeyi başarmak. Etik, iyi karşılaşmalar örgütlemektir.

Mümkün olduğu kadar fazla yollardan sevinç türetmek formülü böylece yerine oturmaktadır. Peki bunun yolu nedir? Spinoza, açıkçası başlangıçta umutsuz gibidir. Biz, sonlu varlıklar olarak, doğru zamanda doğru yerlerde kolay kolay olamayız: Karşılaşmalarımız ya edilginlik hallerimizdir (tutkular=passio) ya da tümüyle tesadüflere kalmış budalalıklarımız. Üstelik siyasal rejimlerimiz de, şöyle bir tarihe göz attığımızda, iyi ve mutlu karşılaşmalara olanak sağlama konusunda pek cömert değillerdir. Tam aksine, tiranlıklar ve dinsel-teokratik rejimler, bendelerinde mümkün olduğunca “kederli” duygular uyandırmak zorundadırlar. Tractatus Theologicus Politicus kitabının ana programı bu hali aydınlatmaktır: Rahip ile despot, elbirliği içinde, kederli duygular ekip dururlar –“korku”, “nefret”, ama aynı zamanda “umut”, “güven”, “imrenme”… Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet, baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için, “umut” ve “güven” duygularına da başvurmak zorundadır. ışte bu yüzden, Spinoza, bütün filozofların aksine ilk “demokrat” filozof olmuştur.

Spinoza, böyle bir düşünce çizgisi üzerinde, “bilgiyi” tam bir “olumlu duygu”ya dönüştürmeye çabalamaktadır –fikirlerimiz, duygusal hallerimizi onayladıkları gibi, onları üretebilme yeteneğine de sahip oldukları ölçüde, “edilginlik” hallerimiz olan bazı tutkular belli bir oranda güçlenmemiz ve sevinçli tutkulara geçebilmemiz için bir araç olabilirler. Öncelikle, bizde üç tür fikir bulunduğunu anımsamak gerekir –birincisi “etkilenme fikirleridir”, ikincileri “mefhumlardır”, üçüncüler ise “özlerin fikirleridir”. Birinciler bizde hep vardır, ikincilere kısmen ve bazı hallerde sahip oluruz, üçüncüler ise, doğru dürüst “felsefe yapmadıkça” çok zordurlar. Kurtuluş, yükselme, ya da “çıkış” hep mahküm göründüğümüz “birinci tür” fikirlerden ikincilere ve üçüncülere doğru hareketimizdir: Ama olağan insanlık halindeki “yükselip alçalmalarla” ve savrulmalarla belirlenmiş fikirler ve duygular sıralanışı insanı hep “etkilenme fikirleri”nin dünyasına kapatmaktadır –Spinoza’nın “affectio”su… Bu, kısaca söylemek gerekirse, “bedenin belli bir şeyden etkilenmesi” demektir: Güneş ışınları bedenimde gezinirler… Ve izlerini bırakırlar. Bu noktada önemli olan, bu türden fikirlere sahip olduğum ölçekte ve sürece, onları bedenimde “izler” halinde barındırmayı sürdürmem ve bu “etkilenmelerin” nedenlerinden asla haberdar olmamamdır. Bedenim, duyuların etkilenmiştir ama neyin tarafından, hangi yollardan etkilendiklerinin fikri elimde değildir –güneş kili katılaştırır, mumu ise eritir… Bunlar bile “etkilenme fikirleri” oolmakla kalırlar. Bu, gündelik hayata aktarıldığında yalnızca şu anlama gelir –“etkilenme fikirlerinin” etkisi altında kalmakla sınırlandığım ölçüde “karşılaşmaların tesadüfüne bırakılmış” halde yaşarım. Bedenim çeşitli şeyler tarafından çeşitli yollardan etkilenip durur; ama ne yazık ki hiç bir şey elimde değildir –ve yine ne yazık ki, insanların büyük bir bölümü, böyle yaşamayı sürdürür.

Sihirli yükseliş “beden nedir peki?” sorusunun sorulduğu andan itibaren başlayacaktır. Spinoza beden sorusunu hep “güç” ve “kudret” terimleri içinde düşünmeye eğilimlidir –bir beden neler yapmaya muktedirdir? Bir bedeni anlamak demek, onun başka bedenlerle içine gireceği temasları ve karşılaşmaları kavrayabilmek demektir –beden kudreti sorusu, bizi böylece Spinoza’nın temel programının en önemli çizgisine taşıyacaktır: Güce dair hukuksal biçimin derin eleştirisi. Blyenbergh adlı, sıkı Hıristiyan ve gençten bir mektup arkadaşı bir ara Spinoza’yı şu sorularıyla bunaltmaya girişir: Bayım sizin felsefenizde “kötülüğün” yeri nerede? Tanrının buyruğunca yasaklanan, “günah” olan, ve Adem’in “düşüşüne” (cennetten kovuluşuna) götüren “kötülük” hani? Spinoza önce işi saflığa vurur: Kötülük yalnızca bir bedenin karakteristik birleşimini, organizmasının düzenini dağıtan veya zarar veren bir karşılaşmadan ibarettir. Tanrının gözünden bakıldığında da böyle bir şey asla kötü filan değildir. Spinoza “skandalı” başlamıştır. Blyenbergh ısrar eder: Bayım, siz şeytanın ta kendisisiniz! Tanrının ahlaki yasağı ve cezası sizin felsefe sisteminizin neresinde duruyor? Spinoza bu soruyu, biraz sabırla ve neşeli bir “Ademin düşüşü” öyküsüyle yanıtlar –tabii kendi yöntemince: Sürekli olarak Adem’e elmayı yemesini yasaklayan Tanrı örneğini önüme sürüp duruyorsun. Üstelik bunu bir ahlak yasası olarak kabul ediyorsun. Ama bu iş hiç de bildiğin gibi olmadı. Tanrı Adem’e yalnızca elmayı yerse zehirleneceğini, başka bir deyişle elmayla karşılaşmanın Adem’in bedeninin karakteristik bileşimini bozacağını anlattı. Elma senin için zehirdir. Ama Adem, Hıristiyanların inandığının aksine “ilk insan” olduğu ölçüde hiç de anlayışlı ve yetkin biri değildir –eğer elmayı yediyse bu Tanrının buyruğuna boyun eğmediği ve günah işlediği anlamına gelmez. Olsa olsa elmanın kendi bedeninin içsel düzenini bozacağı konusunda hiç bir gerçek bilgiye sahip olmadığı, kısacası ne kendi bedenini ne de elmayı, ayrıca kendi bedeniyle elmanın karşılaşmasıyla neler olacağını hiç mi hiç bilmediği anlamına gelir.

Böylece her şey, bedenin gücünün nelere muktedir olduğunun bilgisine nasıl sahip olunabileceği tartışmasına bağlanacaktır. Bir beden, sonsuz bir derecelenme üzerinde belli bir kudret derecesinden başka bir şey değildir. Ve kudreti “hukuksal olarak”, yani Tanrı’nın “yasaklama” iktidarı terimleriyle ele almaya kalkışmak tam bir felaket olmuştur: Spinoza’nın kitabının birinci bölümü bu felaketi anlatır –insanlar, Tanrının ve kendilerinin bilgisine asla sahip olmadıkları ölçüde onun kudretini (sonsuz bir yapıp etme kudretidir bu) kralların kudretiyle karıştırırlar –Tanrıya beşeri özellikleri malederek onun sonsuz “sıfatlarını” birer “karaktere”, “kişisel özelliklere” tercüme ederler. Spinoza’nın birinci kitabının stratejisi, dinler tarihine yönelik en etkili saldırıyı hazırlar –Tanrının “bir” olması, “bağışlayıcılığı”, “yarlıgayıcılığı”, vesaire, bütün bunlar “sıfat” filan değil, Tanrı açısından hiçbir karşılığı olmayan beşeri atıflardır (propria).

Blyenbergh ise hala ısrarcıdır –peki annemi öldürmem ahlaki bakımdan toptan anlamsız mıdır? Kötülük nerede? ıki eleştirisi vardır Spinoza’ya: Tasvir ettiğiniz doğa sürekli bir birleşme ve bozulma halinden oluşan bir kaosa benzemiyor mu? Düzen nerede? Spinoza nazikçe cevaplar: Doğanın tümü açısından bakıldığında her şey bileşmedir ve bozulma, dağılma diye bir şey yoktur –yalnız bizim anlayış gücümüz açısından bakıldığında “bozulmadan”, “dağılmadan” bahsedebilirsiniz. Bu açıklama Blyenbergh’e bir soru şansı daha verecektir: Anlaşıldığı kadarıyla bütün ahlaki meseleyi belli bir kudret derecesi olan “ben”in ilişkilerine uyan, hoşuna giden ile gitmeyen arasındaki farklılık üzerine kuruyorsunuz –yani bir “öznellik”… Ve bu öznellik açısından kusur ile erdemi ayırdeden şeyin ne olduğu felsefenizde tümüyle eksik –kusur ile erdem, sisteminizde yalnızca bir hoşlanma meselesi halinde…

Spinoza’nın Blyenbergh’e verdiği cevap, işte, bütün felsefesinin özünü dışavurmaktadır: Tamam, der, Neron’un annesini öldürmesi bir erdemsizliktir. Ama insanlar aynı şeyi, annesini “bedeninin aynı hareketiyle” yani bir hançeri tutup bir bedene daldırma hareketiyle öldüren Orestes için neden söylemiyorlar? Doğa ve Tanrı açısından bakıldığında, Neron’un annesini öldürüşündeki “olumlu unsur” (şimdilik bekleyin!) bunun bir suç olmadığını gösterir. Spinoza bu garip metinde ne demek istemektedir? Orestes de “aynı niyetle” annesini öldürmüştü. Neron’un cinayetini bir “suç” haline getiren tek özellik, bunu yaparken dışarıya “hayırsız, boyuneğmez ve hırçın” bir evlat olarak “görünmesidir”. Spinoza bu kadar “hırçın” ve “zalim” olabilir mi? Meselenin aslı, Spinoza’nın “imgeler kuramı”nda yatmaktadır. Buna göre, Neron’un cinayetindeki “olumlu unsur”, onun bedeninin “gücü dahilindedir” ve tümüyle “meşrudur”. Doğanın bahşettiği en yüksek hakla yapılmıştır. Olumsuz tek unsur (erdemsizlik işte budur), onun, bu eylemi gerçekleştirirken ürettiği bir imgenin varoluşu ve bu imgenin “annesinin ölümünün imgesi”, yani “iç düzeni dağıtılan ve bozulan” bir bedenin imgesi oluşudur. Bu eylemiyle Neron, “kendi açısından” kötü bir imge tarafından etkilenmiştir –“karakteristik ilişkileri çözülen annesinin bedeni.” Başka bir deyişle, kendisinin “yapıp etme güçleri” azalmış –kederli bir duyguyla (nefret, öç vesaire) etkilenmiştir. Babasının katili anası Klytemnaistra’yı aynı beden hareketiyle öldüren Orestes’in durumu ise tümüyle farklıdır. Toplumsal ahlak bu işi meşru bir “öç” olarak kabul etse de, Etik açısından bakıldığında olayın bütün görünüşü değişecektir –Orestes, annesini öldürürken, kendi karakteristik ilişkilerini annesinin ölümünün imgesiyle değil, babasının yaşamının imgesiyle birleştirmektedir. Alınan bir öç yoktur –babasıyla güçlerinin bir birleştirilmesi vardır.

Bununla, Spinoza’nın Ethica’sının ana formülüne erişiyoruz: Tutkularla gerçekleştirilebilen her şey akılla da gerçekleştirilebilir. Elbette kurulu siyasal rejimler, din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından serbestçe kullanılmasına kolay kolay rıza göstermezler. Ethica’nın “siyasal” yönü böylece mutlak bir “eleştiri” hareketi olarak belirecektir –hukuksal biçimlerin eleştirisi, despotizmin eleştirisi, ama en önemlisi “ideolojinin eleştirisi”.

Bütün bu eleştiri uğrakları, Spinoza’nın eserinin içine stratejik takımadalar halinde yayılmış görünüyorlar –hukuksal biçimi altında iktidar, aklın icra edilişinin önünde en büyük engeldir. Gerçek yapıp etme kudretini (potentia) keyfi bir “yetke” diline tercüme ederek (potestas) iktidarını oluşturur. Öyleyse siyaset olarak etiğin tek amacı, insanların yapıp etme ve özgürleşme kudretlerini serbest bırakacak siyasal tarzlar arayışını yeğinleştirmektir. Despotizm ise yalnızca modern iktidar yapıları içinde değil (orada artık pek bir şansı yoktur), pekala “özgürlük” yanılsamalarının temel etki alanlarını oluşturan cemaat tarzları içinde mayalanabilir –dinsel cemaatların “totaliter” yükselişleri bunun çağdaş örneğidir. Spinozacılık temel toplumsallaşma tarzları arasında yalnızca tek bir tanesini “özgür” bir ilişki tarzına dayalı olarak ayırdeder –fiziksel ve duygusal “mecburiyetler” aygıtına dayalı aile değil; “komşuluğa dayalı” mecburiyetlerin yönlendirdiği “cemaat” değil, ticari-üretimsel mecburiyetlere dayalı “tecimsel ortaklık” değil, “ideolojik güçsüzlüğün” yarattığı gevşek toplumsal dokulara dayalı “sivil toplum” değil, hepsini tek bir siyasal erk düzlemi üzerinde yankılayan Devlet de değil– en az iki insan arasında mümkün olan tek “özgür” ilişki “dostluk” ve “paylaşımdır”. Anlayış gücümüzün tamirinin çok acil bir zorunluluk haline geldiği bir çağda, toplumsal-siyasal sarsıntıların acısının en fazla yaşandığı dönemlerden birinde yaşadığımız sırada Spinoza’nın eseri “geleceğin felsefesi” olma özelliğini bir kez daha hissettiriyor. Spinozacılık, bir zamanlar Hegel’in söylediği gibi yalnızca “felsefeci olmanın zorunlu başlangıcı” olmakla kalmaz, dünyanın hep değişikliğe uğramaya aday görünümleri içinde “paylaşım”ın insanların mücadelesi yoluyla bir toplumsal düzen olarak ortaklaşa inşa edilişinin düşünsel araçlarından biri haline gelir. Mutluluk erdemin ödülü değildir, kendisidir.

Virgül 1, Ekim 1997

SAİT FAİK: GELMEYECEĞİNİ ÇOK İYİ BİLİYORUM. ONU BEKLEMEK, BİLHASSA GÜZEL…

Balzac’ın hakkı yok: O diyor ki, “Aşk, şuuraltı bile olsa yine bir hesap kitap işidir.” Burjuvalar arasında doğru. Fakat benim ne şuurüstü, ne şuuraltı hiçbir hesabım yok. Hesapsızlıklarla doluyum. Sevgilim hesap ediyorsa, zararı yok ben hesap etmiyorum.

Bekleyen Adamın Üç Hali (I)

Gelmeyeceğini çok iyi biliyorum. Onu beklemek, bilhassa güzel… Duyduklarımı söyleyebildikten sonra bu saatin ne ehemmiyeti olurdu? İyi ifade-i bir hesap kitap vardır. Belki bu saat geçtikten sonra, neden sonra bu, onu bir pencere kenarında, sokaktan geçenlerden bazısını ona benzeterek geçirdiğim saati tahlil edebileceğim. Hiçbir zaman tahlil edemeyeceğimi bilirsin ya, numaracı! Bunlara ancak “keder” diyebilirsin. Olmayacak bir şey olsa ve birden aralığın başında hakikat oluverse, duyacağımı “sevinç” diye adlandıracağım.

Keder ve sevinç; ah kelimeler! Ne müthiş şeysiniz, ne müthiş! Şu anda her kelimenin manasının o basit gerisinde neler saklı olduğunu anlıyorum. İnsanoğluna her kelime nelere mâl olmamış… Şimdi anlıyorum. Belki bu kadar kuvvetli ilk defa seviyorum. Bütün kusurlarım -çoğunu meziyet sanırdım- birer birer keder ve sevinç misali ayan oluyorlar. Benim meziyetlerim de varmış; hiç bilmediğim, aklıma getirmediğim, kendimden bir bankasını sevebilirmişim. İçimde onun için fedakârlıklar yaratabilirindim. Ben hiç korkak değilmişim, hatta dövüşebilirmişim. Bir benden başkasını özler, kokusunu duyar, düşünür üzülürmüşüm. Balzac’ın hakkı yok: O diyor ki, “Aşk, şuuraltı bile olsa yine bir hesap kitap işidir.” Burjuvalar arasında doğru. Fakat benim ne şuurüstü, ne şuuraltı hiçbir hesabım yok. Hesapsızlıklarla doluyum. Sevgilim hesap ediyorsa, zararı yok ben hesap etmiyorum.

Zaman geçiyor. Bir cigara daha yakıyorum. Caddenin bir karış yerinden köpekIi bir genç kız; siyahlar giyinmiş, sapı gümüş bastonlu bir Hıristiyan kadını geçti. “Mobilya Yapımevi”nin gürbüz çırağı gülüyor. Manavın önünde bir asker, üzüm alıyor. Bir araba geçti. Bir adam elinde bir şeyler götürüyor. Ana caddeye bir tramvay geliyor: Acaba aşağıdan mı? Şimdi yan sokağa insanlar çıkacak. Ya aralarındaysa, ben ne yaparım?

Geçen hafta böyle olmamıştı. “Son defa geleceğim” demiş ve hakikaten gelmişti. Ne olmuştu? Yarım saat karşı karşıya oturmuştuk. Ne kadar heyecansız, soğuk ve sakın gibiydim. O benden daha nazik, daha heyecanlı, daha bir tuhaftı. “Bir daha gelmeyeceğim” dedi. Ama dün tekrar ısrar ettim. “Peki yarın gelirim, bekle!” dedi. Gelmeyeceğini pek iyi biliyorum. Fakat o gelecek diye beklemek… Yahut yalnızca beklemek… Dilerim Allahtan: Onu da benim gibi belalara müptela kılsın! Bir insanı özlesin! İşini gücünü, havayı suyu, yemeği bir tarafa bıraksın! Böyle bir pencere önünde beklesin!

Saçım, tek tük sakalım ağardı. Fakat her zaman böyle pencere önlerinde bir hayal bekledim. Ne kadar fazla hakikat oldularsa şimdi bütün hepsi o nispette hayaldir. “Mobilya Yapımevi”nin çırağı, elinde bir küçük şişe ile şimdi dükkâna girdi. Manavın önünde lacivert elbiseli biri, kavunları yokluyor. Küçük mektepli kızlar geçiyor.

Bu dekor, dakikadan dakikaya, saatten saate, hatta bomboş olduğu zaman bile aynı olmadan değişecek. Ben bu değişen manzarayı seyrederek seni akşamlara kadar bekleyeceğim. Akşamüstü içki içmeye gideceğim. Sonra seni yine bulacağım. Bu akşam, niyetim, sana yalnız uzaktan bakmak. Önünden bir selam verip geçmek. Yanıma gelmeyeceğine eminim, olsun. Seni gören bir yerde oturup vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seni gözleyeceğim. Beni görürsen kızacaksın. Lafını şaşıracaksın. Belki de yer değiştireceksin. Görmezsen, uzun zaman seni seyretmek fırsatını bulacağım.

Manav, hani o perde sopası içlerinden çıkan zemberekli şeye üç kavun bağladı. Kavunlar zıp zıp sıçrıyorlar. Sait Faik Abasıyanık Kaynak: Son Hikayeler Bekleyen Adamın Üç Hali II
SAİT FAİK: “AŞK, ŞUUR-ALTI BİLE OLSA YİNE BİR HESAP KİTAP İŞİDİR” DİYOR BALZAC, BENİM BİR HESABIM YOK

“BEKLEMEK, DEĞİŞMESİ MUTLAKA GEREKEN BİR DURUMDA BEKLEMEK” ESKİCİ – SEVGİ SOYSAL

Beklemek, değişmesi mutlaka gereken bir durumda beklemek bir çözüm olamaz ki. Aslında hep değişen, ağır, çıldırtıcı ağırlıkta değişen şeyleri görememenin adı beklemek olabilir. Ama mutlaka değişmesi gereken, bir anda değişmesi gereken bir durum, durmakla, hiç bir şey yapmamakla sağlamlaşır ancak. Bunun adı beklemek olamaz, bunun adı miskinlik, korkaklık olabilir. İçeri girdi. Ne yapabilirim bu eşyaları, yakabilir miyim? Ya da şu caddeye gizlice yığıp kaçabilir miyim? Ama bunun için geceyi beklemem gerekiyor. Gece, uyuyan insanların gözünden en güzel değişimleri gizleyen gece, onu beklemeye zamanım yok, sokağın başından duyuldu kurtarıcının sesi:…

Eskici

Ne kadar çok şey birikmişti evde Oda oda temizlemek, ayıklamak gerekiyordu fazlalıkları. Mutfakta, dolabın üstünde birikmiş eski gazetelerden başladı. Önce, şöyle üstünkörü ayıkladı. Gazetelerin bazılarını ayırdı; kalanları attı. Sonra az sonra, «saklanmaları gerekir» diye ayırdıklarını da; arka sayfalarında eş dostun evlilik, nişan, ölüm ilânı olanları; aile ya da dost çevresinden sözedenleri; ve sonunda kendisinden sözedenleri de attı. Birikmiş kibrit kutuları ile boş şişelere, kese kâğıtlarına geldi sıra. Dolu çöp tenekesini kapının önüne çıkardı. Mutfakta buzdolabının yanında bir yığın boş şişe vardı hâlâ. Onları da kucaklayıp kapının önüne koydu; bazıları para eder Bunların, durakladı bir an, kapıcıyla bakkala gönderirse para alabilirdi karşılığında, ama vazgeçti, kapadı kapıyı.

Mutfak dolabını açtı, baktı : niçin bunca şey ediniyoruz, nasıl birikiyor bunca şey; niçin iki cezvemiz olabiliyor; şu kapağı kırılmış demlik bile niçin atılmadan kalmış burda; şu sapı sallanan tavayı niçin bunca zaman saklamışım, ya boş kavanoslar? Sonunda o cezvenin birini, kapağı kırılmış demliği, temizlenmesi için çılgınca ovulması gereken çaydanlığı, sapı sallanan tavayı, yamru yumru olmuş iki alüminyum tencereyi de bıraktı kapının dışına.

Bu değersiz kayıplar neyi değiştirebilir, fazlalıklar değerli sanılan nice şeyi da kapsarlar, biliyordu bunu. İşte gene de çok kapkacak vardı dolapta. Daha ufak bir yere taşınacağını, daha dar bir yerde yaşacağını, daha ufak, daha dar yerlerde yaşayabilir olması gerektiğini, özgür olmanın önce sığmayı, ufalmayı, sığışmayı becerebilmekle başlayacağını düşündükçe bu tencere tava kalabalığı deli ediyordu onu. İnsan bir ömür boyu kaç tava kullanır, kaç tencere gereklidir bir yaşam için? Bu kapkacağın yarısından fazlası gereksizdi aslında.

Kapının önünde bir tıkırtı duydu; kapıcı şişeleri, yığılmış öte beriyi topluyordu kapının önünden. Hiçbir açıklama yapmadan kapıcının eline iki tencere, bir tepsi, iki mutfak bıçağı, bir tas, bir tava tutuşturdu, kapıyı kapattı. Merdivenden inen kapıcının ayak sesleri büyük bir korku saldı içine sanki kapıcı bir daha hiç gelmeyecekmiş, bu yüzden kapıcıya hiçbir şey veremeyecekmiş gibisine telâşlandı; kovalardan birini, uzun saplı süpürgeyi, faraşı kaparak merdivenlerden aşağı koştu, en tatlı gülümseyişiyle, kandırmaya çalışan bir sesle, bunları da alması için nerdeyse yalvardı kapıcıya. Ev içinde kurtulması gereken daha nice şeyi düşündükçe ağırlaşan, yorulan bir vücutla çıktı merdivenleri, kapıyı kapattı, girişte duran vazodaki «immortelle»leri görünce üşüdü, kapıya dayandı. «Ölmez bu çiçekler,» demişti çiçekçi; duruyorlar işte, bu ölmediler mi demektir? İnsan nasıl bir çiçekte bile durallık, dayanıklılık arayabilir? Nasıl olsa yıkılası olan bir evin içinde bir ölümsüzlük olabilirmiş gibi! Çiçekleri ne yapmalı şimdi? Durmadan kapının önüne bir şeyler yığarsam, kapıcı haklı olarak isyan etmez mi? Merdivenlerin temizliğinden sorumlu o. Onu, merdivenleri yeniden ve yeniden temizlemeye zorlayamam ki. Çiçekler sonraya kalsın. Koridorda, ayakkabıların durduğu rafın perdesini açtı. Öyle sert bir hareketle yapmıştı ki bunu örtünün bütün tozları havalandı. Bütün bu örtüler, perdeler nice tozu biriktirebiliyor, belki de sadece toz biriktiriyor bunlar. Asla başedemeyeceği, üstesinden gelemeyeceği kadar tozlanabilen bu eşyalara karşı gitgide çoğalıyordu nefreti. Ancak tozlanmalarına sürekli olarak engel olabileceğimiz kadar şeyimiz olmalı, ancak eskimeleriyle başedebileceğimiz, sürekli olarak yenileyebileceğiniz onarabileceğimiz kadar eşyamız olmalı. Rafta duran papuçlarının burunlarını, topuklarını inceledi, çoğu aşınmış, belki giyerim, belki yenisini alamam, diye birikmiş bir yığın pabuç. Alamamsa alamam, o zaman bir yığın beceriksizliğe bir de pabuçsuzluk katılır. Pabuçları kapıcıya versem mi? Kapıcı kuşkulanabilirdi bu durumdan. Şimdi durup dururken, gözle görülür hiç bir nedeni yokken, birinin size bir şey vermeye kalkışması, hele, siz istememişken size bir şey verilmesi kuşkulandırmaz mi sizi? Birinin durup dururken boş bir kâğıt verişi bile kuşku verici olabilir. Niçin verdi bu kâğıdı bana? Benden kalem istemek için mi? Yoksa bu kâğıtlara onun çıkarına bir şeyler yazmam için mi? Ya da bu kâğıtlara olmadık kişilere aşk mektupları yazarak suç işlememi mi bekliyor? Ben bu kâğıtlara anlamsız şeyler yazmakla oyalanırken o bana önemli bir kazık atacak belki. Kapıcı da, şimdi ona, bu tencere tavanın ardından bu pabuçları da verirsem kuşkulanacaktır. Bu kadın bu pabuçları niçin verdi durup dururken? Aylığımı vermemek için mi? Belki de ev sahibesine beni çekiştirdi, şimdi gönlümü almak ist’yor. Pabuçları koridora bıraktı, yarın veririm. Ama pabuçlar evin girişinde bir tekerleğin dönmesini engelleyen biçimsiz taş yığınları gibi duruyorlardı. Onları hemen vermezse, onlardan hemen kurtulmazsa, eviçini dolduran tuğla, kireç, toprak yığınlarını nasıl aşıp da düzlüğe, genişliğe, özgür bozkıra kavuşacaktı tekerlek? Pabuçları yüklenip merdivenlerden aşağı indi, sokaktan gelip geçen olmadığına emin olduktan sonra pabuçları sokak kapısının yanındaki çöp variline atıverdi. Çok zaman alıyordu bütün bunlar, düzlüğe, genişliğe varan bu yol dolambaçlıydı çok. Bunca sıkıntının ardından sadece birkaç pabuç, tencere tava, gazete, şişeden kurtulmuş olmak umut kırıcıydı. Dağın öbür yamacındaki bitimsiz ovaya varmak için geçilmesi gereken tünele sığışmasını engelleyecek ne çok yükü vardı daha. Salona girdi. Çok eşya vardı; tünelin girişi kocaman kocaman kaya parçalarıyla kapanmıştı iyice. Bir eviçinde aynı anda kaç kişi oturur ki; bütün bu koltuk divan kalabalığını nasıl edinebilir insan? Sayısız insan oturabilir burda, bir eviçinde diyelim on kişi bir arada olsa, on kişinin aynı anda oturmasını sağlamak için bunca eşya edinmek ne budalalık! Tünelin gîrişi açılmalı, bu koca koca kayalar son bir güçle kaldırılıp atılmalı uçurumdan aşağıya. Koltuklardan birineoturdu. Kapadı gözlerini.

Camekânlar geçti gözünün önünden. Yaldızlı ferfprje takımlar, maun, ceviz, ağır tahtadan yemek takımları, kristal camlı, İçi şıkırtı dolu vitrinler, mor, eflâtun şanjanlılâke boyalı yatak odası takımları, kristal avizeler, köşeleri pirinç kakmalarla süslü servis masaları, akıl almaz çirkinlikte, bayağılıkta ve pahalılıkta eşyalarla tıkış tıkış camekânlar. Bu biçimsiz, anlamsız kaya parçalarını edinmek, satınalmak için harcanan çabaları, sabah işe giderken ve akşam işten dönerken saatlerce beklenen dolmuş kuyruklarını, «evet efendim» leri, ovuşturulan elleri, beyinlere sinen hesapları, pirinç ayaklı bir salon abajuru alabilmek adına yapılan hasislikleri, acıların, açlıkların, ölümlerin yanıbaşından eşya taksitlerinin yüklediği dalgınlıkla geçip gidivermeleri, değişmesi gereken koltuk yüzleri uğruna söylenen bayağı sözleri, hep daha çok şişen boyun damarlarını, bel ağrılarını, sahte sırıtışların arasından sızan tükürükleri, katılaşan, zalimleşen, tahtalara, madenlere, pirinçlere bakmaktan camlaşan, bir eşya yüzeyi gibi sadece öteki eşyaları yansıtan gözleri düşündü. Gitti bir çarşaf aldı eline, en gerekli, bir tüneli geçebilmek için gerekli şeylerini bu çarşafın altına tıkıştırdı, sığıştırdı, bu çarşafın dışında kalan her şeyi satmalı. Kime? Kim kimin sıkıntısını, ahmaklığını, tutsaklığını satın alır?

Balkona çıkıp eskici beklemeye başladı. Bekledikçe kırılıyordu umudu. Beklemek, değişmesi mutlaka gereken bir durumda beklemek bir çözüm olamaz ki. Aslında hep değişen, ağır, çıldırtıcı ağırlıkta değişen şeyleri görememenin adı beklemek olabilir. Ama mutlaka değişmesi gereken, bir anda değişmesi gereken bir durum, durmakla, hiç bir şey yapmamakla sağlamlaşır ancak. Bunun adı beklemek olamaz, bunun adı miskinlik, korkaklık olabilir. İçeri girdi. Ne yapabilirim bu eşyaları, yakabilir miyim? Ya da şu caddeye gizlice yığıp kaçabilir miyim? Ama bunun için geceyi beklemem gerekiyor. Gece, uyuyan insanların gözünden en güzel değişimleri gizleyen gece, onu beklemeye zamanım yok, sokağın başından duyuldu kurtarıcının sesi : Eskiciiiiii! Eskiler alayım… Eskiyle… parayla… eskicini! Bu eskicilik denen şeyi kim başlatmışsa, kimse bu ilk kurtarıcı, ilk peygamber, kutsayabilirim onu. Yükleri, fazlalıkları, birikmiş can sıkıntılarını, toz bezlerini yüklenip giden, üstüne bir de para veren biri olmayı seçen eskici geliyor. Ayak bileklerinden eşyalar zinciriyle bağlanmış forsaların gözünde umut belirdi. Ya gelmezse eskici, ya kapının önünden geçer de durmazsa. Balkona çıkıp bağırdı : Eskicüii! Eskici yaklaştı, yaklaştı, tünelin girişindeki kayalar irileşiyordu gözünde, tünele girip özgürlüğe, ovaya varmak umudu azalıyordu, Durdu Eskici. — Ne var abla? — İçeri gelir misin biraz? — Elbet… Giriş yandan mı? Koştu kapıyı açtı. Eskiciyi içeri aldı. Eskici hemen koridorda asılı paltoyu incelemeye başladı Evirdi, çevirdi eyvah sadece bunu alacak, başka satılık bir şey yok sanıyor. Şimdi buna bunca zaman harcarsa… yok yok hemen göstermeli eşyaları, tünelin girişini açmak için dinamiti patlatıvermeli. — Bu paltoya kaç para istiyorsun abla? — Dur acele etme. — Bir şey demedik abla, ne istiyorsan söyle sen hele. — Yok, yani… — Satmayacaksan söyle abla… işimiz çok.

— Yok elbette satıyorum, satmaz olur muyum hiç, yani, yalnız onu satmıyorum. — Başka ne satıyorsun abla? Önce şu paltoda anlaşalım da… — Önce sana satacağım şeylerin hepsini göstereyim de toptan… — Getir bakalım abla? — Getirmekle olmaz, içeri gelsene sen. O önde, eskici arkada gezdiler odaları. — Bu buz dolabını, bu fırını… bu mutfak dolabını, bu… iki koltuğu, bu divanı, bu koltukları da… bu kütüphaneyi… bu dolabı… çalışma masasını, masayı, iskemleleri, ütü tahtasını, ütüyü… bu yatağı… yok yok yatağı satmıyorum… şifonyeri, halıyı… yoruldu, oturdu, sustu. — Ne istiyorsun abla? — 1000 TL. (En azından bu ayın kirasını çıkaracak kadar bir şey istemeliyim Kirayı ödemeliyim ki bu evden ardımda iıiç bir şey bırakmadan çekip gidebileyim, kıra çıkıp gelincik toplayabileyim saatlerce. Yoksa o kıskanç hasis gardiyan bu kez bu boş eve kapatır beni, kirası ödenmediği için üstüme kalan duvarları, pencereleri bekletir bana. Niçin karyolayı satmıyorum dedim? Niçin düştüm anlamsız bir duygululuğun çelmesiyle.) (1000 lira. iyi be, yahu yalnız şu otomatik çamaşır makinası temiz iki bin eder. Siftah iyi bugün, hemen almalı eşyayı, yanımda bin beş yüz var neyseki… kaçırmamalı, hemen almalı…) — Aldım peki… Siftahımız seninle olsun abla… (Yahu aklım yatmadı bu işe ya!) Abla… kızma ama, bir şey soracağım sana… yani güceniklik olmasın… — Parayı sonra vermek istiyorsan… yani ben de kirayı verecektim de… — Yok öyle değil abla. Bak abla doğru söylüyorsun, benimle eğlenmiyorsun ya, yani bu eşyalar senin, değil mi? Sonra başkası çıkmasın da. Ben gidip arabayı getireceğim… gücenme yani, bazen oluyor, biri satıyor da sonra başka biri burda satılacak mal yok, deyiveriyor… Geçende cadı karının biri bana bir yığın şey sattı, sonra araba getirdim, adamın biri üstüme yürüdü, meğer damadıymış, karısından boşanmış, kaynanası inat olsun diye eşyaları satmış. — Yok, yok sen git al arabayı, gel hemen. — Peki, burdasın dii m» abla? Hemen gelirim. Pey bırakayım mı abla? Hemen gelirim. Başkasına satmaca yok abla. Gitti. Ya gelmezse… Ya yol üstünde benim gibi ayak bileğindeki zincirden, hasis çabalardan, kıskanç başeğmelerden. sapmış faydadan, gösterişçiliğe dönüşmüş güzellikten kurtulmak isteyen başka biri çağırırsa onu? Daha ucuza satan biri. Daha ucuza satamazdım ki! Bana inanmazdı bir kez. Yine de inanmadı. Kira hikâyesine falan. Bedava veremem ki! Kim bir insanın ansızın eşyalarından bedava kurtulacak kadar akıllanabileceğine inanır. Almaz eşyaları… Almazdı. Belki de polise şikâyet ederdi beni. Beklemeli. Niçin bu karyolayı da satıyorum demedim? Bu karyolayı ne yapacağım ben şimdi? Onun için başka eskici mi arayacağım? Ya bugün başka eskici gelmezse? Hazır araba da getirecek… Şimdi ona. bu karyolayı da satıyorum, desem garip olacak, iyice kuşkulanacak benden, inandırıcı olmak için bazı şeyleri satmamak gerek. Nasıl para isteyebilirim bu karyola için. Güzelim dokunuşlar, hızlanan yürek atışları, bahar kokusuyla yüklü tad için para istenemez ki. Ama bir karyolanın, alt tarafı anlamsız bir düzlemin bir şeyleri, hele birini düşündürebilmesi ne ahmaklık. Bir insanla bir karyola arasında bağlantı kurulur mu hiç? Birlikte yenilen bir yemekten sonra, sıyrılmış tavuk kemiklerine bağlanmak, onları çöp tenekesine atamamak neyse bu da o. Satmıyorum demeseydim keşke. Niçin bir işi tam yapamıyorum, niçin kekeleyiveriyorum bir çığlığın orta yerinde? Kapı çalındı… Nasıl da çabuk geldi. Ne iyi, ne mert bir eskici bu. Kapıyı açtı. — Çabuk geldin. — Köşeden araba buldum abla. Karyolaya oturdum. Eskicinin eşyaları anlaşılmaz bir tutku, acelecilikle, beraberinde getirdiği bir yardımcıyla yüklenip götürmesini seyrettim. Şu karyolayı niçin satmamıştım sanki. Ne saçma bir duyarlılık. Sanki bana ait olmayan bir şeyi satıyormuşum gibi, sanki o tek başına gerçekleşmesi mümkün olmayan alışverişi, dostluk sevinç yüklü solukları, yeşilliği ve ölümü hatırlatan, yakınlığa uzaklığa, uykuya uyanıklığa gebe tadı satıyormuşum gibi. — Ne düşünüyorsun abla? Üzme be canını… Geçer bunlar… İstemiyorsan satma be abla? Döndü .eskicinin her zaman bezirgan sanılan gözlerinde bir yakınlık, yumuşaklık, sıcaklık sezdi. Bu gözlerin böyle bakabilmeleri için bile olsa eşyalardan kurtulmaya değer. Ah… sadece bu karyolayı da satmadığıma üzüldüğümü nasıl söylemeli ona? — Yok yok işine bak sen… Hangi arabaya yüklüyorsun eşyaları? — Oduncunun arabası boşalmış, ona rasladım da… anlaştım onunla. — Söyle ona, seninle işi bittikten sonra gene buraya gelsin. — Başka satılacak bir şey mi var abla? — Yok yok, öyle işte. atlı arabaya binmek istedi canım. Acıma şaşkınlığa dönüştü. Belki deliydi bu kadın. Şaşkınlık korkuya dönüştü. Sağı solu belli olmaz böylelerinin. Eşyaları alıp bir an önce gitmeli. Sonra satmayacağım diye tutturuverir. Çabuk çabuk taşıdılar eşyaları, ev çabuk çabuk boşaldı, genişledi, büyüdü, bir ev ne kadar derinlik, boyut kazanabilirse öyle boyudandı. Kapandı kapı. Sessizlik. Yatağın üstünden kalktı. Evin içini adımlamaya başladı. Adımladıkça artıyordu ferahlığı. Evin içinde koşmaya başladı. Bir ev içinde koşmanın aslında ne kadar zor olduğunu bilenler bu rahat koşuşa nasıl imrenmesinler. Ancak çocuklar, iskemlelere takılmayı göze alarak yemek masasının çevresinde koşuşurlar. Bu koşuşlar da devrilen iskemleler, vazo kırıkları önünde tokat yemiş yanağını ovuşturarak ağlayan bir çocuğun hüzünlü anısında kalır. Unutulur, bütün hüzünlü anlar gibi. Koştu, koştu, sonra pabuçlarını çıkarıp muşamba üstünde kaymaya başladı. Koştukça hızlanıyor, kayıyordu. Kahkahalar atıyordu. Ayağına takılması gerekip de takılamayan halıları, koltuk bacaklarını düşünüp şaşıyordu. Ayak bağlarından, engellerden böyle ansızın ve çabucak kurtulunabilirmiş demek. Kaydı, kaydı, ufak bir kız çocuğu buz tutmuş caddede hızlandı, hızlandı, hızın sıcağa dönüştürdüğü soğuk alev alev yandı yanaklarında, ardından bağırıyordu anası, eve. sobanın üstünde kaynayan çaydanlığa, is tutup ovulması gereken çaydanlığa, kirli ellerle kurulanınca kararan havlulara, durmadan kırılan çorba kâselerine çağırıyordu. Çocukluktan en çok bir oyuncak ayı, uyurken düşülen bir yatak ve sevilmeyen yemekleri çoğaltan tabaklar kalır akılda, gene de hep eşyalar kalır, biraz da insanlar, özgürlük anlarının orta yerinde çorba kâselerini hatırlatan. Kaydı, kaydı, bir şangırtıyla geldi kendine. Hızla balkon camını delip geçtiğini anladı. Durdu cam kırıklarının orta yerinde. Kanıyordu elleri. Ev cam sınırını aşmaya kalkanın akıtırdı kanını. Zil çaldı. Arabacı gelmişti işte. — Beni çağırtmışsın abla? Arabacı, eskiciden İşitmiş olacağı cümlelerle biraz şaşkın, biraz meraklı… — Şu yatağı taşır mısın arabana… Götüreceğiz bunu. — Nereye? Duymamış göründü soruyu. Yatağın büyük bir özen, titizlikle, hiçbir zarara uğramadan arabaya bindirilmesine çok önem veriyormuş gibi yaptı. Bir saattir arabayla dolaşıyorlardı kenti. At arabasının ortasında, sanki gittikçe daha güçlenen bir düşman gibi duruyordu yatak. Tünelin girişinde, tek, büyük, dinamit tanımaz bir kaya parçası dikilip duruyordu. Yatağın yanına, arabanın dibine çömelmişti. Atın sırtında gittikçe sıklaşan kamçı darbelerinden arabacının sabırsızlaştığı belli oluyordu. — Odunu nereden alıyorsun sen? — Elmadağ’dan. — Oraya gideceğiz işte. Arabacı daha da kuşkulanmaktan yorgun, bildik bir yere gitmekten rahatlamış, sürdü arabasını. Sallana sallana, bir yatağın yapabileceği en büyük bir geziyi yapan yatakla vardılar Elmadağ eteğine. Ansızın korkunç bir güzellik karşıladı onları. Dağın eteğindeki çalıların üstü çöpİer, kâ^jıt parçaları, bez parçalarıyla kaplıydı. Çalılar üstlerine dökülmüş bu çirkin artıklarla ürkütücü, çarpıcı bir güzellik kazanmışlardı. Batan günün soluk renkleri arasında hiç bağdaşmayacak şeylerden kurulmuş yapı çarptı onu. — Nedir bu? Kentin bütün çöpü buraya atılır abla. Bu güzelim dağ eteğine, bu vahşi yalnızlığa atılıyordu demek çöpler. Çöple dağ eteğinin kucaklaşması, eskiyle yeninin, ölümle diriliğin, pislikle temizliğin böylesine bağdaşması, yaratıcı bir güzelliğe dönüşmesi akıl almaz bir şeydi. Çalılar, kirli bez parçaları, limon kabukları, karton kutuları, eski pabuç tekleriyle noel ağaçları gibi süslenerek meydan okuyorlardı. — Dur burda. Arabacı durdu. — Yatağı burda bırakacağız. Yatağı çöplerin, gittikçe ışıklanan noel ağaçlarının yanına bırakmak uzun sürmedi. Döndüler. — Beni ana yolda bırak. Ses etmiyordu arabacı. Belki de dönüp yatağı almaya düşünüyordu. Ama yatağın bırakılışı sırasında hiçbir istekte bulunmamış oluşu bunu yapmayacağını gösteriyordu. Bir cenazeden döner gibiydi o da. ölünün altın dişini sökecek kadar gözüpek değildi. Kente vardığında akşam olmuştu. Belirli bir yerden belirli bir yere dönüyordu herkes. Kocalarının kollarına asılmış kadınlar vitrinlere çekiyorlardı onları. Çok ucuza satılan bir buz dolabını, yeni çıkmış bir fırını, ya da evlerinin şu ya da bu boş köşesini mutlaka doldurması gereken, belki yaldızlı, belki sadece cilâlı, belki de kolay başarılamayacak çirkinlikte desenli bir kumaşla kaplı bir koltuğu göstermek için. Nasıl kurtarmalıydı onları bu çirkinliklerden? Mefruşat mağazalarının hiç bitmeyen çirkin buluşlarından, sınırsız bayağılıktan, tornalı ayaklardan, madenî kakmalardan, ferforje aynalardan, şanjanlı cilalardan nasıl kurtarmalıydı? Bunlar adına yapılan sinsi toplama ve çıkarmalardan, ovuşturulan ellerden, yük beygirini ay başlarında boynuna takılan yem torbasından nasıl kurtarmalıydı? Kadınların vaktiyle güzel olan gözlerini camekânların bayağı zenginliklerini yansıtan cam yüzeylere dönüştüren bu eski, zorba kanunlar nasıl kaldırılmalıydı? Kartopuna sevinmiş avuçların titrek parmaklarla para saymaya başlamasına şaşmayan bu kent silkinemeyecek miydi havasız odadaki uykudan? Bütün bunları, mefruşat mağazalarının taksitle eşya satan, elektrikli merdivenli mağazaların eşyalarını, eviçlerinde birikmiş ve eskimiş eşyaları yükleyebilecek kadar büyük arabalı, bütün bunları satınalabilecek kadar gözüpek bir eskici gerekiyordu. Ne zaman gelecekti bu eskici? Televizyon ruhsatı ödeme kuyruğuna zincirlenmiş forsaları ne zaman kurtaracaktı?

PEDAGOJİ DERNEĞİ’NİN ÇOCUKLARA OKUMAYI TAVSİYE ETTİĞİ 10 KİTAP

“Pedagoji Derneği olarak bu haftada dünyada çocuklar için yazılmış en başarılı çocuk kitaplarını sizler için derledik. Çalışmamızı yaparken bir çok öğretmenden, edebiyatçıdan, çocuklarla çalışma yapan uzmanlardan kitap önerileri aldık. Psikolog, pedagog ve eğitimcilerden oluşan bir ekiple tüm bu kitapları okuduk ve inceledik. Bu kitaplardan en beğendiğimiz 10 kitabı tavsiye kitap listemize aldık. İnanıyoruz ki bu kitaplar sadece çocuklara değil, yetişkinlere de yol gösteren ve ufuk açan kitaplar olacaktır. Listemizde yer almayan ancak değerli bir çok kitap olduğunu biliyoruz. Yerli yazarlarımızın kitapları ile ilgili bir çalışma yapmayı da gelecek dönemlerde düşünüyoruz. Bu nedenle çocuklara tavsiye edilebilecek güzel kitaplar, bizim listemizle sınırlı değildir. Yeni kitaplara ulaştıkça, listemizi güncellemeye, yeni listeler sunmaya devam edeceğiz.”

[srizonfbalbum id=205] Pedagoji Derneği, Dünya Çocuk Kitapları Haftası vesilesiyle çocuklar için tavsiye ettiği kitaplar.

ŞÜKRÜ ERBAŞ: ACIYI GÖRMEYEN İNSAN, MUTLULUKTAN, UMUTTAN, SEVİNÇTEN NE ANLAR?

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su… Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık… Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de… Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.

Ve Güz Geldi Ömür Hanım

Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar?

Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. Böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir?

Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?

Yağmur yağıyor ömür hanım…gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına…Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?

Dönelim…Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır…Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür Hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?

Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre Yitikleri’nde önem kazanmaya…

Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben’e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde…Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım?

Susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür Hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük…Yalnızım Ömür Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım…Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?

Kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki…Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı…Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya…

Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür…Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.

Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz. Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak…

Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde…O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su…Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan…dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık…Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de… Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.

Yağmur dindi Ömür Hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir…Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki?

Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim…Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile… Yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm.

Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım?

EDEBİYATTA KADIN-ERKEK KARAKTERLER: YAZARLARIN YATAK ODASI – MURATHAN MUNGAN

Marguerite Yourcenar, Patricia Highsmith gibi yazarları okurken, yarattıkları erkek kahramanların iç dünyalarına nüfuz etme özellikleri, ancak bir erkeğin hissedebileceği duyguları tanımlama ve yansıtma yetenekleri insanı şaşırtır. Nasıl oluyor da, kendi cinsiyetlerinin duvarını aşarak, erkekleri bu kadar yakından tanıyor, bu kadar içeriden anlatabiliyorlardır? Kahramanlarının kendileri için bile bilinmez olan karanlık yanlarını, biz okurlar için bu kadar ustalıkla ışıklandırabiliyorlardır?

Patricia Highsmith’in kitaplarında, erkek ruhu olanca karmaşası, kapalılığı ve tedirginliği içinde birçok erkek yazarın beceremediği ölçüde doğrudan betimlenir; erkeklerin kadınlarla olan ilişkilerindeki gölgeli yanlar, onun bir erkeği içeriden anlatabilmedeki tartışılmaz yeteneğiyle görünürlük kazanır. Baykuş Çığlığı, Merhameti Ertelemek ve Tatlı Hastalık gibi kitaplarında yarattığı karmaşık karakterler, bu kitapları yalnızca iyi bir polisiye edebiyat metni olmaktan çıkararak, onlara ruh, derinlik ve boyut katar.

Erkekleri anlama ve anlatmadaki becerileri, onları erkek dünyasının sıradan hallerinden daha karmaşık hallerine yönlendirir. Örneğin, Marguerite Yourcenar, ünlü Roma imparatorunu anlattığı Hadrianus’un Anıları adlı kitabında, erkek eşcinselliğinin duyarlık dünyasını, tutkularını, çatışmalarını, çelişkilerini hayranlık verici bir ustalıkla aktarır okura. Bunları bir kadının yazmış olabileceği konusunda kuşkuya düşersiniz. Bir Ölüm Bağışlamakta, bir kadın, iki erkek arasındaki cinsel titreşimlerle yüklü gerilim, sürekli dağılıp toplanan bir belirsizlikle tuhaf bir aşk üçgeni içinde ele alınır.

Patricia Highsmith, ünlü Tom Ripley dizisinde, kişiliğinin bütün açmazlarını, cinsel karmaşasını anlamak ve kabullenmekte zorlanan, kendi cinselliğiyle yüzleşmekten kaçman, kendini işlediği cinayetlerle ayakta tutan Ripley karakterinde, hem çok özel bir kişilik yaratır, hem de genel erkeklik dünyasına ait temsil gücü yüksek ipuçları verir. Highsmith, bir kadın olarak kendi hayatında asla bilemeyeceği “örtülü kalmış erkek eşcinselliği” pratiğinden kalkıp hayli içeriden söz alarak insanı şaşırtır. Metnine, kahramanı olan Ripley’in kendisi için bile hâlâ bilinmez olan kuytu yerlerini okuru için görünür kılacak ipuçları döşer.

Erkek kahramanlar yaratmada bunca usta olan Yourcenar’m da, Highsmith’in de lezbiyen olmaları bir rastlantı değildir elbet, iris Murdoch’un özellikle genç kızlığında lezbiyen ilişkilerinin olmasının, ona da diğerlerinde olduğu gibi bir anlama ve anlatma kolaylığı sağladığı açıktır. “Alter-egoları”, “erkek olanı” tanıma ve tanıtmada diğerlerinden daha farklı ve derinlemesine bir olanak sağlar bu yazarlara. Ama bu olanak yalnızca olgusaldır; oradadır, vardır, durur, sahibinin onu işleyip değerlendirmesini bekler. Her lezbiyen, yazar olmadığı, ya da bunu bir yazarlık avantajına dönüştürmediği gibi, “erkekleri anlatmak yalnızca lezbiyenlerin işidir” demek gibi tehlikeli bir sonuç çıkarmaya da götürebilir insanı. Her zaman, her koşulda olduğu gibi, bilgi, bir kullanma işlemidir. Veriler ve öncellerden kalkarak yöntem kazandırılmış bilgi işlerlik kazanır. Bu yüzden söz konusu ettiğim yazarların ve benzerlerinin başarılarını, yalnızca onların cinsellikleri ve yatak odalarıyla açıklamanın, yazarlıklarına haksızlık olacağına vurgu getirmek isterim. Ben, yalnızca ham bir “avantajdan” söz ediyorum. Bunun bir yazarlık olanağına kavuşup kavuşmaması ise birden fazla nedene bağlıdır. Genel doğrularla kişisel macera arasındaki çok yönlü ilişki, örnekleri tek tek ele almayı gerektirir.

Örneğin, günümüz İngiliz yazarlarından, bizde Tek Meyve Portakal Değildir, Tutku, Vişnenin Cinsiyeti, Dizüstü gibi kitapları yayımlanan Jeanette Winterson da lezbiyendir ama, romanlarında erkekler fazla öne çıkmaz, kişilerini çizerken fırça darbelerini daha çok kadınlar için harcar. Lezbiyen kimliğin, yaşama tercihi olarak eril ya da dişil enerjilerle biçimlendirilmesindeki farklılık, yaratı sürecinde ortaya çıkan özdeşleşme ve yansıtma figürlerin-deki farklılığı da belirler. Yazarların hangi çağ ve toplumda yaşadıkları da önemli bir etmendir bunda. Jeanette Winterson, lez-biyenliğin açıkça konuşulup tartışıldığı, kimlik olarak üstlenildiği bir çağın yazan olarak, yarattığı erkek kahramanlar ve kimlikler üzerinden söz almaya çalışarak vakit kaybetmez, doğrudan kendini ve ilişkilerini konumlar. Çoğunuzun bildiği gibi, daha tutucu toplumlar ve dönemlerde söz alan kadın ve erkek eşcinsel yazarlar, duygu ve duygulanımlarını, doğrudan ifade edemiyor, bunları toplumsal örgütlenmeye uygunluk gösteren kadın-erkek ilişkisi modeli üzerinden dillendirmeye çalışıyorlardı. Yarattıkları karakterlerde büyük ölçüde kendilerini içselleştiriyor ve tahmin edilebileceği gibi çoğu yasak aşkları, şiddetli cinsel tutkuları, kösnül duyarlıkları, sıradışı kişilikleri anlatmada ustalaşıyorlardı. Bunda kimi zaman dönemin toplumsal baskısı etken olduğu gibi, kimi zaman da kendi kimliğiyle yüzleşmekten kaçınmış ya da kendini açığa vuramamış olmaları rol oynuyordu. Karşı-cinselliğin ödünç dünyasına yerleştirilen o ya da bu ölçüdeki eşcinsel duyarlıklar, kendine ifade alanı bulmaya çalışıyordu. Böyle bakıldığında, Virgina Woolf un Orlando adlı romanındaki yüzlerce yıl yaşayan kahramanı Orlando, yalnızca tarihaşırı ya da tarih-üstü bir kimlik değil, aynı zamanda cinsiyetler üstü bir tasarının da ürünüdür. Orlando, Woolf un lezbiyen doğası ile şiddet hülyaları kuran eril alter-egosu arasındaki gerilimin estetize olmuş bir yankısıdır.

***

Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının ortaya çıkması, cinselliğin bir siyaset olarak ele alınması, cinsel rol ve kimlik tartışmalarının düşünce hayatındaki yeri çok yenidir. Öteden beri, adını koymuş olsun ya da olmasın cinsel karmaşalarıyla yüzleşmekten kaçınmayan, çelişkilerini, arayışlarını, sorgulayışlarım bir anlatı nesnesi olarak ele alabilen yazarlar, kendi cinsiyetlerinin duvarlarını aşarak ötekini anlamaya, farklı olanı kavramaya daha kolay aday olmuşlardır. Böylelikle, kendilerine verilen rollerin sınırlarını sorgularken, toplumsal rol dağılımındaki, ilişkiler ağındaki rollerin geleneksel zarlarım da zorlamaya başlamışlardır. İnsan ruhunu göze almak, ilkin kendini göze almaktan başlar çünkü.

Dünya tiyatro edebiyatı tarihinde, aktristlerin avuçlarını kaşındıran, bir gün oynamak için can attıkları birçok kadın karakter vardır ki, erkek yazarlar tarafından yazılmışlardır. Böyle baktığınızda, Hedda Gabler’den Nora’ya, Yerma’dan Madam Ranevskaya’ ya varana dek zengin bir kadın karakter katalogu çıkar karşınıza. Bence, bir yazarın yarattığı kadın karakterlerin gerçekliği, doğruluğu ve inandırıcılığı hakkında en doğru değerlendirmeleri eleştirmenlerden önce aktristler yapar. Onların kadınlık bilgisi ve meslek içgüdüsü çok daha güvenilir ve sağlam bir ölçüdür. Bir oyuncu için canlandırma bilgisinin, yorumlama yeteneğinin yolu, en temel, en yaşamsal soruları sormaktan geçer. Bu yüzden diğerlerinin gözünden kaçan nice sarsak ayrıntı ya da gizli boşluk bu sorular karşısında ortaya çıkar. Kendi payıma, bir yazarın karakterlerini yaratırken, kendisine tıpkı o rolü yorumlayacak bir oyuncu gibi temel soruları sorması ve yanıtlaması gerektiğine inanırım. Metin hepsini söylemeyebilir, gerektiği kadarını kullanır, ama yazar mutlaka bilmelidir. Bir karakter, gücünü, yalnızca yaşamdaki karşılıklarıyla değil, aynı zamanda metin içindeki uzayıyla da kazanır. Nasıl ki, kurmaca metinlerde gerçekliği yeniden yapılandıran şey, gündelik yaşama benzerliğinden çok, metnin inandıncılığıysa, kişinin gerçekliğini de metin içindeki yaşarlığı, kendisine ayrılan alandaki hareket kabiliyeti sağlar.

Çoğunuzun bildiği Federico Garcia Lorca’mn Yerma adlı oyunu, kadının doğurganlık arzusu ve çoğalma tutkusu üzerine yazılmış lirik bir başyapıttır. Doğal içgüdülerle toplumsal değerlerin çatışması temelinde yükselen bu oyun, Lorca’mn kendi eş-cinselliğiyle kurduğu ilişkinin dolaylı bir ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Yazar oyunda elbette bundan söz etmez. Hatta kimi durumlarda bir yazar bundan kendine bile söz etmemiş olabilir. Bize bunu böyle okutan, farklı disiplin dillerinin sağladığı bambaşka araçlardır. Bunların ışığında bakıldığında, Lorca’mn bu oyunu, eşcinselliğini yaşamakla birlikte, kendisine giydirilmiş toplumsal ve ahlaki baskılar yüzünden hiçbir zaman kendi cinselliğiyle barışamamış bir kimliğin, “Yerma” karakteri üzerinden kurduğu bir alter-ego ilişkisi diye de okunabilir. Lorca, Yer-ma’nın dramını, kendi eşcinselliğinden kalkarak “okumuş”, duyumsamış, anlamış; kendi yasağıyla Yerma’nın yasağı arasında kurduğu ilişkilendirme ve yer değiştirmeyle kişisini ve dramını yaratmış denebilir. Erkeğin doğuramazlığı, Lorca’mn kendini söyleyemezliği, doğurganlığın şiddetini bütün varlığında duyduğu halde, kocasının kısırlığı yüzünden çocuk sahibi olamayan Yerma karakterinin bu denli canlı kanlı ortaya çıkmasına neden olmuş olabilir. Sonuçta Lorca’yı da, Yerma’yı da kuşatan toplumsal değerlerin baskı dünyası ortaktır ve bu durum, sorunların birbirine “çevrilmesini”, kimlik ve kişilik transferlerini kolaylaştırır.

Bilindiği gibi, Lorca, başta Bernarda Alba olmak üzere birçok oyununda içeriden çizilmiş, çok sağlam, güçlü kadın karakterler yaratmış, dünya tiyatro edebiyatının kadın karakter dağarcığını zenginleştirmiştir. Bu çeşit sanat yapıtlarına baktığımda, güçlü egoların, alter-egolarının da güçlü olduğunu düşünüyorum.

Bu açıdan ilk ağızda sayıldığında, Balzac’ınTherese Raquin’i, Kuzen Bette’i, Flaubert’in Madam Bovary’si, Tolstoy’un Anna Karenina’sı, Henry James’in, Oscar Wilde’in, Marcel Proust’un iyi gözlemlenmiş, iyi çözümlenmiş, iyi betimlenmiş birçok kanlı-canlı kadın kahramanı, bir zamanlar gerçekten yaşamış insanlar kadar geçmişimizin bir parçası olmuştur. Bir erkek yazarın, benliğindeki “kadın olanı” serbest bırakmadan yazamayacağı gerçeklikte karakterlerdir bunlar.

Bizim edebiyatımızda da Halit Ziya, Hüseyin Rahmi, Nahit Sun Örik gibi erkek yazarların, öykü ve romanlarında keskin, tutarlı ve sağlam çizgiler taşıyan, iç dünyalarını yetkinlikle yansıttıkları kadın karakterlere rastlanır.

Refik Ahmet Sevengil, dilimizde benzeri az görünen bir ustalık ve zarafetle kaleme aldığı Hüseyin Rahmi Gürpınar üzerine yazdığı kitapta, dönemi gereği takındığı mahcup bir tutumla, ima ve anıştırmalarla Hüseyin Rahmi’nin kadıncıl yanını vurgular, Hüseyin Rahmi ile kadın karakterleri arasındaki ilişkiye ışık düşürecek veriler sunar.

Ne yazık ki ancak 90’larda yeniden keşfedilen Nahit Sırrı Örik’in yapıtlarındaki kadınlar da, Örik’in hem dönem anlatmadaki yetkiliğini, hem eşcinselliğinin ona kazandırdığı kadına bakıştaki yakın optiğin izlerini taşır. Tennessee Williams’in, İhtiras Tramvayı oyununun ilk halinde, Stella’nın ablası olan Blanche DeBois karakteri, eşcinsel bir erkektir. Yazar, bu karakteri, oyunu oynatacak tiyatro bulamayacağı kaygısı taşıyan menecerinin zoruyla sonradan kadın olarak değiştirir ve hepimizin şimdi Blanche DeBois olarak bildiği karakter ortaya çıkar. Çağdaş bir klasik olarak dünya tarihinde çoktan ‘. yerini almış, dünyanın her yerinde defalarca sahnelenmiş bu oyunun lokomotif karakteri olan Blanche DeBois, yazarın büyük bir ustalıkla çizdiği parlak bir oyun kahramanıdır. Dünya üzerinde aktristlerin çoğunun belli bir yaşa geldiklerinde Blanche De-Bois’yı oynamak istemeleri boşuna değildir. “Hayatım boyunca hiç tanımadığım insanların şefkatine güvendim hep” sözüyle bilinir. Pedro Almodovar, Annem Hakkında Her Şey filmini büyük ölçüde bu oyunun çevresinde kurar.

Amerika’nın güney yazarları geleneğinden gelen, kıstırılmış kadınların dünyasına yakınlığıyla bilinen ve açık bir eşcinsel yaşam süren Williams, kendi cinsel kimliğinin kadın dünyasına temas yakınlığını yazarlığında büyük bir “avantaja” dönüştürmeyi başarmış, hepsi filme alınmış Cam Biblolar, Kızgın Damdaki Kedi, Yaz ve Duman, Gençliğin Tatlı Kuşu, iguana Gecesi gibi tiyatro tarihinde çoktan yerini almış oyunlarında birbirinden zengin kadın karakterler yaratmıştır.

Yazarlığın yalnızca erkeklerin tekelinde bulunduğu, tek-tük ortaya çıkan kadınların önünün kesildiği, varlıklarınınsa bu genel eğriyi pek değiştirmediği dönemlerden, kadın kimliğinin bir olgu olarak işlendiği, psikolojik dinamiklerden dil dinamiklerine varana dek metnin çatısını oluşturan hemen her malzemenin yoğun bir inceleme ve çözümleme nesnesi olarak ele alındığı, yazarın cinsiyeti, yazarın cinselliği, metnin cinsiyeti, dilin ideolojisi ve benzeri konuların çok yönlü konuşulup tartışıldığı dönemlere gelinmiş, üretilen metinler kadar bunlar üzerine okuma ve çözümleme metinleri üretmek de önem kazanmıştır. Yapısöküm, metin çözüm gibi yeni yaklaşım ve okuma teknikleri beraberinde yepyeni sorular ve sorunlar getirmiş, bunların okuma biçimlerine kazandırdığı çoğulluk, metnin kazılmasını, yeni aydınlatma araçlarıyla yeniden görülmesini sağlamıştır. Yazınsal disiplin, diğer disiplinlerin dilinden ve araçlarından özgürce yararlanmaya, yazarın metnini çatarken, okuyanın sökerken farklı malzemeler ve teknikler kullanmasına yol açmıştır. Disiplinlerarası etkileşim beraberinde anlatma ve anlamlandırma zenginliği, yazınsal üretime yeni bir mesafe bilinci getirmiştir. Örneğin, Jung felsefesinin anahtar kavramları sayılan “anima” ve “animus” yazarlık ediminde, gölge kimlik, alter-ego yaratmaktan, kişileştirmede “imge” üretimine varana dek edebiyatın sıradan mutfak malzemesi haline gelmiş, yazara yeni bir bilinçlilik boyutu kazandırmıştır. “Anima” ve “animus” kavramlarının, yazar bilinçliliğin değer alması büyük ölçüde yazarın özgürleşmesi demektir. Cinsiyeti ya da cinselliği ne olursa olsun, her yazar, kişilerini yaratırken kendi “anima”sını ve “animus”unu serbest bıraktıkça özgürlüğünü, kavrama ve yansıtma yeteneğini kazanır, kişileri de, metinleri de zenginleşmeye, derinleşmeye başlar. Kendi kimliğine ve kimliğinin sorunlarına fazla kilitlenmiş, kendi cinsiyet kültürüyle fazla özdeş yazarlarda öteki cins yabancılığını fazlasıyla korur. “Öteki” yalnızca bir diğeri değil, aynı zamanda bir konumdur. Ancak ikili bir ilişkinin, ya da ilişki olasılığının uzayında işaretlenip betimlenen ve bunun dışına çıkamayan sarp bir konum. Bu yüzden örneğin, kadm-erkek ilişkisi, heteroseksüel iktidarın kilitli kodlarının dışına bir türlü çıkamaz. (Hazindir ki, çoğu zaman heteroseksist feministler de bu tuzağa düşer, hetero-seksizmin dışında bir ilişki tasavvurlarının bulunmayışının kilidinden söz alırlar.) Bu çeşit yazarlar, kendi için “yabancı” olanı, okur için de “yerli” kılamazlar. (Bu durumda kendilerine ne kadar “yerli” olabildikleri ise, apayrı bir konudur!) Bu nedenle genel çizgiler, temel kalıplar, geleneksel anlatılardan devşirilmiş adlandırmalar, betimlemeler ve düzayak tahlillerle çatılmış, tekilliğinden çok tipikliğiyle beliren kişiler yaratırlar. Bu “patron kesim” kişilerle, tipik olanın geleneksel algıya ve kavrayışa yatkınlığına sığınarak, önceden kodlanıp paketlenmiş olan gerçeklik doğrulamasının onayını beklerler. Orta sınıf ahlakı ve değer yargılarının tanıdık bulduğu hemen her şeyin, aynı nedenlerle “gerçekçi” ya da “inandırıcı” bulunması, biraz da bu anonim değerler ve kitleselleşmiş bakış yüzündendir.

***

Her yazar yarattığı kahramanların benliklerine yolculuk etmek üzere astral bir yolculuğa çıkar. Yazarlar kendi ruhlarına ve bedenlerine yapışıp kalmış bir benzerlerinin öldürücü baskısından ancak bu sayede kurtulurlar. Her erkek ham ruhundaki kadınla, her kadın, ham ruhundaki erkekle konuşmaya ve dolaşmaya başlar. Bunlar yazarların biyolojik cinsiyetlerinden de, cinsel kimliklerinden de bağımsızdır. Androjen kimliğin yazarlık pratiğindeki varoluş sorunudur bu. Büyük yazarlar, has edebiyatçılar, bu çeşit okumaların, bu kavramların, adlandırmaların olmadığı zamanlarda üstün yetenekleri, dehaları, sezgileri ve zekalarıyla zaten yapıyorlardı bunlan. Çağımız bunları görünür kılıp onlara bir yöntem, bir bilgi olma bilinci ve zenginlik kazandırmıştır yalnızca.

Anlama ve yansıtma yeteneğimizi sağlayan karşımızdakiyle empati ve sempati kurabilme becerimizdir. Ele aldığımız kişileri, içeriden ve dışarıdan kuşatmaya, onları canlı, yaşar, tanıdık kılmaya, metnin genel dokusu içinde sahip oldukları önem ya da ağırlık ölçüsünde parlatarak ya da gölgelendirerek kendi uzayları içinde hareketli figürler yaratmaya çalışırız. Kimi öykü ya da romanları okurken, yazılan karakteri kadın da, erkek de olsa kendimize benzettiğimiz ölçüde onunla canlı ve doğrudan bir ilişki kurar, metni onun gövdesiyle katederiz. Olumlu kahramanları yazgı ortaklığına benzer bir duyguyla, olumsuz kahramanlanysa merak ya da takip duygusuyla izleriz. Daha serin anlatılmış, okurla uzaklığını korumak adına bize kapalı tutulmuş karakterler karşısında bocalar, mesafe kazanırız.

Cinsel siyaset terim ve kavramlarının ortaya çıkmasıyla, bunların bir disiplin dili kazanmasıyla, metin çözümde, yapısö-kümde yeni kavramsal araçlar edinilmesiyle birlikte, yazarların yarattıkları kahramanlar kadar, yazınsal serüvenleriyle kendi yaşam öyküleri arasındaki ilişki de yazınsal üretim bağlamında önem kazanmıştır. Bu yüzden yazarların yatak odası, bir dedikodu malzemesi olarak değil, yapılandırma kazıları ya da dilsel çözümlemeler bağlamında bir değer taşır. Yazarın psiko-dinamiğiyle, yaratılan karakterler, kullanılan dil, dilin cinsiyeti, ideolojisi arasında kurulan ilişki, çeşitli düzlemlerde işaret değeri kazanarak metni yeniden anlamlandırır, inşa eder. Kimi zaman bir özel hayata saygı görüşü olarak, kimi zaman da “kirli çamaşırların ortaya dökülmesi” korkusu olarak ortaya çıkan “Bizi yazarın yazdıkları ilgilendirir, özel hayatı değil,” sözü bu yüzden her zaman doğru değildir. Yazınsal ve sanatsal çözümleme çerçevesi bir ayrım gözetmeksizin bütün bunların etrafında kurulur. Bacon’ın resimlerindeki şiddet ve parçalanma, nasıl salt bir yeni estetik arayışın ifadesi olarak konumlanamaz, bunu ressamın yaşamındaki karşılıklarıyla da anlamlandırmak gerekiyorsa, bir yazarın metninin katmanları da edebiyatının dinamiklerini oluşturan yaşam bilgileriyle yeni okunurluklar kazanır.

***

Öteden beri, eşcinsel yazarlarla eşcinsel modacılar arasında al-ter-ego ilişkisi bağlamında kurulmuş bir benzerlik olduğunu düşünürüm: Her iki kesim de kadınlarını benzer süreçlerle giydirirler. Kendileri olarak ve öteki olarak. Sanatçılık ve yazarlık yeteneği, bunların birleştiği ve ayrıldığı noktalardaki dikiş ve kat yerlerini saklayabildiği, dönüştürebildiği ölçüde başarılıdır. Örneğin, Tennessee Williams’in kadın karakterler yaratmadaki üstün başarısı, büyük ölçüde eşcinsel oluşuyla ilgilidir elbet, ama bu tek başına yetmediği gibi, bundan, her eşcinsel yazarın çok sağlam kadın karakterler yaratacağı sonucunu da çıkaramayız. Özel hayatların hiçbir öneminin olmadığı saf, pür sanat anlayışının gündelik söylenceleri kadar, yazar ile yazdığı arasında birebir yaşamışlık ilişkisi kurarak, yazarlığın yaratıcı yanını, hayal gücünden kaynaklanan pratiğini görmezden gelen yaklaşımları da ciddiye almak mümkün değildir. Bütün bu süreç çok yönlü işleyen bir organizmadır aslında. Williams’in başarısı, kadın kahramanlarına kendi sorunlarını giydirerek onları kendinin bir dublörü olarak kullanmasında değil, onları anlama ve yansıtmadaki yeteneğinde ortaya çıkar. Başlangıçtaki aktristleri anmam boşa değil. Williams’in başarısının onayı, yıllar yılı bu rolleri canlandırarak anlamlandıran, yaşar kılan aktristlerdir.

Kimi eşcinsel yazarlarda bu kimlik transferi başarıyla gerçekleşmez; onlar kendi kimlik duvarlarını aşıp “kadınlarının” dünyalarına nüfuz edemezler. Karakterleri, kendi sorunlarının taşıyıcısı olarak çizilmiş, giydirilmiştir; bu yüzden bir kadından çok, kendilerinin travesti dublörü olarak ortaya çıkmış kadın eskizleri olmaktan öteye geçemez. Nahit Sırrı Örik de tıpkı Williams gibi kendi kişisel malzemesini kadın tiplerine ustalıkla aktarabilmiş, kendi cinselliğinin duvarını aşabilmiş bu konuda güçlü bir yazarımızdır. Sonraki yazılar için belki bir işaret fişeği: Sait Faik, zamanında oğlan sevgisinden daha açık ve daha rahat söz edebilseydi eğer, bu kadar çok “insan sevgisi, insan sevgisi” der miydi? Hiç emin değilim.

Mayıs 2002 Bir Kutu Daha