SLAVOJ ZİZEK: DOĞANIN DENGESİNİ BOZMAK YERİNE ONUN RİTMİNE UYMALIYIZ

0

Bugün ekolojik krizde hepimiz “gerçeğin cevabı”nın nihai biçimiyle karşı karşıya gelmiyor muyuz? Doğanın bozulması, çığrından çıkması, simgesel düzenin “dolayımladığı” ve organize ettiği insan praksisine, insanın doğayı tecavüzüne “gerçeğin verdiği bir cevap” değil mi?

Ekolojik krizin radikalliği ne kadar vurgulansa azdır. Kriz, sadece yarattığı fiili tehlike yüzünden, yani sadece insanın hayatta kalıp kalmaması söz konusu olduğu için radikal değildir. En sorgulanmayan ön varsayımlarımız, anlam ufkumuz, düzenli, ritmik bir süreç olarak “doğa”ya dair günlük kavrayışımız sorgulanmaktadır. Wittgenstein’ın son dönem terimleriyle söylersek, ekolojik kriz “nesnel kesinliği” –yerleşik “yaşam biçimimiz” içinde, hakkında şüphe beslemenin anlamsız olduğu apaçık kesinlikler alanını– aşındırmaktadır. Ekolojik krizi tam anlamıyla ciddiye alma isteksizliğimiz de buradan gelir; ona verilen tipik, yaygın tepkinin hâlâ şu ünlü tekzibin bir varyasyonundan ibaret olması da: “(Meselenin fena halde ciddi olduğunu, hayat memat meselesi olduğunu) gayet iyi biliyorum, ama yine de… (aslında buna inanmıyorum, bunu simgesel evrenime dahil etmeye aslında hazır değilim, bu yüzden de ekoloji günlük hayatım için kalıcı bir sonuç yaratmazmış gibi davranmayı sürdürüyorum).”

Ekolojik krizi ciddiye alanların tipik tepkisinin –libidinal ekonomi düzeyinde– takıntılı olması da buradan gelir. Obsesif, takıntılı kişinin libidinal ekonomisinin çekirdeği nedir? Takıntılı kişi çılgın bir faaliyete girer, devamlı deli gibi çalışır –neden? Eğer o faaliyette bulunmayı keserse gerçekleşecek olağanüstü bir felaketten kaçmak için; deli gibi çalışması “Eğer ben bunu (zorlantılı ritüeli) yapmazsam, ağza alınamayacak korkunç bir X olacak” ültimatomuna dayalıdır. Lacancı terimlerle, bu X, üstüne çarpı atılmış Öteki, yani Öteki’deki eksik, simgesel düzenin tutarsızlığı olarak adlandırılabilir; buradaki örneğimizde, doğanın yerleşik ritminin bozulmasına karşılık gelir bu. “Ötekinin var olmadığı” (Lacan) gün ışığına çıkmasın diye sürekli faal olmamız gerekir. Ekolojik krize verilen üçüncü tepki onu “gerçeğin verdiği bir cevap” olarak, belli bir mesajı olan bir alamet olarak görmektir. “Ahlaki çoğunluğun” gözünde AİDS de bu şekilde iş görür, onlar AIDS’i günahkâr hayatlarımız için verilen ilahi bir ceza olarak okurlar. Bu perspektiften bakıldığında, ekolojik kriz, doğayı acımasızca sömürüşümüz, doğaya bir diyalogun muhatabı ya da varlığımızın temeli olarak değil de kullanılıp atılan nesne ve malzemeler temin ettiğimiz bir depo muamelesi yapmamız yüzünden verilen bir “ceza” olarak görülür. Bu şekilde tepki verenlerin çıkardığı ders, çığrından çıkmış, sapkın hayat tarzlarımızı bırakıp doğanın parçası olarak yaşamamız, kendimizi onun ritmlerine uydurmamız, onun içinde kök salmamız gerektiğidir.

Lacancı bir yaklaşım ekolojik kriz konusunda bize ne söyleyebilir? Sadece şunu: Ekolojik krizin gerçekliğini anlamsız fiiliyatı içinde, ona bir mesaj ya da anlam yüklemeden kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Bu anlamda, ekolojik krize yönelik yukarıda anlatılan üç tepkiyi –”gayet iyi biliyorum, ama yine de…”; takıntılı faaliyet; krizi gizli bir anlama sahip bir alamet olarak kavramak- gerçekle yüzleşmekten kaçmanın üç yolu olarak okuyabiliriz: Fetişist bir yarılma, kriz gerçeğini onun simgesel etkinliğini nötrleştirecek şekilde kabullenme; krizin nörotik bir biçimde travmatik bir çekirdeğe dönüştürülmesi; gerçeğin kendisine psikotik bir biçimde anlam yansıtılması. İlk tepkinin krizin gerçeğinin fetişist bir biçimde tekzibini içerdiği apaçık ortadadır. Ama diğer iki tepkinin de krize doğru dürüst bir tepki verilmesini önlediği o kadar açıkça görülmez. Zira, eğer ekolojik krizi takıntılı faaliyet yoluyla uzakta tutulacak travmatik bir çekirdek olarak ya da bir mesajın taşıyıcısı, doğada yeni kökler bulmaya yönelik bir çağrı olarak kavrarsak, her iki durumda da gerçeği, simgeselleştirme tarzlarından ayıran indirgenmez mesafeye gözlerimizi kapamış oluruz. Tek münasip tavır, bu mesafeyi fetişistçe tekzip yoluyla askıya almaya, takıntılı faaliyet yoluyla gizli tutmaya ya da gerçeğe (simgesel) bir mesaj yansıtarak gerçek ile simgesel arasındaki uzaklığı azaltmaya çalışmadan söz konusu mesafeyi condition humaine’imizi (insanlık durumumuzu) tanımlayan bir şey olarak kabul eden tavırdır. İnsanın konuşan bir varlık olması tam da, deyim yerindeyse kuruluşu itibariyle “çığrından çıkmış”, simgesel yapının boşunu onarmaya çalıştığı kapanmaz bir yarıkla damgalanmış olduğu anlamına gelir. Bu yarık zaman zaman seyirlik bir biçimde gün ışığına çıkıp bizlere simgesel yapının kırılganlığını hatırlatır –bunun son örneğini Çernobil adıyla tanıyoruz.

Çernobil’den yayılan radyasyon radikal bir olumsallığın devreye girişim temsil ediyordu. “Normal” neden-sonuç zinciri adeta bir anlığına askıya alınmıştı –tam sonuçlarının neler olacağını kimse bilemiyordu. Uzmanlar herhangi bir “tehlike eşiği” saptamasının keyfi olduğunu kabul ediyorlardı; kamuoyu panik içinde, gelecek felaketleri beklemek ile paniğe neden olmadığını kabul etmek arasında gidip geliyordu. Radyasyonu gerçek boyutuna yerleştiren şey, tam da onun simgeselleşme tarzı karşısındaki bu kayıtsızlıktır. Biz onun hakkında ne söylersek söyleyelim, radyasyon yayılmayı, bizi iktidarsız tanıklar rolüne indirgemeyi sürdürür. Radyoaktif ışınlar temsil edilemez, hiçbir imge onları temsile yeterli değildir. Işınlar gerçek olarak, karşısında bütün simgeselleştirmelerin başarısız kaldığı “sert çekirdek” olarak sahip oldukları statü sayesinde, saf suret haline gelirler. Radyoaktif ışınları göremeyiz ya da hissedemeyiz; bütünüyle muhayyel nesnelerdir, bilim söyleminin yaşam dünyamız üzerindeki kırınımının etkileridir. Medyadaki bütün patırtı kuru gürültüden ibaret kaldı ve bu arada gündelik hayatımız her zamanki gibi devam etti. Ama bilim söyleminin otoritesi tarafından desteklenen kamu iletişim araçlarının böyle bir paniği tetiklemiş olmaları, bilimin gündelik hayatımıza çoktan nüfuz etmiş olduğunu gösterir.

Çernobil bizi Lacan’ın “ikinci ölüm” adını verdiği şeyin tehdidiyle yüzleştirdi: Bilim söyleminin hükümranlığının sonucu, Marquis de Sade zamanında edebi bir fanteziden ibaret olan şeyin (yaşam sürecini kesintiye uğratan köklü bir yıkım) bugün gündelik hayatımızı tehdit eden bir melanet haline gelmiş olmasıdır. Lacan’ın kendisi de atom bombasının patlamasının “ikinci ölümü” örneklediği gözleminde bulunmuştu: Radyoaktif ölümde, adeta sonsuz oluş ve bozuluş döngüsünün temeli, daimi dayanağı olan maddenin kendisi dağılır, ortadan kaybolur. Radyoaktif çözülme “dünyanın açık yarası”, “gerçeklik” dediğimiz şeyin dolaşımını çığırından çıkaran ve bozan bir kesiktir. “Radyasyonla birlikte yaşamak”, bir yerde, Çernobil’de varlık zeminimizi sarsan bir Şey’in zuhur etmiş olduğu bilgisiyle yaşamaktır. Yani Çernobil’le ilişkimiz, SOa şeklinde yazılabilir: Dünyamızın temelinin kendi kendini çözüyormuş gibi göründüğü o temsil edilemez noktada, özne en mahrem varlığının çekirdeğini görmek durumundadır. Yani, dünyanın bu “açık yarası”, son tahlilde, insanın kendisinden –ölüm dürtüsünün tahakkümü altında olduğu sürece, Şey’in boş yeri üzerindeki takıntısı onu çığırından çıkardığı, yaşam süreçlerinin düzenliliği içinde dayanaktan yoksun bıraktığı sürece insandan başka nedir ki? İnsanın ortaya çıkışı bile zorunlu olarak, hayat süreçlerine özgü doğal dengenin, homeostasisin kaybedilmesini gerektirir.

Genç Hegel insanın olası bir tanımı olarak, bugün ekolojik krizin ortasında yeni bir boyut kazanan bir formül önermiştir: “Ölümcül hasta doğa.” İnsan ile doğa arasında yeni bir denge kurmaya, insan faaliyetinden aşırı karakterini çıkarıp onu doğanın düzenli dengesine dahil etmeye yönelik bütün girişimler, kökensel ve kapatılmaz bir mesafeyi dikmeye yönelik bir dizi çabadan başka bir şey değildirler. Gerçeklik ile insanın dürtü potansiyeli arasındaki nihai uyumsuzluktan bahseden klasik Freudcu tez işte bu anlamda kavranmalıdır. Freud’un iddiası, bu kökensel, kurucu uyumsuzluğun biyolojiyle açıklanamayacağıdır; söz konusu uyumsuzluğun, “insanın dürtü potansiyelinin, insanı hayatın döngüsel hareketinden sonsuza dek dışlayan ve böylece o içkin radikal felaket olasılığını, “ikinci ölüm” olasılığını açan bir Şey’e, boş bir yere yönelik travmatik bağlılıkları yüzünden çoktan doğallıklarını kaybetmiş, çığırından çıkmış dürtülerden oluşmasının sonucu olduğudur.

Freudcu bir kültür teorisinin temel öncülünü belki de burada aramamız gerekir: Her türlü kültür, son kertede, insanlık durumunun kendisine özgü korkunç, son derece gayri insani bir boyuta verilen bir tepkiden, bir taviz oluşumundan başka bir şey değildir.

Bu Freud’un Michelangelo’nun Musa heykeline duyduğu takıntıyı da açıklar: Freud bu heykelde, ölüm dürtüsünün yıkıcı öfkesine teslim olmanın eşiğinde olduğu halde yine de öfkesine hâkim olup Tanrı’nın emirlerinin kaydedildiği tabletleri parçalamaktan kurtulacak gücü bulan bir insan görüyordu (tabii ki yanlış bir bakıştı bu, ama asıl önemli olan bu değil). Bilim söyleminin gerçekliğe çarpmasıyla uğradığı kırınımın mümkün kıldığı felaketler karşısında, tek umudumuz Musa’nın bu jestini yapmaktır belki de.

Demek ki, bildik ekolojik tepkinin temel zaafı, takıntılı libidinal ekonomisidir: Her şeyi doğal denge korunabilsin diye, korkunç bir kargaşa doğanın yerleşik düzenliliğini bozmasın diye yapmamız gerekiyordur. Kendimizi bu yaygın takıntılı ekonomiden kurtarmak için, bir adım daha atıp “ölümcül hasta doğa” olarak insanın müdahalesiyle bozulduğu varsayılan “doğal bir denge” olduğu fikrinin kendisini reddetmemiz, gerekir. Lacancı “Kadın yoktur” önermesine benzer biçimde, belki de Doğa yoktur dememiz gerekir: İnsanın dikkatsizliği yüzünden yolundan çıkan periyodik, dengeli bir döngü olarak doğa yoktur. En nihayet, doğanın dengeli döngüsü karşısındaki bir “aşırılık” olarak insan anlayışının kendisinden vazgeçmek gerekir. Son dönemdeki kaos teorilerinin verdiği ders şudur: “Doğa” zaten kendi içinde, çalkantılıdır, dengesizdir; doğanın “kuralı” sabit bir çekim noktası etrafındaki dengeli bir salınım değil, kaos teorisinin “tuhaf çekimci” (attractof) dediği şeyin, yani kaosun kendisini yönlendiren bir düzenliliğin sınırları içindeki kaotik bir dağılmadır.

Kaos teorisinin başarılarından biri, kaosun ille de karmaşık, nüfuz edilmez bir nedenler ağı içermesinin gerekmediğidir: Basit nedenler “kaotik” davranışlar üretebilir. Nitekim kaos teorisi, klasik fiziğin, kendi başına bırakıldığında her sürecin bir tür doğal dengeye (bir durma noktasına ya da düzenli bir harekete) ulaşacağını iddia eden “sezgisi”ni alt üst eder. Bir sistemin “kaotik”, düzensiz bir biçimde davranması, yani bir önceki duruma hiçbir zaman dönmemesi ve yine de onu düzenleyen bir “çekimci” sayesinde formelleştirilebilmesi mümkündür– “tuhaf bir çekimcidir bu, yani bir nokta ya da simetrik bir figür formunu değil, belli bir figürün konturları içinde sonsuzca birbirine dolanmış yılanların, “anamorfotik bir biçimde” deforme edilmiş bir dairenin, bir “kelebek”in formunu alır.

İnsanın içinden, “normal” bir çekimci (bozulmuş bir sistemin döneceği varsayılan bir denge ya da düzenli salınım durumu) ile “tuhaf” bir çekimci arasındaki karşıtlık ve haz ilkesinin ulaşmaya çalıştığı denge ile keyfî cisimleştiren Freudcu Şey arasındaki karşıtlık arasında bir benzeşim kurmak geliyor. Freudcu Şey, psişik aygıtın düzenli işleyişini bozan, onun bir dengeye ulaşmasını önleyen bir tür “ölümcül çekimci” değil midir? “Tuhaf çekimci” denen formun kendisi, Lacancı objet petit a’nın bir tür fiziksel metaforu değil midir? Burada Jacques-Alain Miller’in objet a’nın saf form olduğu tezinin bir başka doğrulanışını buluyoruz: Bizi kaotik salınıma çeken bir çekimcinin formudur bu. Kaos teorisinin sanatı, tam da kaosun formunu görmemize izin vermesi, normalde şekilsiz bir düzensizlikten başka bir şey görmediğimiz yerde bir örüntü, bir desen görmemize izin vermesidir.

Böylece “düzen” ile “kaos” arasındaki geleneksel karşıtlık askıya alınır: Borsadaki iniş çıkışlar ve salgın hastalıkların gelişiminden girdapların oluşumu ve bir ağaçtaki dalların yayılışına kadar kontrol edilemeyen bir kaos görüntüsü veren şey belli bir kuralı izlemektedir: kaos bir “çekimci” tarafından düzenlenir. Mesele “kaosun ardındaki düzeni saptamak” değil, kaosun kendisinin, onun düzensiz dağılımının formunu, örüntüsünü saptamaktır. Tek biçimli yasa (düzenli neden-sonuç bağları, vb.) kavramı üzerine odaklanan “geleneksel” bilimin tersine, bu teoriler müstakbel bir “gerçek bilimi”nin, yani simgesel otomatlar yerine olumsallık, tuche üreten kurallar geliştiren bir bilimin ilk taslaklarını sunarlar. Çağdaş bilimdeki gerçek “paradigma kayması”, sözde eski “mekanik” dünya görüşünün yerine geçecek yeni bir bütüncü, organik yaklaşımı öne çıkarmayı amaçlayan ve parçacık fiziği ile Doğu mistisizmi arasında bir “sentez”den dem vuran karanlıkçı denemelerde değil, burada aranmalıdır.

Slavoj Zizek Yamuk Bakmak

EDUARDO GALEANO: BEKLEMEK ÖLÜMDEN DAHA BETERDİ!

10 Kasım Bilim Günü Brezilyalı hekim Drauzio Varella, dünyanın Alzheimer hastalığının tedavisi için yapılan araştırmalara yatırdığı paranın, erkek cinselliği uyarıcılarına ve kadın güzelliği silikonlarına harcananın beşte biri olduğunu gözler önüne serdi. -Birkaç yıl içinde, diye bir öngörüde bulundu. Kocaman göğüslü ve sertleşmiş penisli ihtiyarlarımız olacak, ama hiçbiri bu şeylerin neye yaradığını hatırlamayacak.

Kasım 1 Hayvanlara dikkat edin

1986’da, deli dana salgını Britanyalıları vurdu ve akıl hastalığına yakalandığından kuşkulanılan iki milyondan fazla sığır ölüm cezasıyla cezalandırıldı. 1997’de, Hong Kong’dan dünyaya yayılan kuş gribi paniğe neden oldu ve bir buçuk milyondan fazla kanatlı telef edildi. 2009’da, Meksika ve Birleşik Devletler’de domuz gribi patladı ve bütün gezegen salgına karşı maskeyle dolaşmak zorunda kaldı. Milyonlarca domuz -tam sayısı bilinmiyor- öksürttükleri ya da hapşırttıkları gerekçesiyle kurban edildi. İnsanların salgın hastalıklarının suçlusu kim? Hayvanlar. Bu kadar basit. Buna karşılık, dünya tarımsal ticaret devleri, bir başka deyişle yiyecekleri çok tehlikeli kimyasal bombalara dönüştüren büyücü çırakları bütün şüphelerden muaflar.

Kasım 2 Ölüler Günü

Meksika’da, her yıl bugünün gecesinde, canlılar ölüleri davet ederler ve ölüler yiyip içip dans ederken yakınlarıyla ilgili dedikodulardan ve yeni gelişmelerden haberdar olurlar. Ama gecenin sonunda, çanlar ve şafak vaktinin ilk ışığı elveda dediğinde, ölülerden bazıları canlıymış gibi yapıp mezarlıktaki ağaç dallarının ya da mezarların arasına saklanırlar. Bunun üzerine insanlar onları süpürgeyle kovalarlar: hadi hemen git, artık bizi rahat bırak, gelecek seneye kadar seni görmek istemiyoruz. Zira ölüler bir geldiler mi gitmek bilmezler. Haiti’de, eski bir gelenek tabutun mezara dümdüz bir yol izlenerek götürülmesini yasaklar. Kortej onu zikzaklar çizerek ve oradan buradan dönüp dolaşarak götürür ki, ölü yönünü şaşırsın ve bir daha eve dönüş yolunu bulamasın. Her yerde olduğu gibi Haiti’de de ölülerin sayısı canlılardan kat kat fazla. Canlı azınlık elinden geldiğince kendini korumaya çalışıyor.

Kasım 3 Giyotin

Onda sadece erkekler başlarını kaybetmediler. Giyotinin öldürüp unuttuğu kadınlar da oldu, zira onlar Kraliçe Marie Antoinette kadar önemli değildiler. İşte üç örnek: Olympe de Gouges’un kafası, kadınların da vatandaş olduklarına inanmayı sürdürmesin diye 1793’te Fransız Devrimi tarafından uçuruldu; Marie-Louise Giraud, Fransız ailesine karşı suç teşkil eden davranışlarda bulunmaktan, yani kürtaj yapmaktan ötürü, 1943’te Paris’te idam sehpasına yürüdü; O sırada giyotin Münih’te bir kız öğrencinin Sophie Scholl’un kafasını, savaş ve Hitler karşıtı el ilanı dağıttığı için kesiyordu: -Ne üzücü, demişti Sophie. Böylesine güzel bir gün, böyle bir güneş ve ben gitmek zorundayım.

Kasım 4 Tenochtitlán’ın intiharı

Kim Tenochtitlán’ı kuşatabilecek? diye soruyordu şarkılar. Kim gökyüzünün temellerini yerinden oynatabilecek? 1519 yılında, haberciler Azteklerin kralı Moctezuma’ya, ateş tüküren, göğüsleri metalden, yüzleri tüylü ve bedenleri altı bacaklı kimi tuhaf varlıkların Tenochtitlán’a doğru geldiğini bildirdiler. Dört gün sonra hükümdar onlara hoş geldiniz, dedi. Bunlar uzun zaman önce tanrı Quetzalcóatl’in gittiği denizden gelmişlerdi ve Moctezuma, Herán Cortés’in geri dönen tanrı olduğunu zannetti. Ve ona şöyle dedi: -Kendi toprağına geldin. Ve tahtını ona bırakıp altından armağanlar verdi: altın ördekler, altın kaplanlar, altın maskeler, altın ve daha çok altın. Buna karşılık Cortés kılıcını kınından bile çıkarmadan onu kendi sarayında tutsak yaptı. Moctezuma kendi halkı tarafından taşlanarak öldü.

Kasım 5 Çalışma denilen bir hastalık

Bernardino Ramazzini 1714’te Padova’da öldü. Tuhaf bir doktordu ve tedaviye şu soruyu sorarak başlıyordu: -Siz hangi işte çalışıyorsunuz? Bunun bir önemi olabileceği hiç kimsenin aklına gelmemişti. Deneyimleri iş hayatı hakkında ilk tıbbi kitabı yazmasını sağladı. Bu kitapta elliden fazla iş kolundaki en yaygın hastalıkları tek tek betimledi. Ayrıca havasız ve pislik içindeki kapalı atölyelerde, güneş yüzü görmeden ve hiç dinlenmeden çalışıp açlık yiyen işçilerin çok küçük bir tedavi umudu olduğunu kanıtladı.

Kasım 6 Krallık yapamayan kral

Kral II. Carlos 1661’de Madrid’de doğdu. Yaşamının kırkma yılma geldiğinde ne ayaklarının üzerinde doğrulmayı, ne ağzından salyalar akmadan konuşmayı, ne de asla bir fikir tarafından ziyaret edilmemiş kafasında kraliyet tacını tutabilmeyi başardı. Carlos halasının torunuydu, annesi babasının yeğeniydi ve dedesinin babası ninesinin annesinin amcasıydı: Habsburglar evin dışındakilerle pek ilişki kurmazlardı. Aileye bunca adanmışlık onların sonunu getirdi. Carlos ölünce onunla birlikte İspanya’daki hanedanı da sona erdi.

Kasım 7 Rüyalar

1619’da, henüz çok genç yaştaki René Descartes tek bir gecede bir sürü rüya gördü. Anlattığına göre, ilk rüyada çarpık çurpuk yürüyor ve onu şiddetli bir biçimde okul ya da kiliseye doğru iten rüzgârla cebelleşmekten bir türlü doğrulamıyormuş. İkinci rüyada bir yıldırım onu yataktan çekip alıyor ve odanın içi ortalığı gündüz gibi aydınlatan kıvılcımlarla doluyormuş. Üçüncü rüyadaysa, yaşamda izleyecek bir yol bulmak için bir ansiklopediyi açıyor ama o aradığı sayfalar ansiklopedide eksik çıkıyormuş.

Kasım 8 Yasal göçmenler

Özel bir uçakla Monterrey’e kadar uçtular. Oradan 2008 yılında muzaffer turlarına başladılar. Müstesna konuklar olarak ilan edildiler ve dokuz tane tören arabasıyla caddelerden geçtiler. Zafer kazanmış politikacılara benziyorlardı, ama değillerdi. Onlar mumyaydı. Bir buçuk asırdan daha uzun zaman önce Guanajuato şehrini yok eden kolera salgınının kurbanı mumyalar. Hepsi bayramlık kıyafetlere bürünmüş on bir kadın, yedi erkek, beş çocuk ve bir tane bedensiz kafa sınırın öbür tarafına geçtiler. Bu mumyalar Meksikalı da olsalar kimse onlara ne pasaport sordu ne de sınır muhafızları tarafından taciz edildiler. Ve çiçeklerle süslenmiş takların altından alkışlar eşliğinde geçit törenleri yapacakları Los Angeles, Las Vegas ve Chicago’ya doğru yolculuklarına rahat bir şekilde devam ettiler.

Kasım 9 Geçmek yasak

1989 yılında, bugün gibi bir günde, Berlin Duvarı öldü. Ama işgal altındakiler işgalcileri işgal etmesinler diye, kendi kölelerinin eline geçen parayı Afrikalılar kazanamasınlar diye, Filistinliler kendilerinden çalman vatana geri dönmesinler diye, Sahralılar kendilerinden gasp edilen toprağa girmesinler diye, Meksikalılar kendilerini yutan uçsuz bucaksız haritaya adım atmasınlar diye başka duvarlar doğdu. 2005 yılında, dünya sirklerinin en meşhur mermi adamı David Smith, Meksika’yı Birleşik Devletler’den ayıran aşağılayın duvarı kendi yöntemiyle protesto etti. Kocaman bir top onu fırlattı ve David çok yükseklerden uçarak sınırın yasak tarafına sağ salim düştü. O Birleşik Devletler’de doğmuştu ama uçuş süresince Meksikalı oldu.

Kasım 10 Bilim Günü

Brezilyalı hekim Drauzio Varella, dünyanın Alzheimer hastalığının tedavisi için yapılan araştırmalara yatırdığı paranın, erkek cinselliği uyarıcılarına ve kadın güzelliği silikonlarına harcananın beşte biri olduğunu gözler önüne serdi. -Birkaç yıl içinde, diye bir öngörüde bulundu. Kocaman göğüslü ve sertleşmiş penisli ihtiyarlarımız olacak, ama hiçbiri bu şeylerin neye yaradığını hatırlamayacak.

Kasım 11 Fyodor Dostoyevski

İlk olarak 1821 yılında Moskova’da doğdu. 1849 yılının sonlarında bir kez daha St Petersburg’da doğdu. Dostoyevski sekiz aydan beri tutukluydu ve kurşuna dizilmeyi bekliyordu. İlk başlarda aman hiçbir şey olmasın diye arzuluyordu. Bir süre sonra ne olacaksa olması gereken zamanda olsun demeye başladı. En sonundaysa ne olacaksa bir an önce olsun deme noktasına geldi, zira beklemek ölümden daha beterdi. O ve diğer mahkûmlar zincirlerini Neva Nehri kıyısındaki Semenovsk Meydanı’na kadar sürükledikleri sabaha kadar böyle hissettiler. Ve ilk komutla birlikte nişancılar kurbanlarının gözlerini bağladılar. İkinci komutta, silahların dolduruluşunun klik-klak sesi duyuldu. Üçüncü komutta, Nişan Al, yakarışlar, iniltiler ve bir hıçkırık işitildi ve ardından sessizlik. Ve sessizlik. Ve daha uzun sessizlik, ta ki asla bitmeyecekmiş gibi gelen bu sessizlikte, bütün Rusların çarının yüce bir hareketle onları affettiği haberi duyulana kadar.

Kasım 12 Bana yalan söylemeleri hoşuma gitmiyor

Sör9 Juana Ines de la Cruz 1651 yılında bugün doğdu ve herkesi aştı. Onun topraklarında ve onun döneminde hiç kimse onun kadar yüksekten uçmadı. Çok genç yaşta manastıra girmişti. Manastırın evden daha az hapishane olacağını düşünmüştü. Bu konuda yanlış bilgilendirilmişti. Fark ettiğinde artık çok geçti ve herkesten daha güzel söyleyen kadın, sessizliğe mahkûm edilmiş bir halde yıllar sonra öldü. Gardiyanları onu asla inanmadığı övgülere boğuyorlardı. Bir seferinde, Meksika genel valilik sarayının ressamı, bu: günkü photoshop tekniğinin öngörüsünü andıran bir portresini yaptı. Onun buna yaratı şöyle oldu:

Bu pohpohlama ki amaçlar yılların korkunç izlerini silmeyi, zamanın katılığını dize getirmeyi, ihtiyarlık ve unutulmayı alt etmeyi boşa giden aptalca bir çaba ya da ancak kadük bir hevestir, zira yakından iyice bakıldığında bu kişi, cesettir, tozdur, gölgedir, bir hiçtir.

Kasım 13 Moby Dick’in babası

1851’de New York’da Moby Dick’in ilk baskısı yayınlandı. Denizin ve toprağın gezgini Herman Melville bazı başarılı kitaplara imza attı, ama başyapıtı Moby Dick’in o ilk baskısı hiçbir zaman tükenmedi ve sonraki yapıtlarının kaderi de ondan daha iyi olmadı. Melville unutulmuş olarak öldü, ama başarı ve başarısızlığın, önemi şüphe götürür kazalar olduklarını çok iyi öğrenmişti.

Kasım 14 Kadın gazetecilerin anası

Nellie Bly yolculuğuna 1889 yılında bugünün sabahında başladı. Jules Verne bu güzel genç kadının dünya turunu tek başına ve seksen günden kısa bir zamanda tamamlayacağına inanmıyordu. Ama Nellie gezegeni yetmiş iki günde kucakladı ve bu arada gördüğü, yaşadığı şeyleri köşe yazılarında kaleme aldı. Bu genç gazetecinin ilk meydan okuyuşu değildi, sonuncusu da olmadı. Meksika hakkında yazmak için o kadar Meksikalılaştı ki, çok korkan Meksika Hükümeti onu kovdu. Fabrikalar hakkında yazmak için fabrika işçisi olarak çalıştı. Cezaevleri hakkında yazmak için kendini hırsızlıktan tutuklattı. Tımarhaneler hakkında yazmak için delirmiş gibi yaptı ve rolünü o kadar iyi oynadı ki, hekimler onu zır deli olduğuna hükmettiler. Bu sayede, maruz kaldığı ve herhangi bir insanı delirtebilecek psikiyatrik tedavi yöntemlerini gözler önüne serebildi. Nellie yirmi yaşındayken Pittsburgh’da gazetecilik erkek işiydi. İşte o dönemde ilk köşe yazılarını yayınlama densizliğini yaptı. Otuz yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın ateş hattında mermilerden sakınarak sonuncuları yayınlayacaktı.

Kasım 15 Hugo Blanco iki kez doğdu

Hugo Blanco ilk kez 1934 yılında Cuzco’da doğdu. Peru adında, ikiye bölünmüş bir ülkenin tam ortasında dünyaya geldi. Hugo beyazdı, ama oyun ve macera arkadaşlarının hepsinin Keçua dilinde konuştuğu Huanoquite adında bir köyde doğdu ve yerlilerin saygın insanlara ayrılmış olan kaldırımlarda yürüyemediği Cuzco’da okula gitti. Hugo on yaşındayken ikinci kez doğdu. Okuldayken köyünden bir haber aldı ve Don Bartolome Paz’ın bir yerli tarım işçisini kızgın demirle dağladığını öğrendi. Toprakların ve insanların sahibi olan bu adam, ineklerine iyi bakmadığı gerekçesiyle, Francisco Zamata adındaki işçinin poposuna kızgın demirle adının baş harflerini -BP- yazdırmıştı. Bu çok anormal bir durum değildi, ama Hugo’nun zihnine sonsuza dek kazındı. Geçen yıllarla birlikte, aslında yerli olmayan bu adam giderek yerlileşti ve köylü sendikalarını organize etti. Ve kendi seçimi olan bu felaketi dayak, işkence, hapis, taciz ve sürgünle ödedi. Yaptığı on dört açlık grevinden birinde, artık dayanamayacak noktaya geldiğinde, harekete geçen hükümet ona hediye olarak bir tabut gönderdi.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı Çeviri: Süleyman Doğru / Sel Yayıncılık

ÖZDEMİR ASAF: YALNIZLIK PAYLAŞILMAZ, PAYLAŞILSA YALNIZLIK OLMAZ

YALNIZLIK PAYLAŞILMAZ

Yalnızlık, yaşamda bir an, Hep yeniden başlayan.. Dışından anlaşılmaz.

Ya da kocaman bir yalan, Kovdukça kovalayan.. Paylaşılmaz.

Bir düşün’de beni sana ayıran Yalnızlık paylaşılmaz Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

 
HİÇ Mİ YALNIZ KALMADIN ŞU GARİP DÜNYADA? Uzak dur yakınıma/ Bu mesafe beni bozar/ Kimseler yanaşmasın/ İnceden hatırlarım O eski dostlukları/ Şimdi herkes ayrı uçta/ Kaderini inkar eder Kimi yerer kimi över/ Her biri ilgi bekler/ Aman abi bulaşılmaz/ Yalnızlık paylaşılmaz/ Herkesle kaynaşılmaz Hiç mi yalnız kalmadın/ Şu garip dünyada/ Ah o zaman anlarsın/ Yanlızlık paylaşılmaz Bir şarap bi sigara/ Sonbahar koynumda/ Yalnızlığı kokluyorum/ Kurutulmuş yapraklarda/ Yağmur yemiş topraklarda/ Hiç mi yalnız kalmadın/ Şu garip dünyada/ Ah o zaman anlarsın/ Yanlızlık paylaşılmaz

ŞAKA DEĞİL

Yer altından dinleniyoruz; Tedirginliğimiz ondan. Seslerimizi dinleyorlar, Ölülerin katında biriktiriyorlar; Suskunluğumuz ondan.

Bugün son sevişmelerimizi gözetleyorlar, Her neyse.. Yarın düzenleyecekler aşklarımızı, Ner’deyse. Huysuzluğumuz ondan. Perdeleri kapatmalı mı? Perdeyse. Yaşamlarımızın, doğumlarımızın Tadı kaçmadan.. Gökteyse, yerdeyse, Bir şeyse.

Çarpık çizdiriyorlar, Karanlık yazdırıyorlar, Canından bezdiriyorlar.. Kırgınlığımız ondan. Acı-acı güldürüyorlar.. Hırçınlığımız ondan. Ağlamaca karamsarlık tütüyor Buram-buram Konularımızdan.. Burukluğumuz ondan.

Bugünden tezi yok diyorum, Korkmadan, utanmadan Soyunup pazar enayiliklerini, Giyinip sevi giysilerini Bir bayram denemesi yapmalıyız.. Sayılı günler başlamadan.


Özdemir Asaf Yalnızlık Paylaşılmaz

“IRMAK BİTTİ/ DEVRİLDİ DAĞ/ BÜYÜDÜM” KİM BAĞIŞLAYACAK BENİ – BİRHAN KESKİN

BİR MEVSİM YOK ANNE GİBİ

I

Çocukluğumdan kesilen saçlarımı geri istiyorum berberlerden (anneme küstüğüm için oluyor bütün bunlar) yüzümü ve dizlerimi bi koşu kanatıp okulun bahçesinde tekrar dönerim, hemen. Büyüklere mahsus şeyler de konuşuruz seninle istersen.

Yoruldum çok kente ve sana durmaktan öfkem ne sana ne de başkasına üstelik geceden Marilyn Monroe ve senin gözyaşın geçti hadi barışalım.

Hem hiçbir mevsim ısıtmaz ellerimi anne gibi istersen kahve içip fal da bakarız yine bana üç vakte kadar bir yolculuk görünür belki ay doğar fincanda hanemize.

Alevi içine bakan bir mumum ben derine kaçan bir anıyı isiyorum berberlerden.

II

Irmak bitti devrildi dağ büyüdüm.

Çocukluk anılarımdan düşecek kadar kırıldı âvâz yüzümden kovuldu anneler korosu söndü ateş.

Kahvaltı masalarına geç kaldım kirlenmiş bütün bardakların yalnızlığı bana, ve ince kaldım belki sabah zamanına.

Hey aynalardan içeri kaçan çocukluğum nöbetçi aspirinler, diş macunları tekrar dönerim, ırmak akar tekrar yatağından dağ yerinden doğrulur uzaklığım biter gölgem yanıma düşer belki yeniden, kim bilir belki dedem bile olur vicks kokulu yastıklar kalır bana ondan ve ahdım var onlardan kalma sehpaları kirletirim bu sefer.

III

Buralara kadar gelinmişse gece kendini uyur kendine küser eşya kendi cinayetine kurbandır metal

söz kendini söylemiş, yorulmuşsa yağmur kendi içine yağar asfalt bir çılgınlığa yürür kendini, buraya kadar gelinmişse uyku bile kendini uyur.

Yok yerlere gelindi boş yerlere gelindi kemanlar kendi sesinden içlendi ben senin sessizliğinden eşya boşuna küstü kendine gece boşuna delindi,

yaşamımın güç yanlarından biri olma lütfen, şimdi bu kavgayı unutmak da hatırlamak da çılgınlık olur gel biz seninle kahraman olalım ne hatırlayalım bunu, ne unutalım.


Birhan Keskin Kim Bağışlayacak Beni, S. 143-145

LENİN, HEGEL’İ NASIL OKUDU: “UYUŞMAZLIKLARI GİDEREBİLİRİZ AMA ÇELİŞKİLER KALICIDIR”* – LOUIS ALTHUSSER

0

Louis Althusser 20. yüzyılın ikinci yarısında Marksist düşüncede önemli etkisi olmuş filozoflardan biri. Althusser’in Marx ve Lenin’i yeniden okuma girişimi ve bu sayede Marksizm içinde yaşanan krizi aşma çabası uzun yıllar etkisini sürdürdü, gerek yapısalcılığın gerekse post-yapısalcılığın besleyici kanalını oluşturdu. Lenin ve Felsefe, Althusser’in Lenin’i yeniden okuma girişiminin bir sonucu ya da “felsefeyle birlikte Lenin”. Sadece eylem adamı, stratejist Lenin portresi yerine, Lenin’in Marx ve Hegel okumalarının Marksist teori ve pratik için önemine işaret eden, bu önemin altını çizen bir metin. Althusser burada Marksist bir filozof olarak felsefeyi tanımlarken, felsefe ile bilim, felsefe ile ideoloji, felsefe ile politika ilişkilerini de ele alıyor. Kitapta ayrıca Althusser ile yapılmış “Bir Devrim Silahı Olarak Felsefe” başlıklı konuşmayla, Althusser’in “Hegel Karşısında Lenin” başlıklı bir yazısı da yer alıyor. (Kitap açıklaması) 

Tarihi yapanlar teorisyen­ler, bilginler ya da filozoflar değil, “insanlar” da değil, “kitlelerdir”, yani aynı ve tek bir sınıf mücadelesi içinde bir araya gelmiş sınıflardır.

Lenin Hegel’i Nasıl Okudu?

Hegel’i, sık sık tekrarladığımız deyimle, bir “maddeci” olarak okudu. Bu deyimin anlamı nedir?

Anlamı, ilkin, Lenin’in Hegel’i “ters çevirerek” okuduğudur. Bu “ters çevirme” ne demek? İdealizmin maddeciliğe “ters çevrilmesi” sadece. Ama dikkat! Pratikte bu, Lenin’in idea yerine madde ve madde yerine idea koyduğu anlamına gelmez, çünkü böylesi sadece yeni bir maddeci metafizik yaratabilir (yani, klasik felsefenin maddeci bir çeşidi, en iyi ihtimalle mekanik bir maddecilik); Lenin, bundan çok farklı bir şey olan proletarya sınıf açısını (diyalektik maddeci açıyı) benimsemişti.

Başka bir söyleyişle, Lenin, Hegel’in mutlak-idealist sistemini maddeci bir sistem olarak ayakları üstüne koymak üzere okumadı Hegel’i. Hegel’i okumak için yeni bir felsefi pratik benimsedi; proleter sınıf açısından, yani diyalektik maddeci açıdan gelen bir pratikti bu. Hegel’de Lenin’i ilgilendiren şey, en başta, Hegel’in bu diyalektik maddeci okunmasının sonuçlarıdır; yani, Hegel’den, öncelikle “bilgi teorisi” ve diyalektik denen şeyi öncelikle ele alan bölümlerin okunmasından çıkan sonuçlar.

Lenin Hegel’i “ters çevirme” yöntemine göre okumadıysa, nasıl okudu? Daha 1894’te, Halkın Dostlan Kimlerdir’de Kapital’in Birinci Cildinin I. Bölümü’nü okumayla ilgili betimlediği yöntemle okudu; “Giysilerinden soyma” yöntemiyle. Marx’ın Kapital’deki, Hegelci terminoloji ve Hegelci açıklama sırasına uygun bölümlerini okumakta geçerli olan, Hegel’in kendisi için yüz kere daha geçerli olmalıdır. Giysilerinden soyma bu nedenle radikaldir. Defterler’de önemli bir bölüm bunu birkaç kelimeyle belirtir:

“Hareket ve öz-hareket” keyfî, [bağımsız], kendiliğinden içsel olarak zorunlu hareket), “değişim”, “hareket ve hayatiyet”, “bütün öz-hareketin ilkesi”, “hareket” ve “etkinlik” “itkisi” – “ölü varlık”ın karşıtı – kim inanırdı bunun “He-gelciliğin” özü olduğuna, soyut ve abstrusen (düşünceli, saçma) Hegelciliğin? Bu özü bulmak, anlamak, hinüberretten, giysilerinden soymak, rafine etmek gerekiyordu, Marx’a Engels de işte bunu yaptılar (a.g.e., cilt 38, s. 141).

Bu “giysilerinden soyma”, “rafine etme” ya da “içinden çıkarıp alma” (bu, bir başka yerde kullanılan bir deyim) sözlerinden ne anlaşılır? Hegel’de, derisinin ya da daha doğrusu kat kat derilerinin, sözün kısası oldukça kalın bir kabuğun (bir meyveyi, bir soğanı, hattâ bir enginarı düşünün) altından çıkarılacak “akılcı” bir öz bulunmasından başka ne anlaşılabilir? Dolayısıyla üşenmeden çalışarak giysilerini soymamız gerekiyor. Bazen, Mutlak İdea bölümünde olduğu gibi maddeci çekirdek neredeyse yüzeye kadar geliyor, kabuğunu hafifçe soymak yeterli. Bazen kabuk kalın, çekirdeğe de dolanmış durumda, onun için çekirdeği koparıp almak gerek. İki durumda da az çok dönüştürücü bir çalışma zorunlu. Bazen de yalnız kabuk var: Elde tutacak bir şey yok, hepsini atmalı, akılcı öz kalmamış. Büyük Mantık kitabının “varlık”la ilgili bölümünde ve Lenin’in “mistisizm” dediği (örneğin, mantığın doğaya yabancılaştığı) bütün bölümlerde böyle. Buralarda Lenin öfkeyle çiziştiriyor: “Aptallık! Budalalık! İnanılır şey değil!” ve bunları kesinlikle yadsıyor: “Mutlak konusu zırva. Genel olarak Hegel’i maddeci bir tavırla okumaya çalışıyorum. Hegel, başı üstünde duran maddeciliktir (Engels’e göre) – yani, çoğu zaman Tanrı’yı, Mutlak’ı, Katıksız İdea’yı filan boş veriyorum” (s. 104).

Böylece oldukça özel bir yöntem çıkıyor ortaya. Ters çevirme, felsefede proletaryanın taraf tutma tavrının olumlanması oluyor: İdealizmin maddeciliğe ters çevrilmesi. Gerçek işlem, gerçek maddeci tavırla okuma çalışması, oldukça değişik bir işlem gerektirir.

Louis Althusser Lenin ve Felsefe Çevi̇renler: Bülent Aksoy – Erol Tulpar – Murat Belge, İletişim Yayınları


*Lenin

1. Bir işe yaramayan, içinden hiçbir şey çıkarılamayan, çekirdeksiz kabuk durumunda yığınla önerme ve tezi yadsımak. 2. Bazı işe yarar meyve ve sebzelerin elde tutulması, bunların dikkatle soyulması ve çekirdeklerinin kalın kabuklarından çıkarılması, gerçek bir dönüştürme işlemi. “İnsan ilkin maddeci diyalektiği buradan çıkarıp almalı (Hegelci zırvalıktan). Ama onda dokuzu saman, çöp” (s. 154). Ama ne kadar boşuna! Bunun mucizevi “ters çevirme” ile bir ilgisi olamaz.( Althusser, Marksizm’in Hegel’i yalnız tersine çevirmekle yetinemeyeceği yolundaki görüşünü tekrarlıyor. Lenin, Hegel’i yalnız ters çevirmemiş, dönüştürerek okumuştur, diyor.)

OĞUZ ATAY: GECELERİ KÖTÜ ŞEYLER DÜŞÜNMEMEK İÇİN SAYISIZ TEDBİRLERİ VARDI MEDENİYETİN!

Ne korkunç bir iftira. Beni mi düşünceli görüyorsunuz? Hiç âdetim değildir: düşünmem. Hayır, düşünceli görünüyorsunuz. Muhakkak bir sıkıntınız var. Demek yakalanmak için bir tuzak bu. Düşünceli görünüyorsunuz. Düşünmeyince kurtuluyorsunuz. Neyin var, düşünceli görünüyorsun. Bu sözden sakınmalı. Düşüncesiz de olma. O zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam derler. Düşünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. İşinizde çalışırken düşünün. Ev satın alırken düşünün. Çocuklarınızın geleceğini düşünün. Yalnız, akşam evde otururken, durup dururken düşünmeyin.

Nermin, başını gazeteden kaldırmadan konuştu: “Seni geçen gün arabada güzel bir kadınla görmüşler.” Turgut silkindi, başını kaldırdı. Nermin gazeteyi indirdi. Turgut karısının yüzünü gördü. Gülümsemeye çalışarak: “Gazetede mi yazıyor?” diye sordu. Karısına yorgun gözlerle baktı. Nermin, gazeteyi yavaş bir hareketle elinden bıraktı. Turgut, onun sakin, meraklı yüzünü, biçimli ellerini, koltuğu çapraz kesen bacaklarını inceledi. Sonra hemen yoruldu, gözlerini kıstı: karısının görüntüsü hafifçe bulandı, uzaklaştı. Şimdi Nermin salonun çok uzak bir köşesinde oturuyordu. Turgut için: yüzlerce metre uzakta. Parmağını gözbebeğinin altına batırdı: bir Nermin yerinde kaldı, bir Nermin de, karısına benzeyen bir renkli gölge de, yukarı aşağı oynadı. İşte bir hayalden ibaret: parmağımla oynatabildiğim bir şekil. Parmağını gözünden uzaklaştırdı; elini saçlarında gezdirdi. Aile babasının saçlarının altın telleri azalıyor. Sesi, derinden çıkıyormuş gibi geldi Turgut’a: “Selim’in bir arkadaşı. Son aylarda tanımış Selim’i. Bana geldi.” Gözlerini açtı iyice: görüntü birden hızla yaklaştı, büyüdü, keskinleşti. Tıpkı filmlerdeki gibi. Turgut başını kaldırdı: kadının başı bütün perdeyi kapladı. Konuşma: “Selim’in kız arkadaşı mı? Nasıl olur? Bize hiç bahsetmemişti… Yoksa sen tanıyor muydun?” Turgut, elleriyle, gözlerinin iki yanını kapadı: Nermin’in başını karenin içine yerleştirdi. “Hayır,” dedi sadece. Konuşmak istemiyordu; düşünmek ve seyretmek istiyordu. Konuşmak için artık çok geç kaldığını hissediyordu. Birlikte başlamamışlardı. Nermin’le tanışmadan yıllarca önce yaşamaya başlamıştı. Önce bu boşluğu doldurmak, anlatmak, anlatmak gerekiyordu. Daha ilk tanıdığı günden başlamalıydı anlatmaya. Ve ilk günden başlamalıydı anlamaya, ilgilenmeye. Nermin, belki de bu kadar köklü bir açıklama beklemiyordu; bütün kadınların, ortak bir yaşantı sürdürebilmek için beklediği kadarını istiyordu.

Düşünmek, hayatı ne karmaşık bir biçime sokuyor. Bu telaş içinde bekleneni veremiyorum. Her gün açıklanamayanlar biraz daha artıyor. Tarifi güç bir yorgunluk geliyor üstüme.

Ellerini iki yana sarkıttı. İnatçı bir yorgunluk durumu güçleştiriyordu. Birkaç kelimeyle geçiştirmek imkânı varken, boğazı kuruyor, kurtarıcı kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzından. “Neler konuştunuz?” diye sorulmadan söylenebilecek bir iki sözü bulamıyordu. Sonra yarın, öbür gün daha çok konuşmak, hem olayı, hem de anlatmakta neden geciktiğini açıklamak zorunda kalacaktı. Şimdi bile, Günseli’den daha önce neden bahsetmediğini açıklamak gerekiyordu. Oysa, koltuğuna yapışmış, boş gözlerle karısını süzüyordu. Nermin ayağa kalktı; kadınlık içgüdüsüyle, çıkmazda olan konuşmayı sürdürmeye çalıştı: “Bu karşılaşma senin için üzücü mü oldu?” Turgut, birden sinirlenmeye başladığını hissetti. Ne olursa olsun çocuklarının babasını korumak gerekiyordu demek. Kendimi düşünmediğim zamanlarda bile, kendimden önemli bir şey olduğunu duyduğum bir anda bile, her şeyden önemli olduğum hatırlatılıyor bana. Ayrıca, bir ihanet kokusu var işin içinde. Nermin’e anlatamadığım bir olay, onunla paylaşılmayan bir yaşantı, bugünkimigördümbiliyormusunnelerkonuştukbiliyormusunhiçböylebirşeybeklemezdimbiliyormusunbütünbuolanlararağmenseninekadarseviyorumbiliyormusun formülünün dışında garip bir davranış. Bir kadın… bu ne demek? Birlikte olduğumu başkalarından öğrendiği bir kadın.

Hayat tehlikelerle dolu. Fakat yanlış yollardan her zaman dönülebilir. Yeter ki insan, kendisine verilen fırsatı zamanında kullanabilsin.

Nermin de büyük kızını yatırmak üzere kalktığı sırada, bu fırsatı vermiş oluyordu. Masaya doğru yürürken acele etmedi. Turgut, arkasından seslendi oysa, bir an önce gazeteyi alıp, sütunlar arasında dolaşarak, düşüncelerinden kurtulmak istiyordu: “Henüz, Selim’den bahsedecek kadar uzak hissetmiyorum olayı.” Nermin döndü: sorgulu gözlerle Turgut’a baktı. Turgut, acele ediyordu kurtulmak için: “Selim’in başına geleni tam olarak idrak edemiyorum daha. Bu ölüm, benim için bir kelime değil henüz. Bir gün belki daha rahat konuşacak bir duruma gelirim. O zaman…” Sustu. Telaş gösterdiği için utanmıştı. Utanma, birlikte tanıdıkları bir duygu değildi. Kendine kızdı. Demek bir gün, unutup rahatça bahsedecekti Selim’den. Nermin’i tatmin edememişti ve kendine ihanet etmişti. Nermin bakışlarını yumuşattı: “Nasıl istersen. Ben kendim için konuşmadım. Seni düşünerek…” Sözünü tamamlayamadı; eteğinden çeken Sevgi’yi eğilerek kucağına aldı.

Ben her şeyden önce, çocuğumun annesiyim, demek istiyordu. Sen de babası olduğunu unutma. Bu meseleyle daha fazla uğraşamam: görevlerim var benim. Senin de var. Turgut gene koltuğuna gömüldü. Nermin’in yere bıraktığı gazeteyi, yerinden kalkmadan aldı. Aile babası Turgut, çocukları uyutulurken gazetesine dalmıştı. Bütün günün yorgunluğunu, karısının sevgili kocası dinlensin diye Amerikan pazarından aldığı rahat koltukta gideriyordu. Geriye yaslandı; koltuğun arka kısmı da onunla birlikte hafifçe geriye gitti: aile babalarının geceleri kötü şeyler düşünmelerini önlemek için sayısız tedbirleri vardı medeniyetin. Gazeteyi tembel gözlerle inceledi. Neyse, aile babalarının başına gelen bir aksilik yoktu o gün. Hepsi uslu durmuştu. Oysa, yazılamayan ne acıklı olaylar vardı. Haber aldığımıza göre, iki çocuk babası genç bir mühendis, son günlerde evinde kötü kötü düşünmektedir. Özellikle, karısı çocukları uyuturken karanlık düşüncelere dalan bu genç adam yuvasının geleceği hakkında planlar kurmadığı gibi… gazeteyi elinden bıraktı. Yanındaki sehpanın üzerindeki bir kutuya konulmuş olan pipolarından bir tane aldı: sigaranın zararlarını düşünen karısı ona değişik pipolar almıştı. Pipoyu yakmadan ağzına soktu. Onu Günseli’yle görmüşlerdi.

Belki Aysel’le de görmüşlerdi. Onu görüyorlardı. Hiçbir şey yapmadan, aptalca bir düzen içinde yaşarken kimse görmüyordu. Sonra, alışılmışın dışında en küçük bir davranışını görüyorlardı. Nasıl görüyorlardı acaba? Sizi gördük, diyorlardı. Bütün gün sadece bakıyorlardı; sonra akşam evlerine dönünce rahat koltuklarına gömülüp kimleri gördüklerinin bir muhasebesini yapıyorlardı. Önce erkek, gördüklerini anlatıyordu, sonra başkalarının görüp ona söylediklerini anlatıyordu, en sonunda da başkalarının dahabaşkalarından duyduklarını anlatıyordu. Sonra kadın başlıyordu: ona gelenlerin gördüklerini anlatıyordu. Anlatma bitince, yoruma geçiyorlardı. Birbirlerine, gördün mü? diyorlardı. Gördün mü? Peki neden ben kimseyi görmüyorum? Görmesini bilmek gerek; bakarak dolaşmalı. Parmağını havada sallayarak; görürsünüz, dedi; hepsine. Hepiniz görürsünüz. Ben size gösteririm. Yıllarca konuşur durursunuz artık.

OĞUZ ATAY: “KÜÇÜK ADIMLARLA YÜRÜMEK İSTERDİM KİMSENİN BANA BAKMAYACAĞINI BİLSEM…”

Rahat koltuğundan kalktı: rahatsız olmuştu. Düşünene bu koltukların faydası yok. Bir sandalyeye oturdu. Düşünceli görünüyorsunuz Turgut. Ne korkunç bir iftira. Beni mi düşünceli görüyorsunuz? Hiç âdetim değildir: düşünmem. Hayır, düşünceli görünüyorsunuz. Muhakkak bir sıkıntınız var. Demek yakalanmak için bir tuzak bu. Düşünceli görünüyorsunuz. Düşünmeyince kurtuluyorsunuz. Neyin var, düşünceli görünüyorsun. Bu sözden sakınmalı. Düşüncesiz de olma. O zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam derler. Düşünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. İşinizde çalışırken düşünün. Ev satın alırken düşünün. Çocuklarınızın geleceğini düşünün. Yalnız, akşam evde otururken, durup dururken düşünmeyin. Arka odadan Sevgi’nin sesi geliyordu. Uyumuyor. Gidip bir görünmeli. Nermin bekler. Babalar çocuklarına, uyumadan görünürlerse çok etkili olur. Müşfik fakat kararlı bir sesle konuşulur. Nermin, sen görünmeyince bir türlü uyumuyorlar, diyor; babalık ve aile reisliği duygusunu okşuyor. Sen söyleyince başka oluyor. Seni görünce susuyorlar. Babaları olmadan uyumuyorlar. Görünüşte ne masum bir söz. Tercümesi: hiçbir akşam ve pazar, beni onlarla yalnız bırakma. İş yolculuklarını ne yapayım? Bırak başkaları gitsin. Şirkette adam mı yok?

Terliklerini sürükleyerek çocukların odasına doğru yürüdü. Beni neden çağırdınız demekti bu yürüyüş. Fakat kimse aldırmadı onun bu inceliğine; böyle özelliklere ancak romanlarda dikkat ederlerdi. Sevgi, babasının geldiğini görünce, hemen yatağında ayağa kalktı. Turgut’un odaya girişinden, kendisini şımartacağını sezmişti; uyuma meselesinde annesinden yana olmadığını anlamıştı. Bir aksilik vardı babasının üstünde: çekingen bir aksilik. Sevgi’yi uyumaya zorlamayacak bir aksilik. Yalnız, babasına çok dayanmaya gelmezdi; sonunda annesine kalacaktı. Birçok meselenin çözümünde annesinin daha önemli bir payı vardı. Babasına sarılırken, yan gözle de annesine bakıyordu.

Turgut, matematiğe akılları ermiyor ama sezgileri yerinde, diye düşündü. Ne yazık, birkaç yıl sonra büyüyecek ve sezgileri zayıflayacak. Kötü bir devre. Ya hep küçük kalsalar, ya da birden büyüseler. Bu yavaş büyüme dayanılmaz bir şey. Yanınızda yetişen bir şeyin siz anlamadan büyümesi. Bir bakıyorsunuz, sevilip okşanmayacak kadar büyümüş. Siz de buna, yavaş yavaş, hissetmeden, o kadar alışmışsınız ki artık sevip okşamak istemiyorsunuz zaten.

Bütün duyularınız, bu yavaş gelişmeyi, size sezdirmeden izlemiş, Akıl, ya akıl? En aptal tarafımız. Hiçbir şeyin farkında değil. Kızını kucağına aldı. “Çok sıkı bir sarılacağız ve ondan sonra hemen uyuyacaksın.” Sevgi’yi eğilerek yatağa bıraktı ve karısına bakmadan odadan çıktı.

Oğuz Atay Tutunamayanlar

OĞUZ ATAY: İNSANIN GELİŞTİĞİ FİLAN YOK! YALNIZ KUSURLARINA ALIŞIYOR, O KADAR

ÇAĞ GEÇİTLERİ: BİRDENBİRE BÜYÜK BİR DALGINLIK OLUYOR HAYAT – MURATHAN MUNGAN

Gün 

Hatıralar lafa tutuyor insanı bir sokağın başında birdenbire büyük bir dalgınlık oluyor hayat eski bir yaz açıyor pencerelerini şimdi yağmurunda üşüdüğün sonbahara

zamanı arıyor gözlerin tanıdık biri kalmış mıdır acaba yanından geçip giden şemsiyelerin sakladığı yüzler arasında

rüzgâr pencerelerin yüzünü örtüyor bir bir çoğalan korna sesleriyle geri geliyor gün şimdi bir sokağın başında nice yazlardan sonra.*


Sende Kalanın

sende kalanın sonrası bende bir gün belki el değiştirir sırasıyladır bazı şeyler sen üzerinden atlar geçersin, onlar yeniden döndürürler.

dön geri bul kendini nerede gün kaybettiysen hangi izler geçmişse senden dön geri al sonra terk et istersen başarısız aşklar bile bir sonrakiyle giderilir edilebilirse eğer.

sende kalanın sonrası bende gel beni bul bulabilirsen ya da yolumdan çekil.

zamanla azalır kaybedilecek günler.**


*Murathan Mungan, Çağ Geçitleri **Murathan Mungan,Soğuk Deniz/Eteğimdeki Taşlar

İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR: BÜYÜK OKYANUS’UN KEŞFİ – STEFAN ZWEİG

Bir Gemi Donatılıyor

Kolomb, Amerika’yı keşiften döndükten sonra Sevilla ve Barcelona’nın kalabalık caddelerinden bir tören havasında geçerken, beraberinde getirdiği tuhaf ve paha biçilmez pek çok şeyi, o âna kadar hiç tanınmayan bir ırkın kırmızı derili insanlarını, hiç görülmemiş hayvanları, çığlıklar atan rengârenk papağanları, hantal ve ağır ağır yürüyen tapirleri ve bir süre sonra Avrupa’yı kendilerine vatan edinecek olan ilginç bitkileri ve meyveleri, hintbuğdayı, tütün ve hindistancevizini halka gösteriyor. Bütün bunlar sevinç çığlıkları atan kalabalık tarafından büyük bir hayranlıkla karşılanıyor, fakat kral ve kraliçe ile danışmanlarını en fazla etkileyen ve heyecanlandıran şey, içi altın dolu birkaç küçük sandık ve sepet oldu. Kolomb’un Yeni Hindistan’dan yanında getirdiği altın miktarı pek fazla değildi; yerlilerle değiş tokuş yaptığı ya da zorla ele geçirdiği birkaç külçe altın ve ziynet eşyası, biriki avuç dolusu kadar da altın tozu, altından daha çok altın tozu, olsa olsa birkaç yüz sikke altını basmaya yetecek kadar bir ganimet. Ancak tam anlamıyla bir hülya adamı olan, inanmak istediği şeye mutlaka inanan ve Hindistan’a deniz yoluyla gitmek iddiasında da yine haklı çıkan Kolomb, gösterdiklerinin yalnızca küçük birer örnek olduğunu böbürlenerek ve de çok ustaca uyduruyor. Güvenilir kaynaklardan öğrendiğine göre, bu yeni adalarda sonsuz altın madenleri bulunuyordu, bu paha biçilmez maden orada, bazı tarlalarda, ince bir toprak tabakasının altında düz plakalar halinde yatıyordu. Basit bir kazmayla kazılıp kolayca çıkarılabilinirdi, hatta buradan güneye gidildiğinde, insanın karşısına öyle ülkeler çıkıyormuş ki, kralları içki kadehlerini altın fıçılardan doldururlarmış ve buralarda altının değeri İspanya’da kurşuna verilenden çok daha düşükmüş. Her zaman para sıkıntısı çeken kral, kendi memleketinde bulunan bu yeni altın madeninin öyküsünü hayranlıkla ve kendinden geçercesine dinliyor. Çünkü Kolomb’un tam bir deli olduğu, anlattığı şeylerin doğruluğundan kuşkulanılması gerektiği henüz bilinmiyordu. İkinci yolculuk için hemen büyük bir filo hazırlanıyor ve mürettebatı oluşturmak için bu kez davulcular ve tellallar da gerekli değildir. Bu yeni keşfedilen altın ülkesinde altının avuçla toplandığı haberi İspanyolları çıldırtıyor ve Eldorado’ya, altın ülkesine gitmek için yüzlerce ve binlerce insan akın ediyor.

Fakat gözlerini hırs bürümüş bu insanların bütün kentlerden, bütün köy ve kasabalardan akıp gelmeleri ne kadar da hüzün vericidir. Yalnızca asalet armalarını altınla daha iyi yaldızlamak isteyen gerçek soylular, gözü pek serüven düşkünleri ya da yiğit askerler değil, İspanya’nın tüm pisliği ve çamuru da Palos’a ve Cadiz’e akın ediyor, altın ülkesinde daha kârlı bir iş edinme hevesine düşmüş bütün damgalı hırsızlar, yol kesen eşkıyalar, çapulcular, borçlular, yaşamlarını çekilmez kılan karılarından kaçıp kurtulmak isteyen kocalar, umutsuzlar ve işlerinde başarısızlığa uğrayanlar, kısacası İspanyol adliyesinin aradığı ne kadar çapulcu ya da hırsız varsa, tümü de Eldorado’ya gidecek olan filoya başvuruyor. Bir hamlede zengin olmak için her zorbalığı yapmaya ve her cinayeti işlemeye karar vermiş çapulcu ve sokak serserilerinden oluşan çılgın bir tutku seli. Bunlar, o ülkelerde toprağın basit bir kazma ile kazılıp külçe külçe altın çıkarılabildiğini söyleyen Kolomb’a öyle inanmışlardı ki, içlerinde hali vakti yerinde olanlar, bu değerli madeni, büyük parçalar halinde hemen alıp götürebilmek için yanlarına uşaklar ve katırlar alıyorlar. Bu yeni yolculuğa alınmayı başaramayanlar da başka bir yol seçmek zorunda kalıyor. Altın ülkesine daha çabuk varmak ve bütün altınları ele geçirmek için kralın iznini bile almayı gerekli görmeyen bu serüven düşkünü insanlar kendi hesaplarına gemiler donatıyorlar ve İspanya, başına bela olan bütün çapulculardan ve en tehlikeli eşkıyalardan bir anda kurtulmuş oluyor.

Espanola valisi  bu davetsiz konukların yönetimindeki adayı doldurmalarını dehşetle seyrediyor. Her yıl sayıları daha da çoğalarak gelen gemiler yükleriyle, her defasında gözlerini ihtiras bürümüş bir sürü insanı limana indiriyorlar. Ama gelenler müthiş bir hayal kırıklığına uğruyorlar, çünkü öyle söylendiği gibi buranın sokaklarında gelip toplanılmayı bekleyen ne külçe külçe altın vardır ne de üzerlerine vahşice saldırdıkları bahtsız yerlilerden bir altın zerresi bile almak olasıdır. Valiyi ve bahtsız yerlileri dehşete düşüren bu azgın insan sürüsü, adayı bir uçtan öbür ucuna kadar dolaşıp eşkıyalıklarını sürdürüyorlar. Valinin, toprak verip hayvan dağıtarak, hatta bolca insan gücü, her birine sayıları altmışyetmişe ulaşan yerlileri köle olarak verip onların adaya yerleşmesi için gösterdiği çaba da boşunadır. Gelenlerden ne yüksek soylu kişiler ne de bir zamanların çapulcuları buraya yerleşmeye ve toprakla uğraşmaya isteklidirler. Çiftlik sahibi olup buğday ekmek ya da hayvan gütmek için buraya gelmemişlerdi. Ekip biçme işleriyle uğraşma yerine yerli halka eziyet etmeyi ya da günlerini batakhanelerde geçirmeyi yeğliyorlar. Birkaç yıl içerisinde bütün ada halkını vahşice yok eden bu azgın insan sürüsünün hemen hepsi de kısa zaman içinde öyle bir borç batağına düşüyorlar ki, valinin verdiği mal ve mülkten başka pelerinlerini, şapkalarını ve hatta üzerlerindeki son gömleklerine varıncaya kadar her şeylerini sattıkları halde, yine de satıcıların ve tefecilerin elinden kendilerini kurtaramıyorlar.

İşte bu yüzden, adada saygın kişiliğiyle tanınan hukukçu Martin Fernandes de Enciso’nun 1510 yılında, Terra Ferma’daki sömürgelerinin yardımına koşmak amacıyla yeni bir birlik oluşturup bir gemi donattığı haberi, Espanola’da başarısızlığa uğramış bu insanlar için büyük bir sevinç kaynağı oluyor. Çünkü iki ünlü serüven düşkünü adam, Alanzo de Ojeda ve Drego de Nicuesa, 1509 tarihinde Kral Ferdinand’ dan Panama Boğazı ile Venezüella kıyılarının hemen yakınlarında acele bir kararla Castilia del Oro, Altın Kastilya adını verdikleri bir sömürge kurma ayrıcalığı almışlardı; bu altını çağrıştıran isim karşısında kendinden geçen, söylenen her şeye hemen inanan bu deneyimsiz hukuk adamı, bütün servetini bu işe yatırmıştı. Fakat Urba Körfezi’nde kurulan bu yeni sömürge San Sebastian’dan tek bir altın bile gelmediği gibi tam aksine acı imdat çığlıkları yükseliyor. Adamlarının yarısı yerlilerle sürdürülen savaşlarda, öteki yarısı da açlık ve sefalet yüzünden yok oldular. Bu işe yatırdığı parasını kurtarmak isteyen Enciso, servetinin geri kalanını da ortaya koymaktan çekinmiyor ve yardıma koşmak üzere yeni bir birlik oluşturuyor. Enciso’nun asker aradığı haberi duyulur duyulmaz bütün bu umutsuz insanlar, Espanola’nın bütün sefilleri, bu olanaktan yararlanarak onunla birlikte buradan uzaklaşmak istiyorlar. Yalnızca buradan uzaklaşmak, borçlulardan ve soluğunu sürekli enselerinde hissettikleri validen kaçıp kurtulmak! Fakat alacaklılar da tetikte beklemektedir; alacaklı oldukları bu insanların gizlice sıvışacaklarını ve bir daha yüzlerini göremeyeceklerini fark ediyorlar ve valiye başvurarak, kendisinden özel izin almayan hiçbir kimsenin adadan dışarıya bırakılmamasını sağlamak istiyorlar. Vali onları haklı buluyor ve isteklerini yerine getiriyor. Ada üzerinde sıkı bir denetim başlıyor. Enciso’nun yardım gemisi limanın dışında bekletiliyor, hükümet gemileri devriye geziyor ve izinsiz bir tek kişinin bile gemiye binmesi engelleniyor. Ölümden, namuslarıyla çalışmak ya da gırtlağına kadar borca girmekten daha az korkan bu umutsuz insanlar, Enciso’ nun gemisinin kendilerini geride bırakarak yelkenlerini şişirip yeni bir serüvene doğru denize açılışını derin bir hüzün içinde ve de öfkeyle seyrediyorlar.

Sandıktaki Adam

Espanola’dan yola çıkan Enciso’nun gemisi, bütün yelkenlerini şişirmiş Amerika kıtasına doğru ilerliyor ve adanın son çizgileri mavi ufukta gitgide kayboluyor. Gemi sakin sakin yol almaktadır, öyle dikkat çekici bir şey de yok şimdilik. Yalnızca görkemli bir buldog köpeği bu, ünlü Bacericco’nun yavrusudur ve Leoncico adıyla ün yapmıştır tedirgin tedirgin geminin güvertesinde dolaşıyor ve yerleri kokluyor; bu heybetli hayvanın kime ait olduğunu ve gemiye nasıl girdiğini kimse bilmiyor. Ancak köpeğin, son gün gemiye getirilen büyük bir erzak sandığının önünden bir türlü ayrılmayışı dikkat çekiyor. Sandık hiç beklenmedik bir biçimde kendiliğinden açılıyor ve içinden, tıpkı Kastilya kentinin azizi Santiago gibi kılıç, miğfer ve kalkanla tepeden tırnağa silahlanmış otuz beş yaşlarında bir adam çıkıyor. Cesaretin ve becerikliliğin ilk denemesini akıllara durgunluk verircesine yapan bu adamın adı Vasco Nunez de Balboa’dır. Jerez de los Caballeres’de soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu adam, sıradan bir asker olarak Rodrigo de Bastidas’la birlikte Yeni Dünyaya yelken açmış ve pek çok serüven yaşadıktan sonra Espanola’da karaya çıkmıştır. Ada valisinin, Nunez de Balboa’yı iyi bir sömürgeci yapma çabası başarılı olmadı; valinin verdiği çiftliği birkaç ay sonra yüzüstü bıraktı ve alacaklılardan yakasını nasıl kurtaracağını bilmeyecek kadar beş parasız kaldı. Ama, kıyıda bekleyen öteki borçlular, yumruklarını sıkıp öfkeyle Enciso’nun gemisine binmelerine engel olan hükümet devriye teknelerine çaresizce bakarlarken, Nunez de Balboa, bir erzak sandığına gizlenip, kimsenin böyle bir kurnazlığı aklına getirmediği hareket ânından yararlanıp kendisini gemiye taşıttırmakla, Diego Colomb’un kordonunu cesurca yarmış oldu. Ancak, gemi geri dönülmeyecek kadar kıyıdan uzaklaştıktan sonra, bu kaçak yolcunun varlığı anlaşıldı. O şimdi gemidekilerin karşısında duruyor.

Enciso bir hukuk adamıdır ve çoğu hukuk bilginleri gibi o da romantik şeylere pek ilgi duymuyor. Yeni sömürgenin Alcalde’si, yani polis müdürü olarak böyle hilekâr kimselerin ve karanlık işlerle uğraşanların varlığına katlanmak istemiyor. Nunez de Balboa’ya dönerek, kendisini yanında götürmeyi kesinlikle düşünmediğini ve üzerinde insan bulunsun bulunmasın rastlayacakları ilk adaya bırakacağını sert bir üslupla bildiriyor.

Ancak iş bu kadar ileri gitmez. Çünkü gemi, Castilia del Oro’ya doğru yol alırken, henüz daha keşfedilmemiş bu boğazlardan sayıları bir düzineyi bulan gemilerin geçiyor olması, o zamana göre bir mucizedir kısa zaman sonra ünü bütün dünyaya yayılacak; olan Francisco Pizarro adında bir adamın yönetimindeki içi hınca hınç insan dolu bir sandalla karşılaşıyor. Sandaldakiler, Enciso’nun sömürgesi San Sebastian’ dan geliyorlar ve gemidekiler onları görevlerini sorumsuzca bırakmış asiler sanıyorlar. Ancak sandaldakiler, Enciso’yu dehşete düşüren şu haberi veriyorlar: Artık San Sebastian diye bir yer mevcut değil ve bir zamanların sömürgesinden geriye kalan yalnızca onlardır. Komutan Ojeda, bir gemi ile kaçmış, iki küçük sandaldan başka ellerinde hiçbir gemi kalmayan kendileri ise, bu iki küçük sandala binebilmek için arkadaşları öle öle yetmiş kişi kalıncaya kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Bu iki sandaldan bir tanesi de yok olmuştur. Pizarro’nun sandalındaki bu otuz dört kişi, Castilia del Oro sömürgesinde hayatta kalmayı başarabilen son insanlardır. Bu durumda nereye gideceklerdir? Pizarro’nun anlattıklarını duyduktan sonra, Enciso’nun adamları, bu yazgısına terk edilmiş sömürgenin korkunç sıtmalı iklimine ve yerlilerin zehirli oklarına kendilerini teslim etmek istemezler. Tek çıkar yol Espanola’ya geri dönmektir. İşte bu tehlikeli olabilecek karar aşamasında Vasco Nunez de Balboa birden ortaya atılarak, Rodrigo de Bastidas ile birlikte yaptığı ilk geziden dolayı Orta Amerika’nın bütün kıyılarını çok iyi tanıdığını ve anımsadığına göre o zaman, sularında zengin altın cevheri bulunan bir nehrin kıyısında, üzerinde sevimli ve güler yüzlü yerlilerin yaşadığı Darien adında bir yer bulduklarını söyledi. Yeni sömürge işte orada kurulmalıydı, bu felaket yerde değil!

Keşfettiği yerin yeni bir kıta olduğunu öğrenmeden ölen keşif: Kristof Kolomb

Tehlikeli Yükseliş

Sömürgenin tüm parasal gereksinimlerini karşılayan bahtsız Enciso, içerisinde Nunez de Balboa’nın gizlendiği o sandığı onunla birlikte hemen denize atmadığından dolayı büyük bir pişmanlık içerisindedir, çünkü bu gözü pek adam, birkaç hafta içerisinde yönetimi bütünüyle eline geçirmiştir.

Bir hukuk adamı olarak yasalara ve düzene saygılı yetişmiş olan Enciso, o sıralarda daha henüz bir vali bulunup atanmadığı için İspanya Kralı adına polis müdürlüğü görevini üstlenmiş ve sömürgeyi yönetmeye çalışıyor, temizlettirip yerleştiği sefil bir yerli kulübesinde, Sevilla’daki adliye sarayındaki odasında oturuyormuş gibi sert buyruklar veriyordu. Enciso, daha henüz tek bir insan ayağının bile basmadığı bu yabanıl doğada yerlilerden altın toplamayı krallığın malıdır diye askerlerine yasaklıyor, eğitim görmemiş bu azgın sürüyü, kanun ve düzene sokmaya çalışıyordu. Fakat içgüdüleriyle hareket eden bu serüven düşkünü insanlar, kılıç adamının yanında yer alıyor ve kalem adamına isyan ediyorlar. Kısa bir süre sonra sömürgenin gerçek yöneticisi Balboa oluyor. Enciso da, canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalıyor. Düzeni sağlamak için kralın gönderdiği vali Nicuesa’yı ise Balboa karaya bile çıkartmıyor, kralın, yönetimini kendisine verdiği bu ülkeden kovulan bu bahtsız adam, dönüş yolculuğu sırasında boğuluyor.

İşte böylece bir zamanlar sandığa saklanmış Nunez de Balboa, sömürgenin tek adamı oluyor. Fakat elde ettiği başarılarına karşın içi pek rahat değildir. Çünkü açıkça krala karşı geldiği ve gönderilen valinin ölümüne neden olduğu için bağışlanma şansı da yok gibi. Kaçmış bulunan Enciso’nun İspanya yolunda olduğunu, krala başkaldırdığı için er geç mahkemeye verileceğini biliyor. Ama yine de umudunu yitirmiş değil. İspanya çok uzakta ve bir geminin okyanusu iki kez geçmesi için daha çok vakit var. Gözü pek olduğu kadar da akıllı olan bu adam, zorla ele geçirdiği hükümdarlığını sürdürecek çare arıyor. Nunez de Balboa, başarının her türlü cinayeti haklı gösterdiği bir zamanda yaşadığını ve krallık hazinesine göndereceği yüklüce altınlar sayesinde suçunu unutturabileceğini ya da bağışlatabileceğini çok iyi biliyor. O halde, önce altın bulmalı; çünkü altın gücün ta kendisidir. Francisco Pizarro ile birlikte civardaki yerlilerin üzerlerine saldırarak her şeyi soyup soğana çeviriyorlar; bu katliamlar sırasında Balboa, amacına ulaşmakta kesin bir başarı kazanıyor. Konukseverliklerini haince ve çok kaba bir biçimde çiğneyip üzerlerine saldırdıkları kabile reislerinden biri, Careta adında bir reis, tam öldürülmek üzereyken, ona şu öneride bulunuyor: ”Yerlileri kendine düşman edeceğine kabile reisi ile bir anlaşmaya var, sadakatimin teminatı olarak sana kızımı vereceğim.” Nunez de Balboa, yerliler arasında güçlü ve güvenilir bir dostu bulunmasının önemini hemen kavrıyor. Reis Careta’nın önerisini kabul ediyor. Fakat asıl şaşılacak olan şey, onun, o Kızılderili kıza yaşamının sonuna kadar çok içten davrandığıdır. Nunez de Balboa, Reis Careta ile birlikte çevredeki bütün yerlileri egemenliği altına alıyor ve bunların arasında öyle bir güç kazanıyor ki. sonunda kabile reislerinin en güçlü olanı Comagre’nin de saygısını kazanıyor ve Comagre onu yanına çağırıyor.

Güçlü kabile reisine yaptığı bu ziyaret o zamana kadar bir serüven düşkünü, tahta karşı gelmiş amansız bir asi sayılan ve Kastilya mahkemelerince asılarak ya da boynu vurularak idam edilmesine karar verilmiş bulunan Vasco Nunez de Balboa’nın yaşamında bir dönüm noktası oluyor. Kabile Reisi Comagre onu taştan yapılmış geniş bir evde kabul ediyor. Nunez de Balboa evin göz kamaştırıcı zenginliği karşısında şaşkına dönüyor ve herhangi bir istekte bulunmadan kendisine 4000 ons altın veriliyor. Fakat şaşkınlık sırası şimdi kabile reisinde. Çünkü yerlere kadar eğilerek kabul ettiği bu gökyüzü çocukları, bu Tanrı’ya benzeyen güçlü yabancılar, altını görür görmez bütün şan ve ihtişamlarını kaybediyorlar. Tıpkı zincirlerinden boşanmış köpekler gibi birbirlerinin üzerlerine saldırıyorlar, kılıçlarını çekiyorlar, yumruklarını sıkıp haykırarak birbirleriyle boğuşuyorlar; hepsi de daha çok altın kapma peşinde. Reis, şaşkınlık ve küçümseyici bakışlarla bu azgın sürüyü seyrediyor. Bir avuç altını, kültürlerinin bütün tinsel ve teknik kazançlarından üstün tutan uygar dünyanın uygar insanları karşısında, yeryüzünün dört bir yanındaki doğa çocuklarının sonsuz şaşkınlığı var bakışlarında. Kolomb, Cabot ve Corereal gibi o çağın bütün büyük ve ünlü denizcilerinin aradığı, ancak bir türlü bulamadıkları şu öteki okyanusun varlığı da anlaşılacak ve böylece dünyayı çevreleyen yol da keşfedilmiş olacaktır. Bu yeni denizi ilk gören ve ülkesi adına el koyan kişinin adı bu yeryüzünde hiçbir zaman unutulmayacaktır. Balboa, işlediği bütün suçlardan kendini kurtarmak ve ün kazanmak için yapması gereken şeyin ne olduğunu bilir: boğazı herkesten önce geçip Hindistan’a giden denize, Mar del Sur’a açılmak ve İspanya Kralı adına yeni altın ülkesini ele geçirmek. İşte kabile reisinin evinde geçirilen bu süre, Balboa’nın yazgısını kesin olarak belirledi ve rastlantısal olayların oradan oraya sürüklediği bu serüven düşkünü adamın yaşamı o andan itibaren kuşaktan kuşağa sürecek bir anlam kazandı.

Stefan Zweig İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar On İki Tarihsel Minyatür (Deneme) Almanca Aslından Çeviren: Kasım Eğit, Can Yayınları

BİR FOTOĞRAFI ANLAMAK: FOTOMONTAJIN SİYASETTE KULLANIMI – JOHN BERGER

Bir Fotoğrafı Anlamak

Asıl adı Helmut Herzfelde olan John Heartfield, 1891 ‘de Berlin’de dünyaya geldi. Babası ünsüz bir şair, bir anarşist idi. Dinsel inançlara saygısızlıkta bulunduğu gerekçesiyle hapse atılma tehdidi yüzünden Almanya’yı terk eden baba, Avusturya’ya yerleşti. Helmut sekiz yaşındayken hem annesini hem de babasını kaybetti. Herzfelde ailesinin, eteklerindeki bir onnan kulübesinde yaşadığı köyün muhtarı büyüttü Helmut’u. Ancak ilkokul eğitimi alabildi. Gençliğinde, bir akrabasının kitapçı dükkanında çalıştığı sırada, Münih ‘teki bir sanat okuluna girmenin yolunu buldu. Çok geçmeden güzel sanatların çağa ayak uyduramadığı sonucuna vardı. Savaş sırasında doruğa çıkan Alman milliyetçiliğine tepki olarak bir İngiliz adı olan Heartfield’ı aldı.

1916’da erkek kardeşi Wieland’la muhalif bir sol dergi çıkarmaya başladı. George Grosz’la birlikte fotomontaj tekniğini icat etti. (Raoul Hausmann, aynı tarihte, başka bir yerde, bunu kendisinin icat etmiş olduğunu iddia eder.) 1918 ‘de Alman Komünist Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. 1920’ de Bertin Dada Fuarı’nın organizasyonunda kilit rol oynadı yılına kadar film ve tiyatro çalışmalarında bulundu. Daha sonra Alman komünist yayın organlarında propaganda grafikeri olarak çalıştı tarihleri arasında yaratıcı zekasını ve yeteneğini gözler önüne seren fotomontaj posterleri ve karikatürleriyle uluslararası üne sahip oldu.

Savaştan sonra, 1968’de ölene değin, Doğu Berlin’de yaşadı; komünistlikten ödün vermedi hiç. Hayatının ikinci bölümündeki çalışmalarını, gerek özgünlük gerekse coşku bakımından, arasındaki on yılda yarattıklarıyla kıyaslamak mümkün değildi. Sovyetler Birliği dışındaki bir sanatçının devrimci yıllarını ve tüm hayal gücünü kitlesel siyasal mücadelenin hizmetine vakfetmiş olması sıradışı bir örnektir. Niteliği neydi bu işlerin? Ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz onlardan? Önce genel bir nitelik. Hearfield’ın, kaldırımda hareketsiz yatan, dayaktan komalık olmuş bir Yahudi’nin yanı başında ayakta duran bir Streicher karikatürü var. Altında, Bir Pan-Cernıen yazılı. Streicher üzerinde Nazi üniforması, elleri arkada, gözleri ileriye odaklanmış, ayağınm dibindekini ne reddeden ne de tasvip eden bir ifade var yüzünde. Kelimenin tam anlamıyla ve metaforik olarak aldırış etmediği bir durum. Ceketinde belli belirsiz kan ya da kir izleri seçiliyor. Onu töhmet altında bırakacak cinsten değil – başka bir ortamda hiç önemsenmeyecek türden. Üniformasını birazcık kirletmiş o kadar. Heartfield’ın en çarpıcı eleştirel işlerinde her şeyin kirlendiği duygusu hakimdir- ancak Streicher karikatüründe de görüldüğü gibi, bunun tam anlamıyla neden ve nasıl olduğunu açıklamak mümkün değildir.

Grilik, fotoğraf baskısına egemen olan koyu tonlar, gri giysilerin kırışıkları, çizimlerdeki donmuş el kol hareketleri, solgun yüzlerdeki yarım gölgeler, sokak duvarlarının dokusu. sağlıkçıların kıyafetleri, siyah ipek şapkalar hep bu izlenimi verir. Ne tasvir ettikleri bir yana, imgeler bizatihi pespayedir zaten, ya da daha açık ifade etmek gerekirse, kendi pespayeliklerinden tiksinti duymaktadırlar. Benzer tarzda fiziksel tiksinti, güncel amacına ulaştıktan sonra da ayakta kalabilmiş modern siyasi karikatürlerin hemen hemen tümünde göze çarpar. Böylesine bir tiksintinin hissedilmesi için bir Nazi Almanyası’nın varlığı gerekmez. Daumier’nin güçlü siyasi portre karikatürlerinde bu nitelik en berrak ve yalın şekliyle görülmektedir. Bu, modern siyasetin mayasına karşı duyulan evrensel tepkiyi temsil etmektedir. Ve bizler bunun nedenini anlamalıyız. Kişisel siyasi iktidarları için halen nüfuz kazanmaya çalışanlardan sızan belirli bir çıkarcılığa karşı duyulan nefrettir bu.

Fotomontajın Siyasette Kullanımı ikdarların yozlaştırdığı yolundaki soyut ahlaki inancın onaylanması demek değildir bu alçaklık. Özgül bir tarihi ve siyasi olgudur. Böyle bir şey bir din devletinde (teokrasi) ya da güvenli bir feodal toplulukta meydana gelemezdi. Modem demokrasinin ilkelerinin nasıl gelişeceğini beklemeli, sonra da bu ilkelerle alay edercesine, onları hileyle istediği şekle sokmalıydı. Bu olgu. çağdaş burjuva siyaseti ve gelişmiş kapitalizmin tipik bir özelliğiydi ama kesinlikle sadece onlara has değildi. Bir siyasetçinin benimsediği gayelerle, bu gayelere ulaşmak için önceden kararlaştırdığı eylemler arasındaki uçurumdan besleniyordu aslında. Şahsi düzenbazlık ya da riya gibi şeylerden de kaynaklanmaz bu olgu. Daha çok manipülatörün kendine güveninden. sözle eylem, soylu hassasiyetlerle sıradan uygulamalar arasındaki bariz çelişkilere karşı sergilediği umursamazlıktan kaynaklanır. Devletin gizli, anti-demokratik gücüne sırtını dayamanın verdiği güven duygusundan güç alır. Her seferinde. halkın karşısına çıkmazdan önce, sözlerinin sadece ona inanmaya hazır bir kitle için olduğunu bilir; inanmayacaklarla başa çıkmanın ise başka yolları vardır. Bu çıkarcılığa, bir sonraki siyasi parti yayınını izlerken dikkat edin. Heartfield’ın en başarılı işlerinin belirgin özelliği nedir? Fotomontajı kullanmaktaki mahareti ve özgünlüğü elbette. Heartfield’ ın ellerinde bu teknik ustalıklı olduğu kadar canlı bir politik eğitim aracına, daha kesin bir ifadeyle Marksist bir eğitim aracına dönüşür. Makasıyla, hadiseleri ve nesneleri daha önce içinde bulundukları ortamdan kesip çıkarır. Sonra onları siyasi bir konuyu vurgulamak için yeni ve beklenmedik bir tarzda, süreklilik arz etmeyecek şekilde düzenler – örneğin parlamentoyu bir tabutun içine yerleştirir. Ancak bu kadarı bir çizimle hatta sözlü olarak bir sloganla da ifade edilebilirdi. Fotomontajın kendine mahsus üstünlüğü, kesilip çıkarılan her şeyin fotoğraf olarak özelliğini korumasıdır. Önce ilk baktığımız şeyi, ondan sonra simgeleri görürüz. Bunlar yer değiştirdiği, her zamanki doğal süreklilik halleri kesintiye uğratıldığı ve artık umulmadık bir mesajın iletilmesinde kullanılmak üzere düzenlendiği içindir ki, bizler süreklilik arz eden normal mesajın keyfiliğinin farkına varırız. Kendi saygın mekanlarında, ideolojik kılıflarına bürünmüş halde göze batmazken, aslında ne oldukları apansız açığa çıkar. Birdenbire bizatihi görünüşler, nasıl aldattıklarını gösterir bize. Sıradan iki örnek (çok daha karmaşıkları da var): Hitler’in Nazi selamına karşılık verirkenki bir fotoğrafı (bir mitingde çekildiği anlaşılıyor ama biz kitleyi görmüyoruz). Hitler’in arkasında ondan daha iri ancak yüzü olmayan bir adam var ve bu adam Hitler’in havada duran eline bir deste banknot tutuşturuyor. 1932’deki bu karikatür, büyük sanayicilerin Hitler’i desteklediği ve finanse ettiği mesajını veriyor. Ancak alttan alta, Hitler’in karizmatik selamının benimsenen güncel anlamına şüphenin gölgesini düşürüyor. Bundan bir ay sonraki bir karikatür: Batı Cephesi ‘nde bir bomba çukurunda, yukarıdan çekilmiş, çamurlar içinde yatan paramparça iki iskeletin fotoğrafı. Her şey dağılmış ancak kabaralı çizmeler hala ayaklarında. Çamurlanmış olsalar da sapasağlamlar. Altında, “Bir daha mı?” yazıyor. İki ölü asker kendi aralarında, başka gençlerin şimdiden onların yerini almak için sırada olduğundan söz ediyor. Burada dikkat çekilmek istenen Almanların genellikle çizmeyle simgeleşen eril gücüdür. İlerde fotomontajı, toplumsal ve siyasal eleştiri ve yorumlarda eğitim amacıyla kullanmak isteyecek olanlar, tekniğin aldatmacayı açı, a çıkaran olanaklarını geliştirmelidirler mutlaka. Heartfield’ın dehası bu olanakları keşfetmesinde yatıyordu. Fotomontaj, sadece simgesel olduğunda, kendi olanaklarını söze dayalı aldatmacayı artırmak için kullandığında güçsüzleşir. Heartfield ‘ın bazı işlerinin de bu zaaftan yakasını kurtaramadığı görülür. Derin siyasi çelişkilerin yansımasıdır bu zaaf ‘ten yıllar önce komünistlerin gerek Naziler gerekse Alman Sosyal Demokratlar ile ilgili siyasi değerlendirmeleri muğlak ve keyfi idi. 1928’de Buharin’in düşüşünden sonra, Stalin’in dayatmasıyla Komintem, tüm sosyal demokratları “sosyal faşist” olmakla suçladı ‘deki bir Heartfield karikatüründe Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) liderlerinden birinin suratı hırlayan bir kaplan olarak karşımıza çıkar.

Moskova’nın, yerel düzeyde zaten çatışma içinde olan unsurlara dayattığı bu keyfi plan ve basite indirgenmiş ahlaki kehanet, Alman komünistlerinin, büyük çoğunluğu işçi ya da potansiyel Nazi karşıtı olan dokuz milyon SPD seçmenini etkileme ya da birlikte çalışma fırsatına ket vurmuş oldu. Kim bilir belki de farkl ı bir stratejiyle Alman işçi sınıfının Hitler’in yükselişini önlemesi mümkün olabilirdi. Heartfield, muhtemelen hiç kuşku duymadan parti çizgisini benimsemiştir. Ancak işleri içinde aydınlatıcı olanlarla, sıradan propaganda yapan ve ahlaki uyarılarda bulunanlar arasında belirgin bir ayrılık göze çarpar. Aydınlatıcı olanlar, Heartfield ‘ın trajik bir şekilde çok yakından aşina olduğu toplumsal ve tarihsel bir olgu olan Almanya’da Nazizmin yükselişini ele alır. Akıl öğreten ve uyarıda bulunanlarsa başka kaynaklardan intikal eden küresel genellemelerden ibarettir. İki örnek daha; 1935’ten bir karikatür: Minnacık bir Goebbels Kavgam’ın üzerinde ayakta duruyor, eli bir şeyi kovarmış gibi havada, “Defolup gitsin bu soysuz insan müsveddeleri,” diyor-nümberg’de yaptığı konuşmadan bir alıntı. Tepesindeyse, ateş etmeye hazır silahlarıyla heyula gibi ancak dingin duruşlu bir sıra Kızıl Ordu askeri onun bu hareketinin gülünç derecedeki zavallılığını gözler önüne seriyor. Bu türden bir karikatürün, sadık komünistler dışındaki herkes üzerindeki etkisi SSCB’nin Almanya için bir tehdit olduğu yolundaki Nazi yalanlarının teyidi olabilirdi. İdeolojik tezatlarda, hakikatten bariz biçimde farklı olarak, tez ile antitez arasında kağıt inceliğinde bir ayrım vardır; bir tek refleks bile siyahı beyaza dönüştürebilir. 1 Mayıs 1937, Fransa’ da Halk Cephesi’nin kutlandığı bir poster: Kızıl bayrak ve çiçekli kiraz dalları tutan bir kol; arka planda belli bel irsiz bulutlar (?), deniz dalgaları (?), dağlar (?); Fransa milli marşı Marsei/laise’den bir alıntı: “Liberte, liberte cherie, combats avec tes defenseurs!” Bu postere ilişkin ne varsa, birazdan gösterileceği gibi siyaseten gerçekdışıdır. Heartfield’ın dürüstlüğü konusunda ahlaki bir yargıda bulunma seni savunanların safında savaşmaya hakkımız var mı, doğrusu emin değilim. Hem içerden hem de dışardan yükselen tehditler ve korkunç ihanetlerin gölgesinde çalıştığı bu on yıl boyunca maruz kaldığı baskıları bilmemiz ve hissetmemiz gerekir. Lakin onun ve Mayakovski ya da Tatlin gibi sanatçıların sayesinde, daha önce netlikle görmemizin mümkün olmadığı bir mesele aydınlanmış oldu. Taraftar sanatçılara ve propagandacılara, onları kendi özgün yaratıcı dürtülerini bastırmaya ya da çarpıtmaya ikna etmek için uygulanan temel manevi baskıyla alakalıdır bu. Yıldırmaktan ya da gözdağı vermekten değil, ahlaki ve siyasi iddialardan söz ediyorum; çoğu zaman sanatçı bu iddiaları kendi yaratıcı gücüne karşı öne sürer. Manevi baskı, faydalı ve etkin olmakla ilgili sorularla belirginlik kazanır. Yeterince faydalı olabiliyor muyum? Yaptığım işler yeterince etkin mi? Bu sorular, bir sanat eserinin ya da propaganda çalışmasının (aradaki ayrımın hiç önemi yoktur burada) siyasi mücadelede bir silah olması gerektiği inancından kaynaklanmaktadır. Yaratıcı eserler toplumsal ve siyasal açıdan son derece etkili olabilir.

Devrimci siyasetin içindeki sanatçılar çalışmalarının kitlesel mücadeleyle bütünleşmesini arzular. Ne var ki. işlerinin yaratacağı etki ne kendilerince ne de siyasi komiserlerce önceden kestirilemez. Bu yüzden hayal ürünü, yaratıcı eseri silahla mukayese etmek tehlikeli olduğu kadar zoraki bir metafordur. Silahın etkililiği nicel ölçümlerle saptanabilir. Performansı yalıtılabilir ve tekrarlanabilir. Silaha bir durumla ilgili olarak başvurulur. Bir sanat eserinin etkililiği nicel olarak hesaplanamaz. Performansı ne yalıtılabilir ne de tekrarlanabilir. Mevcut şartlara bağlı olarak değişir. Kendi durumunu kendisi yaratır. Hayal ürünü bir eserin niteliği ile etkililiği arasında öngörülehilir nicel bir ilişki yoktur. Bu kısmen onun doğasından kaynaklanır, zira sonu gelmeyen ve ölçülemeyen birtakım öznel etkileşimlerin bulunduğu bir alanda var olmak durumundadır. Sanata kutsal bir değer atfetmek anlamına gelmez bu; sadece kendi güdülerine sadık kaldığı takdirde hayal gücünün duımadan ve kaçınılmaz olarak mevcut faydalılık kategorisini sorguladığını vurgulamaktır. Soruyu soran toplumsal ben’in çok ilerisindedir hayal gücü. Soruyu onun şartlarında yanıtlamak için kendisini inkar etmesi gerekir. Devrimci sanatçılar bu inkar yoluyla ödün vermeye razı edildiler ve -John Heartfield vakasında belirttiğim gibi- beyhude yere yaptılar bunu., Faydalı ya da faydasız olarak nitelenebilecek olanlar yalanlardır. Yalan söylenmemiş olanla kuşatılır. Faydalı mı faydasız mı olduğu neyin saklandığına göre ölçülebilir. Hakikat her zaman ilk önce açık alanda keşfedilir. Ekim ıstırabın Fotoğrafları Bu sabah gazetelerde Vietnam haberleri manşetlere çıkmamış. Yalnızca Amerikan hava kuvvetlerinin kuzeyi bombalama politikasını sürdürdüğü bildiriliyor. Dün 270 hava saldırısı yapılmış. Bu haberin ardından bir yığın başka bilgi veriliyor. Bir önceki gün Amerikan hava kuvvetleri bu ayın en ağır saldırılarını gerçekleştirmiş. Bu ay şu ana kadar, benzer dönemlere kıyasla çok daha fazla bomba atılmış. Atılan bombalar arasında her biri yaklaşık sekiz bin metrekarelik bir alanı dümdüz eden yedi tonluk süper bombalar da bulunuyormuş. Ağır bombaların yanı sıra çeşitli türlerde küçük, personel imha bombaları da atılmış. Bunlardan biri, ete saplanıp bedenin içine gömüldüğünde röntgenle tespit edilemeyen plastik mermilerle doluymuş. Başka bir bomba da Örümcek diye adlandırılıyor: dokunulduğu zaman patlayan, 30 santimetre uzunlukta neredeyse görünmez bir anteni olan, el bombasına benzer küçük bir bomba. Daha büyük patlamaların olduğu alana dağılan bu küçük bombalar, patlamadan sonra hayatta kalıp da çıkan yangını söndürmeye ya da yaralıları kurtarmaya koşanları havaya uçurmak için tasarlanmış. Bugün gazetelerde Vietnam’ dan hiç fotoğraf yok. Ancak ben bu sabahki haberlerle birlikte basılabilecek, Donald McCullin tarafından 1968 ‘de Hue ‘da çekilmiş bir fotoğraf biliyorum.’ Bu fotoğraf, kollarında bir çocukla çömelmiş yaşlı bir adamı göstermektedir; her ikisi de siyahbeyaz fotoğraflara özgü o siyah kanları dökerek ağır biçimde kan kaybetmektedir. Son bir-iki yıldır, daha önceleri fazla sarsıcı olacağı için sansüre uğrayan savaş fotoğraflarını, geniş kitlelere ulaşan belli başlı gazetelerde yayımlamak son derece normal bir hale geldi. Bu gelişim, gazetelerin giderek artan bir okur kitlesinin savaşın dehşetine karşı artık uyandığını ve kendilerine gerçeğin gösterilmesini istediğini anlamış olmalarıyla açıklanabilir belki. Düşünülebilecek başka bir açıklama da bu gazetelerin, okurlarının şiddet imgelerine karşı bağışıklık kazandığına inanmış olmaları, böylece sürekli artan bir şiddetle sansasyon temelinde rekabete girişmiş olmalarıdır. İlk açıklama çok idealistçe; ikinciyse çok şeffaf bir siniklik taşıyor.

Gazeteler bugün artık şiddet imgeleri taşıyan savaş fotoğraflarına yer veriyorlar, çünkü ender durumlar bir yana, bu fotoğraflar bugün, hiç de bir zamanlar yapacakları varsayılan etkiyi yapmıyor. Sımday Tinıes gibi bir gazete, bir yandan politik açıdan şiddetin sorumlusu olan politikaları desteklerken, diğer yandan Vietnam ya da Kuzey İrlanda’yla ilgili dehşet verici fotoğraflar yayımlamayı sürdürüyor. İşte bu nedenle şu soruyu sormak zorundayız: Bu fotoğrafların etkisi nedir? Birçok insan bu tür fotoğrafların bize, politik kuramlardaki soyutlamaların, ölüm istatistiklerinin ve haber bültenlerinin ardındaki gerçekliği, yaşanan gerçekliği sarsıcı biçimde hatırlattığını savunacaktır. Bu tür fotoğraflar, diye sürdüreceklerdir savlarını, unutmayı yeğlediğimiz ya da öğrenmeyi reddettiğimiz şeylerin önüne çekilmiş olan kara perdenin üstüne basılmıştır. Onlara göre, McCul lin hiçbir zaman kapatamayacağımız bir göz işlevi üstlenmiştir. İyi de, bu fotoğrafların görmemizi sağladıkları şey nedir? Bu fotoğraflar bize bir yetersizlik duygusu verirler. Onlar için kullanılabilecek en uygun sıfat tutuk/ayıcı ‘dır. Bizi yakalarlar. (Onları hiç görmeden geçen insanların bulunduğunu biliyorum, ama bu insanlar için söylenebilecek hiçbir şey yok.) Bu fotoğraflara bakarken bir başkasının çektiği acının yaşandığı o an, içine alıp yutar bizi. İçimiz keder ya da öfkeyle dolar. Keder, başkasının acılarının bir kısmını amaçsız biçimde yüklenir. Öfke eyleme ihtiyaç duyar. Fotoğraftaki andan kurtulup kendi hayatlarımıza dönmeye çabalarız. Bunu yaparken karşıtlık öyle bir haldedir ki hayatımıza kaldığı yerden devam etmek, biraz önce gördüklerimiz karşısında umutsuzca yetersiz kalan bir tepki olarak görünür.

John Berger O Ana Adanmış Seçilmiş Yazılar / Metis Kitap  

KAFKA: BAŞIMI DİZLERİNE KOYSAM, ELİNİ DUYSAM SAÇLARIMIN ÜSTÜNDE NE İYİ OLURDU

SUÇLU BİR ÇOCUK GİBİYDİM ÖNÜNDE

“Ne de olsa, yürekli olmanın belli sonuçları var. Önce şuna karşılık vereyim: Filozof ve Psikoanalizci Otto Gross o kadar haksız değil anlaşılan, örneğin; benim durumum uyuyor onun dediklerine, duygularımı, gücümü böylesine harcıyorum da, gene ölmüyorum!

Sonra da şuna karşılık ve- eyim: Geleceği düşündüğüm yok, bilmiyorum çünkü. Bildiğim şu: Senden ayrı oldukça korkunun elindeyim, ona boyun eğiyorum, istediğinden daha çoğunu veriyorum, hem de hiç zorlanmadan, sevinçle kaptırmışım kendimi korkuya, onda tüketiyorum kendimi. Viyana’daki davranışımdan ötürü korku adına bana çıkışmakta haklısın, gerçekten de tuhaf: Korkunun içlek yasalarını duymuyorum, ama gırtlağımı sıkan şeyi duyuyorum, o korkunç işte, başıma gelmiş ve geleceklerin en korkuncu bu. Đkimiz evli olabilirdik, sen Viyana’da, ben de korkumla Prag’da; yalnız sen değil, ben de boşuna bu bağı koparmaya çabalardık.

Bak Milena, Viyana’da güvenseydin bana, ama yüzdeyüz güvenseydin (attığım o adıma kadar, ki seni inandırmamıştı), bugün Viyana’da olmazdın artık, her şeye rağmen, daha doğrusu “her şeye rağmen” diye bir şey olmazdı, Prag’da olurdun şimdi! Son mektubundaki nedenler de bir avuntu, başka bir şey değil. Haksız mıyım? Hemen gelseydin buraya, ya da karar verseydin gelmeye, senin için bir tanıtlama saymazdım bunu, tanıtlama gereksemez senin için, yok gizli kapaklı şeyin; ama kendim için bir tanıtlama olurdu bu, işte bundan yoksunum şimdi. Zaman zaman bu da besliyor korkumu. Evet, daha da kötüsü: ben, hani şu “kurtarıcı” kimsenin başaramayacağı bir işi, senin Viyana’da kalmanı sağlıyorum!

Durmadan ormana gözdağı veren fırtınaydı bu kopan, ama iyiydi durumumuz. Başka türlü olmayacağına göre, elden ne gelir? Gene bu gözdağların altında sürdürelim yaşamı.

Küçük bayanın mektubuna niye sinirlendiğini anlayamadım. Seni birazcık olsun kıskandırmaktı amacı, başardığına göre?

Bundan böyle, arada bir kendim yazıp sana göndereceğim bu çeşit mektupları, hem çok daha iyilerini yazarım, geri çevirmeye de elin varmaz.

FRANZ KAFKA’DAN MİLENA’YA MEKTUPLAR: “BİRLİKTE YÜRÜDÜK MÜ BİLMİYORUM”

Yalvarırım, çalışmalarından söz et biraz da. Cesta? Lipa? Kmen? Politika? (O zamanlar Çekçe çıkan dergi ve gazetelerin adları) Bir şey daha diyecektim, ama genç bir ozan geldi gene – ne tuhaf, biri gelince, dosyalarımı anımsıyorum, başka şey düşünemez oluyorum kaldıkları sürece- yorgunum, diyeceğimi de unuttum, başımı dizlerine koysam, elini duysam saçlarımın üstünde… Ne iyi olurdu, ölünceye dek kalabilirdim öyle.

Evet, şunu demek istiyordum: Mektubunda büyük gerçek var! Öteki gerçeklerin yanı sıra “Ne tuhaf, bunun farkına varmayan sen mi olacaktın?” diyorsun.

Yerden göğe kadar haklısın. Her şey pisti, tiksinti veriyordu yalnız, çamura batmaktı; suçlu bir çocuk gibiydim önünde, anasının ayaklarına kapanmış, iki gözü iki çeşme, ağlayarak özür diliyor, bir daha yapmayacağına söz veriyor! Bütün bunlardan güçleniyor, ya korkular! “Tabii, tabii” diyor, “daha bir şey olmadı, demek daha kurtulabilir!”

Telefonun çalmasıyla yerimden sıçradım. Müdür beni çağırıyormuş. Prag’a döneli beri ilk çağrılıyorum iş konusunda. Bütün foyam çıkacak ortaya.

On sekiz gündür elimi işe sürmedim, yalnız sana yazdım, senden gelen mektupları okudum, pencereden dışarısını seyrettim; ellerim mektup tuttu yalnız, mektupları masaya bıraktım, gene aldım, sonra beni görmeye gelenlerle çene çaldım, başka hiç, hiçbir şey yapmadım.

Ama yanına girdiğimde çok sevimliydi müdür, gülüm-süyordu, işi ilgilendiren bir şeyler söyledi, izinli gidiyormuş da hoşça kalın demek için çağırmış beni; anlaşılmayacak kadar iyi bir insan bu adam. (Ne var ki, ben de mırıltı halinde, işi bitirdiğimi, yarın yazdırmaya başlayacağımı söylemiştim.) Bu olayı sana, koruyucu meleğime yazmadan edemedim.”

Franz Kafka Milenaya Mektuplar

SÜRGÜN VE KRALLIK: DÖNME YA DA KARIŞIK BİR KAFA – ALBERT CAMUS

Beni aldatmışlardı, yalnızca kötülüğün krallığı çatlaksızdı, beni aldatmışlardı, gerçek dört köşeli, ağır, yoğundur, ayrım götürmez, iyilik bir düş, hep ertelenen ve tüketici bir çabayla sürdürülen bir tasarı, hiçbir zaman erişilemeyen bir sınırdır, krallığı olanaksızdır. Yalnızca kötülük sınırlarına dek gidebilir ve kesinlikle hüküm sürebilir, gözle görülür krallığını yerleştirmek üzere ona hizmet etmek gerekir, sonrasını düşünürüz, hem ne demek oluyor ki bu, yalnız kötülük ortada, kahrolsun Avrupa, kahrolsun mantık, onur ve haç. Evet, efendilerimin dinine geçmeliydim, evet evet, köleydim, ama ben de kötüysem, köle değilim demektir, bukağılı ayaklarıma ve dilsiz ağzıma karşın. Ah! Bu sıcak deli ediyor beni, katlanılmaz ışığın altında çöl her yandan bağırıyor ve onu, ötekini, adı bile tepemi attırtan iyilik tanrısını yadsıyorum, çünkü şimdi tanıyorum onu.

“Çorba, çorba! Kafamın içini düzene sokmalıyım. Onlar dilimi keseli beri, neyin nesiyse bir başka dildir işleyip duruyor kafatasımın içinde, bir şey ya da biri konuşuyor, birden susuyor, sonra her şey yeniden başlıyor, of! Çok fazla şey işitiyorum, oysa kendim söylemiyorum bunları, çorba ki çorba! Sonra, ağzımı açacak oldum mu yerinden oynatılan çakıl taşlarının sesi gibi sesler çıkıyor. Düzen, bir düzen, diyor dil, aynı zamanda başka şeyden de konuşuyor, evet, her zaman düzen istedim ben. Hiç değilse bir şey kesin, gelip yerimi alacak misyoneri bekliyorum. Burada, yolun üstündeyim, Taghaza’dan bir saat uzakta, bir kaya döküntüsünün içine saklanmış, eski bir tüfeğin üstüne oturmuşum. Çölün üstüne gün doğuyor, şimdi hava çok soğuk, az sonra fazla sıcak olacak, bu memleket adamı deli eder, ben de bunca yıldır hesabı öyle bir şaşırmışım ki… Hayır, bir çaba daha! Misyoner bu sabah gelecek ya da bu akşam. Bir rehberle geleceğini işittim, ikisi tek bir deveyle gelebilir. Bekleyeceğim, bekliyorum; soğuk, soğuk titretiyor yalnız beni. Az daha sabret, pis köle!

“Öyle uzun zamandır sabrediyorum ki. Massif Central’in o yüksek yaylasında evimdeyken, kaba babam, görgüsüz anam, her gün şarap, domuzyağlı çorba, hele de şarap, kekre ve soğuk, sonra uzun kış, kar yığınları, tiksindirici eğreltiotları, ah! Gitmek istiyordum, birden onları bırakmak ve en sonunda yaşamaya başlamak istiyordum, güneş altında, duru suyla. Papaza inandım, papaz okulundan sözediyordu bana, her gün benimle ilgileniyordu, köyden geçerken duvarları sıyırarak yürüdüğü bu Protestan memlekette bol bol zamanı vardı. Bana bir gelecekten ve güneşten sözediyordu, Katoliklik güneştir, diyordu, kitap okutuyordu bana, kalın kafama Latince’yi soktu: ‘Akıllı çocuk, ama bir katır,’ ayrıca kafam öyle kalındır ki, yaşamım boyunca, kaç kez düşmeme karşın, hiç kanamadı: ‘İnek kafası,’ derdi babam olacak domuz. Papaz okulunda, çok gururluydular, Protestan ülkesinden gelmiş biri, bir utkuydu, Austerlitz güneşi gibi gördüler gelişimi. Güneş Pâlichon, ama alkol nedeniyle, kekre şarabı içtiler ve çocuklarının dişleri çürüktür, babayı öldürmek, buydu yapılması gereken, ama işe girişme tehlikesi yok, öyle ya, o çoktan öldü, acı şarap midesini deldi sonunda, o zaman, kala kala misyoneri öldürmek kalıyor.

“Onunla görülecek bir hesabım var, hocalarıyla da, o beni aldatan hocalarımla da, pis Avrupa’yla da, herkes beni aldattı. Görev de görev, hiç ağızlarından düşürmüyorlardı bu sözcüğü, gidin yabanıllara da söyleyin: ‘İşte, Tanrım, bakın ona, ne vurur ne öldürür hiçbir zaman, yumuşacık bir sesle buyurur, öteki yanağını uzatır, beylerin en büyüğüdür, seçin onu, bakın, beni nasıl daha iyi yaptı, aşağılayın beni, kanıtını alacaksınız.’ Evet, inandım işte, kendimi daha iyi buluyordum, şişmanlamıştım, nerdeyse yakışıklıydım, beni aşağılasınlar istiyordum. Yazın, Grenoble güneşinin altında, sıkı ve kara sıralar oluşturup yürüdüğümüz ve hafif giysiler giymiş kızlarla karşılaştığımız zaman, başımı, gözlerimi çevirmiyordum ben, beni aşağılamalarını bekliyordum, bazı bazı gülüyorlardı. Şöyle düşünüyordum o zaman: ‘Vursunlar bana, suratıma da tükürsünler,’ ama, doğrusu ya, gülmeleri de aynı şeydi, insanı yaralayan dişleri, sivri sivri uçları vardı, aşağılama ve acı tatlıydı! Kendimi suçlayıp durduğum zaman yönetmenim anlayamıyordu: ‘Yok, hayır, iyi bir yan var içinizde!’ İyi bir yan! Bende ekşi şarap vardı, hepsi buydu, böylesi de çok iyiydi, insan kötü değilse nasıl daha iyi olur ki, tüm öğrettiklerinden anlamıştım bunu. Hatta yalnız bunu anlamıştım, tek bir düşünceyle, akıllı katır olarak sonuna dek gidiyordum, cezalara koşuyordum, sıradanlıktan hoşlanmıyordum, kısacası, bir örnek olmak istiyordum ben de, beni görsünler diye, görünce de beni daha iyi kılana saygı sunsunlar diye, benim aracılığımla Tanrımı selamlayın.

“Yabanıl güneş! Doğuyor, çöl değişiveriyor, dağ siklameni rengi kalmadı artık, ey benim dağım, sonra kar, yumuşak ve gevşek kar, hayır, biraz gri bir sarı bu, büyük göz kamaşmasından önceki nankör saat. Hiçbir şey yok, çevrene dek hiçbir şey yok daha önümde, hâlâ hoş renklerin halkası içinde yaylanın silindiği yerde. Demir adı bunca yıldır kafamda zonklayan Taghaza. Bundan bana ilk sözeden manastırdaki yarı kör yaşlı papazdı, ama neden ilk olsun ki, tekti, öyküsünde beni etkileyen de tuzdan kent değildi, yakıcı güneşin altında ak duvarlar değildi, yabanıl insanlarının acımasızlığıydı ve tüm yabancılara kapalı kentti, buraya girmeyi deneyenlerden yalnızca biri, onun bildiği kadarıyla, yalnızca biri anlatabilmişti gördüğünü. Onu kamçılamışlar, yaralarına ve ağzına tuz basıp çöle kovmuşlardı, bir kezliğine de olsa acıma duygusu olan göçebelere rastlamıştı, şans işte, ben de onun öyküsünden yola çıkarak tuzu ve göğü, put evini ve kölelerini düşlüyordum, daha barbarı, daha kışkırtıcısı düşünülebilir miydi, evet, misyonum buydu, gidip onlara Tanrımı göstermeliydim.

“Papaz okulunda cesaretimi kırmak için söylevler çektiler bana, beklemek gerekirdi, bir misyon ülkesi değildi orası, olgunlaşmamıştım, özel olarak hazırlanmalı, kim olduğumu bilmeliydim, ayrıca denenmem gerekirdi daha, sonra bakarlardı! Ama yok, hayır, evet, özel hazırlık ve deneyim için hep beklemeliydim, bu işler Cezayir’de oluyor ve beni yaklaştırıyordu, gerisine gelince, kalın kafamı sallıyor ve aynı şeyi yineliyordum, en barbarların arasına gitmek, onların yaşamını yaşamak, onlara kendi memleketlerinde, hatta put evlerinde bile, kendi Tanrımın gerçeğinin daha güçlü olduğunu göstermek. Beni aşağılayacaklardı, hiç kuşku yok, ama aşağılamalar korkutmuyordu beni, kanıtlama için zorunluydu bunlar, hem de bunlara katlanma biçimimle bu yabanılları etki altına alacaktım, güçlü bir güneş gibi. Güçlü, evet, dilime doladığım sözcük buydu, saltık gücü düşlüyordum, yere diz çöktürtenini, karşıtı uzlaşmaya zorlayanını, onu en sonunda inanca döndürenini; karşıt ne denli kör, acımasız, kendinden emin, kanısı içine kefenlenmiş olursa, yanıldığını söylemesi de bozgununa yol açanın krallığını o denli kesinlerdi. Azıcık yolunu şaşırmış iyi insanları dine döndürmek, bizim papazların zavallı ülküsü buydu işte, bunca güçleri olup da bunca az şey göze aldıkları için küçümsüyordum onları, inanç yoktu bunlarda, bendeyse vardı, cellatların kendilerince tanınmak, onlara diz çöktürtmek, onlara ‘Tanrım, işte utkun!’ dedirtmek, kısacası, bir kötüler ordusu üzerinde yalnız sözle hüküm sürmek istiyordum. Ya! Bu konuda doğru düşündüğümden kuşkum yoktu, başka türlü hiçbir zaman pek emin olamazdım kendimden, ama bir düşünceye vardıysam bir daha bırakmam artık, gücüm budur, benim gücüm, hepsinin acıdığı gücüm!

“Güneş daha da yükseldi, alnım yanmaya başlıyor. Çevremde taşlar boğuk boğuk çıtırdıyor, yalnız tüfeğin namlusu serin, çayırlar gibi, akşam yağmuru gibi serin, hani eskiden, çorba usul usul pişerken annemle babamın beni beklediği zamanlardaki gibi, bazı bazı gülümserlerdi bana, belki de severdim onları. Ama bitti, yolun üstünde bir sıcaklık perdesi yükselmeye başlıyor, gel, misyoner, seni bekliyorum, şimdi bildiriye ne yanıt vermek gerektiğini biliyorum, yeni hocalarım dersimi verdi, haklı olduklarını biliyorum, aşkın hesabını görmek gerek. Cezayir’de, papaz okulundan kaçtığım zaman, başka türlü düşünüyordum onları, bu barbarları, düşlemlerimde bir tek şey doğruydu, bunlar kötü insanlardı. Ben okul kasasını çalmış, dinsel giysiyi atmıştım, Atlas’ı, yüksek yaylaları ve çölü geçtim, Transsaharienne’in şoförü dalga geçiyordu benimle: ‘Oraya gitme,’ diyordu, evet, o da, nesi vardı ki hepsinin böyle, sonra yüzlerce kilometre kum dalgaları, darmadağın, ilerler, sonra yelin altında geriler; sonra gene dağ, sivri sivri tepeleri, kara kara tepeleri, demir gibi kesici sırtları, bundan sonra da boz, sonu gelmez, sıcaktan uluyan, ateşlerle diken diken olmuş binlerce aynasıyla insanı yakan çakıl denizinden buraya, karaların toprağıyla beyaz ülkenin sınırına, tuz kentinin yükseldiği yere gitmek için bir rehber bulmam gerekmişti. Sonra rehberin benden çaldığı para, bönlük bu ya, göstermiştim ona parayı, ama yolda bıraktı beni, tam da burada, bir de vurduktan sonra: ‘Köpek, işte yol, git, git oraya, gösterirler sana,’ onlar da gösterdiler, evet ya, gece dışında, durup dinlenmeden vuran, parıltı ve gururla vuran güneş gibiler, şu anda da yaman vuran, birden yerden çıkan yakıcı mızraklarla vuran güneş gibi, gölgeye gitmeli, evet gölgeye, büyük kayanın altına, her şey iyiden iyiye karışmadan.

“Gölge iyi burada. Tuz kentinde, ak sıcakla dolu bu haznede nasıl yaşayabilir insan? Kazmalarla yontulmuş, kabaca düzeltilmiş, dik duvarların her birinin üstünde, kazmanın bıraktığı kertikler, göz kamaştıran pullar gibi dikiliyor, dağılmış sarı kumlar biraz sarartıyor bunları, yel dik duvarları ve taraçaları temizlerse, o başka, o zaman, kendisi de mavi kabuğuna dek temizlenmiş göğün altında, her şey şimşeksi bir aklıkla parlar. Bu günlerde, kımıltısız yangının ak sekiler üzerinde saatlerce çıtırdadığı bu günlerde kör oluyordum, sekiler birbiriyle birleşir gibi görünüyordu, sanki, geçmiş bir günde, birlikte bir tuz dağına saldırmışlar, onu önce düzlemişler, sonra, kitlesinin üstünde, sokaklar, ev içleri, bir de pencereler oymuşlardı ya da sanki, evet, böylesi daha iyi, ak ve yakıcı cehennemlerini bir kaynar su üfleciyle biçmişlerdi, ancak gün ortasının sıcağının varlıklarla her türlü bağıntıyı yasakladığı, aralarına görünmez alevlerden, kaynayan kristallerden parmaklıklar diktiği, gecenin soğuğunun da geliyorum demeden onları kaya tuzu kabuklarında dondurup kuru bir buzulun gece insanlarına, dört köşe tuz kulübelerinde birdenbire titremeye başlayan kara eskimolara döndüren bu çöl ortasındaki bu çukurda, her türlü yaşamdan otuz gün uzakta kalan bu çukurda oturamayacaklarını gösterecek kadar. Kara, evet, öyle ya, uzun kara kumaşlar giymişler, sonra tırnaklarına kadar her yanlarını kaplayan tuz, gecelerin kutup uykusunda acı acı çiğnenen tuz, parlak bir yarığın çukurundaki tek kaynağa gelen suyla içilen, bazı bazı koyu renkli giysilerinin üzerinde yağmur sonlarında sümüklüböcek izlerine benzer izler bırakan tuz.

“Yağmur, ey Efendimiz, tek bir gerçek yağmur, uzun, sert, senin göğünün yağmuru! O zaman korkunç kent azar azar kemirilerek ağır ağır, karşı konmaz biçimde çöker en sonunda, yapışkan bir sel içinde tümden erir, yırtıcı insanlarını kumlara doğru götürür. Tek bir yağmur, Efendimiz! Ne diyorum ben, ne efendisi, efendi onlar! Kısır evleri üzerinde, maden ocağında öldürttükleri kara köleleri üzerinde hüküm sürüyorlar, Güney ülkelerinde kesilmiş her tuz tabakası bir adam değerinde, yas örtüleriyle örtülü olarak, sokakların madensi aklığı içinde sessiz sessiz geçiyorlar, sonra gece olup da tüm kent süt gibi bir hayalete benzeyince, eğiliyor tuzdan duvarları hafiften parlayan evlerin karanlığına giriyorlar. Uyuyorlar, ağırlıksız bir uykuyla uyuyorlar, uyanır uyanmaz da buyuruyorlar, vuruyorlar, tek bir halk olduklarını, tanrılarının gerçek olduğunu, boyun eğmek gerektiğini söylüyorlar. Bunlar benim efendilerim, acımayı bilmiyorlar ve efendiler gibi, yalnız olmak, yalnız ilerlemek, yalnız hüküm sürmek istiyorlar, değil mi ki tuzda ve kumlarda soğuk bir yakıcı kent kurma gözüpekliğini yalnız onlar göstermişler. Bense…

“Ne ezilme bu böyle sıcak yükselince terliyorum, onlarsa hiç, şimdi gölge de ısınıyor, üst yanımdaki taşın üstünde güneşi duyuyorum, dövüyor, bir çekiç gibi dövüyor tüm taşları, öğlenin müziği bu, öğlenin engin müziği, yüzlerce kilometre üzerinde havanın ve taşların titreşimi, eskisi gibi sessizliği duyuyorum. Evet, aynı sessizlikti, bundan yıllarca önce bekçiler, güneşin altında beni onlara, alanın ortasına götürdükleri zaman da aynı sessizlik karşılamıştı beni, bu alandan iç içe sekiler yavaş yavaş katı mavi göğün leğeninin kıyılarında dinlenen kapağına doğru yükseliyordu. Oradaydım, dizüstü bu ak kalkanın çukuruna fırlatılmıştım, gözlerim tüm duvarlardan çıkan tuz ve ateş kılıçlarıyla kemirilmiş, yorgunluktan apak olmuş, kulağım rehberin indirdiği yumrukla kanar durumda, onlarsa kocaman, kara, hiçbir şey söylemeden bana bakıyorlardı. Gün ortasına gelmişti. Demir güneşin vuruşları altında, gök, ağarıncaya dek ısınmış sac tabakası ağır ağır çınlamaktaydı, aynı sessizlikti ve onlar bana bakıyorlardı, zaman geçiyordu, bir türlü bitmiyordu bana bakmaları, bense bakışlarına dayanamıyordum gittikçe daha çok soluyordum, en sonunda ağladım, birdenbire sessizce sırtlarını döndüler bana ve hep birlikte aynı yönde gittiler. Dizlerimin üstündeydim, kırmızılı karalı bez pabuçlarında, tuzdan parlayan ayaklarının burunları biraz kalkık, topukları hafiften yeri döverek, koyu renk giysi boyunca kalktığını görüyordum yalnızca, sonra, alan boşalınca beni put evine götürdüler.

“Bugünkü gibi kayanın dibine çömelip oturmuş durumda, başımın üstünde ateş taşın derinliğini delip geçe geçe, ötekilerden biraz daha yüksek, tuzdan bir surla çevrili, ışıltılı bir karanlıkla dolu put evinin gölgesinde birkaç gün kaldım. Birkaç gün ve bana bir çanak tuzlu veriyor, önüme de tavuklara yem verir gibi taneler atıyorlardı, topluyordum. Gündüz kapı kapalı kalıyor, gene de gölge daha hafif oluyordu, sanki karşı durulmaz güneş tuz kitleleri içinden akmayı da başarıyormuş gibi. Ne lamba ne bir şey, ama, duvarlar boyunca el yordamıyla yürürken, kurumuş hurma yapraklarından duvarları süsleyen taçlar geliyordu elime, sonra, dipte, kabaca yontulmuş küçük bir kapı, kolunu parmağımın ucuyla tanıyordum. Birkaç gün, uzun zaman sonra, günleri de, saatleri de sayamıyordum, ama tanelerimi şöyle böyle on kez atmışlardı, pisliklerim için de bir çukur oymuştum, boşu boşuna örtüyordum üzerini, in kokusu hep yüzüyordu havada, uzun zaman sonra, evet, kapının iki kanadı da açıldı ve içeri girdiler.

“Bir köşede çömelip otururken, içlerinden biri bana doğru geldi. Yanağımda tuzun ateşini duyuyordum, yaprakların tozlu kokusunu içime çekiyordum, gelişine bakıyordum. Bir metre ötemde durdu, sessizce bana bakıyordu, işaret etti, kalktım, esmer at yüzünde anlatımsız, parlak maden gözlerini bana dikiyordu, sonra elini kaldırdı. Hep öyle duyarsız, beni alt dudağımdan yakaladı, ağır ağır büktü, etimi koparıncaya dek, sonra, parmaklarını gevşetmeden, beni kendi çevremde döndürdü, odanın ortasına dek geriletti, öyle deli gibi, ağzım kan içinde, diz çökeyim diye dudağımı çekti, sonra duvar boyunca sıralanmış olan öteki adamların yanına gitmek üzere döndü. Ardına dek açılmış kapıdan içeri giren gölgesiz günün dayanılmaz sıcağında inleyişime bakıyorlardı, sonra bu ışıkta rafia saçlı büyücü beliriverdi, gövdesi incilerden oluşmuş bir zırhla kaplı, saptan bir etek altında bacakları çıplak, kamış ve telle yapılıp üzerinde gözler için iki kare delik açılmış bir maskeyle. Arkasından çalgıcılar ve kadınlar geliyordu, bedenlerinden hiçbir şey belli etmeyen ağır ve alacalı giysilerle. Dipteki kapının önünde dans ettiler, ama pek dizemi olmayan kaba bir danstı bu, kımıldıyorlardı, hepsi buydu işte, en sonunda büyücü arkamdaki küçük kapıyı açtı, efendiler kımıldamıyor, bana bakıyorlardı, arkaya döndüm ve putu gördüm, çifte balta başını, bir yılan gibi kıvrılmış demir burnunu gördüm.

“Beni bunun önüne, bir oturtmalığın dibine götürdüler; kara, acı, çok acı bir su içirdiler, hemen sonra başım yanmaya başladı, gülüyordum, işte aşağılanma, aşağılandım. Beni soydular, kafamı ve bedenimi kazıdılar, yağla yıkadılar, yüzümü su ve tuza batırılmış iplerle dövdüler, ben gülüyor ve başımı çeviriyordum, ama, her seferinde iki kadın beni kulaklarımdan yakalayıp yüzümü yalnızca dört köşe gözlerini gördüğüm büyücünün vuruşlarına sunuyordu, hep gülüyordum, kanlar içinde. Durdular, hiç kimse konuşmuyordu, benden başka, kafamda çorba şimdiden kaynamaya başlıyordu, sonra beni kaldırdılar ve gözlerimi puta dikmeye zorladılar, gülmüyordum artık. Şimdi hizmet etmek, tapmak üzere ona adandığımı biliyordum, hayır, gülmüyordum, korku ve acıdan boğuluyordum. Ve burada, bu ak evde, güneşin dışardan özenle yaktığı bu duvarlar arasında, yüzüm gerilmiş, belleğim bitmiş durumda, evet, bu put için dua etmeyi denedim, bir o vardı, hatta korkunç yüzü dünyanın gerisinden daha az korkunçtu. İşte o zaman ayak bileklerimi adımının uzunluğunca serbest bir iple bağladılar, gene dans ettiler, ama bu kez putun önünde, sonra efendiler bir bir çıktı.

“Kapı arkalarından kapanınca, gene müzik, sonra büyücü kabuklardan bir ateş yaptı, çevresinde tepiniyor, karaltısı ak duvarların köşelerinde kırılıyor, düz yüzeylerde çırpınıyor, odayı dans eden gölgelerle dolduruyordu. Kadınların beni sürüklediği yere bir dörtgen çizdi, ellerinin kuru ve yumuşak olduğunu duyuyordum, yanıma bir kâse suyla küçük bir yığın tane koydular ve bana putu gösterdiler, gözlerimi hep onun üzerine dikip öyle durmam gerektiğini anladım. O zaman büyücü birer birer ateşin yanına çağırdı onları, birkaçını dövdü, inliyorlardı, sonra, daha büyücü dans ederken gidip tanrımızın, putun önünde secdeye kapandılar, hepsini odadan dışarı çıkarttı, en sonunda yalnız biri kaldı, çok genç biri, çalgıcıların yanına çömelip oturmuş ve daha dövülmemişti. Büyücü onu bir saç örgüsünden tutuyor, saçı yumruğunun üstünde gittikçe daha çok büküyordu, kadın, gözleri dışarda, ters dönüyor, en sonunda da sırtüstü düşüyordu. Büyücü onu bırakarak bağırdı, çalgıcılar duvara döndüler, bu arada kare gözlü maskenin arkasında, çığlık olmayacak ölçüde kabarıyor, kadın bir tür nöbet içinde yerde yuvarlanıyordu, en sonunda dört ayak üstünde, başı birleşmiş kolları içinde saklı durumda, o da bağırdı, ama boğuk boğuk, işte o zaman büyücü, ulumaya ve puta bakmaya ara vermeden, çabucak, sertçe yakalayıverdi onu, kadının şimdi giysisinin ağır kıvrımları altına gömülmüş yüzünü görmeye olanak bırakmadı. Ben de yalnız mı yalnız, yolumu şaşırmış durumda, bağırmadım mı; evet, bir tekme beni duvarın fırlatıncaya dek, putuma doğru dehşetle ulumadım mı; tuzu dişleyerek, şimdi, öldürmem gereken adamı beklerken, dilsiz ağzımla, kayayı ısırdığım gibi.

“Şimdi, güneş göğün orta yerini azıcık geride bıraktı. Kayanın yarıkları arasından, göğün fazlasıyla ısınmış madeninde açtığı deliği görüyorum, benimki gibi kalabalık bir ağız, renksiz çölün üzerine durmamacasına alev çiçekleri kusuyor. Önümdeki yolda hiçbir şey, çevremde bir toz bile yok, arkamda, beni arıyor olmalılar, hayır, henüz aramıyorlar, kapıyı yalnızca akşamüzeri açıyorlardı, ben de bütün gün putun evini temizledikten, sunguları yeniledikten sonra, biraz çıkabiliyordum, akşam da tören başlıyordu; kimilerinde dövülüyor, kimilerinde dövülmüyordum, ama her zaman puta hizmet ediyordum, imgesi belleğe, şimdi de umuda demirle kazılmış olan puta. Hiçbir zaman herhangi bir tanrı bana bu denli egemen olmamış, beni bu denli tutsak etmemişti, gece gündüz, tüm yaşamım ona adanmıştı, sonra acı ve acı yokluğu da, sevinç demezler miydi buna, onun işiydi hatta, evet evet, istek, hemen her gün, görmeden işittiğim (çünkü şimdi dayak yemek istemiyorsam, duvara bakmalıydım) o kişilikten yoksun ve kötü edimde hazır bulunmaktan kaynaklanan istek. Yüzüm tuza yapışmış durumda, duvarda oynaşan hayvansı gölgelerin egemenliği altında, uzun çığlığı dinliyordum, gırtlağım kuruyor, şakaklarımı ve karnımı cinsellikten yoksun bir yakıcı istektir sıkıyordu. Günler günleri izliyordu böylece, birbirinden zor ayırt ediyordum günleri, sanki kavurucu sıcakta ve tuz duvarların sinsi yansımasında suya kesiyorlardı, zaman biçimsiz bir şapırtıdan başka bir şey değildi, yalnız, düzenli aralıklarla, acı ya da cinsel haz çığlıkları patlıyordu üzerinde, zamandışı, uzun gün, kayalardan oluşmuş evimin üstünde yırtıcı güneş nasıl hüküm sürüyorsa, put da öyle hüküm sürüyordu o günde, o zaman olduğu gibi şimdi de mutsuzluktan ve istekten ağlıyorum, kötü bir umut yakıyor beni, ihanet edeceğim, tüfeğimin namlusunu ve içinde ruhunu koyveriyorum, ruhunu ya, yalnız tüfeklerin ruhu vardır, ya! Evet, dilimi kestikleri zaman, kinin ölümsüz ruhuna tapmayı öğrendim!

“Ne çorba ne azgınlık, ra, ra, ra, sıcaktan ve öfkeden sarhoş, tüfeğimin üstüne yatıp yerlere kapanmışım. Kim bu soluyan? Bu bitmek bilmeyen sıcağa, bu beklemeye dayanamıyorum, onu öldürmeliyim. Ne bir kuş ne bir ot dalı, taş, kısır bir istek, sessizlik, onların çığlıkları, içimde konuşan bu dil ve beni sakat bırakmalarından beri, gecenin, tanrıyla birlikte tuzdan inime kapanmış durumda düşlediğim gecenin suyundan bile yoksun olan dümdüz ve ıssız acı. Serin yıldızları ve karanlık çeşmeleriyle yalnız gece kurtarabilirdi beni, beni en sonunda insanların kötü tanrılarının elinden alabilirdi, ama içeriye kapatılmıştım hep, onu izleyemiyordum. Öteki daha gecikecek olursa, hiç değilse gecenin çölden yükselip göğü kaplayışını görebileceğim, soğuk bir altın asma olarak göğün en yüksek noktasından sarkacak, gönlümce içebileceğim oradan, artık canlı ve esnek etten hiçbir kasın serinletmediği bu kara ve kurumuş deliği nemlendirebileceğim, çılgınlığın beni dilimden ettiği bu günü en sonunda unutabileceğim.

“Nasıl da sıcaktı, nasıl da sıcaktı, tuz eriyordu, en azından ben öyle sanıyordum, hava gözlerimi kemiriyordu, büyücü de maskesiz girdi. Grimsi bir paçavranın altında nerdeyse çıplaktı, yeni bir kadın geliyordu ardından, kadının kendisine putun maskesini veren bir dövmeyle kaplı yüzü bir kötü put şaşkınlığından başka bir şey belirtmiyordu. Yalnızca ince ve düz bedeni yaşıyordu, büyücü iç odanın kapısını açınca bu beden yere yığılıverdi. Sonra büyücü bana bakmadan çıktı, sıcak yükseliyordu, kımıldamıyordum, put bu kımıltısız ama kasları usul usul oynayan bedenin üstünden bana bakıyordu ve ben yaklaştığım zaman kadının put yüzü değişmedi. Yalnız, üzerime dikilince gözleri büyüdü, ayaklarım ayaklarına dokunuyordu, o zaman sıcak ulumaya başladı, kadın put da hiçbir şey söylemeden, büyümüş gözleriyle hep bana bakarak, yavaş yavaş sırtüstü devrildi, bacaklarını ağır ağır karnına doğru çekti, dizlerini usulca ayırarak kaldırdı. Ama, büyücü beni gözetliyordu, hemen arkasından içeriye girdiler ve beni kadından kopardılar, günah yerine vura vura korkunç dövdüler, günah! Hangi günah, nerede o, erdem nerede, duvara yapıştırdılar beni, çelik bir el çenelerimi sıktı, bir başkası ağzımı açtı, kanayıncaya dek dilimi çekti, ben miydim bu hayvan çığlığıyla haykıran; kesici ve serin, evet, en sonunda serin bir okşayış geçti dilimin üstünden. Kendime geldiğim zaman, duvara yapışmış durumda, katılaşmış kanla kaplıydım, tuhaf kokulu bir kuru ot tıkacı vardı ağzımda, artık kanamıyordu, ama boşalmıştı ve bu boşlukta yalnızca kıvrandıran bir sızı yaşamaktaydı. Kalkmak istedim, düştüm, mutluydum, en sonunda öleceğim için umutsuzca mutluydum, ölüm de serindir ve gölgesinde hiçbir tanrı barınmaz.

“Ölmedim, bir gün, benimle aynı zamanda, genç bir kin ayağa kalktı, dipteki kapıya doğru yürüdü, onu açtı, arkasından kapattı, benimkilere lanet ediyordum, put oradaydı ve bulunduğum deliğin dibinde, ona dua etmekten de iyisini yaptım, ona inandım ve o zamana dek tüm inandıklarımı yadsıdım. Selam, güç ve erkti o, parçalanabilirdi, ama inancından döndürülemezdi, boş ve paslı gözleriyle başımın yukarısından bakıyordu. Selam, efendiydi, tek efendiydi, tartışılmaz niteliği kötülüktü, iyi efendi yoktur. İlk olarak, aşağılama zoruyla, tüm bedenim tek bir sızıyla haykırarak, kendimi ona bıraktım, kötücül düzenini beğendim, onda dünyanın kötü ilkesine taptım. Ülkesinin, tuz dağından yontulmuş, doğadan ayrılmış, çölün geçici ve ender çiçeklenmelerinden bile yoksun, güneşin ya da kumların bile bildiği şu rastlantı ya da sevgilerden, aykırı bir buluttan, azgın ve geçici bir yağmurdan bile uzak, kısır kentin, köşeleri dik, odaları dörtgen, adamları katı düzen kentinin tutsağı olarak, bana öğretilmiş olan uzun tarihi yadsıdım. Beni aldatmışlardı, yalnızca kötülüğün krallığı çatlaksızdı, beni aldatmışlardı, gerçek dört köşeli, ağır, yoğundur, ayrım götürmez, iyilik bir düş, hep ertelenen ve tüketici bir çabayla sürdürülen bir tasarı, hiçbir zaman erişilemeyen bir sınırdır, krallığı olanaksızdır. Yalnızca kötülük sınırlarına dek gidebilir ve kesinlikle hüküm sürebilir, gözle görülür krallığını yerleştirmek üzere ona hizmet etmek gerekir, sonrasını düşünürüz, hem ne demek oluyor ki bu, yalnız kötülük ortada, kahrolsun Avrupa, kahrolsun mantık, onur ve haç. Evet, efendilerimin dinine geçmeliydim, evet evet, köleydim, ama ben de kötüysem, köle değilim demektir, bukağılı ayaklarıma ve dilsiz ağzıma karşın. Ah! Bu sıcak deli ediyor beni, katlanılmaz ışığın altında çöl her yandan bağırıyor ve onu, ötekini, adı bile tepemi attırtan iyilik tanrısını yadsıyorum, çünkü şimdi tanıyorum onu. Düş kuruyor ve yalan söylemek istiyordu, artık sözü insanları yanıltmasın diye dilini kestiler, kafasına, zavallı kafasına bile çiviler çaktılar, şu benim kafam gibi, ne çorba, öyle yorgunum ki, zelzele olmadı, kuşkum yok, öldürdükleri doğru değildi, inanmayı yadsıyorum, doğru kişiler yoktur, amansız gerçeğin hüküm sürmesini sağlayan kötü efendiler vardır yalnızca. Evet, yalnızca put tutuyor erki elinde, bu dünyanın tek efendisi o, kin de buyruğu, her türlü yaşamın kaynağı, serin su, ağzı donduran ve mideyi yakan nane gibi serin.

“O zaman değiştim, anladılar bunu, onlara rastladığım zaman ellerini öpüyordum, onlardan biriydim, onlara durmamacasına hayran kalıyor, onlara güveniyordum, beni sakatladıkları gibi yakınlarımı da sakatlayacaklarını umuyordum. Ve misyonerin gelmek üzere olduğunu öğrenince, ne yapmam gerektiğini anladım. Bu tıpkı ötekiler gibi gün, bunca zamandır süregelen aynı kör edici gün! İkindi sonu, çukur yerin tepesinde koşan bir nöbetçi belirmişti, birkaç dakika sonra da kapısı kapalı put odasına sürüklenmiştim. Aralarından biri haç biçimindeki kılıcıyla gözdağı vererek yerde, gölgede tutuyordu beni ve sessizlik uzun zaman sürdü, sonra genellikle sakin olan kent bilinmedik bir sesle, insan sesleriyle doldu, bu sesleri uzun zaman tanıyamadım, çünkü benim dilimi konuşuyorlardı, ama onlar çınlar çınlamaz kılıcın ucu gözlerimin üzerine indi, bekçim sessiz sessiz bana bakıyordu. Hâlâ işittiğim iki ses yaklaştı o zaman, biri bu evin neden korunduğunu, teğmenine kapıyı kırmak gerekip gerekmediğini soruyordu, öteki, kısaca, ‘Hayır,’ diyor, kısa bir süre sonra da, bir anlaşma yapıldığını, surların dışında kalmaları ve törelere saygı göstermeleri koşuluyla kentin yirmi kişilik bir garnizonu kabul ettiğini ekliyordu. Asker güldü, yelkenleri indiriyorlar, ama subay bilmiyordu, ne olursa olsun, çocuklara bakmak üzere ilk kez birini kente almayı kabul ediyorlardı, papaz bakacaktı, sonra bölgeyle ilgilenilecekti. Öteki askerler orada olmazsa papazın orasını keseceklerini söyledi: ‘Yok, hayır,’ diye yanıtladı subay, ‘hatta Peder Beffort garnizondan önce gelecek, iki gün içinde burada olacak.’ Kulaklarım duymuyordu artık, bıçağın altında donup kalmıştım, kötüydüm, iğnelerden ve bıçaklardan oluşmuş bir tekerlek dönüyordu içimde. Deliydi bunlar, deliydi, kentlerine, yenilmez güçlerine, gerçek tanrıya el sürdürtüyorlardı, ötekinin, gelecek olanın da dili kesilmeyecekti, hiçbir şey ödemeden, aşağılamaya uğramadan, küstah iyiliğiyle hava atacaktı. Kötülüğün egemenliği geciktirilecekti, gene kuşku doğacaktı, olanaksız iyiliği düşlemekle, tek olanaklı krallığın gelmesini çabuklaştıracak yerde, kısır çabalar harcanarak zaman yitirilecekti. Beni tehdit eden kılıca bakıyordum, ey dünya üzerinde hüküm süren tek güç! Ey güç! Ve kent yavaş yavaş gürültülerinden boşalıyordu, kapı en sonunda açılmıştı; yalnız, yanmış, üzgün kaldım putla, ona yeni inancımı, gerçek efendilerimi, zorba Tanrı’mı kurtaracağıma, neye mal olursa olsun, iyi ihanet edeceğime yemin ettim.

“Ra, sıcak azalıyor biraz, taş titremiyor artık, deliğimden çıkabilir, çölün birbiri ardından sarı ve toprak rengiyle, sonra morla kaplanışına bakabilirim. Bu gece uyumalarını bekledim, kapının kilidini sıkıştırdım, her zamanki, iple ölçülü adımlarımla çıktım, sokakları biliyordum, eski tüfeği nerede bulacağımı, hangi çıkışın beklenmediğini biliyordum ve çöl biraz koyulaşırken karanlığın bir avuç yıldız çevresinde solgunlaştığı saatte buraya geldim. Şimdi, bana öyle geliyor ki, günler ve günlerdir bu kayalar arasında gizlenmişim. Çabuk, çabuk, ah, çabuk gelsin! Az sonra, beni aramaya başlayacaklar, her yandan yollara uçacaklar, kendileri için, kendilerine daha iyi hizmet etmek için ayrıldığımı bilemeyecekler, bacaklarım zayıf, açlıktan ve kinden sarhoş. O, o, orada, ra ra, yolun sonunda iki deve büyümekte; rahvan koşarak, şimdiden kısa gölgelerle çifteleşmiş olarak, o her zamanki canlı ve dalgın gidişleriyle koşuyorlar!

“Tüfek, çabuk! Ve çabucak dolduruyorum. Ey put, oradaki tanrım, gücün sürsün, aşağılama kat kat artsın, cehennemlikler dünyası üzerinde kin amansızca hüküm sürsün, kötü her zaman için efendi olsun, krallık en sonunda kara zorbaların acımasızca tutsaklaştırıp sahip olacakları biricik tuz ve demir kentinin olsun! Ve şimdi, ra ra, acımaya ateş, güçsüzlüğe ve sevgisine ateş, kötülüğün gelişini geciktiren her şeye ateş, iki kez ateş, işte devriliyorlar, düşüyorlar, develer de çevrene doğru kaçıyor, çevrende lekesiz gökte bir kuş kaynacı yükseliverdi. Gülüyorum, gülüyorum, o nefret uyandıran giysisinin içinde kıvranıyor, biraz başını kaldırıyor, beni görüyor, beni, bukağılanmış çok güçlü efendisini, neden gülümsüyor ki bana, bu gülümsemeyi eziyorum! İyiliğin suratında dipçiğin şaklaması ne güzel, bugün, en sonunda bugün, her şey tamam ve çölde her yanda, buradan saatlerce ötelere kadar, çakallar olmayan yeli kokluyor, sonra yürüyüşe geçiyorlar, sabırlı bir tırısla, kendilerini bekleyen leş şölenine doğru. Utku! Kollarımı göğe doğru uzatıyorum, o da duygulanıyor, karşı uçta mor bir gölge seziliyor; ey Avrupa geceleri, yurt, çocukluk, utku dakikasında ne diye ağlamam gerekiyor ki?

“Kımıldadı, hayır, gürültü başka yerden geliyor, orada, öbür yanda onlar var, işte koyu kuş sürüsü gibi koşup geliyorlar; efendilerim, üzerime yumuluyorlar, yakalıyorlar beni, ah! Ah! Evet, vurun, karnı deşilmiş ve uluyan kentlerinden korkuyorlar, çağırdığım öç alıcı askerlerden korkuyorlar, gereken de buydu kutsal kentte. Şimdi savunun kendinizi, vurun, bana vurun önce, gerçek sizde! Ey benim efendilerim, sonra askerleri yenecekler, sözü ve aşkı yenecekler, çölleri aşacaklar, denizleri geçecekler, Avrupa’nın ışığını kara peçeleriyle dolduracaklar; karına vurun, evet, gözlere vurun, kıtaya tuzlarını ekecekler, her türlü bitki, her türlü gençlik sönecek ve ayakları bukağılanmış dilsiz kalabalıklar gerçek imanın acımasız göğü altında, dünyanın çölünde yanımda yol alacaklar, yalnız olmayacağım artık. Ah! Kötülük, bana ettikleri kötülük, azgınlıkları iyi bir şey ve şimdi kol ve bacaklarımı koparmaya giriştikleri bu savaş eyerinin üstünde, acıyın, gülüyorum, beni çarmıha çivileyen bu vuruşu seviyorum.

*** “Çöl ne kadar sessiz! Şimdiden gece olmuş ve yalnızım, susuzum. Beklemek daha, kent nerede, uzaktaki bu gürültüler, belki de yengiye ulaşmış askerler, hayır böyle olmaması gerek, yengiye ulaşmış olsalar bile yeterince kötü değiller, hüküm sürmesini bilemeyecekler, daha iyi olmak gerektiğini söyleyecekler gene ve gene kötülükle iyilik arasında milyonlarca insan, parçalanmış, şaşkın, ey put, ne diye bıraktın beni? Her şey bitti, susadım, bedenim yanıyor, gözlerim karanlık geceyle doluyor.

“Bu uzun, bu çok uzun düş, uyanıyorum, hayır, ölmek üzereyim; şafak söküyor, ilk ışık, gün başka canlılar için, benim içinse, amansız güneş, sinekler. Konuşan kim, hiç kimse, gök aralanmıyor, hayır, hayır, Tanrı çölde konuşmaz, iyi de ‘Kin ve güç için ölmeye razı olursan, bizi kim bağışlayacak?’ diyen bu ses nereden geliyor? İçimde başka bir dil mi, yoksa ayaklarımın dibinde, ölmek istemeyen ve ‘Cesaret, cesaret, cesaret!’ deyip duran mı? Ah! Yeniden yanılmış olsaydım! Eskiden kardeş olan insanlar biricik kurtuluş yolumuz, ey yalnızlık, beni bırakmayın! İşte, işte, kimsin sen; parçalanmış, ağzı kan içinde, sensin büyücü, askerler seni yendiler, tuz yanıyor orada, sensin, sevgili efendim! Bırak bu kindar yüzü, şimdi iyi ol, aldandık, yeniden başlayacağız, bağışlama ülkesini yeniden kuracağız, ben evime dönmek istiyorum. Evet, yardım et bana; tamam, elini uzat, ver…” Geveze kölenin ağzına bir avuç tuz doldu.

Albert Camus

Sürgün ve Krallık (Öykü)

Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel Can Yayınları


Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) “Sürgün ve Krallık”ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren “kurban” ve “cellat” ikilemini ele alıyor.

BORGES: KAFKA KİTAPLARINI GERÇEKTEN YAKMAK İSTESE; BU İŞİ BAŞKASINA BIRAKMAZDI!

Ölüm döşeğindeki Vergilim’un, dostlarından, on bir yıllık soylu ve özenli bir emeğin sonucu olan Aeneis’in bitmemiş elyazmalarını yakmasını istediği bilinir; Shakespeare, yapıtını oluşturan birçok parçayı tek bir kitapta toplamayı asla düşünmedi; Kafka ise, kendisine büyük ün kazandıran roman ve anlatıları yakması için Max Brod’u görevlendirdi. Bu bildik olaylar arasındaki yakınlık, eğer bir hata yapmıyorsam, yanılsatıcıdır. Vergilius, dostlarının inanç dolu itaatkârlığına,Kafka ise Broda güveniyordu. Ancak Shakespeare’in durumu farklıdır.

De Quincey, Shakespeare’in eserlerinin basımından çok temsiline ilgi gösterildiğini, onun için asıl önemli olanın sahne olduğunu belirtir. Öte yandan, kitaplarının yok edilmesini gerçekten isteyen hiç kimse bu işi bir başkasına bırakmaz. Kafka ve Vergilius bunu istemiyordu; tek isledikleri, bir yapıtın kişiye yüklediği sorumluluktan bağışık olmaktı. Vergilius, sanırım, estetik nedenlerle böyle bir işe kalkıştı, herhangi bir nitemi ya da ses uyumunu değiştirmek istemiş olmalı. Asıl karmaşık olan, öyle görünüyor ki, Kafka’nın durumu. Onunkisi, konusu, bireyin tanrısallıkla ve onun anlaşılmaz evreniyle arasındaki etik ilişki üzerine kurulu bir parabol ya da bir dizi parabol şeklinde tanımlanabilir. İçinde bulunduğu çağdaş ortama rağmen, modern edebiyat denen olguya Eyüb’ün Kitabında olduğundan daha az yakındır. Dinsel ve her şeyden önce Yahudi bir bilinç taşır; biçimsel andırımı, başka bir bağlamda anlamdan yoksundur. Kafka, yapıtını bir inanç edimi olarak görüyor ve insanların cesaretini kırmasını istemiyordu. Bu nedenle dostundan onu yok etmesini istedi. Diğer gerekçeler ikirciklidir. Doğruyu söylemek gerekirse, Kafka yalnızca kâbuslar düşleyebiliyor ve gerçekliğin hiç durmamacasına kâbus ürettiğini düşünmeden edemiyordu. Aynı şekilde, hemen hemen tüm yapıtlarında var olan ertelemenin de ayırtındaydı. Bu iki şey, hüzün ve erteleme, Kafka’yı tüketti kuşkusuz. Mutlu sayfalar kaleme almakla yetinmeyi tercih edebilirdi, ama gururu buna izin vermedi.

1917 tarihli şık ve usta işi bir baskıdan Kafka’yı’ ilk kez okuyuşumu asla unutmayacağım. Düzeltmenler -ki her zaman yeteneksiz olmaları gerekmez— noktalama, büyük harf ve uyak hataları, dehşet uyandırıcı eğretilemeler bulmak ve bir sürü bileşik sözcük kullanmaları gibi,gençliğe belki de tüm gençlere özgü kimi işlere adamışlardı kendilerini. Onca gösterişli basım arasında Franz Kafka imzalı bir yapıt, genç bir okuyucu olarak sahip olduğum uysallığa rağmen, hala da tarifsiz derecede yavan gelmişti. Yıllar sonra, bağışlanamaz yazınsal duyarsızlığımı cesaretini buluyorum; gözlerimin önündeydi ve ben onu fark edemedim.

Israifin Tanrısı karşısında kendisini duyumsadığı gibi, Kafka’nın da babası karşısında kendisini daima gizemli biçimde suçlu hissettiğini kimse görmezden gelemez. Kafka’yı insanlardan uzaklaştıran Yahudiliği, onu çapraşık biçimde etkilemişti. Yaklaşan ölüm bilinci ve hararetle övülen Tüberküloz, tüm yetilerini geliştirmiş olmalı. Bu gözlemler ikincil önemde; gerçekte, Whistlerin dediği gibi, “Sanat bir şekilde çıkagelir.”

İki düşünce-daha doğrusu iki saplantı-Franz Kafka’nın yapıtını yönlendirir. İlki itaat, ikincisiyse sonsuzluk. Her kurgusunda hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşiler sonsuzdur. Yazdığı ilk romanın kahramanı olan Karl Rossmann, dolambaçlı bir kıtada yolunu arayan fakir bir Alman çocuğudur; sonunda Oklahoma Doğal Tiyatrosuna kabul edilir; bu tiyatro, dünyadan daha az kalabalık değildir ve Cenneti simgeler. (Kafka’ya has bir özellik: Bu Cennet betiminde bile insanlar mutlu olmayı başaramaz, çok çeşitli ve sıradan gecikmeler vardır.) ikinci romanın kahramanı olan ve anlamsız bir davanın gittikçe bunalttığı fosef K., ne kendisine yüklenen, suçu öğrenmeyi başarır ne de onu yargılamakla yükümlü olan mahkemeyle yüz yüze gelir; daha mahkeme bitmeden başı vurulur. Üçüncü ve son romanın kahramanı olan K., bir şatoya çağrılan ancak içeri girip onu yöneten yetkililer tarafından fark edilemeden ölen bir kadastro memurudur. Sonsuz erteleme dürtüsü, öykülerinde de görülür. Bunlardan biri, ulağın yolunu kesen kişiler nedeniyle asla yerine ulaşamayan bir imparatorluk mesajıyla ilgilidir. Diğeri, komşu köyü ziyaret etmeyi başaramadan ölen bir adamı anlatır. 1919’^da yazdığı Çin Seddi’nin inşasında başlıklı öyküde çoklu bir sözsüzlük vardır: Zaman ve mekânın içinde sınırsızcasına uzak bir imparator, sınırsızca ötelerdeki bir ordunun ilerleyişini önlemek için, sınırsız sayıda neslin sınırsız imparatorluğun etrafını çevreleyecek sınırsız bir duvar örmesini emreder.

Kafka’nın en tartışmasız becerisi, tahammül edilemez durumlar yaratmaktır. Ölümsüz bir yapıt bırakması için yalnızca birkaç satır yeterlidir. Örneğin, “Sahibinin elinden kırbacı kapan hayvan, sahibine dönüşerek kendini cezalandırır; oysa bunun, kırbaçta oluşan yeni bir boğumun yarattığı bir yanılsama olduğunu kavrayamaz.” Ya da, “Tapınağa leoparlar doluşur ve kadehlerden şarap içerler, bu birçok kez tekrarlanır, sonunda olan olur ve tapınaktaki kutsal sıraya eklenirler.”Kafka’daki yüceltim, yaratısından daha az hayranlık uyandırıcıdır. Yapıtlarında tek bir insan türü vardır: Homo Domesticus. Hem Yahudi hem Alman olan bu insan, ne kadar alçakgönüllü de olsa, herhangi bir dizgede yer almayan; evrende, bir bakanlıkta, bir tımarhanelik ya da bir hapishanede. Yalnızca amaç ve doğal çevre vazgeçilmezdir; ne masalın yüceltimleri  ruhbilimsel irdeleme. Bu nedenle öyküleri romanlarından üstündür; bu nedenle, elimizdeki öykü seçkisinin, bu eşsiz yazarın değerini tam olarak kavramamızı sağladığını söylemek doğru otur.

Jorge Luis Borges Kaynak: Franz Kafka, Akbaba (Önsöz)

SAİT FAİK: İNSANLARI OLDUKLARI GİBİ DEĞİL, OLMALARI GEREKTİĞİ GELDİĞİ GİBİ SEV!

İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz.

Birtakım İnsanlar

Önceleri Ali Rıza içmeyince daha güzel konuşur, bir işi, bir hadiseyi daha iyi kavrarken, bütün bunların yerini bir alıklık almış; ayık hiçbir gün bulamadığı tabii hale dönmek için çok içmek lazım gelmeye başlamıştı. Sabahleyin uyandığı zaman belinden bir ağrı kopuyor, -tıpkı bir rüzgâr gibi- bu ağrı artıyor, akşama doğru azıyordu. Bu fizik ağrıyla, o moral sersemliği geçiren, öğleyin başlanılan, gece saat on ikiye kadar ilaç alır gibi yarım saatte bir içilen, tek tek şarabın son bardağı -onu tam yatağına uzanırken içmek âdetiydi- olan yirminci bardaktı. Sonbaharla, Fahri’nin hastalığıyla beraber Melek, her gün İstanbul’a inmeye başladığından, dükkânın işleri çok kötü gidiyordu. Melek’in ekmek, kaşar peyniri, son kırmızısı uçmuş domates, bir salkım balbal üzümüyle geçirdiği öğleüstlerinin -eğer Fahri’nin hastalığı artmasaydı- bir zevki olabilirdi. Fahri bir yağmurlu havada öldü. Melek vapurda milyonla hissin, azabın, sevginin, yumuşaklığın, hafifliğin, ağırlığın… kopuk kopuk binlerce hadisenin, Fahri’den, kendisinden, babasından duyulma en uzak lafların kafasına girip çıktıklarını duymuştu. Bir aralık başı dönmüş, ona bir âlemin içine yuvarlanıyormuş gibi gelmişti. Bu âlemin kendine mahsus aydınlığından o kadar çabuk uyanmıştı ki kalbinin demir bir elle sıkıldığını duydu. Ayakları yalnız bir et kemik külçesiydi. Sinirleri bütün kuvvetleriyle gerilmiş, sonra bırakılmışlar, fakat bir türlü eski hallerini alamamışlardı. Elini başına götürmek istedi. Vapurun içinde boylu boyunca koşmak arzusunu duydu. Düştü. Eve onu ağzı köpük içinde, burnu kanlı, bir gözü mosmor götürdüler. İşte bu sara nöbetinin sabahında bir ölü uyanışıyla halsiz, bir üç aylık ateşli hastalıktan kalkmış gibi dükkâna vardığı zaman öğle olmuştu… İçinde ölen adamla dostluğunun kırıldığını duyuyordu. Sanki bütün dostluk o sara nöbetinin içindeymiş, o nöbetle beraber geçmişti. Bu hisleri -şimdi hatırlıyor- hastanın başucunda da duymuştu. Melek hastanın başucuna götürüldüğü zaman, bu burnu uzamış, gözleri çukura kaçmış adamla alakasını anlayamamıştı. Hastanın boynuna, öyle lazım geldiği kendisine öğretilmiş gibi sarılmıştı. Bir yaşlı kadınla, içi merhametle dolu, yüzünü tarifsiz bir hüzün kaplamış bir adam karyolanın ayakucundaydılar. Bu iki insan yüzünün genişlediği, gözlerinin içine atılmış bir kaşık sevinç şekerinin eridiği görüldü. Ayaklarının ucuna basarak oradan çıkmışlardı. Hasta büyük gözlerini açmış, bakıyordu. Ama görüyor muydu, tanıyor muydu belli değil. Hastanın dişlerini sarı bir küf kaplamıştı. Diş etleri beyaz, pembe lekeliydi. Kuru dudaklarının ortasında açıp kapadıkça uzayan beyaz bir iplik vardı. İçini iyi terbiye görmüş bir hastane hemşiresi hali yalamış; yumuşak fakat elektriği uçmuş saçlarını okşamıştı. Hasta zevkle, melalle gözlerini kapadığı zaman etrafına bakınmıştı. Küçük bir kütüphane, bir çiçek vazosu, bir levha, bir dolap gibi şeyin içindeki likör takımları, üstleri çiçekli, meşin sandalyeler… Bu refah havası!.. Melek’e bu eşyayı tanıdığı hissi gelmişti. Bütün bu eşyayı kaplayan hava, hastalık müstesna, içinde acayip bir tanıdıklık, bir merasim yapmışlardı. Konsol: “Merhaba Melek!”; likör takımı: “Bu hasta da olmasa o zamanki gibiyiz, değil mi kardeşim?” demişti. Sandalyeler gülümsemiş, karyolanın topuzu dilini çıkarmıştı. Melek o zaman, bu hasta çocuktan çok onun etrafını kaplayan havayı özlediğini anladı mı, bilinemez, bunu kendi kendine dahi itiraf etmemiş, edememiştir. Ölüye ancak acıyordu. Babası da ölse bugünkü kadar müteessir olurdu. Vapurda dün, intihar arzuları duyduğunu hatırlıyordu. Şimdi bu arzulara gülmüyordu ama yaşamaktan yine de bir memnunluk duyuyordu. “Canavar mıyım acaba?” diye düşündü. Babasını dükkânda buldu. Yüzü sakin, gözkapakları yarı düşüktü. Bu sabah sabah payını almış ayyaş yüzüydü. Bir müddet konuşmadılar. Nihayet Ali Rıza başladı: — Gördün mü? dedi. İşte geberip gitti. Hoş gebermeseydi de seni alacak değildi ya!.. Şimdi kim temizleyecek namusumuzu? Melek cevap vermedi. O devam etti: — Senin yüzünden rahatım kaçtı. Hammaldım, lağım amelesiydim, bol şarap içerdim. Çımacıya yamaklık ettiğim zaman bile gül gibi geçinmiştim. Hep senin yüzünden, hep!.. Kızının yine cevap vermediğini görünce evvela verdiği aynadan başlayarak ne var ne yoksa, eline geçirdiği bir keserle kırmaya başladı. Dükkânın dışına ahali dolmuş, o şimdiye kadar duymadığı güzel bir sarhoşluk havasıyla haykırıyor, kırıyordu. Melek yalnız seyrediyor… Yüzünde acayip bir gülümseme var. Gadir görmeye namzet fakat kendini müdafaa edecek hiçbir delili bulunmadığım hissetmiş bir mahkûm teslimiyetiyle gülüyor zannedilirdi. Halbuki memnundu. Bir türlü karar veremediği şeyi şimdi yapacaktı. Her zaman bunu düşünmüştü. Fakat bu bir sabah vakti bulutların uçuştuğu, içinin ezildiği bir sabah vakti açtığı, camlarına buğular resimlenen, yazın altın enseli, saçı güneş, yağmur kokulu çocuklar tıraş ettiği bu dükkânı bırakmak ona çok güç gelecekti. Bir aralık, “Kır baba, kır! Yapıştır!” diye bağırmamak için kendini güç zapt etti. Babası, yüz yıkanılan porseleni, kadınlar tarafının paravanasını, sağlam bir koltuğu bırakarak, başka ne varsa kırdığı, yorulup durduğu zaman pencereden bakanlar, kızın çöktüğü sandalyeden yavaşça kalktığını, babasının elinden dülger keserini kapınca, evvela kalın ceviz koltuğu, sonra paravanayı, en sonra da porselen yalağı hırsla, zevkle fakat ağlayarak kırdığını gördüler. Yine nasılsa babasının keserinden kurtulmuş bir kolonya şişesinin yerde köpürerek paramparça olduğu görüldü. Güzel bir koku, açık pencereden burunlarımıza geldi. Melek şimdi serbestti. Babasını dükkânının ortasında şaşkın bırakarak ağlaya ağlaya iskeleye koştu. Biletini aldı… ★ Hikmet, bütün yazı, sonbaharı, Hayırsızlar’da geçirdikten sonra adeta uzaktaki meskûn adalarda sesin sedanın kesildiğini, göçlerin geçip gittiklerini, yerli ahalinin küçük, pis kahvelere melal içinde çekildiklerini buradan duyar oldu. Nasıl bazı yaz akşamları o uzak, meskûn adacıklardan sesin sedanın geldiğini tahayyül etmiş, bazen bir fısıltı halinde konuşmalar, gülüşmeler, denizin yüzünden kendisine doğru hakikaten gelmişlerse, şimdi de sessizlik öylece geliyordu. Gök bazen kararıyor, büyük damlalı fakat hâlâ ılık yağmurlar yağıyordu. Ada’da yalnızdı. Ta uzakta pis, sıcak denizin üstünde bir iki yelken gözüküyor; bazen de kılıca çıkmış birkaç sandalın bir anda gözüküp kaybolduklarım görüyordu. Fahri’nin ölümünü, dükkânın eşyasının kırıldığı, dükkânın kapatıldığını burada duydu. Melek kaybolmuş, Beyoğlu’nda bir dükkânda görüldüğü söyleniyordu. Kalfa olarak girmişmiş… Manikürcülük de öğreniyormuş… Bir gün meskûn yerlerde sesin sedanın müthiş surette kesildiğini hisseden Hikmet, sandalına atladı. Ada’nın yolunu tuttu. Ada’ya vardığı zaman, ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Çoktan beri iyi bir yemek yememişti. Hele birkaç gün evvel ekmeği de bittiği için yalnız yarı çiğ bir iki balıktan başka ağzına bir şey koymamıştı. Cebinde birkaç lirası vardı. Sütçü Pandeli’nin dükkânındaki fasulye tenceresinin kapağını kaldırıp da yemeğin kokusunu duyunca içinde bir baygınlık hissetti, gözleri karardı… Karnını doyurduktan sonra aklına İstanbul’a inmek geldi. Vapurda, karşıki boş adanın bekçisi Hırant’a rastladı. Adanın sahibi öldüğü için başka birisine satıldığını öğrendi. Hırant: — Yeni sahipleri de beni bekçi gibi tutmak istiyor ama pek niyetim yok, dedi. Hikmet’in kafasından şimşek gibi, bir arzu geçti: Ne iyi olurdu? Allahım! Orada çocukluğunun en güzel günlerini, sonra evvelki kış Ali Rıza’nın birdenbire aklına esmesiyle bir ilkbaharı geçirdiğini hatırladı. Hırant’a o baharda nerede olduğunu sordu. Hırant: — Biz haber aldık sizin oraya yerleştiğinizi… Bizim doktor bırakın otursunlar, dedi. Sen de zaten istiyordun, git Bursa’ya, romatizmalarına iyi gelir, demişti. Hikmet, o anlatırken düşünüyordu: Balıkçıl kuşuyla akşamüstü konuşulabileceğini, yazın karşıda insanların gezindiğini, bir insana bile tesadüf etmek ümidi olmayan bir yerden görmek… Gene orada ışıkların yanar yanmaz, evlerin içini görür gibi olan haletiruhiyeyi… — Hırantcığım, dedi, sen mademki bıktın. Beni şu heriflere bir prezanta etsene… Hırant: — İstersin? dedi. Kolaydır! Adanın yeni sahiplerinin Galata’daki yazıhanesinde çok beklediler. Bir gözü şaşı, genç bir kahveci çırağı kahveler getirdi. Hırant’la çocuk konuştular: Hırant: — Ulan çıngıraklı, nasılsın? Çırak: — İyiyim ağabey! Hırant: — Büyümüşsün ulan!.. Çırak: — Sahi mi? Hırant: — Sesin çıngırağım kaybetmiş!.. Hikmet çocuğun yüzüne bakarken öyle tatlı hulyalara dalmıştı ki, heriflerin karşısına çıktığını, kırk lirayla oraya bekçi olduğunu, vazifesinin sarnıçları çatlatmamak, zamanında zeytinleri devşirmek, yolları temiz tutmak, ağaçları budamak olduğunu duymadı bile. Cebine ilk aylığını da atmıştı. Hırant’ı kapının dışında öptü. — Ara sıra uğra bana Hırant, dedi. Hırant: — Uğrarım, uğrarım. Hem zaten her şeyimi orada bırakmıştım. Yatağım, yorgamm, bir tavam, bir de tencerem var. Gidersen bul, sana emanettirler. İstersen sana onları satarım. Öbür ay gelirim, konuşuruz, dedi. Hırant içinden şöyle diyordu: — Görüşürüz bakalım… İki aya varmaz, karga bokunu yemeden uyandığın zaman nasıl bağırıyorsun: “Allahım! Bana bir insan gönder!” diye. Hani nerededir insan? Fırtına köpek gibi sesler çıkartır. Hele o pis martılar!.. O ne kötü sesli mahluklardır. Görüşürüz bekçi efendi, görüşürüz! Dışından: — Pek canın sıkılırsa benden bilmeyesin… Sen istedin, dedi. Hikmet, Hırant’ın omzundan bir yük atmış gibi ferahladığını, küçük gözlerinin içinin o haşin, yırtıcı, yalnız manayı kaybettiklerini görmedi değil. Hırant beş senedir orada bekçiydi. Sessiz, sakin bir adamken ne geveze olmuştu. Halbuki Hırant erkek tabiatli bir adamdı: Pek gülmez, herkesle oturup konuşmazdı. Şimdi kim önüne çıksa tatlı tatlı konuşuyor, cıgaralar ikram ediyor, gülüyordu. Hanın kapıcısıyla, kapıcı yüz vermediği halde şakalar etti. Çırakla, boş fincanları almaya geldiği zaman gene uzun uzun konuştu. Bunları hep, Hikmet fark etti. Hırant ayrılmadan evvel gene söylendi: — İnsanları sevmezken sever olduk, Hikmet Efendi biraderim, sever olduk! Bir boş adada yalnız kalmanın da bir hikmeti vardır. Sağlıcakla, dedi. Hikmet, Hırant’tan ayrılır ayrılmaz Beyoğlu’na koştu. Melek’i bir pasajın içindeki dükkânda buldu. Melek onu, çok soğuk karşıladı. “Gel seni bir tıraş edeyim, Hikmet Ağabey” bile demedi. Yalnız bir: “Nasılsın?” dedi. “İş buldun mu?” diye sordu. Kaşık Adası’na bekçi olduğunu işitince sevinmiş göründü. — İyi iyi, dedi. Biraz da para biriktirmiş olursun. Melek, “Babama bulunduğum yeri söyleme” diye tembih etti. Hikmet daha girerken, bir adamın kendisine dik dik baktığını görmüştü. Melek o aralık sapsarı kesilmişti. Adama: — Sana bahsetmiştim ya! dedi, Hikmet Ağabeyim. Adam: — Ha… Şu şeydeki?.. Hayırsızlar’daki?.. dedi. Melek: — Evet, dedi. O işte!.. Adam, Hikmet’e elini uzattı: — Ben şoför Ali’yim, dedi, Melek’in nişanlısı. Hikmet oradan çıkınca doğru vapura koştu. Bu akşam İstanbul’da kalmak, beş on papel yemek istiyordu. Sonra caydı. Yalnız kalmak, yeni işinin başında bulunmak ona hoş bir fikir gibi geldi. Birçok şeyler satın aldı. Bir küçük çuval bulup aldıklarını içine doldurdu. Olur ki beş on gün bir yere inmem, köye bile, diye düşünüyordu. Köye varınca sandalını aradı, bulamadı. Balıkçılar alıp götürmüştü. Kahveye girmeye mecbur oldu. Rıza’ya orada rastladı. Rıza tepeden inme: — Bana para versene Hikmet, dedi. Hikmet, Rıza’ya bir on lira verdi. Bir on liralık öteberi almıştı. Fırından beş tane ekmek alıp onları da çuvalına doldurdu. Dönüşte Rıza’ya gene rastladı. Fitil gibi sarhoştu. Hikmet bir laf söylemeden Rıza başladı: — Melek’in adresini sen bilmemiş olsan, cebinde para bulunmaz. Sen bu parayı kızımdan aldın. Bana göndermiştir -Hikmet’in cüzdanını açarken gördüğü paraları hatırlamış olsa gerekti ki- O yirmiyi de ver, diye tutturmuştu. Hikmet: — Karşı adaya bekçi oldum baba, dedi; ilk aylığımı verdiler. Melek’i görmedim. İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş. Ali Rıza ağlamaya başladı. Hikmet, Melek’in erkek kardeşini sordu. Ali Rıza: — Bırak uğursuzu! dedi. Kim bilir, Galata’nın hangi kahvesinde… Sonra Hikmet: — Gel, dedi, bodruma kadar gidelim. Bodrum eski manzarasından daha fenaydı. Şimdi keskin bir eski çamaşır, sidik kokusu içindeydi. Zaten bu ikinci koku, Rıza’nın üstünden başından, zaman zaman insanın burnuna geliyordu. Bir yorganla pis bir şilte iplerle bağlanmış köşede duruyordu. — Niye bunları serip yatmıyorsun baba? Ali Rıza: — Yook, dedi, yarın mahkemem var. Belki kodese tıkarlar, hazır olsun, dedim. Şimdiden hazırladım. Bu gece hasırın üstünde zıbaracağım! — Ne mahkemesi bu? — Sarhoşluk. Cam kırmışız. Yol parasını da vermemişiz. Bu sefer sağlam!.. — Yol parasını bari şu verdiğim parayla öde baba. — Deli misin? Sonra ne yapacağız? Vermem vallahi billahi vermem! Bin liram olsa gene vermem. Ben ne kadar yol eskitiyorum be! — Öyleyse yatarsın baba. — Sanki şimdiye kadar yatmadıktı? Bedava ekmek. Oradakilerin hepsi görmüş geçirmiş insanlar. Kahve gibidir orası be! Geçenlerde, hani o pantolonum yırtıktı da aruhaya meselesinden girdimdi ya!.. “Rıza baba, Rıza baba!” diye bayılıyorlardı. Aralarında bana para bile topladılar. Çıkarken pantolon da verdiler. Oradayken “âdem baba”ydık! Hikmet hiçbir şey söylemedi. Rıza’nın sunduğu bir bardak şarabı yuvarladı. Rıhtıma indi. Sandalı getirmişlerdi. Bir kilodan fazla uskumruyu sandalın döşemelerine -kira bedeli gibi- bırakmışlardı. Sandala atladı. Kaşık Adası’na vardı. Küçük bir ateş yaktı. Balıkları temizledi. Biraz sonra güzel, taze bir balık kokusu ortalığa yayıldı. Hikmet’in içinden sevimli hisler geçiyor, ağzının içi sulanıyordu. “Keşke bir şişe rakı alsaydım, ilk akşamın şerefine biraz içerdim; içerdim de uyurdum. Bu gece bize gene uyku yok… Acaba bu yaktığım ateş öteki adadan gözüküyor mu? Bu güzel balık kokusu oraya gidiyor mu?” diye düşündü. Çuvalından bir ekmek çıkardı. Bir koca dilim kaşar peyniri kesti. Hava çok serinlemişti. Yemeğini yerken pek üşüdü. Hırant’ın söylediği eşyayı, yatağı, yorganı yerli yerinde buldu. Uyuyamayacağım, dediği halde çabucak uyudu. Şimdiye kadar sabredip aklına getirip getirip kovduğu Melek ismini yatakta birkaç defa mırıldandı. Pasaj içindeki berber dükkânını, o löp löp yanaklı berber ustasını, kendisine dik dik bakan adamı, Melek’in sarı çehresini bir dakika içinde gördü. Uyumadan evvel Fahri’yi de düşündü, üzüldü. Bir uzun, korkunç, kimsesiz ay geçirdi. Aynaya baktığı zaman yüzünü sapsarı, gözlerinin altını simsiyah şişmiş buluyordu. İçinde bir yorgunluk hissediyordu. Odun yarıyor, yer belliyor, sarnıç temizliyor, domuz ahırlarını insan oturabilir bir hale getirmeye çalışıyordu. Akşama yorgun, bir ateş yaktığı zaman, bu fizik yorgunluktan ziyade daha iç taraflarda adeta akciğerinde, karaciğerinde, midesinde, kafasında bir yorgunluk duyuyordu. Yalnız başına kimler, ne insanlar icat etmiş, onlarla neler konuşmuştu… Hırant’ın tamamen aksine, köye ekmek, kömür, tuz, peynir, yumurta almaya indiği zamanlar kimseyle konuşmuyor, yalnız dinliyor, gülüyordu. Şimdi insanları daha iyi anlıyordu. Onları oldukları gibi değil, olmaları lazım geldiği gibi sevdiğini anlamıştı… Gün boz, çürük, aydınlıksız başlıyor, pis, yağmurlu bitiyordu. Bazı akşamlar oldukça güzeldi. Ufkun öbür ucunda bir aydınlığın, bir yangının ortasında batan güneşin şehirlerini görüyordu. Develere benzeyen bulutlar, minarelere, kiliselere benzeyen sislerin güneşin battığı yerde reçeller gibi kaynadığını yavan ekmek yediği günlerde görür, nasıl içlenir; köpeğinin kafasını sıkar, sıkardı… Deli olmasına bir adım kalmıştı. O adımı atmamak için, aylığını almaya İstanbul’a indi. Mülk sahibi fena adam değildi. Ona, eski bir paltosunu hediye etti. Aylığını da verdi. O, doğru Ziba’da, Filim Bahri’nin kahvesinde soluğu aldı. Filim Bahri onun eski bir arkadaşıydı. Güzel bir sofra kurdular. Marika isminde bir Rum kızını gecelik tutmuştu. Bu sakin, iyi bir kızdı. Çirkindi ama temizdi. Çirkeflik etmezdi. Filim Bahri, Hikmet, Hacer, Marika güzel bir gece geçirdiler. Masraf on lirayı aşmamıştı. Filim Bahri, Marika için Hikmet’e: — İyi motordur. Hem aç gözlü değil; ne de çirkef… Façosuna da sen aldırmayıver anam! demiş. Marika’ya da: — Garip oğlanın biridir. Tıngırına da sen boşver Marika! diye Hikmet’i övmüş, iki papelle işi geceliğe bitirmişti. Sekiz papeli de hep beraber yediler. Hikmet, sabahleyin Marika’nın koynundan fırlarken: — Ay başlarında gelebilirim Marikam, dedi, her ay başı buluşuruz. İstersen seni adaya da götürürüm. Bir gece de orada kalırız. Marika: — Vre delisin?., diye haykırmakla iktifa etmişti. Ziba’dan Beyoğlu’na çıkan yokuşu türkü söyleyerek tırmanan Hikmet, bugünü de burada geçirmeyi, Melek’e uğrayıp tıraş olmayı düşündü; vazgeçti. — Tıraşı Ada’da Dimitro’ya olurum, dedi. O, Dimitro’nun dükkânında tıraş olduğu zamanlar, Melek’i bizzat gördüğünden daha fazla onunla hemhal olurdu. Vapura bindi. İşte Mustafa’ya vapurda rastladı. Mustafa, Büyükada’ya, eskiden tanıdığı Çımacı İzzet’in yanına gidiyordu. Hikmet’le tatlı tatlı konuşmaya daldılar. Hikmet, ona canı gibi sarıldı. Halbuki bütün dostlukları yaza inhisar eder, bir şey konuşmazlardı. Mustafa’nın macerasını o da bilirdi. Evvelki yazın ortasında onu polisler alıp götürmüşlerdi. Hapishaneden dün çıkmıştı. — Mustafa oğlum, dedi Hikmet, gel bende kal. Geçinip gideriz. İstersen balıkçılık da yaparsın: Benim sandalım var. Mustafa düşünceye daldı. Kışı nerede geçirecekti? İzzet’le beraber oturamazdı. Oğlanın kendisi muhtaçtı. — Sana bâr olmayayım Hikmet? dedi. Hikmet: — Ben seni bir insan olsun, anlatacak, seslenecek birisi olsun diye istiyorum. Canım! Bırak numaraları, gel! Niye bana bâr olacakmışsın? Kendi ekmeğini kendin çıkarırsın. Onun için üzülme!.. Beraber balığa çıkarız. Sen götürür satarsın. Ver şu elini bakalım… Tamam mı? Bir toka edelim mi? Tokalaştılar… Hikmet’in sandalı Kaşık Adası’na yanaştığı zaman Hektor, evvela sevinç sesleriyle, sonra hırlayarak yanlarına koştu. — Hektor, kız! dedi Hikmet, bu dost ulan! Ver elini Mustafa ağabeyine! Mustafa bu şakayı sevmiş göründü, güldü; Hikmet’e: — Şakacısın be! dedi. Mustafa bundan tam iki sene evvel Hasan Kaptan’ın kayığına girmişti. O günden mahpusa girdiği 17 Eylül 93… şu kadar tarihine kadar dokuz buçuk ay geçmişti. Bunun dokuzunu o meşhur vak’anın geçtiği geceye kadar olan zamana ekler, hapishanedeki on beş ayı da hesap edersek, işte aşağı yukarı iki sene evvel Mustafa, Hasan’ın kayığına yerleşmişti. Söylediğimiz gibi dokuz buçuk ay sonra Hasan, ona şöyle bağırırdı: — Ulan Mustafa! İnsanoğlu ana rahmine bulanık su gibi düşer de dokuz ay on gün sonra capcanlı fırlar. Sen adam olmazsın. Daha iskele ile sancağı öğrenemedin, be ayımsı!.. Getir ordan bana elleme çuvalını. Zaman zaman Hasan Kaptan’la konuştuğu yedi sekiz cümlesi vardır ki onlardan bir tanesiyle, yaşı öğrenilebilir. — Kaç yaşındasın Mustafa? — Varım yirmi sekiz, yirmi dokuz. — Askerlik ettin mi? — Ettim ağam. Öteki suallerle cevaplar da bu şekil şeylerdir: Anan baban var mı? Evli misin, bekâr mısın? Asıl zanaatın nedir ki?.. gibi. Bunlardan öte Hasan Kaptan’ın da Mustafa’dan yana bildiği bu kadardır. Mustafa güler, konuşmaz. Mustafa homurdanır, konuşmaz. Mustafa tekme, tokat yer, gözü yaşarır, konuşmaz. Dinlemesine gelince: Dünya yüzüne lakırdıyı bu kadar candan dinleyecek adam gelmemiştir. Kömür kayığı malını İzmit Körfezi’nin bir iskelesinden yükler, kara korsan yelkenini açar, İstanbul kıyılarından bir tanesine demirini atardı. Günlerce boşalmasını beklerdi. Küçük bir iskeleye bir kalas uzatılır. İskelenin önüne iki çuval elleme konur. Bir el kantarı ile bir omuz direği orada, serenin direğine dayanmış beklerler… Hasan’ın kömür kayığının gündüzki manzarasını, deniz üstünde kayık şeklinde yapılmış bir mahalle kömürcü dükkânından ayırt etmeye lüzum yoktur. Mustafa, tartılan çuvalı yüklenebilirse en âlâ! Yüklenemezse Hasan kendisi sırtlar. — Sözde uşak tuttuk. Herifin burnunu sıksan canı çıkacak. Ne talih bu be, bizdeki! Hep de böyle nasip oluyor. Hey Allahım!.. diye söylenir. Kendisini bu sırada bile can kulağıyla dinleyen Mustafa’ya: — Be Hasan’ın merkebi! Be gözü kör olasıca! Bari şu ateşi yak, patatesleri soy, kıç altındaki tencereyi çıkar da içine yağ koy, bir baş soğan doğra da onu bari ben yapmayayım, diye çuvalın altından kara gözleri sürmeli, gülünç bir şekilde haykırırdı. Yolun dönemecinde, tam kayığın görünmemeye başlayacağı yerden tekrar bağırırdı: — Ulan aptal, su koymayı unutma ha tencereye!.. Bir müddet olduğu yerde, adım atmadan, bir şey söyleyecekmiş de unutmuş gibi durur, düşünür, sonra: — Mustafaa… diye haykırırdı. Ulan, sakın geçen seferki gibi deniz suyu koyayım deme!.. Akşamla beraber kayığın manzarası birdenbire değişirdi. Her zaman açık duran küçük yelken -flok- birdenbire kıpkırmızı kesilir, rüzgârla pat pat vurur, yukarıda serenin ucunda güneş sallanır, bir müddet sonra mor, lacivert, leylaki birtakım gazlı renkler, kömür çuvallarından çıkıyormuş gibi kayıkla etrafını doldururdu. Arasına tahta kaşık sıkıştırılmış patates tenceresi fıkır fıkır kaynamaktadır. Yakındaki sandallarda çevalelerindeki balıkları düzeltmekle meşgul barbunyacılar, burunlarını melteme kaldırıp Hasan’ın patates tenceresinin mis gibi kokusunu alırlar, acıkırlardı. İşte tam bu sırada da Mustafa ağzım açar, şarkı söylerdi. Hasan Kaptan tencereyi indirir, kapağı kaldırır, dertli dertli başını sallar, artık bir şey konuşmazdı. Mustafa’nın sesi yanık, içli, acayip bir sesti. Galiba bu yalnız bir ses güzelliği değildi. Bu seste bir hastalık, gizli birtakım şeyler vardı. Ortalık büsbütün kararıncaya, Hasan’ın gemisi deniz içinde yok oluncaya, yalnız ara sıra karanlığın içinde aranan bir projektör ışığıyla bulunup gene kayboluncaya kadar Mustafa okurdu. Hasan Kaptan yumuşar, yumuşar: — Hadi Mustafa oğlum, derdi, gel gel de zilliği kıralım! İstanbul külhanbeylerine has bu “zilliği kıralım!” argosundan pek hoşlanan Hasan Kaptan, gündüzün yaptıklarına pişman olmuş bir halde ekmeği koparır, bismillahını çeker, kaşığın birini Mustafa’ya uzatır, öteki kendi elinde hayal meyal gözüken tencereye girişirlerdi. Ayda iki sefer ederlerdi. Mustafa her seferde üç buçuk lira alırdı. Her sefer dönüşü Hasan Kaptan, üç buçuğu çıkarır, Mustafa’nın avcunun ortasına sayardı. O, içinden yarım lirasını alır, ötesini: — Kalsın sende ağa, diye kaptana bırakırdı. Bu her ay böyle olagelirdi: Her ay Hasan Kaptan, Mustafa’nın üç lirayı kendisine emanet bırakacağını bile bile, onun avcuna parayı tekmil sayıyordu Mustafa da yarım lirasını alıp öte tarafını Hasan’a teslim ediyordu. Mustafa bu yarım lirayla gidip sakalını, şayet bir ay sonu, iki sefer dönüşüyse, saçını kestiriyor, bir gazoz içiyor, bir paket de tütün alıyordu. Mal yükleyip tekrar her zamanki iskelelerine döndükleri zaman rıhtım boyundaki hammal kahvesine, kendisi gibi dut yemiş bülbüllerden olan Çımacı İzzet’le oturup İzzet’e bir de kahve ısmarlıyordu. Çımacı İzzet’le Mustafa’nın dostluğu kadar insanı hüzne gark eden bir şey varsa, o da Mustafa’nın akşamları söylediği türküdür. Çımacı İzzet’le iki ellerini birbirine uzatarak bayramlaşır gibi toka ederler. Sonra bir iskemleye çökerlerdi. Bir saat mi otururlardı, iki saat mi, üç saat mi?.. Önce bir gülüşürler… Bu gülüşmekle de kalınırdı. Bu sırada İzzet: — Döndünüz mü Mustafa? der gibidir. — Döndük gayrik! — Yolculuk ne zaman? — Eh!.. On güne varmaz. Bu gülüşmenin manası, sesi budur. Ondan sonra ses seda çıkmazdı. İzzet tabakasını uzatırdı. Öteki dilini dişine dokundurarak, “Hayır istemem” manasına bir ses çıkartırdı. Cıgarayı sarayım da dur, ondan sonra anlatacağım, der gibi bir halle cıgarayı sarar, hele cıgarayı yakayım da ondan sonra der gibi cıgarayı yakar, cıgarasını arkaya yaslanıp içerken görenler: “Eh!.. Artık başlayacaklar. Tatlı tatlı konuşacaklar” derdi. Ayrılırlarken onları görenler tatlı tatlı konuşmuş, Mustafa, kömür aldıkları iskeleden havadisler getirmiş, Çımacı İzzet, Mustafa’ya onlar yokken burada, nahiyede olup bitenleri birer birer anlatmış sanırlardı. Yemekten sonra Hasan Kaptan, kasketini kaptığı gibi kahveye yollanırdı. Döndüğü zaman Mustafa’yı başaltının yalnız kafası ile göğsünü örten tahtası altına sokulmuş, ayakları burnu hizasında uyumuş bulurdu. Yemekten evvel, yemek esnasında içini dolduran yumuşaklık, kahvenin kapısına kadar devam ettiği için Mustafa’nın tarafına doğru havaya bir tekme savururdu: — İt gibi uyur, sabahleyin de benden sonra kalkar. Pantolonunu, ceketini fırlatır, kıç altındaki adeta kamaramsı yere sokulur, düşünürdü. Seferi üç buçuk liraya bundan âlâsını bulmak meseleydi. Bu zamanda herkesin burnu Kaf Dağı’ndaydı. Geçen seneki gemici işten çakıyordu. Kuvvetliydi de… Halbuki, ama gel Hasan’a sor bir kere… Her sefer başı on lirayı verdiği zaman o kısa burnunu kıvırıyor, Hasan’ın içi gidiyordu. Buna gelince: Hem üç buçuğa çalışıyor. Çalışıp da ne halt karıştırıyor ya, neyse!.. Yemeği pişirse, demiri çekse, yelkeni açsa, kırk kiloya kadar çuval taşısa bir kâr canım!.. diye düşünür, hem eninde sonunda… der yine düşünürdü: Ulan Mustafa’nın sesi ne özlü ses be! Allah! Allah! Bir yerden duymuştu: Veremlilerin ıslığı ile sesi çok tatlı olurmuş diye. Tevekkeli değil derdi, var bu çocukta ince hastalık!.. Sabahın karanlığında Hasan Kaptan uyanırdı. Mustafa, uyanmış olurdu ama kalkmazdı. Yalnız ustanın kalktığım, dinine, imanına sövdüğünü işitirdi. Sonra kaptanın, onun ta tepesine dikilip: — Ulan! Şu sesin olmasa, seni bir gün bile tutmam, ama… Dediğini işittiği zaman, bu herife karşı duyduğu kinin birdenbire uçtuğunu hissederdi. O zaman babasını hatırlardı. O babasını da böyle laflar söylediği için her zaman hüzünle, sevgiyle hatırlardı. Bir sefer sonlarıydı. O gün öğleyin epey iş görmüş, yorulmuştu. Akşama doğru Mustafa, kayığın küçük sandalını alarak balık tutmaya gitmişti. Bir kırlangıç, bir hanos, bir iki de güneş balığı yakalamış, balıkları güzelce ayıklamış, haşlama yapıyordu. Hasan Kaptan, kahvedeki cimdallısından bir ara dönmüş, tencerenin kapağını kaldırıp doya doya koklamış: — Yaşa ulan!.. demişti. Gün adamakıllı kararınca yemek hazırdı. Hasan Kaptan o akşam biraz geç dönmüş, kafası yarı bulutluydu. Yemek yerken keyifli keyifli söylendi: — Yaşa hafız yaşa! Bu “yaşa hafız yaşa!” cümlesi biraz sonra Mustafa’nın hiç sormadan, gazele başlaması için bir girizgâhtı. Yemeği çabuk yediler. Kaptan rakı içtiği zaman şarkı dinlemesini pek severdi. Mustafa, serenin dibine çömeldi. Tam okumaya başlamış, tam Hasan Kaptan ahlarına girişmişti ki bir gölge kayığın önünde belirdi. Mehtaplı bir geceydi. Mustafa geleni tanımıyordu. Hasan Kaptan tanımış, birdenbire ayağa kalkmıştı. — Vay efendim, buyursunlar, dedi. Gelen adam her seferde Hasan’dan alışveriş eden, iki seferde bir gidecekleri köyden bir şeyler ısmarlayan, pazarlıksız ödeyen bir yağlı kuyruktu. Mustafa şarkısını kesmemişti. Bilhassa kesmemişti: Belki adamın da hoşuna gider diye… Onlar konuşuyorlardı. Hasan Kaptan birdenbire: — Kes ulan şu bet sesini… Şurada iki çift lakırdı edeceğiz, vay dinini be!.. diye haykırdı. Mustafa da, yeni gelen adam da Hasan’ın bu cümlesinin hitamında, müthiş bir karanlığa saplanmış, bir dakika süren korkunç bir sessizlik duydular. Sonra gene deniz hışırdamaya, meltem esmeye, uzaktan gramofon sesleri gelmeye başladı. Bu müthiş sessizliği, Hasan Kaptan da duydu: Çünkü Mustafa’nın susması ani, hazin, garipti. Direğin dibindeki gölgesinde sallantı bile yoktu. Hasan Kaptan’ın içinden, herif öldü galiba gibi bir his geçmedi ama geçmiş olsaydı bu kadar şaşıracak, böyle bir dakika susacaktı. Bu sükûtun sonunda Hasan Kaptan, yaptığı hareketten belli belirsiz bir pişmanlık duymuş gibi: — Buyurun beyim; gelin yolda konuşuruz. Ben zaten kahveye kadar gidiyordum, dedi. Hasan Kaptan, kahveden dönüşünde Mustafa’yı yatmamış, iskelenin önünde dimdik buldu. — Ne o Mustafa, dedi, daha uyumadın mı? Mustafa, karanlıkta başını yukarıya kaldırdı. Hasan Kaptan, bu hareketi görmedi, kayığa doğru yürüdü. Saat on bir buçuk olmalıydı. Nahiyenin ışıkları birer birer sönmüştü. Yalnız evlerde bir iki ışık, bazı sokak aralarında havaya vuran bir iki aydınlık vardı. Hasan Kaptan ceketi attı. Pantolonunu çıkardı. Sonra ceplerinde bir şeyler aradı. Küpeşteye ellerini dayayarak denize baktı. Baş güverteye doğru don gömlek yürüdü. Keyifli zamanlarındaki âdeti veçhile bir cıgara sarmaya hazırlandı. Yere çömelmişti. Neden sonra Mustafa’yı kapının dışında dimdik fark etti. — Ne o? Bu akşam uyumaya niyetin yok galiba? Al tabakayı bir tane de sen sar. — Yok ağa, mersi!.. Hasan Kaptan içerlemişti. Dişlerinin arasından “pabucumun tersi!” dedi, ilave etti: — Canın isterse… Hasan Kaptan cigarasını ateşlemişti. Şimdi kibriti söndürmeden, cıgarası ağzında, yüzü kibrite eğik vaziyette cıgarasını yaktığı halde bir müddet böylece durdu. Sonra: — Girsene yahu kayığa, dedi. Mustafa başını tekrar yukarıya, “yok ağa girmem!” manasına kaldırdı. Hasan Kaptan şüphelenmişti. — Ne oldu, ne var? Mustafa omuzlarını kaldırıp başını sağa doğru eğdi. Artık konuştu: — Bir diyeceğim var da… — Sabaha söylersin canım! Acelen ne? — Yok ağa şimdi söyleyeceğim. — Söyle bakalım; neymiş o? — Ağam ben gideceğim artık! Şu benim paramı verirsen… Hasan Kaptan ayağa kalktı: — Gidecek misin? Nereye gidiyorsun? Mal daha yarı bile değil. Bir yere bırakmam. Burasını otel mi zannettin, kıraathane mi? Buraya girip çıkmak herkesin keyfine göre değil -Yumuşamak lüzumunu hissetti- Hem ne oluyor canım? Neden gidecekmişsin? — Yoruluyorum ağam. Hastayım ben. Hasan Kaptan şüpheli bir sesle: — Pekâlâ pekâlâ, dedi, yarın olsun da hayrı beri gelsin. Şimdi sen gir. — Yok ağa! Şimdi ver paramı, gidip bir ağaç altında yatarım. — Bana bak oğlum, Mustafa! Bu kayık boşalmadan bir yere bırakmam. İstersen işte yol!.. Kalkar gidersin. Benden metelik alamazsın. Sen bilirsin oğlum? Hasan Kaptan’ın son sözüne Mustafa boynunu büktü. “Sen bilirsin ağa” bile diyemedi. Yürümeye koyuldu. Biraz ilerdeki nahiyenin umumi helalarına doğru ağır ağır gidiyordu. Hasan Kaptan içinde, bu adama karşı öteden beri, ne zamandan beri bir kin olduğunu yeni fark etmiş gibiydi. Arkasından söylendi: — Ah alçak herif, ah! Biliyordum senin ne mal olduğunu ya! Ulan! Ben de sana bir oyun oynayayım da… dedi, arkasından haykırdı: — Mustafa, gel hele! Mustafa koşarak geri döndü. Hasan Kaptan elbiselerinin bulunduğu kıç tarafa doğru ilerlemiş, bir mum yakmış, cüzdanından paraları çıkarmış, sayıyordu. — Al bakalım hakkını, dedi, üç lira da fazla. Şimdi defol! Mustafa paraları aldı. Bu sefer: — Hakkını helâl et, ağam! dedi. Hasan Kaptan hırslı. — Haram olsun, diye mırıldandı. Mustafa hızlı hızlı uzaklaştı. Hasan Kaptan bir cıgara daha yaktı, uzakta ışığı hâlâ yanmakta olan bir yere sabit bir nazarla baktı. Bir şeyler mırıldandı. Alelacele giyindi. O ışığa doğru yürüdü. Burası nahiyenin polis merkeziydi. Bir masa başında bir muavinle, ayakta bir polis duruyordu. Hasan Kaptan içeriye, elinde tuttuğu büyücek bir para cüzdanını sallayarak girdi. — Muavin bey, dedi, bizim kayıktaki gemici cüzdanı boşaltmış, kaçmış… Meydanlarda kimse yok. Muavin: — Ne kadar paran vardı? — Vallahi!.. Otuz lira, eksik değil fazla… Ne olacak biz fakir insanlarız muavin bey! — Merak etme Hasan Kaptan, nereye gidecek? Sabaha kalmaz yakalarız. Deminki ayakta duran polis, bütün gece, ağaç altlarında Mustafa’yı aradı, bulamadı. Sabaha ilk vapura, bekçiyle beraber iskeleye koştular. Mustafa’yı orada, iskele tamirinden kalma bir kütüğün üstünde başı iki eli arasında düşünür buldular. Üstünde otuz lira otuz sekiz kuruş para çıktı. Paranın kaptana iade edildiğini, Mustafa’nın mahkemeye sevk edilmek üzere tevkifhaneye gönderildiğini gazeteler yazdı. İşte Mustafa’nın hikâyesi budur. Bu hikâyeyi o iki satır içinde anlatır, cebinden bir gazete çıkararak isminin bulunduğu yeri gösterirdi.

18 Temmuz 1940 Sait Faik Abasıyanık Medar-ı Maişet Motoru

SARTRE SARTRE’I ANLATIYOR: “BÜTÜN KİTAPLARIM OKUNSA; HER ZAMAN ANARŞİST KALDIĞIM FARK EDİLİR!”

0

Sartre Sartre’ı Anlatıyor Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi

M.C.: Peki bu on yılı nasıl doldurmayı düşünüyorsunuz?

J-P.S.: Hazırlamakta olduğum, ve esasen yapıtımın parçası olmaları gerektiğini düşündüğüm o TV programları gibi çalışmalarla. Simone de Beauvoir’la başladığımız, Sözcükler’in devamı olan ama bu kez temalar halinde düzenlenecek ve, artık bir üsluba sahip olamayacağıma göre, Sözcükler’in üslubunu da taşımayacak olan bir diyalog kitabıyla.

M.C.: Ancak sözünü ettiğiniz projelere daha az bağlanıyorsunuz.

J-P.S.: Daha az bağlanıyorum çünkü daha az bağlanabiliyorum. Çünkü, yetmiş yaşında, etkin biçimde yaşamak üzere bana kalan on yılın içinde, hayatımın romanını veya felsefe yapıtını üretebilmeyi umut edebilemem. Yetmiş yaşından seksen yaşına kadarki on hayat yılının ne menem bir şey olduğunu biliyoruz…

M.C.: Söz konusu olan şu halde, gözlerinizin görmeyişinden çok yaşınız mı?

J-P.S.: Yaşı bana duyumsatan şey yalnızca gözlerimin yarı körlüğü -ki bu aslında bir kaza ve başıma başka kazalar da gelebilirdi- ve de asla yadsmamayacak olan ölümün yakınlığı. Ölümü düşündüğüm için değil, hiçbir zaman düşünmüyorum onu; ama geleceğini de biliyorum.

M.C.: Daha önceden de biliyordunuz!

J-P.S.: Evet, ama hiç düşünmüyordum, gerçekten düşünmüyordum. Bir dönem, otuz yaşıma kadar, kendimi ölümsüz bile sandığımı biliyorsunuz. Ama, şimdi, asla ölümü düşünmeden, fazlasıyla ölümlü olduğumu biliyorum. Nedeni basit, hayatımın son döneminde olduğumu, dolayısıyla bazı yapıtların bana yasaklanmış olduğunu biliyorum. Zorluklarından değil, genişlikleri yüzünden, yoksa öyle sanıyorum ki hemen hemen bundan on yıl önceki zekâ düzeyimdeyim. Benim için önemli olan, yapılması gerektiği için yapılmış oların tamamlanmış olmasıdır. İyi ya da kötü, önemli değil, ama, her türlü şıkta bunu tattım. Ve sonra, on yıl daha var.

M.C.: Bana Thesee’deki Gide’i anımsatıyorsunuz: “… İşimi yaptım, yaşadım…” Yetmişaltı yaşındaydı ve aynı dinginlik, ödevin tamamlanmış olmasının verdiği aynı memnuniyet içindeydi. Aynı şeyi mi söylüyorsunuz?

J-P.S.: Tastamam öyle.

M.C.: Aynı düşüncelerle mi?

J-P.S.: Buna başka şeyler de eklemek gerekir. Ben, okumalarımı Gide’in düşündüğü gibi düşünmüyorum. Bir kitabın etkisini onun gibi düşünmüyorum. Gelecek olan toplumu onun düşünmüş olduğu gibi düşünmüyorum. Ancak, salt bireyi ele almak gerekirse, evet, bir bakıma; neyse, yapmam gereken şeyleri yapüm…

M.C.: Hayatınızdan memnun musunuz?

J-P.S.: Çok. Şansım biraz daha yaver gitseydi daha çok şeyi, daha iyi biçimde ele alabilirdim diye düşünüyorum.

M.C.: Aynı zamanda kendinizi biraz daha iyi kullanmış olsaydınız. Çünkü, sonuçta Diyalektik Aklın Eleştirisi ’ni yazarken sağlığınızla oynadınız.

J-P.S.: Sağlık ne için verilmiştir ki insana? Sağlığı yerinde olmaktansa -bunu hiç böbürlenmeden söylüyorum- Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazmak daha yeğlenesidir, uzun, sımsıkı, kendisi için önemli bir şey yazmak çok daha yeğlenesidir.

M.C.: Birkaç ay kadar önce, bana hem mizah hem de biraz melankoli taşıyan bir ifadeyle şöyle dediniz: “Aşağıya iniyorum, ben bir has been’-im” Bugün, anlaşılmamış olduğunuz duygusu taşıyor musunuz?

J-P.S.: Anlaşılmamış, hayır, eğer anlaşılmamış derken 19. yüzyıldaki kimi şair veya yazarların anlaşılmamışlıklarım anlıyorsak. Ama yeterince iyi anlaşılmadığım doğru.

M.C.: Çocukken, iki tutkunuz vardı: bir yapıt ortaya çıkarmak ve meşhur olmak. Kazandığınızı hangi andan itibaren anladınız?

J-P.S.: Kazanacağıma her zaman inandım, dolayısıyla bir başarının çok açık izlenimine hiçbir zaman sahip olmadım. Ama sonuçta, savaştan sonra, benim için başarı kazanılmıştı.

M.C.: Başka türlü dendikte, 3945 ‘te üzerinize düşüveren, o oldukça ağır saygınlık…

J-P.S.: Fazlasıyla ağır…

M.C.: Bu size zevk de verdi mi?

J-P.S.: İnanmayacaksınız ama, hayır, çünkü küfürlerden, hatta iftiralardan o denli fazla oluşmuştu ki, rahatsız ediciydi. Gerçi umut kırıcı değildi, hiçbir şekilde değildi, zira daha sonraları, bütün bunlarda keyifli bir şeyler bile buldum. Ama, ilk başlarda, bu bana en nahoş şekilde reva görüldü: nefret şeklinde.

M.C.: Nefret sizi etkiliyor mu?

J-P.S.: Hayır, artık etkilemiyor. Ama, başlarda, onunla tanışıyorduk. Hiç de tuhaf olmayan Alman işgalinin ağırlığını çekmiştim, ve çağdaşlarımda nefreti buluyordum. Bunun da garip bir etkisi oluyordu üzerimde. Ve sonra, sonuçta her şey yerli yerine oturdu. Onlar her zaman benden nefret ettiler; ama gençler benimle iyi ilişkiler içindeydi, önemli olan da buydu. 1965’e kadar. Demek istediğim o ki 68 Mayıs’ı benim dışımda oldu, yaklaşmakta olduğunu bile göremedim. Derken, 1968’den sonra, 1969’a doğru, ben onlara yaklaştım, ya da aralarından bazılarına, ve genç okurlara sahip olmaya devam ettim. Şimdiyse farklı, şimdi başka bir şey olmakta: artık piliyi pırtıyı toplamanın zamanı…

M.C.: Genç aydınların sizi daha çok okumamalarına, sizi hakkınızda-ki yanlış fikirlerle tanımalarına hayıflanıyor musunuz?…

J-P.S.: Bunun, benim açımdan hayıflanılacak bir şey olduğunu söylüyorum.

M.C.: Sizin açınızdan mı, onların açılarından mı?

J-P.S.: Doğrusunu söylemek gerekirse, onlann açısından da. Ama bunun da bir dönem olduğunu düşünüyorum.

M.C.: Sonuçta, Roland Barthes’ın, yeniden keşfedileceğinizi, ve bunun yakın bir zamanda ve doğallıkla olacağını söyleyerek yaptığı kehaneti kabul ediyor musunuz?

J-P.S.: Bunu umuyorum.

M.C.: Peki yeni kuşakların yapıtınızın hangi kısımlarına eğilmelerini temenni ederdiniz?

J-P.S.: Konıımlandırmalar (Situations), Aziz Genet, Diyalektik Aklın Eleştirisi ve Şeytan ve Yüce Tanrı. Konumlandır malar, bir bakıma felsefeye en yakın olan felsefece olmayan kısımdır: eleştiri ve politika. Bunun kalmasını ve okunmasını isterim açıkçası. Ve sonra Bu-lantı’mn da öyle. Tastamam yazınsal açıdan, yaptıklarımın en iyisi olduğunu düşünüyorum.

M.C.: 68 Mayısı’ndan sonra bana şöyle demiştiniz: “Benim bütün kitaplarım bir daha okunacak olsa, derinlerde, değişmediğim ve her zaman anarşist kaldığım farkedilir…”

J-P.S.: Bu çok doğrudur. Ve bu durum, televizyon için hazırladığım programlarda görülecek. Bununla beraber şu doğrultuda değiştim ki, Bulantı’yı yazarken öyle olduğumu bilmeksizin anarşisttim: orada yazdığım şeyin anarşist bir yorumu olabileceğinin farkında değildim, yalnızca “bulantı”nın metafizik düşüncesine, varoluşun metafizik düşüncesine olan bağı görüyordum. Daha sonra, felsefe aracılığıyla bendeki anarşist varlığı keşfettim. Ama onu bu terimle keşfetmedim, çünkü bugünkü anarşinin 1890’daki anarşiyle hiçbir ortak yanı yok.

M.C.: Gerçekten de, kendi kendinizi hiçbir zaman anarşist olarak ilan edilmiş hareket içinde görmediniz!

J-P.S.: Hiçbir zaman. Tersine, onun çok uzağındaydım. Ancak benim üstümde asla herhangi bir erk kabul etmedim, ve her zaman için anarşinin, yani erklerden arındırılmış bir toplumun gerçekleştirilmesi gerektiğini düşündüm.

M.C.: Kısacası yeni bir anarşinin, özgürleştirici bir sosyalizmin düşünürü olurdunuz. Acaba bu yüzden mi bir dostunuz size XXI. yüzyılın Marx’ı olacağınızı ifade ettiğinde pek karşı çıkmadınız?

J-P.S.: Ah, bu türden kehanetleri bilirsiniz! Her neyse, ama gelecek yüz yıl içinde de okunmayı -her ne kadar fazla emin değilsem de- dilediğime göre neden karşı çıkaydım ki? Ancak asıl dileğim, benim yaptığım çalışmayı ele alıp onu aşan bir çalışmanın yapılmasıdır.

M.C.: Her şeye rağmen kabul edin ki, her türden erki yadsısanız bile, bizzat sizin kullandığınız bir erke sahiptiniz…

J-P.S.: Sahte bir erke sahip oldum: hocaların sahip olduğu erke. Ama bir hocanın gerçek erki, örneğin sınıfta sigara içmeyi yasaklamaktan -ki ben yasaklamazdım- veya öğrencileri elemekten -ki ben hep geçer not verirdim- ibarettir. Ben bir bilgi birikimini iletmekteydim; bana göre, bu bir erk değildir, ya da o zaman nasıl eğittiğinize bağlıdır. Bost’a sorun bakın öğrencilerim üzerinde bir erk sahibi olduğumu düşünüyor muymuşum, ve acaba bir erke sahip miymişim.

M.C.: Ünün size bir erk kazandırdığını düşünmüyor musunuz?

J-P.S.: Bunu sanmıyorum. Doğrudur, belki bir polis memuru benden kimliğimi isterken daha terbiyeli davranacakür. Ama bu tür davranışlar dışında bir erke sahip olduğumu düşünemiyorum. Söylediğim doğrulardan başkaca bir erke sahip olduğumu sanmıyorum.

M.C.: Sahip olduğunuz erkin kitaplarınızla kazanmış olduğunuz manevi otoriteye bağlı olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?

J-P.S.: İyi de, bir erke sahip değilim ki ben! Anlatsanıza bakayım hangi erk var bende! Ben de tıpkı başkaları gibi bir yurttaşım…

M.C.: Herhangi bir yurttaş, örneğin, Russel Mahkemesine başkanlık yapamaz…

J-P.S.: Bunun neresi erk? Bir gün insanlar bana gelip dediler ki: “Vietnam konusunda kurulmakta olan bir mahkeme var, buna siz de katılır mısınız?” Evet dedim. “Başkam olmayı kabul eder misiniz? -Siz bunun yararlı olacağı kanısındaysanız, kabul.” O iş işte böyle oldu. Bundan sonra, bu mahkemenin çalışmalarına katılmak üzere İsveç’te, ardından Danimarka’da bulunduğumda bana başkan dediler. Ama orada bulunan delegelerin herhangi birinden daha fazla bir erkim yoktu.

M.C.: Russel Mahkemesi önünde titremediyse bile, Amerikan hükümeti açısından bu girişim, sizin ve öteki üyelerinin manevi saygınlığının suçlamalarınıza verdiği ağırlık ölçüsünde, tümüyle gözardı edemeyeceği ve dünya kamuoyunu etkileyebilecek bir gücü temsil ediyordu.

J-P.S.: Bu bizim umduğumuz şeydi. Ancak Amerikalılarla o sıralardaki ilişkilerimden kalkarak değerlendirecek olursam, ben Russel Mahkemesi’nin Birleşik Devletler hükümeti üzerinde hiçbir etki yapmadığı izlenimindeyim. Dünya kamuoyuna gelince, bunun ne menem bir şey olduğunu ben bilmiyorum… Mahkemenin vardığı sonuçların halklar tarafından benimseneceğini, yalnızca Nuremberg Mahkemesi tarafından yerleştirilmiş olan uluslararası yasallığa atıfta bulunan belli sayıdaki insanın vardıkları sonuçlar olarak kalmayacaklarım umut ediyorduk, bununsa gerçekleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla, gördüğünüz gibi, bu olayda benim erkimin nerede olduğunu ben çıkaramıyorum…

M.C.: Sonuçta, kendi etkinliğinizin boyutlarım pek iyi ölçemiyorsunuz…

J-P.S.: Bilemiyorum. Bugün için söylediğim şeylerin hâlâ bir kıymeti harbiyesi var mı, yoksa entelektüel âlemi işgal eden başka edebiyat ve felsefe akımları beni tümden maskeleyip gizlediler mi, artık pek bilmiyorum.

M.C.: Bugün genç Fransız aydınları sizden çok Deleuze veya Fouca-ult’yu okuyor olabilirler. Ne ki onlar sizden çok daha az ünlüler, ve hiç şüphesiz dış ülkelerde de sizden daha az okunmaktalar. Baader’le Almanya’daki hapisanesinde buluşmak istediğinizde, bu izin size verildi. Neden? Çünkü siz bir yıldızsınız. Alman basınının bir bölümü size sövdü. Neden? Çünkü size kulak verecek olanların çokluğundan endişe ediyot-du…

J-P.S.: Şimdilik, basının ve bana mektup yazan insanların o kutsal şiddeti dışında başkaca bir tepki olmadı. Başka türlü dendikte, Baader’i ziyaretimin başarısızlıkla sonuçlandığım düşünüyorum. Alman kamuoyu tutumunu değiştirmedi. Hatta bu, tersine, benim savunmayı savladığım davanın karşısında daha çok yer almaya itti onu.

Ben, düzenlediğim basın toplantısının başında, Baader’e yüklenen suçları savunmadığımı, yalnızca tutukluluk koşullarını dikkate aldığımı söylediysem de, gazeteciler Baader’in siyasal eylemini desteklediğim yargısına vardılar. Dolayısıyla bu girişimin bir başarısızlık olduğunu sanıyorum, ama bu da şu gerçeği değiştirmez ki, bir daha yapmam gerekseydi yine yapardım.

M.C.: İsteseniz de istemeseniz de, Sartre, herhangi bir kimse değilsiniz siz… İnsanlar Sözcükler m bitiş cümlesiyle şaşkınlığa düştüler: “Eğer erişilmeyecek kurtuluşu da ıvır zıvır odasına kaldıracak olursam, geriye ne kalır? Bütün insanlardan yapılakonmuş ve hepsine bedel ve herhangi biri de ona bedel olan, bütün bir insan.” Herhangi bir kişi olma hakkını talep etmek için, hanidir artık herhangi bir kişi olmamak gerekiyordu, insanlara göre.

J-P.S.: Bu muhteşem bir hata. Sokakta karşılaştığınız rastgele bir insana sorun bakalım ne olduğunu: o bir insandır, bütün bir insandır ve başkaca bir şey değildir, tıpkı herkes gibi.

M.C.: Muhtemelen, tastamam bir anonimlik ve kendisine dehşet veren bir yaşamın içine gömülmüştür: Ur dizenin içindeki sıradan bir sayı! Pek çok insanın endişesi de işle asıl bu anonimive bundan böyle herhangi bir kimse olmamak için ne olursa olsun yapmaya hazırlar…

J-P.S.: Ama herhangi bir kimse olmak, anonim olmak değil ki! Kasabasında, fabrikasında ya da yaşadığı büyük kentte kendisi olmak, alabildiğine kendisi, ve başkalarıyla da herhangi bir kimseyle aynı düzeyde ilişkileri olmak… Bireyin anonim olması gerektiği de nereden çıkıyor?

M.C.: Siz kendiniz de, Sartre, iinlii olmayı dilediniz!

J-P.S.: Bunu hâlâ dileyip dilemediğimi bilmiyorum. 1939 savaşından önce diliyordum, ondan sonra da, sizin de bildiğiniz gibi, eni konu şımartıldığım o birkaç yıl boyunca epey bir diledim. Ama şimdi…

M.C.: Benim de söylediğim bu: şimdi artık ünlüsünüz…

J-P.S.: Ünlüyüm, ama bunu hissetmiyorum: buradayım, sizinle laflıyorum. Pekâlâ, bu söyleşi Observateur’de yayımlanacak, ama işin derininde, beni ırgalamıyor fazla…

M.C.: Ünlü olmayı diledinizse, bu bir şekilde varolmak içindir. Geçen gün bir dostum diyordu ki, “Yeni cogito, şu: gazetede benden söz ediliyor, öyleyse varım.”

J-P.S.: Ünlü olmayı isteyen bir kişinin istediği şey bu değildir: o herşeyi ister, insanların belleğinde kendisini çoğaltıp duran keseciklerden bağımsız olarak saklanmış olmak ister. Okurları olacaktır, ama insanlar onu belleklerinde taşıdıkları için olacaktır, yoksa bunun tersi değil. Ben hiçbir zaman gazeteleri veya hakkımdaki herhangi bir yazıyı, beni ölümsüzleştirecek ve tatmin edecek şeyler olarak düşünmedim. Bu, yapıtıma, hatta daha ilk satırını bile yazmadan önce verdiğim roldü: beni ölümsüzleştirmesi gerekiyordu, çünkü o bendim. Benim kendimle uğraşabilecek benden başka kimse yoktu. Başkaları bundan karışık çıkarlar edinebilirler. Ancak aslında benim kim olduğumu, ne olduğumu ve neye yaradığımı bilebilmek için, mevcudu bulunmayan, eksiksiz bir psikanalist gerekirdi.

M.C.: Bizzat siz, Sözcüklerde, utku isteğinizin ölüm kaygısının ve aynı zamanda rastlantısallığımzın, varoluşunuzun doğrulanabilmez ne-densizliğinin verdiği duygunun bir sonucu olduğunu açıkladınız.

J-P.S.: Çok doğru. Ve bir kez utkuya erildikte, bu hiçbir şeyi değiştirmiyor: insan her zaman aynı şekilde doğrulanmamış olarak kalıyor. Ve sonra, bildiğiniz gibi, bu utku fikri de kendiliğinden gelmedi: onu ben kitaplarda buldum. Bütün ötekiler gibi bir oğlan çocuğusunuz ve ötekilerden biraz daha iyi olmak istiyorsunuz: bu bir utku gerektirmez. Utku edebiyata içkin bir fikirdir: 1910’a doğru edebiyatla tanışan bir oğlan çocuğu, kitaplarda, geçen yüzyıldan kalan ve bir emperatifler bütünü oluşturan bütün bir edebi ideoloji buluyordu, ben de buna “yapılacak edebiyat” adını veriyordum. Dolayısıyla edebiyat ve ölümün, utku ve ölümsüzlüğün kendisi için aynı şeyler olduğu, Flaubert gibi insanlarla karşılaşıyordunuz. Böylece, o yolla kaptım bu şeyi. Ve bundan kurtulabilmem için de epey uzun bir zaman gerekti.

M.C.: Peki üyelerini -teokratik veya feodal toplumlarda olduğu gibi-başlangıçta meşrıı kılmayan bir toplumda, bireysel utku isteğinin bir bakıma herkesin isteği olduğunu düşünmüyor musunuz?

J-P.S.: Bir birey, eğer onu isterse toplum tarafından meşru kılınır. Aslında, hiçbir şey tarafından meşru kılınmamıştır, ama insanların çoğu bunu görmezler. Bir anne çocukları tarafından, bir kız çocuğu annesi tarafından vb. meşru kılınmıştır. Kendi aralarında hallederler bunu…

M.C.: Hiç şüphesiz. Ama siz çocukluğunuzda kendinizi hiçbir türden meşruluk içinde hissetmediğiniz içindir ki, utkuya erişmeyi bunca güçlülükle arzuladınız ve de, böylece, utkuya erişmediniz mi?

J-P.S.: Öyle düşünüyorum. Düşünüyorum ki, insan onu isterse ünlü olur, yoksa doğuştan veriler ya da yatkınlıklarla değil. Ama bütün bunlardan ne sonuç çıkarıyorsunuz?

M.C.: Başkaları için ne olduğunuzu tasarlamakta güçlük çektiğinizi düşünüyorum. Sanırım Claııde Roy söylüyordu, “Sartre, Sartre olduğunu bilmiyor” diye.

J-P.S.: Bunu gerçekten de bilmiyorum. Ama bunu sizin de bilmediğinizi düşünüyorum.

M.C.: Ben, sizin benim için ne olduğunuzu biliyorum.

J-P.S.: Evet, ama işte siz, beni herhangi bir kimse gibi görmeyen yakın çevreden birisiniz. Ya beni tanımayan insanlar, onlar için ne olduğumu nereden bileceğim? Kendimden ve kendimce de yakalanabilen hiçbir yakalanabilir imge üretmiyorum. Gerçekten de beni gördükten sonra, “Vay canına! Çekinilecek biri değilmiş” diyen insanlar var. Demek ki, çekinilecek biri olmamı bekliyorlarmış. “Kitaplarınızı çok sevdim” diyen daha başkaları var. Ama bütün bunlar bana bir dış gövde vermiyor, benimle olan ilişkileri temsil ediyor, hepsi bu.

M.C.: Ancak, aynı zamanda, sürekli olarak kendinizi gazetede, pek yakında televizyonda, ya da size ayrılmış yapıtlarda buluyorsunuz. Kamuoyunda insanların pek çoğundan daha fazla yaygın olduğunuzu pekâlâ biliyorsunuz.

J-P.S.: Evet, hiç şüphem yok. Yine de halen artık bilemiyorum. Birkaç yıldır, artık bilmiyorum.

M.C.: Bunu hayıflanarak nıı söylüyorsunuz?

J-P.S.: Hayır, beni hiç ırgalamadığını söyleyebilirim. Çünkü dünya ve kendim üzerine yazmak istiyordum, bunu yaptım. Okunmak istiyordum, bu da oldu. Çok okunduğunuzda, ünden söz edilir. Peki, tamam, ün sahibi de oldum… Bu, çocukken düşünü kurduğum bütün bir hayattı; belli bir şekilde bunu yakaladım. Ancak bu daha başka bir şeyi temsil ediyordu, neyi olduğunu pek iyi bilmiyorum. İşte bunu, bunu elde edemedim…

Sartre Sartre’ı Anlatıyor Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi Özgün Adı: Situations X’dan alman “Autoportrait h soixante-dix ans” bölümü Çeviren: Turhan İlgaz, Kitap Editörü: Selahattin Ozpalabıyıklar , Yapı Kredi Yayınları

BEHÇET NECATİGİL: “SOĞURKEN BİR ÖLÜ, ÇOK İNCE BİR ELİ/ TUTUP ISITTINIZ MI?”

AÇIK

Geceleri korkulu yollara gittiniz mi Biz çok şeyi vakit yok, pek kısa geçiyoruz. Limanda bilinen gemiler oysa açıklardadır, Kullanırız bir sözü, ama hangi anlamda?

İnsan duyar bir yerde birdenbire uyanıp Bir elin bir ışığı neden söndürdüğünü. Yandaki odalarda her zaman hasta vardır, Sağır duvarlarda eski inilti, Şiirlere üşenmemiz bir yerde iyidir, Hiç işittiniz miydi?

Bir top çizer havada, uzunca bir eğri Ayağına, belki kader, geçmiş gün bir kadının Düşer bir karanfil.. (neyse kısa keselim) Soğurken bir ölü, çok ince bir eli Tutup ısıttınız mı?

Aşınmış tahtaları kim yeniler gelince Döner azdan başımız, sonra uzar ıssız kır. Bir bizdik san sen, oysa gelir hep biri, Kurar yeni barınak, kullanıp aynı taşları. Yani ne mi diyorum, çok kurak tarla, Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.


Behçet Necatigil Sevgilerde, S. 182 (Eylül 1964)

CEMAL SÜREYA: PERRAN KUTMAN, MÜJDAT GEZEN’İN DİŞİSİ VE AYŞEN GRUDA’NIN TEMİZİDİR

Perihan Abla

Perran Kutman, Müjdat Gezen’in dişisi ve Ayşen Gruda’nın temizidir. Ancak Müjdat Gezen’in güldürü serüveninde büyük sayılabilecek bir emek, gözlem, deney birikimi de bulunduğu halde, Perran Kutman yalnızca sahne sempatisine dayanıyor.

Hıdrellez güzeli.

Ama bohçacı kadını oynarken, onu gülsuyu propagandisti gibi canlandırıyor.

Yine de terzi kız imgesi Perran Kutman’ın yüzünde öylesine canlıdır ki, oyunculuğa gerek kalmaz. TV’nin yarattığı birçok arkadaş gibi, tiyatro değil para-tiyatro kişisidir. Rolünü, Figüran Osman’ın dişisi olan gece güzeli Ayşen Gruda’dan devralırken yapaylıktan da kurtardı.

TV’de, aynı planda, Tekin Akmansoy’un da sık sık yer aldığını gördük; Gazanfer Özcan’ın da. Nedir ki onlar daha önce kendilerini şu ya da bu biçimde kanıtlamış sanatçılar. TV’nin yerli dizilerde ünlendirdiği, kapı açtığı kişiler var; kurumun yayın politikasının ayırıcı özelliği onlarla belirleniyor.

Bunun için, yukarıdaki adları ele alırken onlardan doğruca sahne ya da perde sanatçıları olarak söz etmiyoruz; bir çeşit ekran sanatçıları olarak bakıyoruz kendilerine. Çünkü TV gerçeğinin güncel gücünü aradan çıkardığımızda, Türkiye’de güldürücüler yelpazesi bambaşka kişilerden oluşur. TV yaygın ün sağlıyor. Ama dayanıksız ünler bunlar. Küçük bir zaman kesintisi, unutulma yazgısı da demek. Hatta diyebiliriz ki, halkımızda bu tür sanatçılara karşı bir unutma açlığı da var. “Bizim Sınıf” diye bir dizi anımsıyorum. Özinel diye biri vardı.

Yüzünü üç çeşit buruşturabildin mi güldürü ustasısın. Buruşturamıyorsan daha iyi, jön’sün. Bunu da yapamıyorsan, daha da iyi, aracı olursun.

Der demez Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisi geliyor aklıma. Akpınar gerçek bir oyuncu. Alasya ise onun elinde karnından konuşarak var ettiği (hani vardır ya şovmenlerin ellerinde), Hacı Bekir’in vitrini önünde fotoğrafı çekilmiş ilkokul öğrencisi bakışlı dört yaşında bir bebek gibi.

Ne demişti Türk Fernandel’i olan o at suratlı arkadaş, (Kemal Sunal): “Çok mutluyum, Allah bana böyle bir yüz ihsan etmiş.” Belli bir fizik yapı günümüzde güldürü sanatçısını belirlemeye yetiyor. Suna Pekuysal sonunda her şeyi kambur duruşa bağlamadı mı? Adile Naşit de bir bakıma öyle değil mi? Ama Adile Naşit pekâlâ bir kraliçeyi, bir boksörü, bir cumhurbaşkanını da oynayabilir. Oynamamışsa, gerek kalmadığındandır.

Özellikle 12 Eylül’den sonra Türkiye’ye deri değiştirtmek isteyen akım, sanat hayatında bir karışıklık yaratmayı da becerdi. Kim daha değerli, ne daha iyi, belli olmamaya başladı kamuoyunun gözü önünde. Öykücüler bilirim, romancılar; öykülerinin ve romanlarının daha ilk cümlelerinde bir gün TV’ye uyarlanabilsin amacıyla kendilerine göre görsel biçimler kuruyorlar. Her şey sinopsis.

Öykücüler, romancılar öyle yapıyorlar, bir yerde görsellik adına yazının özgül olanaklarından vazgeçiyorlar da, TV ne yapıyor? O da, bu “resim altı” yapıtları, “söz üstü” fotoğraflar haline getiriyor. Süreç ve drama yok TV ürünlerinde.

Perihan Abla’yı düşünüyorum. Bir grup fotoğrafı Perihan Abla. Şakir ve bütün öbürleriyle birlikte çektirilmiş. Bir de “resim arkası” var; önemli. Orada ne yazıyorsa, banda almışlar. “Perihan Abla”, “Kuruntu Ailesi”, “Kaynanalar”, ilginç bir rastlantıyla aynı dönemde, kimi zaman yan yana gelerek TV dizisi oldu. Sivri akıllı bir gazete yönetmeni kamuoyu araştırması yaptırmış. “Perihan Abla” büyük bir çoğunlukla en sevilen yerli dizi olmuş. Öbürleri bir bakıma o soruşturmanın da sonucu devre dışı kaldılar.

“Perihan Abla” dizisi (giderek daha bir kötülemekte) niçin bu kadar ilgi gördü? Bence hemen iki noktayı belirtmek gerekir: Bir, ne olursa olsun, bir yazar var “Perihan Abla”nın temelinde. Daha doğrusu, öbür iki dizinin arkasında yazar emeği hemen hemen hiç yok. Başoyuncuların kaprisleri, “Kuruntu Ailesi”ni de, “Kaynanalar”ı da kısa metrajlı bir yapıtı sonsuz uzatmaya götürmüş gibi. Sonuçta yoğunluk kalmamış, mesaj yitmiş, her şey silikleşmiş. “Kuruntu Ailesi”nde bir çöp bidonu Gazanfer Özcan’ı 50 dakika oyaladı. Yoksa bu iki dizi de elbet, “Perihan Abla”ya göre çok yönden daha değerli yapıtlardı.

“Perihan Abla” belirsiz. Tıpkı ANAP gibi. Esnaf saçma uçlara kadar yüceltilir. Hiçbir gerçekçi yanı yok bu dizinin. Perihan Abla nedir, necidir? Şakir küçük eleman mıdır, bazı büyük giderleri hangi kaynaklarıyla gerçekleştirir? O semtte öyle hayat olur mu? Kasap neden o kadar sevimli ve zavallı? Paralar nereden geliyor?

Perran Kutman bu dizide Turgut Özal’ın ve Semra Özal’ın simgesi sanki.

“Kaynanalar”, rövanşı almak isteyen ve büyük sermayeyi yeniden temsil etmeye soyunmuş Doğru Yol Partisi yandaşlarını ve yöneticilerini akla getiriyor.

“Kuruntu Ailesi”nde elini başına koyup düşünen Gazanfer Özcan da sosyal demokratların iyi niyetlerini, cansızlıklarını, beceriksizliklerini simgelemiyor mu?

2 Ağustos 1987 Cemal Süreya 99 Yüz İzdüşümler – Söz Senaryosu, Yapı Kredi Yayınları

MASKELİ OYUNLARLA* TÖREN ALAYLARI ÜSTÜNE – FRANCIS BACON

Maskeli oyuncuların giysileri, maskelerini çıkardıkları zaman da kendilerine yakışacak türden, güzel, uygun şeyler olmalı; Türk, asker, denizci gibi beylik sahne kılıkları olmamalı; bunlarda genellikle soytarılar, satirler, şebekler, vahşiler, hokkabazlar, hayvanlar, cinler, cadılar, Habeşler, cüceler, Türkler, su perileri, köylüler, sevgi tanrıları, canlı heykeller ile benzerleri yer alagelmiştir. Melekler ise bunlar arasına konmak için yeterince gülünç değildir, öte yandan şeytanlarla devler de tiksinç oldukları için bu oyunlara pek gitmezler.

Bunlar ağırbaşlı düşünceler arasında anılamayacak havadan sudan şeylerdir, ama krallar böyle şeylerden hoşlandıklarına göre, hiç değilse bir incelik, bir güzellik verilse bunlara, gözboyayıcı bir takıp takıştırma durumundan çıkarılsalar çok daha iyi olur. Şarkı ile dansetmek, çok hoşa giden, eğlenceli bir şeydir. Ancak şarkıyı, yüksek bir yere yerleştirilmiş bir koro, telli sazlar eşliğinde söylemeli, şarkının sözleri de oyuna uygun düşmeli. Şarkılı oyun özellikle ikili gösterilerde son derece etkileyici olur; konuşma yerine şarkı söyleyerek oyun demek istiyorum, hem şarkı söyleyip hem dansetmek değil; çünkü böylesi çok bayağı, sıradan bir şey olur.

İkili oyunda karşılıklı şarkı söyleyenlerin sesleri gür, erkekçe olmalı (bir bas bir de tenor, soprano olmaz), şarkının sözleri de ağır, acıklı olmalı, hafif, duygusal şeyler olmamalı. Karşı karşıya yerleştirilmiş birkaç koronun, ilahilerdeki gibi, değişik seslerle nöbetleşe şarkıya katılmaları çok etkili olur. Dansları, çok güç ayak oyunlarına dönüştürmek çocukça bir özentidir. Benim burada saydığım şeylerin ise, genellikle insan ruhunu okşayacak şeyler olduğunu, havadan sudan, şaşırtmacalardan söz etmek istemediğimi belirtmeliyim. Sahnenin usulca, hiç gürültüsüz değiştirilmesi oyuna güzellik katan hoş bir şeydir, çünkü gözü hem doyurur, hem de hep aynı şeyi görmenin bezginliğinden kurtarır. Sahnede bol, özellikle renkli, değişik ışıklar bulunmalı, sahneden aşağı inecek maskeli ya da maskesiz oyuncular, ilkin sahnede birtakım güzel şeyler yapmalı, çünkü böyle bir şey insanın gözünü büyüleyiverir, önce pek iyi seçemediği şeyleri daha bir ilgiyle izlemesini sağlar. Şarkılar yükses sesle, canlı söylenmeli, cırlak, iniltili seslerle değil. Müzik de yüksek, tiz, uyumlu olmalı. Mum ışığında en güzel görünen renkler, beyaz, toz pembe, deniz yeşilidir. Çok bir para tutmayan yaldızlarla pullar da göz kamaştırıcı bir etki sağlar. Gösterişli nakışlar, hiç göze çarpmaz, arada kaynar gider.

Maskeli oyuncuların giysileri, maskelerini çıkardıkları zaman da kendilerine yakışacak türden, güzel, uygun şeyler olmalı; Türk, asker, denizci gibi beylik sahne kılıkları olmamalı; bunlarda genellikle soytarılar, satirler, şebekler, vahşiler, hokkabazlar, hayvanlar, cinler, cadılar, Habeşler, cüceler, Türkler, su perileri, köylüler, sevgi tanrıları, canlı heykeller ile benzerleri yer alagelmiştir. Melekler ise bunlar arasına konmak için yeterince gülünç değildir, öte yandan şeytanlarla devler de tiksinç oldukları için bu oyunlara pek gitmezler. En önemlisi, bu ön–oyunların müziğinin iç açıcı, umulmadık değişikliklerle dolu türden olmasıdır. Böyle yerlerin havası sıcak, buğulu olacağından, belli edilmeden güzel bir kokunun birden ortalığa saçılması hem büyük bir rahatlık yaratır hem de iç açar. Birini erkeklerin ötekini de kadınların oynadığı çifte maskeli oyunlar eğlenceye hem değişiklik hem de görkem katar. Ama salon temiz, derli toplu, aydınlık olmazsa bütün bunlar boşunadır.

Atlı dövüşler, mızraklı yarışlar, kılıç oyunları, çoğunlukla savaşçıları alana getiren, aslan, ayı, deve ya da buna benzer garip hayvanların koşulduğu savaş arabaları, savaşçıların ortaya çıkış düzeni, göz kamaştırıcı giyim kuşamları ya da atlarının koşumlarıyla kendi zırhlarının parıltısı dolayısıyla pek ilgi çekicidir. Ama havadan sudan konuştuğumuz yeter şimdilik.

Denemeler Francis Bacon Yapı Kredi Yayınları (2006)


* “Masques” ya da “Masks” on altıncı, on yedinci yüzyıllarda İngiliz saray çevrelerinde, soylu kişilerin konaklarında çok moda olmuş, müzikli, danslı, zengin giyimli, maskeli gösteri oyunlarıydı. Genellikle saraydan ya da soylular çevresinden kişilerin rol aldıkları bu oyunlarda, karakterle olay örgüsünden daha çok müzik öğesi ağır basardı. Başlangıçta İtalya’dan geldiği sanılan bu eğlence türü İngiltere’de gelişerek bambaşka bir nitelik kazanmış. Beaumont, Middleton, Chapman gibi yazarlar bu türde oyunlar yazmışlar, Ben Jonson da masklara ön-oyunları, Aristophanes’çi bir güldürü öğesini ekleyerek türü doruğuna çıkarmıştı.

Sir Francis Bacon (1561-1626), zenginlik ile yoksulluk, ün ile düşüş, tutarlılık ile tutarsızlık, akıl ile boş inanç arasında dalgalanan bir çağda yaşadı.Bacon’ın yetenekleri, ilgilerindeki evrensellik, düşüncesindeki esneklik, araştırıcılık, çağının pek az kişisinde vardır. Geçmiş gelenekleri ve yöntemleri tanır, çoğunu benimser, ama bununla kalmaz, o geleneklerle yöntemlerin hepsini umulmadık yeni gözlemlerle, kökten değişikliklerle aşmasını da bilir.Bacon, Denemeler’inde, değişik alanlardan edindiği gözlemler ve deneylere dayanarak kurduğu bilgelik ile “deneme”nin isim babası Montaigne’den ayrılır. O, Montaigne gibi kendi benliğini anlatmaz, yaşama uygulanabilecek bir bilgelik ortaya koyar. Bunu yaparken yarattığı zengin imgelerle bir dil ustası olduğunu da kanıtlar. Baronluğu ve Vikontluğu unutulsa da, Bacon’ın yazarlığı dört yüz yıldır hâlâ taze.

KAFKA’NIN KAFKA OLMASINI SAĞLAYAN VE “EN SEVDİĞİM ÇALIŞMAM” DEDİĞİ ÖYKÜ: “YARGI”

Kafka’nın freudyen öyküsü Franz Kafka’nın kendi kendisini yargıladığı ve ölüme mahkum ettiği otobiyografik analiz niteliğindeki ‘Yargı’ öyküsü üzerine… Kafka, 1912 sonbaharında yazdığı ‘Yargı’ öyküsünde ‘baba – oğul’ ilişkisini kendi biyografisi üzerinde işlemiş ve yansıtmıştır. Burada, okurun sabrına sığınarak, ‘baba – oğul’ ilişkisini bizzat kendisinin de vurguladığı gibi -tabii ki Freud’un etkisiyle de yazdığı- dokuz sayfalık ‘Yargı’ öyküsünde anıtsallaştırarak sergileyen Kafka’nın bu yapıtını ve bunun üzerine yapılan kimi yorumları ve analitik irdelenişleri çok kısacık anımsatmak istiyorum. Kuşkusuz bu öykü 1919 yılında yazılan ve postaya atılıp gönderilmeyen ‘Babama Mektup’ ile birlikte değerlendirildiğinde tam bir bütünlüğe ulaşabilir. Ama burada sadece ‘Yargı’ öyküsü üzerinde durmak, oldukça uzunca olan ‘Babama Mektup’u ve hiç kuşkusuz kaçınılmaz olarak da (eğer şimdiye kadar bulaşmamışlarsa) ‘Dava’yı tartışıp tartışmamayı okurun kararına bırakmak istiyorum.

Kafka’nın 20. yüzyılın başlarında gelişmeye başlayan hemen hemen tüm genç kuşak insanları gibi babasıyla hep sorunları olmuştur. Bunu otobiyografik bir dışavurumla en açık bir biçimde ‘Yargı’da anlatmış, kendisini yeniden yaratmıştır. Öykü çok kısa bir özetlemeyle belki şöyle toparlanabilir: Genç iş adamı Georg Bendemann, güzel bir ilkbahar mevsiminin bir pazar günü görece aydınlık ve insana umut veren çalışma odasına oturmuş Petersburg’da yaşayan sanal bir eski çocukluk arkadaşına mektup yazar, ve ‘oyunsu bir yavaşlıkla’ mektup kağıdını zarfa koymaya çalışır… Arkadaşı yıllar önce evinden kaçıp Rusya’ya gitmiş, bir mağazada çalışmakta, ama işleri ve diğer arkadaşlık ilişkileri pek de başarılı gitmemekte, oldukça yalnız bir yaşam sürdürmektedir… Kısaca (kaçmış ama) başarısız (da) bir yaşamı olmuştur. Kendisinin işleri ise oldukça iyi gitmektedir. İki yıl kadar önce annesini kaybetmelerinden sonra (eşinin desteğini de yitiren) babası iyice çökmüş, şimdi mağazanın oldukca karanlık ve geri plandaki bir odasında bütün gününü eski gazeteleri okumakla geçirmektedir.. Zaman zaman mağazanın işlerine katılsa da, yönetimin önemli bölümünü çoktan Georg’a devretmesi gerekimiştir. Georg da bu arada nişanlanmış, zaten mektubu da bu eski arkadaşını düğününe davet etmek için yazmıştır… Ancak bu uzaktaki arkadaşından nişanlısının bile pek haberi yoktur. Georg, yazdığı mektubu cebine sokarken, uzun koridorun sonundaki babasının karanlık odasına girmek ve bu mektuptan onu haberdar etmek gereksinmesi duyar. Babasına Petersburg’da yaşayan arkadaşına yazdığı mektubu gösterir. Babası şaşırır. Ve hatta “senin Petersburg’da arkadaşın var mıydı?” diye sorar. Georg, “evet” diye yanıtlar ve bu konuda bilgiler vermeye çalışır… Sonra da babasının yorgun göründüğünü, dinlenmeye gereksinimi olduğunu söyler… Soyunmasına yardım etmek ister… Babasını kollarına alıp yatağına taşır. Kendi elleriyle babasının üzerini örter… Yorganı omuzlarının hayli üzerine değin çeker. Ayrıca, ayaklarının bile yorganla gereği gibi örtünüp örtünmediğini kontrol eder.

‘Ben ölmüş değilim’

Ama tam da bu an’da babası birden yorganı büyük bir güçle üzerinden atar; “Üstümü örtmek istiyorsun hayırsız çocuğum, ama henüz örtülmüş (ve de ölmüş) değilim” diye bağırır… Ve dev gibi bir görünümle yattığı yerden ayağa kalkar. “Sen babanı altettiğini sanıyorsun ama …. baksana sen bana … sakın yanılmayasın ben hâlâ senden daha güçlüyüm…” der… Öfkesini ve bağırmasının sürdüren baba, oğluna “Seni şimdi suda boğularak ölmeye mahkum ediyorum”… diye kesin ‘Yargı’sını açıklar. Georg, kendisini babasının odasından kovulmuş hissedip dışar çıkar, koşarak ilerideki köprünün korkuluklarına varır, sıçrayıp arkasına geçer… Ve son sözleri olarak “sevgili anneciğim, sevgili babacığım! Doğrusu ben her zaman sizleri çok sevdim!” diyerek kendisini aşağıya suya bırakır. “O sıra köprü üzerinde yoğun bir trafik vardır…” Dostu Kurt Wolff’un söylediğine göre, “en sevdiğim çalışmam” dediği bu öyküde Kafka tam da Freud’un ‘Totem ve Tabu’sunun ilk bölümünün İmago dergisinde yayımlanmaya başladığı günlerde kendi kendisinin bir tür otopsisini (otobiyografik analizini) yapmaya, bedensel ruhsal konumunu sorgulamaya, tanımaya tanıtmaya çalışmış.. Daha somut söylersek ‘Yargı’ öyküsü Kafka’nın Kafka olmasını sağlamış. Sonra da 1919 yılında yazdığı ‘Babama Mektup’da bu durum daha da pekişmiştir. Bu öyküde oğul/Georg, olasılıkla Kafka’nın kendi çocukluk özlemlerini dile getiren uzaklara giden kendi başına bir yaşam kuran, sanal arkadaşını (hiç olmazsa mektup yazarak) anımsayıp iç döktüğü özbenliğidir. Gerçek (reel) oğul, mağazanın yönetimini eline almak üzereyken gene de içinden bir türlü atamadığı bu düşüncelerini babasına anlatmak gereksinimi duyar, düşlerinde olsun duyumsadığı ‘suçunu’ itiraf etmek, mektubu göstermek bahanesiyle odasına girer… Yorgun, halsiz ve neredeyse ölmek üzere babası onun bu tür ‘başkaldıran nitelikteki’ düşlerine bile öfkelenir… Birden ayağa kalkar, ve oğulu ölüme mahkum eder… Oğul bir an biraz itiraz edecek bir şeyler düşünür; kendisine bildirilen ‘Yargı’dan ve onun buna uygun hareket etme kararı alışından, kısası yaptığı işten orgazm olacak ölçüde haz duyarak, kendisine söylenenleri yapar. Koşarak gidip kendisini köprüden aşağıya atar… Burada babaya karşı duyulan güç/sevgi ambivalanz duyguları öfke/homoseksüel bağlantıları alacakaranlık bir ortamda çok örtük(müş gibi) olmalarına karşın olabildiğince açık sergilenir. Öykünün son cümlesi çok anlamlıdır, Georg kendisini suya atarken köprünün üzerinde yoğun bir trafiğin olduğu yazılır. (Almancası : “…ging über die Brücke ein geradezu unendlicher Verkehr” şeklindedir. ‘Verkehr’, Almancada hem iletişim, trafik hem de cinsel ilişki, haz, doyum için sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Kafka bunu (babaya karşı duyduğu homoseksüel duyguyu vurgulamak için) özellikle kullanmış… Ayrıca Max Brod’a öykü tamamlandığı, son cümlesi yazıldığı an’da yoğun bir cinsel boşalma duygusu (ejakülasyon) içinde olduğunu söylemiştir… Oğul babasını yatağa yatırıp üzerini yorganla iyice örttüğü, kapadığı an’da (bile) baba, insanüstü tanrısal bir güçle ayağa kalkabilmiş… Oğul da büyük bir çaresizlik içinde kendileri hakkında verilmiş ölüm ‘Yargı’sını (ilktoplumlara özgü bir tür ‘Voodoo ayinlerine’ benzer davranışlarla) uygulamıştır… ‘Yargı’ öyküsünün ardından Birinci Dünya Savaşının başlamasının arifesinde, 1914 yılının Temmuz ayının sonlarında (en geç) Ağustos ayının başlarında Kafka artık insanın ‘meta suçunu’, insanın ‘dünyaya geldiği an’da zaten varoluşsal suçlu olduğu konusunu tartışacağı ‘Dava’yı yazmaya başlamıştır… Bu durum yeni yüzyılın insanının otorite karşısında hiçbir itiraz etme gücünde olamayışının bir tür kanıtını (da) dile getirir.

Otobiyografik bir hesaplaşma

Öyküde babasının birden ayağa kalkması Kafka’da büyük bir suçluluk duygusu uyandırır… Nereden gelir bu suçluluk duygusu? Bilemeyiz. Günlüğünde bunun otobiyografik bir hesaplaşma olduğunu yazar… Kafka burada (belki de) kendi durumundan, babası ile olan ilişkilerinden (süper – ego karşısında duyulan varoluşsal bir suç/acı çekme ve de aynı zamanda haz duygusundan) kalkarak ‘insanlığın durumunu’ (Conditio humana’) anlatır. Freud da ileriki yıllarda sıklık, ama özellikle de 1930 yılında yazacağı ‘Kültür İçinde Huzursuzluk’ yapıtında böylesi ‘yazgısı kaçınılmaz olan suçluluk duygusunun’ altını çizer. Bu belki de Goethe’nin de vurguladığı, Prometheus’lara özgü/benzer bir suçluluk duygusudur. Ama belki de Kafka’nın inkârı çok daha ileri düzeylerdedir… Yapıtlarda kimi zaman aşılması olanaksız kapalı bir dünya gözlenmez. İnsanlar, insan olmanın aşılması zor hatta çok kez olanaksız yasallıklarını, tıkanan kanallarını aşmaya çalışırlar, içlerinde hep bir umut vardır ama sürekli olarak kapalı kapılara çarpılır. Sonunda suç ve günahın (dahi) söz konusu edilemediği, sadece ‘yoksama ve tahribin’ bulunduğu bir dünya ile karşılaşılır… Freud’un ‘inkarları kendi başkaldırısını çok aşan’ ve bir anlamda yurttaşı sayılabilen Bohemyalı, Yahudi yazar Franz Kafka’dan haberdar olmadığını düşünmek oldukça zordur, ama ne yapıtlarında ne de mektuplaşmalarında Kafka’dan söz ettiği görülmez. Bu tavır da olsa olsa ‘insanlığın durumu’ ile açıklanabilir.

Serol Teber

FOUCAULT: HAKİMİYETE VE ZORA DAYANAN HİÇBİR İLİŞKİDE SEVGİ BARINAMAZ

0

Karşılaştırmalı Olgular

Arkeolojik çözümleme söylemsel oluşumları belirginleştirir ve betimler. Bu, arkeolojik çözümlemenin söylemsel oluşumları birbirleriyle karşılaştırmak, bulundukları eşanlılık içinde birbirlerinin karşısına koymak, aynı zaman içerisinde bulunmayanlardan onları ayırdetmek, özelliğini alabildikleri şeyin içinde kendilerini kuşatan ve onlara genel eleman hizmeti gören söylemsel olmayan uygulamalarla onları ilişkiye sokmak zorunda olması demektir. Bununla birlikte, bir teorinin iç yapısını çözümleyen bilgi-kuramsal ya da «arşitektonik» betimlemelerden çok farklı olan, arkeolojik inceleme her zaman çoğul haldedir: o kayıtların bir çokluğu içinde çalışır; küçük zaman aralıklarını ve mesafeleri kateder; birliklerin yan yana dizildikleri, birbirlerinden ayrıldıkları, sınırlarını tespit ettikleri, birbirlerinin karşısında bulundukları, ve aralarındaki boşlukları gösterdikleri yerde kendi alanına sahiptir. Arkeolojik çözümleme belirli bir söylem (Deliliğin Tarihi’ndeki psikiyatrik söylem ya da Kliniğin Doğuşu’ndaki tıbbî söylem) tipine baş vurduğu zaman, bu kronolojik sınırlara kıyasla onu ortaya koymak içindir; kurumsal bir alanı, olayların, uygulamaların, siyasî kararların bir toplamını, demografik istikrarsızlıkların, yardım tekniklerinin, işçi ihtiyaçlarının, farklı işsizlik düzeylerinin, vs. belirlediği bir ekonomik süreçler zincirini, kronolojik sınırlarla ve onlarla ilişki halinde iken, betimlemek içindir de. Fakat o, (Kelimeler ve Şeyler’de olduğu gibi) bir tür tek yanlı yaklaşımla, belirli bir dönemdeki eşzamanlı hallerini biribirine kıyasladığı, ve verilmiş bir dönemde yerlerini almış bulunan başka söylem tipleriyle karşılaştırdığı pek çok ayrı pozitiflikleri de ortaya koyabilir.

Fakat bütün bu çözümlemeler genellikle yapılan çözümlemelerden çok farklıdır.

1. Kıyas söz konusu çözümlemede daima sınırlı ve yereldir. Genel biçimleri göstermeyi istemek şöyle dursun, arkeoloji tikel biçimleri belirlemeye çalışır. Genel Dilbilgisi, Zenginliklerin Çözümlenmesi ve Doğa Tarihi klâsik çağla karşılaştırıldığı zaman, bu xvıı. ve xvııı. yüzyıla genellenebilecek olan bir zihniyetin -özel olarak canlı değerle yüklenmiş, ve tuhaf bir biçimde şimdiye kadar ihmal edilmiş olan- üç belirtisini yeniden grupla-mak için değildir; bütün klâsik çağda kullanılmış olan akılsallık biçimlerini, eksik bir modelden, tekil bir alandan hareketle, yeniden kurmak için değildir; çok yakın düşündüğümüz bir kültürel görünüşün en az bilinen yanını aydınlatmak için bile değildir. xvııı. yüzyılın insanlarının genel olarak tarihle olduğundan daha çok düzenle, oluşla olduğundan daha çok tasnifle, sebeplilik mekanizmalarıyla olduğundan daha çok işaretlerle ilgilendiklerini göstermek istemedik. Söz konusu olan, aralarında belirli bir sayıda betimlenebilir ilişkiler bulunan söylemsel oluşumların iyice belirlenmiş bir birliğini ortaya koymak idi. Bu ilişkiler birbirinin sınırında olan alanlar üzerinde belirmez ve onlar gittikçe ne eşzamanlı söylemlerin bütününe, ne de genel olarak «klâsik zihin» adı verilen şeye aktarılabilir: onlar kesin bir biçimde incelenen üçlüye bölünmüşler, ve bununla özelleşmiş bulunan alanda ancak değerlidirler. Bu birbirleriyle ilişkili parçaların bütününün kendisi, ve grup halinde, başka söylem tipleriyle (bir yandan temsilin çözümlenmesi, işaretlerin genel teorisi ve «ideoloji»ile; öte yandan da matematik, cebirsel çözümleme, ve bir mathesisi gerçekleştirme girişimiyle) ilişki halinde bulunur. Doğa Tarihini, Zenginliklerin Çözümlenmesini ve Genel Dilbilgisini özel bir birlik olarak belirginleştiren, ve onlarda bir birbirleriyle ilişkili parçaların bütünlüğünü kabul etmek olanağını veren bu iç ve dış ilişkilerdir.

«Kozmolojiden, psikolojiden veya kutsal kitapla ilgili yorumdan bahsedilmemesi niye? Lavoisier’den önce kimya, veya Euler’in matematiği, ya da Vico’nun tarihi, eğer bunlar oyuna sokulsaydı, Kelimeler ve Şeyler’de bulunabilecek olan bütün çözümlemeleri geçersiz kılmaya yetili olmayacaklar mıydı? xvıu. yüzyılın yaratıcı zenginliği içinde arkeolojinin katı çerçevesi içine girmeyen birçok başka fikir yok mudur?» diyecek olanlara gelince, biliyorum, onların üretebilecekleri şeylere, haklı sabırsızlıklarına, bütün karşı-örneklere vereceğim cevap: elbette. Çözümlememin sınırlı olduğunu kabul ediyor değilim yalnızca; aynı zamanda bunu istiyorum ve bunu ona empoze de ediyorum. Benim için karşı-örnek olacak olan şey, şunu doğru olarak söylemenin olanağı olacaktır: üç özel oluşum konusunda betimlediğiniz bütün bu ilişkiler, atfetme, eklemleme, gösterme ve türetme teorilerinin birbirlerine eklemlendikleri bütün bu şebekeler, sürekli olmayan bir belirginleştirmeye ve düzenin bir sürekliliğine dayanan bütün bu taksinomi geometride, rasyonel mekanikde, mizaçlar ve nedenler psikolojisinde, kutsal tarihin eleştirisinde ve yeni kurulmuş bulunan kristal bilimde hiç değişiklik göstermeden ve aynı biçimde bulunurlar. Bu, gerçekte, bir birbirleriyle ilişkili pozitiflikler bölgesini, betimlemeyi çok istediğim halde, betimlemiş olmayacağının kanıtı olacaktır; bir dönemin ruhunu ya da bilimini -bütün girişimimin kendisine yöneldiği bu karşıyı- belirginleştirmiş olacağım. Betimlediğim ilişkiler özel bir biçimi betimlemekle ilgilidir; bunlar bir kültürün yüzünü tamlığı içinde betimleyecek işaretler değildir. Başladığım betimlemenin Weltanschauung’un dostlarında düş kırıklığı yaratmış olan betimlemeleriyle aynı tipten olmamasına özen gösteriyorum. Onun betimlemelerinde eksik, unutulmuş, hatalı olan şeyler, benim için, kesin olarak ve belirli bir yönteme göre dışarıda kalmaktadır. Bununla birlikte denebilir ki: Genel Dilbilgisini Doğa Tarihi ve Zenginliklerin Çözümlenmesi ile karşılaştırdınız. Fakat niçin aynı çağa uygulanmış olan Tarihle, kutsal kitaba ait eleştiriyle, retorikle, güzel sanatlar teorisiyle değil? Bu, bulmuş olacağınız büsbütün başka bir birbirleriyle ilişkili pozitiflikler alanı değil midir? Öyleyse betimlediğiniz alanın önceliği nedir? Öncelik, gerçekte, Genel Dilbilgisinin yeniden ele alınmasıydı, ve tarihsel disiplinlerle ve metin eleştirisiyle onun ilişkileri tanımlanmaya çalışılsaydı, büsbütün başka bir ilişkiler sisteminin ortaya çıktığı kesinlikle görülecekti; ve betimleme birincisine eklenmeyecek, ama onu belirli noktalarında geliştirecek olan parçalar arası ilişkiye sahip bir şebekeyi ortaya koyacaktı, aynı şekilde naturalistlerin taksinomisi dilbilgisi ve ekonomiyle değil de psikoloji ve patolojiyle karşılaştırılabilecekti: orada (Kelimeler ve Şeylerde çözümlenmiş olan taksinomi-dilbilgisi-ekonomi ilişkilerinin, ve Kliniğin Doğuşu’nda. incelenmiş olan taksinomi-patoloji ilişkilerinin kıyaslandığı) birbirleriyle ilişkili yeni pozitiflikler de görülecekti. Bunlar önceden tanımlanmış çok sayıda olan şebekeler değildir; sadece çözümleme denemesi onların varolup olmadıklarını, ve hangilerinin varolduğunu (yani hangilerinin betimlenmeye elverişli olduğunu) gösterebilir. Üstelik her söylemsel oluşum bu sistemlerden sadece birine ait değildir (her halde zorunlu olarak ait değildir); fakat o aynı yeri işgal etmediği ve aynı işlevi görmediği birçok ilişkiler alanma aynı zamanda girer (taksinomi-patoloji ilişkileri taksinomi-dilbilgisi ilişkileriyle aynı biçimli değildir; dilbilgisi-zenginliklerin çözümlenmesi ilişkileri dilbilgisi-metin yorumlaması ilişkileriyle aynı biçimli değildir).

Arkeolojinin kendisine başvurduğu görüş alanı o halde bir bilim alanı, bir akılsallık alanı, bir zihinsellik alanı, bir kültür alanı değildir; sınırları ve gelişme noktaları hemen tespit edilemeyen birbirleriyle ilişkili pozitifliklerin bir karışımıdır. Arkeoloji: söylemlerin çeşitliliğini ortadan kaldırmaya ve onları bir araya toplaması gereken birliği göstermeye çalışmayan, ama onların çeşitliliğini farklı biçimlerin içine dağıtmaya çalışan karşılaştırmalı bir çözümleme. Arkeolojik karşılaştırmanın birleştirici değil, çoğaltıcı bir etkisi vardır.

2. xvıı. ve xvnı. yüzyılın Genel Dilbilgisi, Doğa Tarihi ve Zenginliklerin Çözümlenmesi karşılaştırılırken, bu çağdaki, dilbilimcilerin, doğa bilimcilerinin ve ekonomi teorisyenlerinin genel olarak hangi düşüncelere sahip oldukları sorulabilir; teorilerinin çeşitliliğine rağmen onların hep birlikte üstü örtük postülatları varsaydıkları, hangi genel prensiplere belki sessiz sedasız itaat ettikleri sorulabilir; dilin çözümlenmesinin taksinomi üzerine hangi etkiyi yapmış olduğu ya da düzenli bir doğa fikrinin zenginlik teorisinde hangi rolü oynamış olduğu sorulabilir; bu farklı söylem tiplerinden her biriyle ilgili dağılma, her birine tanınmış olan prestij, onun eskiliğine (ya da tam tersine yeni tarihine) ve daha çok kesinliğine bağlı değer kazanması, iletişim kanalları ve kendileriyle bilgi alış-verişinin gerçekleştirildiği yollar aynı şekilde incelenebilir; nihayet tamamıyla geleneksel çözümlemelere katılan Rousseau’nun, bilgisini ve botanikle ilgili tecrübesini dillerin çözümlenmesine ve onların kaynaklarına hangi ölçüde aktarmış olduğu; Turgot’nun paranın çözümlenmesine ve dilin ve etimolojinin teorisine hangi genel kategorileri uygulamış olduğu; evrensel, yapma ve yetkin bir dil fikrinin Lin-ne ve Adanson gibi tasnifçiler tarafından nasıl yeniden elden geçirilmiş ve kullanılmış olduğu sorulabilir. Kısacası, bütün bu sorular meşru olacaktı (en azından onlar arasından bazıları…). Fakat ne berikiler ne de ötekiler arkeolojinin düzeyine uygundur. Arkeolojinin serbestlik kazandırmak istediği şey, ilkin -çeşitli söylemsel oluşumların devam eden özelliği ve mesafesi için oluşum kuralları düzeyinde göründükleri gibi benzerlikler farklılıklar oyunudur. Bu beş farklı işi içerir:

a) Büsbütün farklı söylemsel elemanların, benzer kurallardan hareketle nasıl oluşabildiklerini göstermek (fiil, özne, nesne, kök kavramları gibi, Genel Dilbilgisinin kavramları Doğa Tarihinin ve Ekonominin yine de çok farklı, yine de kökten ayrışık olan kavramlarıyla aynı düzenlemelerden hareketle, ifade alanı -atfetme, eklemleme, gösterme, türetme teorileri- tarafından oluşturulur); farklı oluşumlar arasındaki arkeolojik eşbiçimcilikleri göstermek.

b) Bu kuralların hangi ölçüde aynı şekilde uygulanıp uygulanmadıklarını, aynı düzen içinde sıralanıp sıralanmadıklarını, farklı söylem tipleri içinde aynı modele göre düzenlenip düzenlenmediklerini göstermek (Genel Dilbilgisi atfetme teorisini, eklemleme teorisini, gösterme teorisini ve türetme teorisini bile ard arda ve bu düzen içinde sıralar; Doğa Tarihi ve Zenginliklerin Çözümlenmesi ilk ikisini ve son ikisini yeniden gruplandırır, ama onlar onların her birini tersi bir düzenin içinde sıralar): her oluşumun arkeolojik modelini tanımlamak.

c) Birbirlerinden tamamıyla farklı (değer ve özel karakter, ya da fiat ve cinssel karakter kavramları gibi) kavramların, uygulama alanları, biçimlenme dereceleri, özellikle tarihsel doğuşları onları birbirlerine büsbütün yabancı kıldığı halde, pozitiflik sistemlerinin dallanması içinde -ki onlar demek ki bir arkeolojik izotopiyie donanmıştır- benzer bir yeri nasıl işgal ettiklerini göstermek.

d) Buna karşılık (muhtemelen bir ve aynı sözcükle gösterilmiş olan) bir ve aynı kavramın arkeolojik bakımdan birbirinden farklı iki elemanı (başlangıç ve evrim kavramlarının Genel Dilbilgisinin ve Doğa Tarihinin pozitiflik sistemi içinde ne aynı rolü, ne aynı yeri, ne de aynı oluşumu vardır) nasıl kapsayabildiğini göstermek; arkeolojik farklılıkları göstermek,

e) Nihayet, bir pozitiflikten ötekine, bağımlılık ya da tamamlayıcılık ilişkilerinin nasıl ortaya konabildiğini göstermek (böylece zenginliğin çözümlenmesine ve türlerin çözümlenmesine göre, dilin betimlenmesi, klâsik çağ boyunca, temsilin kendisini ikiye bölen, gösteren ve ortaya koyan kuruluş belirtileri teorisi olduğu ölçüde egemen bir rol oynar; arkeolojik bağıntıları göstermek.

Bütün bu betimlemelerin içindeki hiçbir şey etkiler, değiş-tokuşlar, iletilmiş haberler, iletişimler tahsis etme üzerine dayanmaz. Onları inkâr etmek, ya da herhangi bir zamanda bir betimleme konusu oluşturabildiklerini kabul etmemek de söz konusu değildir. Fakat onlara göre Ölçülü bir gerilemeyi kabul etmekten, çözümlemenin eleştiri düzeyini ayarlamaktan, onları mümkün kılan şeyi ortaya koymaktan ziyade; bir kavramın bir başka kavram üzerine yansımasının gerçekleşebildiği noktaları işaretlemek, bir yöntemler ya da teknikler transferine izin veren eşbiçimciliği tespit etmek, genelleştirmelere olanak tanıyan yakınlıkları, simetrileri veya benzerlikleri göstermek; kısacası, değiş-tokuşlar oyunu için, bir tarihsel olanaklılık koşulu olan vektörler ve farklı alıcılık (geçirilebilirlik ve geçirilemezlik) alanım betimlemek söz konusudur. Pozitifliklerarası bir görünüş, bir birbirine yakın disiplinler grubu değildir; yalnızca gözlemlenebilir bir benzerlik fenomeni değildir; şöyle ya da böyle birçok söylemin genel ilişkisi değildir yalnızca; onların iletişimlerinin ilkesidir. Rousseau ve onunla birlikte başkaları türlerin düzenlenişi ve dillerin başlangıcı üzerinde sırasıyla düşündükleri için, taksinomiyle dilbilgisi arasında ilişkiler kuruldu ve değiş-tokuşlar meydana geldi; Turgot, sonra Law ve Pettıy parayı bir simge olarak incelemek istedikleri için, ekonomi ile dil teorisi birbirine yaklaştılar ve bu eğilimlerin izi hâlâ devam ediyor dememek gerekir. Fakat daha ziyade -eğer hiç değilse arkeolojik bir betimleme yapmak isteniyorsa- bu üç pozitiflikten her biriyle ilgili düzenlemeler eserler, müellifler, bireysel varoluşlar, projeler ve girişimler düzeyinde benzer değiş-tokuşların bulunabileceği şekildedir demek gerekir.

3. Arkeoloji söylemsel ve söylemsel olmayan (kurumlar, politik, pratik olaylar ve ekonomik süreçler) oluşumlar arasındaki ilişkileri de gösterir. Bu yaklaşımların büyük kültürel süreklilikleri ortaya koymak, ya da sebeplilik mekanizmalarını ayırdet-mek gibi bir amacı yoktur. Bir ifade olguları bütününün önünde, arkeoloji bu bütünü açıklayabilen şeyi (bu dile getirme bağlamlarının araştırılmasıdır) kendi kendine sormaz; onlarda dile getirilen şeyi keşfetmeye de çalışmaz (bu bir hermenötik işidir); kendilerinden doğduğu -ve kendisine ait bulunduğu pozitifliği belirginleştiren- oluşum kurallarının söylemsel olmayan sistemlere nasıl bağlanabildiklerini belirlemeye çalışır: özel eklemleme biçimlerini tanımlamaya çalışır. Söz gelişi, xvııı. yüzyılın sonunda kurulmuş olan klinik tıp örneği belirli sayıdaki politik olayların, ekonomik fenomenlerin, ve kurumsal değişikliklerin çağdaşıdır. Bu olgularla bir hastane tıbbının örgütlenmesi arasında, en azından sezgisel yolla, bağların bulunabileceğini düşünmek kolaydır. Fakat bunun çözümlemesi nasıl yapılır? Sembolik bir ifade klinik tıbbın örgütlenmesinin, ve onunla birlikte bulunan tarihsel süreçlerin içinde, birbirlerini yansıtan ve sembolleştiren, birbirlerinin aynası ödevini gören, ve anlamlarını belirsiz bir geri gönderme oyunu içinde kazanmış olan iki eşanlı ifade görecekti: onları bir araya getirmiş olan biçimden başka hiçbir şeyi dile getirmeyen iki ifade. Böylece organik dayanışma, işlevsel bağlantı, dokusal iletişimle ilgili tıbbî fikirler -ve bedensel etkileşimler hakkındaki bir çözümlemenin lehine hastalıkların tasnif edilmesiyle ilgili ilkenin yokluğu- (hastalıkları yansıtırken onlarda da yansımak için), hâlâ feodal olan tabakalaşmaların, fonksiyonel tipten ilişkilerin, ekonomik dayanışmaların altında, bağımlılıkları ve karşılıklı ilişkileri, hayatın bir-örnekliğini, kollektiflik biçimi içinde sağlaması gereken bir toplumu ortaya koyan politik bir uygulamaya uygun düşecekti. Buna karşılık nedensel bir çözümleme, politik değişmelerin, ya da ekonomik süreçlerin bilim adamlarının bilincini -ilgilerinin ufkunu ve yönünü, değer sistemlerini, nesneleri algılama biçimlerini, rasyonelliklerinin stilini- ne ölçüde belirleyebildiklerini araştırmada ısrar edecekti; böylece, endüstri kapitalizminin işçiye olan ihtiyaçlarının sayımını yapmaya başladığı bir çağda, hastalık toplumsal bir boyut kazandı: sağlığın sürdürülmesi, iyileşme, yoksul hastalara yardım, hastalık nedenlerinin ve kaynaklarının araştırılması Devlet’in, bir yandan, masrafını karşılamak, bir yandan da, denetlemek zorunda bulunduğu kollektif bir yük olmuştur. Bundan dolayı bedenin bir çalışma aracı olarak değerlendirilmesi, tıbbı başka bilimlerin modeli üzerinde aklîleştirmek kaygısı, bir halkın sağlık düzeyini devam ettirmek için olan çabalar, tedaviye, onun etkilerinin devamına, uzun süreli fenomenlerin kaydedilmesine gösterilen dikkat birbirini izler.

Arkeoloji çözümlemesini başka bir düzeye yerleştirir: dile getirme, yansıtma, sembolleştirme fenomenleri arkeoloji için biçimsel benzerliklerin ya da anlam intikallerinin araştırılmasında yalnızca global bir okuyuşun sonuçlarıdır; nedensel ilişkilere gelince, onlar bağlamın ya da durumun ve bunların konuşan özne üzerindeki etkilerinin düzeyinde ancak gösterilebilir; söz konusu fenomenler ve nedensel ilişkiler her halükârda, kendilerinde görünür hale geldikleri pozitiflikleri ve bu pozitifliklerin kendilerine göre oluştukları kuralları belirli bir kez ancak gösterebilirler. Söylemsel bir oluşumu belirginleştiren ilişkiler alanı sembolleştirmelerin ve etkilerin kendisi yoluyla kavranabildiği, kurulabildiği ve belirlenebildiği yerdir. Arkeoloji eğer belirli bir sayıdaki uygulamalarla ilgili tıbbî söyleme yaklaşıyorsa, bu, dile getirmeden daha az «dolaysız», fakat konuşan öznelerin bilinciyle yer değiştirmiş bir nedensellik ilişkilerinden çok daha doğrudan ilişkileri keşfetmek içindir. Arkeoloji politik uygulamanın tıbbî söylemin anlamını ve biçimini nasıl belirlediğini değil de onun su yüzüne çıkma, bağlanma ve iş görme koşullarının nasıl ve hangi sıfatla parçası olduğunu göstermek ister. Bu ilişki birçok düzeyde gösterilebilir. Önce tıbbın konusunun parçalanması ve sınırlandırılması düzeyinde: bu, xvııı, yüzyılın başlangıcından beri tıbba dokusal bozukluklar veya anatomik-fizyolojik bağlantılar gibi yeni konular empoze etmiş olan politik uygulama değil elbette; fakat onun tıbbî konularla ilgili yeni gösterim alanları açmış olmasıdır (bu alanlar yönetim yoluyla kuşatılmış ve gözetim altına alınmış, belirli hayat ve duygu normlarına göre değerlendirilmiş, belgesel ve istatistik kayıt biçimlerine göre çözümlenmiş halk kitlesi tarafından kurulmuştur; onlar, özel tıbbî kontrol biçimleriyle birlikte, devrim ve Napol-yon döneminin silahlı halk kitleleri tarafından da kurulmuştur; onlar, xvııı. yüzyılın sonunda ve xıx. yüzyılın başında, dönemin ekonomik ihtiyaçlarının, ve toplumsal sınıfların karşılıklı durumunun fonksiyonu olarak, tanımlanmış olan sigorta hastanesi kurumları tarafından dahi kurulmuştur). Politik uygulamanın tıbbî söylemle olan bu ilişkisi, aynı şekilde bu söylemin sadece öncelikli değil aynı zamanda hemen hemen tekelci sahibi olan doktora verilmiş statü içinde, doktorun hastaneye yatırılmış hastaya ya da özel müşterisine sahip olabildiği kurumsal ilişki biçiminin içinde, bu bilgi için gerektirilmiş ya da izin verilmiş olan öğretim ve dağıtım biçimlerinin içinde ortaya çıkmaktadır. Nihayet bireyleri yargılamak, yönetimsel kararlar almak, bir toplumun normlarını ortaya koymak, bir başka düzenin çatışmalarım -onları «çözmek» ya da maskelemek için- dile getirmek, toplum hakkındaki çözümlemelere ve onunla ilgili uygulamalara doğal tipten modeller vermek söz konusu olduğu zaman, tıbbî söyleme verilmiş olan fonksiyonun içinde, ya da ondan elde edilen rolün içinde bu ilişki yakalanabilir. O halde verilmiş bir toplum hakkındaki politik uygulamanın tıbbî kavramları ve patolojinin teorik yapısını nasıl kurduğunu veya değiştirdiğini göstermek söz konusu değildir; fakat belirli bir nesneler alanına başvuran, kurala uygun olarak gösterilmiş belirli bir sayıdaki bireylerin elleri arasında bulunan, nihayet toplum içinde bazı işlevleri yerine getirmesi gereken uygulama olarak tıbbî söylemin, kendisinin dışında bulunan ve kendileri söylemsel doğaya ait olmayan uygulamaların üzerine nasıl eklemlendiğini göstermek söz konusudur.

Bu çözümlemede eğer, arkeoloji dile getirmenin ve yansıtmanın konusunu askıya alıyorsa, daha önceden kurulmuş olaylar ya da süreçlerle ilgili sembolik yansıma yüzeyini söylemin içinde görmekten kaçınıyorsa, bu, noktası noktasına betimlenebilecek olan ve bir buluş ile bir olayı, ya da bir kavram ile bir toplumsal yapıyı ilişkiye sokma olanağını verecek olan nedensel bir ard arda gelişi keşfetmek için değildir. Fakat öte yandan eğer o benzer bir nedensel çözümlemeyi askıda tutuyorsa, konuşan özneden dolayı zorunlu vardiyayı kullanmaktan kaçınmak istiyorsa, bu, söylemin egemen ve tek başına olan bağımsızlığını sağlamak için değil; söylemsel bir uygulamanın varoluş ve işlev alanını ortaya çıkarmak içindir. Bir başka ifadeyle, söylemler hakkındaki arkeolojik betimleme genel bir tarih boyutu içinde kendini açar; bütün bu kurumlar, ekonomik süreçler, söylemsel bir oluşumun kendileri üzerine eklemlenebileceği toplumsal ilişkiler alanını keşfetmeye çalışır; söylemin otonomisinin ve özelliğinin ona yine de bir saf ideallik ve tam tarihsel bağımsızlık statüsünü nasıl vermediğini göstermeye çalışır; onun gün yüzüne çıkarmak istediği şey, tarihin kendisinde, kendileri özgün tarihsellik tiplerine sahip olan, ve çeşitli tarihselliklerin bütün bir toplamıyla ilişki halinde bulunan, belirli söylem tiplerine yer verebildiği bu belirgin düzeydir.

Michel Foucault Bilginin Arkeolojisi Fransızca Aslından Çeviren: Veli Urhan/ Birey Yayıncılık

DOSTOYEVSKİ: KADINLARDAN HİÇ ANLAMIYORUM, HEM ANLAMAK DA İSTEMİYORUM

Anneme gelince: Kâhya tarafından ne pahasına olursa olsun okutulmak istenmiş, fakat bu duruma Tatyana Pavlovna el koymuş. Olan da Moskova’ya okumaya gidemeyen anneme olmuş. Annem on sekiz yaşına kadar Tatyana Pavlovna’nın yanında kalmış, dikiş dikmesini, hanım kızlar gibi yürümesini, kısacası Tatyana’nın terbiyesini öğrenmiş, fakat zavallı okuma yazma öğrenmemiş, kaderine hep başkaları yön vermiş. Makar İvanov ile görücü usulüyle evlenen annem, başına gelen her şeyi güzel bulan bir yapıya sahipti. Evlilik onun için güzel bir kurumdu, yaşatılması, büyüklere hayır denmemesi gerekirdi. Annemin takma adı, Tatyana Pavlovna’nın dilinde “Balık”mış. Annemin o zamanki kişiliğini gösteren bütün bu bilgileri yine de Tatyana Pavlovna’dan öğrenmiştim. Versilov, düğünden tam altı ay sonra köye gelmiş.

Şunu da eklemek istiyorum: Annemle onun arasında olup bitenlerin nasıl, ne şekilde başladığını ne öğrendim, ne de bu yolda ikna olacağım bir tahmin yürütebildim.

Geçen yıl kendisi pek saygısızca, senli benli bir hâlde, pek zekice bir tavırla bana bunları anlatırken -ama buna rağmen yine de yüzü kızarıyordu- aralarında öyle aşka benzer bir şey geçmediğini, bütün bunların öylece oluverdiğini anlatmaya ve beni buna inandırmaya çalışmıştı. Hem ben de zaten buna inanmaya hazırım, öylece oluverdiğine inanıyorum, hem de Rusçada bu “öylece” sözü öyle nefis bir sözdür ki!.. Ama bununla birlikte, bu işin aralarında nasıl başlamış olabileceğini her zaman öğrenmek istemiştim. Bana gelince, bütün bu iğrenç şeylerden tüm ömrümce tiksinmişimdir. Elbette bunu bilmek isteyişim yalnız küstahça bir merak yüzünden değil. Geçen yıla kadar annemi hemen hemen hiç tanımıyordum. Versilov’un rahatı için çocukken beni yabancı ellere vermişlerdi; bunu daha sonra anlatacağım. Bu nedenle o zaman annemin yüzünün nasıl olabileceğini bir türlü gözlerimin önünde canlandıramıyordum. Eğer güzel değilse, o zamanki Versilov gibi bir adamı nesi kendine çekebilirdi? Bu sorunun benim için büyük önemi var, çünkü onda Versilov’un en meraklı tarafı gizleniyor. İşte ben de ahlaksızca bir amaç için değil, sadece bu yüzden öğrenmek istiyorum. Bu asık suratlı kapalı adam, o sevimli saf tavrı ki, gerek duyduğu zaman kim bilir nasıl -sanki cebinden çıkarır gibi- hemen takınıveriyordu? Ancak o zamanın genç nesli üzerinde geniş ölçüde medenileştirici bir etkisi olan Anton Goremika ile Politika Saks adlı ölümsüz yapıtı henüz okuduğunu söylemişti. Belki de sadece bu Anton Goremika -Çilekeş Anton- yüzünden o zaman köye gittiğini ekliyor, hem de bunu çok ciddi söylüyordu. Peki, öyleyse bu “budala köpek yavrusu” annemle nasıl ilişki kurmuştu? Şu anda bir okuyucum olsaydı, herhâlde budalaca günahsızlığını yitirmeyerek aklının almadığı şeyler üzerinde fikir yürütmeye, karar vermeye kalkışan, bu işlere burnunu sokan çok gülünç bir delikanlıyla alay ettikleri gibi, kahkahalarla gülerek benimle dalga geçecekti. Şu bir gerçek ki, bu işlerden hâlâ anlamıyorum. Çünkü yirmi yaşındaki bir genç, nasıl hayatı tam kavrayacak kadar tecrübeli olabilir?.. Bunu, bana gülen okuruma çok iyi anlatır ve kanıtlayabilirim. Doğru, kadınlardan hiç anlamıyorum, hem anlamak da istemiyorum. Çünkü kendi kendime ömrüm boyunca onlara tükürmeye söz verdim. Ama şunu da çok iyi biliyorum ki, bazı kadınlar vardır, güzelliğiyle yahut sadece kendisinin bildiği bir şeyle hemen insanı büyüleyiverir; ama başka birisinin de neyin nesi olduğunu anlayabilmek için tam altı ay incelemek gerekir. Bu işlerden hiç anlamıyorsam da, bunun bu şekilde olduğuna inancım tam. Zaten bunun aksi olsaydı, bütün kadınları hep birden evcil hayvanlar mertebesine indirip ancak bu şekilde yanımızda tutabilirdik. Belki bunu birçokları da isterdi. Gerçi bilmem nerede bulunan o zamanki portresini görmedim ama birkaç yerden kesin olarak öğrendiğime göre, annem çok güzel denecek bir kadın değilmiş. Demek ki kendisini görür görmez âşık olmak imkânsızdı. Gönlünü eğlendirmek isteseydi, Versilov, başka birini seçebilirdi. Zaten böyle birisi varmış, bu da Anfisa Konstantinovna İpojkova adında bir odalıkmış. Hâlbuki Anton Goremika’yı düşünerek gelen bir adamın derebeylik haklarına dayanıp kölesinin de olsa evlilik haklarını çiğnemesi kendi vicdanına karşı bile ayıptı. Çünkü Versilov, birkaç ay önce, yani aradan yirmi yıl geçtiği hâlde, bu Anton Goremika üzerinde çok ciddi konuşmuştu. Öyle ama Anton’un sadece atını aşırmışlardı, buradaysa karısını! Demek ki bambaşka bir şey oldu, sonunda Damelle Sapojkova oyunu kaybetti -bence kazandı. Geçen yıl onunla konuşmaya imkân olduğu zaman birkaç defa bütün bu sorularla kendisini sıkıştırmıştım ama bütün kibarlığına, aradan da yirmi yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen elinden geldiği kadar cevap vermekten kaçınmıştı. Ama ben yine direndim. Hiç değilse her zaman benimle konuşurken takındığı o kibarlıktan gelen titiz tavrıyla, bir defa hatırlıyorum, tuhaf tuhaf mırıldandı:

“Annem, kendisini koruyabilecek bir güçten ve arkadan hep yoksundu. Onu ilk gören aşktan öte, değişik şeyler hissederdi. Ben buna acımak diyorum. Bu, uysallığı da olabilir, başka bir yönü de. Burasını kimse bilemez ama uzun zaman acırsın, öylesine acırsın ki en sonunda bağlanıverirsin… Sözün kısası, aziz dostum, bazen öyle olur ki bir daha yakanı kurtaramazsın!”

İşte bana söylediği sözler bunlardı. Gerçekten de böyle olmuşsa, kendinin söylediği gibi, onu pek de öyle “budala bir köpek yavrusu” olarak kabul edemeyeceğim. Benim için gerekli olan da zaten buydu.

Kendisinin de söylediği gibi annemle, koruyucusuz olduğundan kendisine acıdığı için ilgilenmişti. “Kölelik hukuku böyle gerektirdiği için böyle yaptım!” diyecek hâli yoktu ya. Belki incelik olsun diye uydurdu, belki de vicdanını, onurunu, kandırma yolunu seçti.

Bütün bunları, doğal olarak annemi övmek için söylemişim gibi algılandım. Aslında daha önce o zamanki halini hiç bilmediğimi anlatmıştım. Bundan başka çocukluğundan beri içinde bulunduğu, sonra da bütün hayatınca etkisi altında kaldığı o çevrenin, o değersiz inanışların yenilmez gücünü çok iyi bilirim. Buna rağmen felaket gelmiş, kapıya dayanmış. Sırası gelmişken gözlerimi düzeltmeliyim! Bulutlara doğru yükselirken her şeyden önce ileri sürülmesi gereken olayı unuttum, yani aralarındaki şey asıl yıkımla başlamış. Kısacası Sapojkova’nın “yaya” kalmasına karşın, aralarında her şey derebeyce başlamış. Bundan sonra artık bütünüyle annemin tarafını tutacağım. Belki de yapmam gereken bu idi. Şöyle, düşünüyorum da; Versilov gibi bir derebeyi annemde ne bulabilirdi? Bulsa, onu sevse bile ne konuşabilirlerdi? Feleğin çemberinden geçmiş adamların birinden zamanlar şöyle bir şey duymuştum: Bir erkekle bir kadın birleşirlerken erkek hiç konuşmadan işe girişirmiş. Bu çok hayvanca, iğrenç bir şey… Ama Versilov’un da annemle başka türlü ilişkiye girmesine zaten imkân yoktu. Ona hikâyeler anlatacak, güzel sözler söyleyecek değildi herhâlde. Zaten buna zamanları da yokmuş. Tam tersine yine kendisinin söylediğine göre -bir defa coşarak anlatmıştı- köşe bucak saklanır, birbirlerini hep merdiven başlarında bekler, oradan biri geçerse kızarmış yüzlerle lastik top gibi birer yana fırlarlarmış. Bütün derebeylik haklarına rağmen de “baskıcı derebeyi” en adi bir bulaşıkçının önünde tir tir titrermiş. Gerçi işler derebeyce başlamıştı ama gerçeğe bakıldığı zaman yine de bir şey anlaşılmıyor. Bunun tersine işler gittikçe karışıyor. Aralarındaki sevginin gelişerek git gide artmış olması da çözümü zor bir bilmece meydana çıkarıyor. Çünkü Versilov gibilerin birinci şartı, hedefe ulaşır ulaşmaz hemen bırakmaktır. Ama hiç de öyle olmamış. Sevimli bir fındıkçı köle kadınla günah işlemek -ama annem hiç de fındıkçı değildi- aşağılık “genç bir köpek yavrusu” için yalnız imkânsız değil, aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydi. Hele onun genç bir dul olmasından ötürü romantik durumunu göz önüne getirecek olursak… Ama bütün ömrünce sevmek… Sevip sevmediğini pek söyleyemem ama hayalince peşi sıra sürüklediği de inkâr edilmez.

Kendisine bir şey sormak istiyor ama bir türlü başaramıyordum. Sorum şu idi: Altı aydan beri evli olan, nikâh denilen şeyin kutsallığı hakkındaki kavramların altında tıpkı zayıf bir sinek gibi ezilen, Makar İvanoviç’i hemen hemen bir Tanrı gibi sayan bir kadın, iki haftalık kısa bir zaman içinde nasıl olmuş da böyle bir günah işlemişti? Annem suçlu bir kadın mıydı? Aksine, önceden söyleyeyim ki ondan daha temiz ruhlu olan, sonra bütün hayatınca böyle kalan bir yaratık düşünmek bile güç. Bunu kendini bilmeyerek yaptığını söyleyerek açıklamak belki de mümkün olur. Yani şimdi avukatların katilleri, suçluları savunurken iddia ettikleri anlamda değil, hayır, bunu o kuvvetli izlenimin altında yapmış olabilir, böylece kurbanın saflığı hhâlinde bu duygu onun benliğine en korkunç, en uğursuz bir şekilde hâkim olur. Kim bilir, belki de elbisesinin biçimini, Paris modasına uygun saç tuvaletini, Fransız ağzıyla Fransızca konuşmasını, org çalarak söylediği romansı ölesiye sevmiştir. O zamana kadar hiç görmediği, duymadığı bir şeyi sevmiştir. Belki de çok yakışıklı bir erkek olan Versilov’a delicesine âşık olmuştur. İşittiğime göre kölelik devrinde köle kızların, hem de en namuslularının başından böyle şeyler geçermiş. Bunu anlıyorum, bunu da sadece kölelik hukuku ile açıklayacak kimse alçaktır! Öyleyse bu genç adamın o zamana kadar temiz kalan bir yaratığı kendine çekebilecek ayartıcı bir kuvveti, hem de daha önemlisi böyle kendinden büsbütün ayrı bir cinsten, başka bir dünyadan, bambaşka bir topraktan olan bir yaratığı ayartıp böyle bir yıkıma sürükleyebilecek bir gücü vardı demek? Umarım ki annem de bütün ömrünce bunun bir yıkım olduğunu anlamıştır. Fakat yıkımın kollarına kendini atarken işin böyle biteceğini hiç düşünememişti. Yoksa kendini kim bile bile uçuruma atabilir.

***

Gereksiz sorular ve rezillikler üstünde durmak istemiyorum artık. Çünkü bunlar boşuna zamanımızı alacak yararsız şeyler. Neyse, tekrar konuya gelelim: Makar İvanoviç’ten annemi satın alan Versilov köyden çıkmış, annemi bundan sonraki bütün kaderine ortak etmişti. Versilov ne zaman uzun bir yolculuğa çıksa, annemi Tatyana Pavlovna’nın yanına bırakırmış. Moskova’da, köylerde, Rusya’nın başka kentlerinde dolaşan Versilov ile annemin hikâyesi aslında tam olarak açığa çıkmamıştır. Yalnız şunu söyleyeyim ki, annemin Makar İvanoviç’ten ayrılmasından bir yıl sonra ben dünyaya gelmişim. Benden bir yıl sonra kız kardeşim, ondan bir yıl sonra da en küçük kardeşim doğmuş. Yalnız, en küçüğümüz olan bu erkek kardeşim hastalıklı imiş ve üç dört aylıkken ölmüş. Ama ne yazık ki, annemin bütün güzelliğini almış götürmüş. Kadıncağız bundan sonra yaşlanmaya, sararıp solmaya başlamış.

Annemin her şeye rağmen Makar İvanoviç’le olan ilişkisi kesilmemiş. Versilovalar nerede yaşarlarsa yaşasınlar, birkaç yıl bir yerde kaldıkları yahut oradan başka bir yere göç ettikleri zamanlar bile, Makar İvanoviç muhakkak ailesine kendine dair bir haber yollardı. Böylece biraz resmi, hemen hemen de ciddi, garip bir ilişki kurulmuştu. Beylerin hayatında bu gibi ilişkilere biraz da komik bir şey karışacağını bilirim ama burada böyle bir şey olmamış. Mektuplar yılda, ne fazla ne eksik, iki defa gelirdi. Mektupları ben de görmüştüm; bunlarda kişiye ait şeylerden çok az söz edilirdi. Tam tersine mümkün olduğu kadar yalnız en genel olaylar, en genel duygular yazılırdı. Her şeyden önce kendi sağlığı bildirilir, sonra ötekilerin sağlıkları sorulur, sonra dilekler, parlak selamlar, hayır dualar, hepsi bu kadar. Galiba bu basmakalıp sözler söylemekten, kendi duygularından kaçınmaktan ileri gelen kibarlık, bu yöredeki âdetleri bildiğini belirtmek isteği olsa gerek. “Çok cömert, sayın eşimiz Sofya Andreyevna’ya sonsuz saygılarımı sunarım…” “Aziz çocuklarımıza sonsuza kadar devam edecek olan babalık hakkımızı helal ederiz”. Bu çocuklar çoğaldıkça hepsi adlarıyla birer birer sıralanıyordu. Ben de elbette bu aradaydım. Bununla birlikte şunu da belirteyim: Makar İvanoviç o kadar ince zekâlıydı ki hiçbir zaman “Saygıdeğer Andrey Petroviç’e “efendim” diye yazmıyordu. Gerçi her mektubunda saygı ve selamlarını bildiriyor, ondan yardım bekliyor, kendisini de Tanrı’nın kutsamasını diliyordu, Makar İvanoviç’e verilecek cevapları hemen annem verir, konusu da onunkilerin aynı olurdu.

Versilov, zamanla mektuplaşma işleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Makar İvanoviç ise Rusya’nın her tarafından, en uzak noktalardan, uzun zaman yaşadığı manastırlardan mektuplar yollardı. O artık bütün manastırları gezmeye çalışan bir yolcuydu. Yaptığı işlerden karşılık beklemez, birçok şeyi Tanrı için yapmaya çalıştığını söylerdi. Versilov’a üç yılda bir misafirliğe gelir ama geceyi, kendi evi saydığı annemin evinde geçirirdi. O öyle oturmak için kanepeler, koltuklar aramaz, paravanın arkasındaki bir yere sessizce yerleşirdi. Gariptir ki, İvanoviç burada beş gün, bir hafta, bazen de on gün kalırdı.

Makar İvanoviç soyadını çok sever, “Dolgorukiy” diye çağrılmaktan büyük mutluluk duyardı. Ona aşırı saygı duysam da, zamanla bunu bir budalalık saymaya başladım. En gülünç bulduğum tarafı ise İvanoviç’in, Dolgorukiy soyadını prenslikten gelme bir unvan saymamdı. Bu tuhaf anlayışa hâlâ güler ve şaşarım.

Bütün ailenin her zaman toplu bir hâlde bulunduğunu söylemiştim ama aralarında ben yoktum. Ben kapı dışarı edilmiş gibi bir şeydim, hemen doğar doğmaz da yabancıların güdümü altına verilmiştim. Ama bu yapılırken ayrı bir maksat güdülmüş değildi, kim bilir neden öyle oluvermişti. Annem beni doğurduğu sırada henüz gençmiş, güzelmiş. Demek ki Versilov’un ona ihtiyacı vardı, viyaklayan bir çocuksa doğal olarak her şeye engel oluyordu, yolculuklarda ise daha çok… İşte bunun için öyle olmuştu ki, çok kısa süren iki üç görüşmeyi saymayacak olursak, yirmi yaşına kadar annemi hemen hemen görmemiştim. Bu annemin duygusuzluğundan değil, Versilov’un kendisini bütün insanlardan üstün görmesinden ileri gelmiştir.

Kaynak: Delikanlı Fyodor Dostoyevski