KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI: KOLEKTİF VE AHLAKSAL BİLİNÇ TAMAMEN MEDYANIN EGEMENLİĞİNDE

Ölüler Sergisi -m Jean Baudrillard

Heidegger’e ilişkin boş tartışmanın kendine özgü bir felsefi an­lamı yoktur. Bu tartışma, yalnızca, kendine yeni bir enerji bu­lamadığından saplantılı biçimde kökenlerine, göndermelerinin katıksızlığına geri dönen ve yüzyılın başındaki ilk sahnesini bu yüzyıl sonunda acıyla yeniden yaşayan bir düşünce zayıflığının günümüzdeki belirtisi niteliğindedir.

Daha genel olarak He­idegger vakası yüzyıllık bilanço vakti geldiğinde bu toplumu saran kolektif canlanmanın belirtisidir: Faşizme, nazizme, soy­kırıma duyulan ilginin yeniden canlanışı; burada da ilk tarihsel sahneyi yeniden öğretme, kadavraları aklama ve hesapları temize çıkarma eğilimi, aynı zamanda da şiddetin kaynaklarına dönüşün sapkın büyüleyiciliği ve kötülüğün tarihsel gerçeğine ilişkin kolektif samı vardır. Geçmişten böylesine keramet umu­yorsak, bugünkü hayal gücümüz hayli zayıf, kendi durum ve düşüncemiz karşısındaki umursamazlığımız hayli büyük ol­malıdır.

Heidegger Nazi olmakla suçlanıyor; suçlanmasının ya da aklanmasının ne önemi var: Suçlayan da aklamaya çalışan da, herkes, sığ bir düşüncenin, göndermede bulundukları şeyin bile gönencini taşımayan, bunları aşma enerjisi de kalmamış, elin­de avucunda kalanları da tarihsel tetkiklerde, davalarda, şika­yetlerde ve ispatlarda çarçur eden öfkeli bir düşüncenin tu­zağına düşüyor. Üstatlarının ikircikliğine imrenen (hatta üstat -düşünürler gibi onları ayaklar altında çiğneyen) felsefenin öz­ savunması, başka bir tarih üretememiş olduğundan, va­roluşunu, hatta suçlarını kanıtlamak için geçmiş tarihi di­diklemeye mahkum, tüm bir toplumun özsavunmasıdır. Bu kanü da nesi? Politik ve tarihsel olarak bugün yok ol­duğumuzdan (bizim sorunumuz bu), 1940 ile 1945 arasında Auschwitz’te ya da Hiroşima’da öldüğümüzü kanıtlamak is­tiyoruz; bu, hiç olmazsa sağlam bir tarih. Tıpkı Ermenilerin 1917′ de katledildiklerini kanıtlamak için kendilerini tü­ketmeleri gibi. Ulaşılmaz, gereksiz; ama bir anlamda yaşamsal kanıt. Felsefe, günümüzde yok olduğu için (onun sorunu bu: Yok olma durumunda nasıl yaşanır?) Heidegger ile kesin ola­rak lekelendiğini ya da Auschwitz ile konuşma yeteneğini yi­tirdiğini kanıtlamak zorunda. Tüm bunlar ölümden sonra or­taya çıkan bir hakikate, ölümden sonra ortaya çıkan bir aklanmaya umutsuzca yapılan tarihsel bir başvurudur; ve bu tam da herhangi bir doğrulamaya varmak için yeterli hakikatin kalmadığı, tam da kuramla uygulama arasında herhangi bir ilişki kurmak için yeterli felsefenin kalmadığı, tam da olup biten konusunda herhangi bir tarihsel kanıt göstermek için ye­terli tarihin kalmadığı bir anda yapılmaktadır.

Geçmişteki trajik olaylar dahil, tüm gerçekliğimizin med­yanın dolayımından geçtiğini biraz fazlaca unutuyoruz. Bunun anlamı, bu olayları doğrulamak ya da tarihsel açıdan anlamak için çok geç olduğudur; çünkü çağımızı, bu yüzyıl sonunu özellikle niteleyen şey, bu anlaşılırlığın araçlarını yitirmiş ol­mamızdır. Tarih, tarih varken anlaşılmalıydı. Heidegger’i vakit varken ihbar etmeli ya da savunmalıydık. Bir dava ancak suçun hemen ardından gelen bir süreç olduğu zaman eğitici olabilir. Şimdi çok geç, başka bir yere aktarıldık; televizyondaki Holocauste dizisi ve hatta Shoah filmi ile iyice görüldü bu. Bu olayları elimizde olanaklar varken anlamadık. Bundan böyle de asla anlamayacağız. Artık anlaşılmayacaklar; çünkü sorumluluk, nesnel nedenler, tarihin anlamı (ya da anlamsızlığı) gibi temel kavramlar yok oldu ya da yok olmaktalar. Ahlaksal bilinç ve kolektif bilinç etkileri tamamen medyanın ege­menliğindeki etkilerdir ve bu bilinci diriltmeye çalışan sa­ğaltım hırsında bundan geriye ne kadar az bir güç kaldığını gö­rebiliriz.

Nazizmin, toplama kamplarının ve Hiroşima’nın anlaşılır olup olmadığını asla bilmeyeceğiz; artık aynı zihinsel evrende değiliz. Kurbanın ya da celladın yer değiştirebilmesi, sorumluluğun kırılmaya uğraması ve erimesi; muhteşem ara -yü­zeyimizin erdemleri bunlardır. Unutma gücümüz yok artık, bellek yitimimiz.görüntülere dair. Herkes suçlu olduğuna göre kim genel af ilan edecek? Otopsiye gelince, olayların anatomik doğruluğuna kimse inanmıyor artık: Modeller üzerinde ça­lışıyoruz.

Olaylar burada, apaçık, gözümüzün önünde olsa bile ne bir şey kanıtlayabilir ne de bir şeye inandırabilirler. Böy­lelikle, nazizm, gaz odaları vs. çözümlemek için incelene in­celene giderek daha anlaşılmaz hale geldi ve inanılmaz gelen şu soru sonunda mantıklı biçimde soruldu: “Peki aslında tüm bunlar gerçekten oldu mu?” Bu tahammül edemeyeceğimiz bir soru belki, ama ilginç olan, bu soruyu mantık olarak olanaklı kılan şeydir. Bu soruyu olanaklı kılan da olayların, dü­şüncelerin ve tarihin medya tarafından bir başka olay, düşünce ve tarihle ikame edilmesidir; bunları inceledikçe, nedenleri kavramak için ayrıntıları daha sıkı ele aldıkça, var olmaları, var olmuş olmaları o denli imkânsızlaşmaktadır. Olayları ay­dınlattıkça, belleğe kaydettikçe, bu olayların kimlikleri bile bulanıklaşır. Belleğin umursamazlığı, tarihi umursamazlık, ta­rihi nesnelleştirme çabalarına denktir. Bir gün, Heidegger diye biri var oldu mu, diye sorulacak. Faurissoncu paradoks iğrenç gelebilir (gaz odalarının var olmadığı yolundaki tarihsel iddiası iğrençtir de), ama başka bir açıdan bu paradoks, bütün bir kül­türün devinimini tam olarak yansıtır; unutmak olanaksız ol­duğundan, tek çıkışı inkarda bulan ve kökenlerinden duyduğu korkuyla büyülenmiş sanrılı bir yüzyıl sonunun çıkmazı.

Her halükârda davayı aydınlatacak tarihsel söylem kal­madığına göre, kanıt gereksizse ceza da olanaksızdır. Aus­chwitz ve soykırım onarılmaz niteliktedir. Buna eşdeğer olacak hiçbir ceza olası değildir ve cezanın gerçekdışılığı beraberinde olayların gerçekdışılığını getirir. Bizim yaşamakta olduğumuz bambaşka bir şeydir. Bütün davalar, bütün polemikler ara­cılığıyla, kolektif olarak, belli belirsiz biçimde meydana gelen şey, tarihsel evreden söylencesel bir evreye geçiştir; tüm bu olayların söylencesel ve medyatik biçimde yeniden inşasıdır. Bu söylenceye dönüştürme, bir anlamda, bizi ahlaksal açıdan temize çıkarmasa da bu kökensel suçtan hayali olarak ba­ğışlatabilecek yegâne işlemdir.

Ama bunun için, bir cinayetin bile söylence haline gelmesi için, tarihsel gerçekliğe son ve­rilmiş olması gerekir. Aksi halde faşizmi, kampları ve soy­kırımı -tüm bunlar bizim için tarihsel olarak çözümlenemez olduğundan ve böyle olmayı da sürdürdüğünden- “ilksel bir sahne” ( Freud-ç.n.) gibi sonsuza dek yinelemeye mahkum olu­ruz. Tehlikeli olan, faşist özlemler değildir; tehlikeli ve gülünç olan, herkesin, gaz odalarının gerçekliğini yadsıyanlar gibi sa­yunanların da, Heidegger’in aleyhinde olanlar gibi sa­vunucularının da, eşsüremli ve neredeyse suç ortağı oyuncuları olduğu bir geçmişin hastalıklı biçimde yeniden gündeme ge­lişidir; çağımızda eksik olan bütün hayal ‘gücünü, bugün aldatıcı olan her tür şiddet ve gerçekliği, bir tür, o dönemi ye­niden yaşama ve orada bulunmamış olmaktan duyulan derin suçluluk çırpınışı içinde o çağa doğru götüren toplu sanrıdır. Tüm bunlar, bu olayların gerçeklik düzleminde bizden kaçması karşısında umutsuz bir ani tepkinin ifadesidir. Heidegger olayı, Klaus Barbie davası vs., bu gerçeklik yitimi -oysa günümüzün gerçekliği budur- karşısındaki gülünç çırpınmalardır. Faurisson’un önermeleri, bu gerçeklik yitimini utanmazca geç­mişe taşımaktadır. “Bu var olmadı” demek, düpedüz, bir anıya sahip çıkacak kadar bile var almadığımız ve yaşadığımızı his­setmek için de elimizde artık yalnızca saım olanaklarının ol­duğu anlamına gelir.

Haşiye

Tüm bunlar gözönüne alınarak bu yüzyıl sonundan tasarruf edi­lemez miydi? 90’lı yılların peşin olarak çıkarılmasını ve doğ­rudan doğruya 1989’dan 2000 yılına geçmeyi öneriyorum. Ölü kültürüne dayalı hastalıklığıyla, bitmek bilmeyen yanıp ya­kınmaları, anma törenleri ve müzelemeleriyle bu yüzyıl sonu şimdiden bu noktaya gelmişken, bu keşmekeş içinde on yıl daha canımızı sıkmamız mı gerekiyor?

Düzeltme: Yaşasın! Tarih dirildi!

Yüzyıl sonu olayı islim üstünde! Totaliter ideolojinin el koy­masıyla bir an soluğu tıkanan tarihin; Doğu Avrupa ül­kelerindeki ablukanın kalkışıyla seyrini eskisinden de iyi bi­çimde yeniden bulduğu düşüncesi herkese bir soluk aldırdı. Tarih alanı, halkların beklenmedik devinim ve özgürlüğe su­samışlığına sonunda yeniden açıldı. Genelde yüzyıl sonlarına eşlik eden çöküntü söylencesinin tersine, bu olay, son süreçte görkemli bir kızışma, yeni bir umut ve tüm kozların yeniden ileri sürülmesini başlatmakla yükümlü gibi görünüyor.

Yakından görüldüğünde olay biraz daha gizemlidir ve kim­liği belirlenemeyen bir “tarihsel” nesne olmaya çok daha ya­kındır. Doğu Avrupa ülkelerindeki buzların çözülmesinin olağanüstü bir değişiklik olduğuna kuşku yok; ama buzlar çözül­düğünde özgürlük ne hale gelir? (Yapılamayacak tek şey, buz­ları çözülmüş bir şeyin yeniden dondurulmasıdır.) Sonucu be­lirsiz nazik bir iş. SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleri hem öz­gürlük için bir dondurucuydu, hem de bir test ve deneysel bir ortamdılar; çünkü özgürlük bu ülkelerde hapsedilmiş ve çok büyük baskılara uğramıştı. Batı, özgürlük ve insan haklarının koruyucusudur yalnızca, ya da daha doğrusu, hurdalığıdır. Doğu Avrupa evreninin ayırıcı ve olumsuz işareti aşırı-donduruculuğu ise, adet ve görüşlerin özgürleşmesi ve özgürleş­tirilmesi nedeniyle özgürlük sorunu artık ortaya bile atı­lamadığından, Batılı evrenimizin aşırı-akışkanlığı daha da sakıncalıdır.

Özgürlük sorunu sanal olarak çözümlenmiştir. Batı’da özgürlük ve özgürlük düşüncesi ölümlerin en güzeliyle ölmüştür; yakın zamandaki tüm anma törenlerinde özgürlük düşüncesinin yok olduğu iyice görüldü. Doğu’da ise özgürlük düşüncesi öldürüldü; ama bir cinayet asla kusursuz değildir. Özgürlüğün tüm göstergelerinin silinmesinin ardından yeniden diriltildiğinde, yeniden açığa çıktığında, özgürlüğün ne du­rumda olduğunu görmek deneysel açıdan çok ilginç olacaktır.

Ölüm-sonrası bir canlandırma, rehabilite etme süreciyle özgürlüğün ne hale geldiği görülecektir. Buzları çözülmüş öz­gürlük göze pek hoş gelmeyebilir de. Ya bu özgürlüğün elekt­ronik ev aletleri ve otomobil tutkusuna pazarlanmak, yani anında Batı parasına çevrilmek, yani dondurucu bir tarih so­nundan aşırı-akışkan ve dolaşıma dayalı bir tarih sonuna geç­mek gibi, üstelik açgözlü ve pornografik, tek bir acele etme ne­deni olduğu fark edilirse? çünkü Doğu Avrupa’daki bu olayların heyecan verici yanı, taze bir enerji (ve yeni pazarlar) getirerek nekahet halindeki bir demokrasinin uslu uslu to­parlandığını görmek değil; Tarih ‘in sonuna özgü iki kipliğin -toplama kamplarında donarak sona eren Tarih ile tersine, ile­tişimin bütünsel ve merkezkaç yayılmasıyla sona eren Ta­rih’in- iç içe geçtiğinin görülmesidir. Her iki durumda da nihai bir çözüm vardır; Doğu’ daki insan haklarının buzlarının çö­zülmesi, “Batı’ daki basınç dengesi yitimi”nin sosyalist eşiti olabilir: Yarım yüzyıl boyunca Doğu’da hapsedilmiş ener­jilerin Batı boşluğunda basitçe yitirilmesidir bu.

Olayların coşkusu aldatıcı olabilir: Doğu Avrupa ülkele­rindeki coşku yalnızca ideolojisizleşmenin coşkusu ise veya bütün özgürlüklerin teknik yaşam kolaylığına karşılık verilmiş olduğu liberal ülkeleri taklit etmenin bir coşkusuysa; o zaman özgürlüğün kesin olarak neye mal olduğu ve belki de asla bir ikinci kez bulunamayacağı ortaya çıkar. Tarih asla temcit pi­lavı değildir. Buna karşın, Doğu’daki bu buzların çözülmesi uzun vadede bir politik sera etkisi yaparak ve komünist bu­zulların eriyişiyle gezegen üzerindeki insan ilişkilerinde Batı kıyılarım su altında bırakacak bir ısınma yaratarak, yüksek at­mosfer tabakalarındaki karbon gazı fazlası kadar zararlı ola­bilir. Ne garip ki buzların çözülmesini politik düzlemde tüm gü­cümüzle arzularken, buzların ve buzulların iklime bağlı bu eriyişinden kesinlikle bir felaketmiş gibi korkuyoruz.

Vaktiyle SSCB altın stokunu dünya pazarına sürmüş ol~ saydı, bu pazarı tamamen istikrarsızlaştırmış olurdu. Doğu Av­rupa ülkeleri dondurarak korudukları dev özgürlük stokunu ye­niden dolaşıma sokarlarsa, özgürlüğün artık eylem olarak değil de etkileşimin sanal ve uzlaşmalı biçimi olarak, dram olarak değil de liberalizmin evrensel psiko-dramı olarak görünmesini isteyen Batılı değerlerin aşırı kırılgan metabolizması istikrar­sızlaşacaktır. Gerçek mübadele olarak, şiddetli ve etkin aş­kınlık olarak, fikir olarak ani bir özgürlük şırıngası, değerleri ılımlı bir tarzda ayarlayarak dağıtma tarzımız açısından her noktada felaket olur. Oysa Doğu ülkelerinden istediğimiz bu: Özgürlüğün maddi göstergeleri karşılığında takas edilen öz­gürlük, özgürlük görüntüsü. Birilerinin ruhlarını, diğerlerinin ise rahatlarını kaybetme tehlikesine maruz kaldıkları tamamen şeytani sözleşme. Ama belki iki taraf için de böylesi daha iyi­dir.

Maskeli toplumlar  maskelerini çı­kardı. Yüzleri neye benziyor? Biz maske çıkaralı çok zaman oldu, artık ne maskemiz var ne de yüzümüz. Belleğimiz de yok. Suyun içinde iz bırakmayan belleği arıyoruz; yani mo­leküllerin izleri kaybolmuşsa da hâlâ bir şey kaldığına ina­nıyoruz. Özgürlüğümüz de bu durumda: Herhangi bir gös­tergesini üretmekte hayli güçlük çekmekteyiz; yoğunluğu son derece azaltılmış (programlanabilir, işlemsel) bir ortamda, artık ancak suya ait olan bir belleğin içinde yalnızca hayaleti gezinen özgürlüğün son derece küçük, ele gelmeyen, bu­lunamayan varoluşunu talep etme durumundayız.

Batı’da özgürlüğün kaynağı öylesine kurumuş ki (Fransız Devrimi’ni anma töreni buna örnektir), her şeyi, sonunda açı­lan ve keşfedilen Doğu Avrupa’nın maden kaynaklarından ummamız gerekiyor. Ama bu özgürlük stoku bir kez serbest bı­rakıldığında (Özgürlük düşüncesi doğal bir kaynak kadar az bulunur hale gelmiş olduğundan), arkasından, bütün pazarlarda görülen dev bir yapay mübadele enerjisi ve ardından da di­feransiyel enerji ve değerlerin hızla çöküşünden başka ne ge­lebilir?

Glastnost ne anlama geliyor? Hızlandırılmış ve elden düşme tüm modernlik göstergelerinin (Özgün modernlik ver­siyonumuzun postmodern bir yeni yapımı bu neredeyse) -olumlu olumsuz, iç içe geçmiş tüm göstergelerin; yani yalnızca insan haklarının değil, düzenin serbestleştirilmesinden bu yana SSCB’ de coşkulu bir artma gösteren cinayetlerin, felaketlerin, kazaların da – şeffaf biçimde geriye dönüşü. Hatta şimdiye dek sansüre uğramış olup, diğer her şey gibi yeniden ortaya çıkışını kutlayan pornografi ve dünyadışı yaratıkların yeniden keşfedilmesi de bunlara dahildir. Buzların topyekun çözülmesinde deneysel olan budur: Cinayetlerin, nükleer ya da doğal fe­laketlerin, bastırılmış olan her şeyin (din ve moda da dahil el­bette) insan haklarının bir parçası olduğunu görüyoruz; de­mokrasiye ilişkin iyi bir temel ders bu. çünkü burada, bir tür ideal samı ve bastırılmış olanın dönüşü içinde, Batı “kül­tür “ünde en kötü, en sıradan ve en cılkı çıkmış ne varsa dahil olmak üzere, bizi biz yapan her şeyin, insanlığın sözde ev­rensel tüm amblemlerinin yeniden ortaya çıktığını ve bundan böyle ülkeler arası sınırların artık gereksiz kaldığını görüyoruz. Yani bu kültür için, bir hakikat zamanıdır bu; tıpkı bütün dün­yadaki yaban kültürlerle bir yüzleşme zamanı olduğu gibi (bu işten Batı’nın başarıyla sıyrıldığı söylenemez). Olaylar öyle ironik ki Doğu Avrupa ülkelerinin tamamen unutulacağı bir gün, Stalinizmin tarihsel anısını biz kurtarmak zorunda ka­lacağız belki de. Tarihin devinimini dondurmuş bu despotun anısını bizim dondurarak korumamız gerekecektir; çünkü bu buzçağı da evrensel mirasın bir parçasıdır.

Bu olaylar bir başka açıdan da dikkat çekicidir. Tarihin sonuna erdemli bir şekilde düşman olanların, bu güncel gelişmeler içinde, tarihin yalnızca (yine doğrusal bir tarih fantezisinin bir parçası olan) sonuna doğru değil, geri dönüş ve sistemli silinişe doğru girdiği dönemeci görmeleri gerekir. Bütün XX. yüzyılı silmekteyiz. Soğuk savaşın tüm göstergelerini, hatta belki İkinci Dünya Savaşı’nın tüm göstergelerini ve XX. yüzyılın politik ya da ideolojik tüm devrimlerinin göstergelerini de tek tek sil­mekteyiz. Almanya’nın yeniden birleşmesi ve daha birçok şeyin kaçınılmazlığı tarihin öne doğru bir atılımı anlamına gel­mez; tüm XX. yüzyıl, yüzyıl sonunun rahat rahat on yılını ala­cak şekilde geriye doğru yeniden yazılmaktadır. Bu gidişle ya­kında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ‘na geri gelmiş olacağız. Bu yüzyıl sonundan bekleyeceğimiz aydınlanma ve tarihin sonuna ilişkin tartışmalı formülün asıl anlamı da budur belki.

Bir çeşit heyecanlı yas faaliyeti içinde bu yüzyıla dam­gasını vuran tüm olayları örtmekle, yüzyılı aklamak ıçı meş­gulüz; sanki bu süre içinde olup biten her şey -devrimler, dün­yanın paylaşılması, soykırım, devletin şiddetle uluslar ötesine geçişi, nükleer gerilim-, kısacası tarihin modern evresi, çıkışsız bir açmazdan başka bir şey değilmiş ve sanki herkes ta­rihi yaparken duyduğu heyecanla bu tarihi bozmaya koyulmuş gibidir. Eski sınırların, eski farkların, özelliklerin, dinlerin ona­rımı, gerilemesi, rehabilitasyonu ve canlanması; gelenekler dü­zeyinde bile pişmanlık. Bir yüzyıldan bu yana elde edilmiş öz­gürleşme göstergelerinin tümü güç kaybediyor sanki ve sonunda birer birer yitip gidecekler belki de: Dev boyutlu bir revizyonizm süreci içindeyiz; ideolojik bir revizyon değil, ta­rihin revizyonu bu ve -belki yeni bin yıl ile birlikte her şeye yeniden sıfırdan başlamanın gizli umudu içinde- bu revizyonu yüzyılın sonundan önce yapabilmek için acelemiz var gibi.

Her şeyi ilk haline getirebilir miyiz? Ama hangi zamandan önceki haline getireceğiz; XX. yüzyıldan önceki haline mi, Fransız Devrimi’nden önceki haline mi? Bu dağılıp yok olma ve te­mizleme bizi nereye kadar götürebilir? Tarih yapımı değil de, neredeyse viral ve salgınlı bir biçim alan toptan bir tarih yı­kımı söz konusu olduğundan, her şey (Doğu’daki olayların gös­terdiği gibi) çok çok hızlı gelişebilir. Eskiden ileri sürmüş ol­duğumuz gibi sonuçta 2000 yılı gerçekleşmeyecek bile belki; çünkü tarihin eğrisi bu zaman ufkunu bundan böyle hiç aşamayacak kadar ters yöne katlanmış olacak; hepsi bu. Tarih, be­lirsizce sonuna yaklaşan, ama bu sonla asla buluşamayan ve sonuç olarak bu sondan ters yönde uzaklaşan asimptotik bir yö­rünge haline geliyor.

Kötülüğün Şeffaflığı Ayrıntı Yayınları, İkinci Basım-1998, Fransızca’dan çeviren: Işık Ergüden

YERLİLER VE ZENCİLER GİBİ, KADIN DA İKİNCİ SINIF VATANDAŞ – EDUARDO GALEANO

“Herkes çalıyor. Ben çalıyorum ve benden çalıyorlar.”

Yerliler ve zenciler gibi, kadın da ikinci sınıf vatandaş ama bir tehdit unsuru. “Erkeğin kötülüğü kadının iyiliğinden daha üstündür,” diye uyarıyor Kilise (42, 14). Erkekleri tutsak eden ve kaybeden deniz kızlarının şarkılarına dikkat etmesi gerektiğini Odisseas da iyi biliyordu. Silahlar ve söz üzerindeki erkek tekelini haklı göstermeyen kültürel gelenek yok, tıpkı kadının hor görülmesini ya da bir tehlike olarak ihbar edilmesini sürdürmeyen popüler gelenek olmadığı gibi.

Nesilden nesle aktarılan atasözleri kadın ve yalanın aynı gün doğduğunu, kadının sözünün zerre değer taşımadığım öğretiyor ve Latin Amerika köylü mitolojisinde geceleri gelip geçenlerin yolunu gözleyen korkunç ruhlar, kötü ışıklar neredeyse daima intikam peşinde koşan kadın hayaletleri. İster uyanık olsun ister uykuda, zevkin ve iktidarın yasak topraklarına yönelik olası bir kadın işgali karşısında erkek paniğe kapılıyor; asırlardan beri bu böyle devam ediyor.

Cadı avlarının kurbanlarının, üstelik sadece Engizisyon döneminde de değil, hep kadınlar olması boşuna değil. Şeytan tarafından ele geçirilenler: Kasılmalar ve ulumalar belki de orgazmın işaretiydi; bu da yetmezmiş gibi bir de çoklu orgazmlar var. Bunca yasak ateşi ancak ateş yüzünden cezalandırılmış olan Şeytan açıklayabilirdi. Tanrı, ateşli günahkar kadınların canlı canlı ateşte yakılmalarım emrediyordu. Kadın zevki karşısında kıskançlık ve korku yeni bir şey değildi. En eski, en evrensel, farklı zaman ve yerden birçok kültürün ortak efsanelerinden biri dişli vajina, ağız gibi dişlerle dolu kadın cinsel organı, erkek etiyle beslenen doymak bilmez pirana ağzıdır. Ve bugünün dünyasında, bu yüzyıl sonunda, klitorisi sünnet edilmiş yüz yirmi milyon kadın var.

Kötü davranış şüphesi uyandırmayan kadın yok. Bolero şarkılarına göre bütün kadınlar nankör; tangolara göreyse hepsi fahişe (anne hariç). Dünyanın güneyindeki ülkelerde yaşayan her üç kadından biri, evlilik hayatının rutin bir parçası olarak, yapmış olduğu ya da yapabileceği şeylerden ötürü dayak yiyor:

“Biz uykudayız,” diyor Montevideo’nun Casavelle mahallesinden bir işçi kadın. “Prensin biri seni öpüp uyandırıyor. Uyandığında ise pataklıyor.”

Bir diğeriyse:

“Bende annemin korkusu var, annemdeyse anneannemin korkusu varmış.”

Mülkiyet hakkının teyitleri: Mülkiyet sahibi erkek, kadının üzerindeki mülkiyet hakkını döverek kanıtlıyor, tıpkı çocukları üzerindeki mülkiyet hakkını onları döverek kanıtlayan kadın ve erkek gibi.

Peki ya tecavüzler? Onlar da söz konusu hakkın şiddet vasıtasıyla kullanımı değil mi? Tecavüzcünün zevk aradığı ya da zevke ulaştığı falan yok: O boyun eğdirmeye ihtiyaç duyuyor. Tecavüz bir mülkiyet damgası kurbanının kalçasına kızgın demirle dağlıyor ve dünya var olduğundan beri ok, kılıç, top, tüfek, füze ve diğer ereksiyonlarla ifade edilegelen kudretin erkek cinsel organıyla özdeşliğinin en kaba ifade biçimi. Birleşik Devletler’de her altı dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Meksika’daysa her dokuz dakikada bir. Bir Meksikalı kadın şöyle diyor:

“Daha sonra adamların sana hoşuna gitti mi diye sormasının dışında, tecavüze uğramakla bir kamyonun çarpması arasında bir fark yok.”

İstatistikler sadece karakola bildirilen tecavüz vakalarım kaydediyor ki Latin Amerika’da bunlar her zaman için gerçekleşen tecavüz vakalarının küçük bir kısmı. Çoğu zaman, tecavüze uğrayanlar korkularından seslerim çıkaramıyor. Evlerinde tecavüze uğrayan çok sayıdaki genç kızın sonu sokak köşelerinde dikilmek oluyor: Ucuz bedenler piyasa yapıyor ve bunların bazıları, sokak çocukları gibi, asfaltı kendilerine yuva ediniyor. Rio de Janeiro sokaklarında Tanrı’nın inayetiyle büyüyen on dört yaşındaki Lelia şöyle diyor:

“Herkes çalıyor. Ben çalıyorum ve benden çalıyorlar.”

Eski Ahit’e göre Havva’nın kızları ilahi suçun cezasını çekmeye devam ediyorlardı.

Zina yapanlar, büyücüler ve evlenene kadar bekaretini korumayanlar taşlanarak ölebiliyorlardı;

din adamlarının kızı olup da fahişelik yapanlar odun ateşini boyluyorlardı;

ve ilahi yasa, kendisi ya da kocasını koruma maksadıyla bile olsa, bir erkeği teslislerinden yakalayan kadının elinin kesilmesini emrediyordu.

Erkek çocuk doğuran kadın kırk gün boyunca kirli kabul ediliyordu. Eğer doğan bebek kızsa bu süre seksen güne çıkıyordu.

Regl olan kadının yedi gün, yedi gece boyunca kirli kabul ediliyor ve bu kirlilik, ona ya da onun oturduğu iskemleye ya da onun uyuduğu yatağa dokunan herkese geçiyordu.

Eduardo Galeano Kaynak: Kadınlar*

*Farklı coğrafyalardan, ahir zamanlardan, yakın geçmişten, her yaştan, her sınıftan kadınlar… Kimi büyük kimi küçük eylemlerle, kimi konuşarak kimi yalnızca susarak, yaparak ya da yapmayarak tarihin akışını değiştirmiş kadınlar… Engizisyona, senatoya, kiliseye, sömürgecilere, faşizme direnen kadınlar… Dans eden, seven, sevişen, ağlayan ve gülen kadınlar… Eduardo Galeano yine dünyanın bütün köşelerini dolaşarak, kadınlar şahsında bir insanlık tarihine davet ediyor okuru. Yalnızca tekerrürden ibaret olmayan, çomak da sokulabilen bir insanlık tarihine… Her satırıyla etkileyen, öfkelendiren ve umut veren bir derleme. Galeano ölümünden sonra da “dünyanın vicdanı” olmaya devam ediyor.

AVRUPA EVRENSELCİLİĞİ: GÜNÜMÜZÜN EVRENSELCİLİK SİYASETİ – IMMANUEL WAILLERSTEIN

Dünya gazetelerinin manşetleri tanıdık terimlerle dolu: El-Kaide, Irak, Kosova, Ruanda, gulag, küreselleşme ve terörizm. Bu terimler okuyucuların aklına çarçabuk bazı fikirler getirir ve bunlar, siyasi liderlerimiz ve dünya sahnesindeki yorumcular tarafından bizler için belli bir kalıba sokularak takdim edilir. Birçokları için günümüzdeki dünya, iyilik güçleri ile şer güçleri arasında gerçekleşen bir mücadeleden oluşur. Ve hepimiz iyilik güçlerinin tarafında olmayı isteriz. Şer güçleri ile savaşmanın belli başlı politikalarının önemini münakaşa ederken, onlarla savaşmamız gerektiğinden asla bir şüphe duymayız ve genellikle de şer güçlerinin kimde ve nede somutlaştığı konusunda pek bir tereddütümüz yoktur.

Pan-Avrupa dünyası liderlerinin -sadece onlar olmasa da özellikle Birleşik Devletler ve Büyük Britanya- büyük medyanın ve kurucu entellektüellerin retoriği, politikalarının temel meşrulaştırma aracı olarak evrenselciliğe yapılan referanslarla doludur. Özellikle de “ötekilerle” ilgili politikaları üzerine konuştuklarında bu durum çok daha açıktır. Sözkonusu ötekiler, Avrupa dışındaki ülkeler, yoksul halklar ve “az gelişmiş” uluslardan oluşmaktadır. Konuşmanın tonu çoğu zaman ne hak edildiğini vurgulayan, sert ve küstahça bir tonda iken; politikalar her zaman evrensel değerleri ve doğruları yansıtıcı olarak takdim edilir. Bu şekilde evrenselciliğe başvurmanın üç temel değişik türü vardır. Birincisi, Pan-Avrupa dünyası liderlerinin kabul ettiği politikalar, “insan haklarının” korunması ve “demokrasi” olarak adlandırılan şeyin geliştirilmesi içindir. İkincisi, uygarlıklar çatışması jargonu içinde dile getirilir. Buna göre, “Batı” uygarlığı evrensel değerlere ve doğrulara dayanan tek uygarlık olduğu için “öteki” uygarlıklardan daima üstün olarak varsayılır. Ve üçüncüsü, devletlerin neo-liberal ekonominin yasalarını kabul etmek ve uygulamak dışında “hiç bir alternatiflerinin olmadığı” gibi piyasanın güya bilimsel doğruları iddiasına dayanmaktadır. George W. Bush ya da Tony Blair’in bir demecini (ve aslında seleflerinin demeçlerini) veya bir sürü danışmanlarından herhangi birinin son yıllarda verdikleri bir demeci okuduğunuzda, bu üç temanın sürekli olarak tekrar edildiğini göreceksiniz. Ne var ki bunlar yeni temalar değillerdir. Bu kitapta göstermeye çalışacağım gibi, bu temalar bilakis, en az onaltıncı yüzyıldan beri modern dünya-sistemi tarihi içerisinden gelişe gelen ve muktedirlerin temel retoriğini oluşturan çok eski temalardır. Bu retoriğin bir tarihi vardır. Ve bu retoriğe karşı çıkışın da bir tarihi vardır. Sonuç olarak tartışma daima, evrenselcilikle kastettiğimiz şeyin etrafında dönüp dolaşır. Burada, muktedirlerin evrenselciliğinin taraflı ve tahrif edilmiş bir evrenselcilik olduğunu göstermeye çalışacağım. Modern-dünya sisteminin baskın kesiminin çıkarlarını korumak için Pan-Avrupa liderleri ve entelektüelleri tarafından ileri sürülen bu evrenselciliği, “Avrupa evrenselciliği” olarak adlandırıyorum. Ayrıca, bunun yerine “evrensel evrenselcilik” olarak tanımladığım sahih bir evrenselciliğe doğru ilerlemenin yollarını tartışacağım.

Avrupa evrenselciliği ve evrensel evrenselcilik arasındaki mücadele, çağdaş dünyanın esas ideolojik mücadelesini oluşturur ve bu mücadelenin sonucu, önümüzdeki yirmibeş ile elli yıllık süreçte içine gireceğimiz gelecekteki dünya-sisteminin nasıl kurulacağını belirleyecek temel bir faktör olacaktır. Taraf tutmayı reddedemeyiz. Ve dünya çapında ileri sürülen her tikelci fikre eşit geçerlilik addedeceğimiz süper tikelci bir duruş içine çekilemeyiz. Zira süper tikelcilik, eşitlikçi ve demokratik olmayan dünya-sistemlerini sürdürmeye çalışan günümüz muktedirlerine ve Avrupa evrenselciliği güçlerine, gizliden gizliye teslim olmaktan başka bir şey değildir. Mevcut dünya-sistemine gerçek bir alternatif oluşturacaksak eğer, evrensel evrenselciliği ilan edecek ve kurumsallaştıracak olan yöntemi bulmak zorundayız. Bu evrenselcilik ulaşılması olası olan, fakat kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak gerçekleşmeyecek bir evrenselciliktir.

İnsan hakları ve demokrasi kavramları, evrensel değerlere ve hakikatlere dayandığı için üstün olan Batı uygarlığı ve “piyasaya” boyun eğmenin kaçınılmazlığı; bütün bunlar, bizlere doğruluğundan kuşku duyulmaz fikirler olarak sunulmaktadır. Fakat hiç de ileri sürüldüğü gibi aşikâr fikirler değillerdir. Ölçülü bir şekilde değerlendirebilmek ve küçük bir azınlıktan ziyade herkesin kullanımına sunmak için, dikkatli bir şekilde analiz edilmesi ve zararlı ile özsel olmayan parametrelerden arındırılması gereken karmaşık fikirlerdir. Bu fikirlerin nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla ortaya atıldığını anlamak, bu değerlendirme görevinin gerekli bir parçasıdır. Bu kitap, böylesi bir göreve katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Immanuel Waillerstein Avrupa Evrenselciliği/İktidarın Retoriği Türkçesi: Sinan Önal-Aram Yayıncılık

NÖROBİLİMCİLERDEN MUTLULUĞU YAKALAMAK İÇİN 8 ÖNEMLİ İPUCU

1. “Teşekkür ederim” demeyi öğrenin Teşekkür ettiğimizde, kendimizi yaşamın olumlu yönlerine odaklarız. Hoş anılar, serotonin üretimini tetikler. Bu teknik genellikle depresyon tedavisinde kullanılır.

2. Sorunları birer birer çözün Beynimiz bizi endişelendiren her soruna çözüm aramayı asla bırakmaz. Bu çok fazla enerji gerektirir. Bu yüzden beyin yorulursa ve problem çözülmezse daha fazla endişe hissederiz. Bu nedenle, bir seferde bir problemle başa çıkmak için gerçekten faydalıdır.

3. Pes etmeyin ve sorunları konuşun Sorunları sürekli içinize atarak çözüm yolları aramayın. Bu durum sizi bir süre sonra savunmasız bırakır ve çözüm aramaktan vazgeçersiniz. Sıkıntılarınız hakkında ne zaman konuşursanız, beyniniz serotonin üretimini tetikler. Hatta durum içinde bulunduğunuz durumun olumlu yanlarını görmenizi de sağlar.

4. Dokun ve kucakla İnsanlar için sosyal etkileşim gerçekten önemlidir. Fiziksel destek, iyileşme sürecini hızlandırabilir . Eğer fiziksel teması hayatınızdan çıkarırsanız beyin yokluğu zamanla fark eder. Bu, ruh halinizi etkileyen süreçleri tetikler ve depresyonun gelişimine katkıda bulunur.

5. Öğren, öğren ve tekrar öğren Beyin için yeni bilgi edinme, değişen çevreye kalıcı adaptasyon anlamına gelir. Bu süreç sayesinde beynimiz, sevinç hormonu olan dopamin ile kendini ödüllendirir. Mutlu olmak istiyorsanız, yeni şeyler denemek, çevrenizi değiştirmek, yeni şeyler öğrenmek için korkmayın.

6. Spor yapın Fiziksel aktivite vücut için kısa süreli stres oluşturur. Stres biter bitmez, vücudunuz bir ödül alır; hipofiz bezi tarafından salınan bir endorfin dozu… Etkisi, ağrıyı azaltan ve ruh halini yükselten uyarıcılara benzer. Bu sonuca ulaşmak için maraton koşmanız gerekmez. Sıradan bir yürüyüş bile harikalar yaratabilir.

7. Uykunuz için gerekli şartları oluşturun Karanlıkta uyurken, vücudumuz melatonin hormonunu salgılar. Bu hormon, vücuttaki tüm süreçleri yavaşlatır ve hipotalamustaki serotonin düzeyini iyileştirmeye yardımcı olur . Eğer beyin aydınlatmada bir değişiklik tespit ederse, vücudu hızla uyandırmak için stres hormonunun salınmasını tetikler. Bu nedenle, günde 6-8 saat ve sadece karanlık ortamlarda uyumak önemlidir.

8. Hoş beklentiler ile meşgul olun Özellikle zamanın geçmediğini düşündüğünüz zamanlarda yüksek olmayan hoş beklentiler içine girin. Bu durumda her dakika biraz daha heyecan verici olacaktır. Yemek saatini, doğum günü ya da düğün buluşmalarını beklemek ve ya uzun bir çalışma gününün sonunu hayal etmek size keyif verir.

Mutlu Olmak Hala Mümkün Mü, Mutluluğun Sırrı Nedir? – Bertrand Russel

METİN ALTIOK: İNSAN KİRLENMESİ ÇİFT YÖNLÜ, BİR BÖLÜMÜ TOPLUMSALSA, DİĞER BÖLÜMÜ BİREYSELDİR

Sonsuzca çeşitlenen bir olanaklar yumağı olarak bütün verimini -olanca cömertliğiyle sunan yaşam, insan için en değerli ödüldür. Doğumla başlayan yaşam, doğal bir sonuç olan ölüme kadar; insanı duygusal ve düşünsel planda durmadan devindiren bir dinamo görevi yapar. Yaşam kutsaldır. Ne var ki bu kutsallık yaşamın insanla bütünleşmesiyle anlam kazanır. İnsanın dışındaki canlılar yaşamın zenginliğidir; ama insan yaşamın anlamı demektir. Çünkü insansız bir yaşam ölçütsüz kalır ve hiçleşir. Öyleyse insanla yaşam bir bütünün ayrılmaz iki öğesi gibidir.

İşte bu bütünün içinde geleceğe dönük açılımlı bir edimsellik yürürlüktedir. Bu edimselliğin ibresi ise iyiye ve güzele dönüktür. Evet, her şey insan içindir, insanla değer bulur ve insanla çiçeklenir. Kültür tarihi bunun en güzel örneğidir.

Her şeyin insan için olması, insanla değerlenmesi dediğimiz süreçte, kişiye bir “kendini ödeme” yükümlülüğü getirir. Yaşamın verimliliğinden yararlanan insan bunun karşılığını vermek zorundadır. Gerçi bu zorunluluğun bir yaptırım’ yoktur ama bir insanlık gereği olarak çıkar karşımıza. insanın kendini ödeme zorunluluğu, sadece yaşama değil içinde yaşadığı topluma karşı da bir yükümlülüktür. İnsan tarihsel süreç içinde yaşadığının bedelini ödemeyi öğrendikten sonra gerçek insan olmuştur. Bu bedel ise bir insani değer olan “üretim”le ödenir ancak. İster maddi, ister manevi olsun, “kültür” insanın kendini ödemede bulduğu en geçerli yol olmuştur. Çünkü kültür bir ürün olarak yaşama eklenmiş insan demektir. Kültür insanın yaşamla ödeşmesidir.

İşte insanın yaşam içindeki bu konumu ve bu konumdaki edimselliği onun öz değerlerinin belkemiğini oluşturur. Salt almaya yani tüketmeye koşullanmış insan; kendi varlık nedenine yabancılaşmış, tarihsel sürecinden kopmuş, deyim yerindeyse şarampole yuvarlanmıştır. Böyle bir insan yaşam için olduğu kadar, toplum için de marazi bir yaratığa dönüşür. Kültür temeli zayıf olan ve kendi varlık nedenini sorgulamaktan -uzak, küçültülmüş ve her bakımdan yoksullaştırılmış ülkemiz insanı için böyle bir tehlike gündemdedir, Her insanın bu tehlike karşısında kendini dürüst olarak sorgulaması gereği vardır.

Bundan önce ‘İnsan kirlenmesi” yazımda bu konuya toplumsal düzen açısından eğilmiş ve insan için tezgahlanan olumsuzlukları dile getirmiş tim. Bu yazıda ise söz konusu kirlenmenin insan boyutu üzerinde durmayı amaçlıyorum. Çünkü insan kirlenmesi ya da insan aşınması adını ne koyarsanız koyun, bu çift yönlü bir sorundur. Bu sorunu doğuran nedenlerin bir bölümü toplumsalsa, diğer bölümü bireyseldir. Hatta bireysel olanları belki daha da önemlidir. Çünkü insan bu nedenleri ortadan kaldırdığı oranda toplumsal olumsuzluklara direnebilir. Bu bakımdan insanın kendini diri tutması çok önemlidir. İnsan kirlenmesinin toplumsal ve bireysel nedenleri sonuç olarak her ne kadar birbirini doğurursa da, bunlara karşı ayrı ayrı savaş vermek daha uygun düşer. Bir yerden başlamak bakımından önceliği bireysel nedenlere vermek akılcı olacaktır kanısındayım.

Şunu hemen belirteyim ki birey açısından, insanın kendine yabancılaşmasının en etkin panzehiri, elden geldiğince üretken olmanın yanı sıra “okumak”ur. Aslına bakarsanız okumak da bir çeşit duygu ve düşünce üretimidir. Özellikle edebiyat okumak, insanın duygu ve düşünce yapısını berkiterek her türlü yabancılaşmaya karşı bir kalkan oluşturur. Çünkü edebiyat, insanların duygu dünyalarını duygudaşlık yoluyla bileştirerek, evrensel konumda insanı insana bağlayan bir etkinliktir. Ayrıca bu etkinlik binlerce yıllık bir yaşam birikimini de kendinde taşır. insanın altmış yıllık ortalama ömrünün, insan insana eklenmedikçe hiçbir anlam ifade etmeyeceği düşünülecek olursa, edebiyatın bütünleştirici etkinliği daha bir önem kazanır. Öyleyse toplum olarak bir okuma seferberliği başlamanın tam sırasıdır diyorum.

Metin Altıok Kendini Ödemek 11 Temmuz 1993 Aydınlık

STEFAN ZWEIG: BÜTÜN HAYATIM SENİ BEKLEMEKTEN BAŞKA NEYDİ Kİ!

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU SON Ve öyle sanıyorum ki, beni ölüm döşeğimden çağıracak olsaydın da, kendimde yataktan kalkıp seninle gitme gücünü bulurdum.

İki ay boyunca her gün kendi kendime soruyordum… ama hayır, beklenti ve umutsuzluk dolu bu cehennem azabını sana anlatmanın bir anlamı yoktu. Seni suçlamıyorum, seni sen olduğun gibi seviyorum, sıcakkanlı ve unutkan, özverili ve sadakatsiz, seni öylece her zaman ki hâlinle ve şimdi de olduğun gibi seviyorum. Döneli çok olmuştu, bunu aydınlanmış pencerelerinden anlamıştım ve bana hiç yazmamıştın. Şu son saatlerimde elimde senden tek bir satır bile yok, hayatımı vermiş olduğum insandan tek bir satırcık. Bekledim, çaresiz kalmış bir kadın gibi bekledim. Ama sen beni aramadın, bana tek bir satır bile yazmadın… bir tek satırcık…

Evladım dün öldü. O, senin de çocuğundu. Evet, senin de çocuğundu, sevgilim, o üç geceden birinin çocuğuydu, sana yemin ederim, ölümün gölgesinde olan biri artık yalan söylemez. O, bizim çocuğumuzdu, sana yemin ederim, çünkü kendimi sana teslim ettiğim o saatlerden çocuğumun bedenimden çıkarıldığı saate kadar geçen zaman içinde bana hiçbir erkeğin eli değmedi. Senin dokunuşunla kendimi kutsanmış sayıyordum: benim her şeyim olan sana ve hayatıma öylesine tesadüfen uğrayıp geçen diğer erkeklere nasıl olurda kendimi eşit biçimde paylaştırabilirdim? O, bizim çocuğumuzdu, sevgilim, benim aklı başında aşkımın ve de senin düşüncesiz, savurgan, neredeyse bilincinde olamadığın sevecenliğinin çocuğuydu, o bizim çocuğumuzdu, bizim oğlumuzdu, bizim tek çocuğumuzdu. Ama şimdi soruyorsundur, belki ürkmüş olarak, belki de öylesine şaşkınlıkla, evet soruyorsundur şimdi, sevgilim, geçen onca uzun yıllar boyunca bu çocuğu senden neden gizlediğimi ve ondan neden ilk kez bugün bahsettiğimi soruyorsundur; o burada karanlığın içinde uyurken, artık ebedî bir uykuya dalmışken, artık gitmeye ve bir daha asla geri dönmemeye hazırken, bir daha asla! Ama bunu sana nasıl söyleyebilirdim ki? Benim gibi yabancıya, o üç gecede olabilecek her şeye hazır olan gönüllü kadına, karşı koymaksızın, hatta gönül rızasıyla gelen, sıradan bir karşılaşma esnasındaki adsız kadına asla inanmazdın; sadakat nedir bilmeyen senin gibi birine sadık kaldığıma da asla inanmazdın ve bu çocuğu kuşku duymaksızın kendi çocuğun olarak asla kabul etmezdin! Şayet söylediklerim sende böyle bir ihtimali aklına getirecek olsaydı da, hâli vakti yerindeki sana o yabancı saatlerden olma bir çocuğu zorla kabul ettirmeye çalışıyormuşum kuşkusundan asla kurtulamazdın. Bana hep kuşkuyla bakacaktın, seninle aramızda güvensizlik yaratan ve ortalıkta öylece uçuşan ürkek bir gölge var olacaktı. Ben, böyle bir şey olsun istemedim. Bunun dışında da, seni iyi tanıyorum. Belki de senin kendini tanımadığın kadar iyi tanıyorum ve biliyorum ki, aşkta tasasızlığı, kolaycılığı, oyunsu davranmayı seven senin gibi birine, birdenbire baba olmak ve bir kaderin sorumluluğunu yüklemek utandırıcı gelecekti. Sen, ancak özgürken nefes alabilen birisin, benimle birlikte kendini bir biçimde eli kolu bağlı hissederdin. Benden, evet, bundan eminim, kendi sağlam iradene karşı çıkarak benden bu eli kolu bağlılık nedeniyle nefret ederdin. Belki sadece birkaç saatliğine veya sadece geçici birkaç dakikalığına, seni usandırıp nefret etmene neden olurdum. Oysa ben gururuma sahip çıkıp beni bütün hayatın boyunca hiçbir kaygıya yer vermeksizin hatırlamalıydın. Sana yük olmaktansa, her şeyi kendim üstlenmek ve hayatına girmiş bütün kadınlar arasında hep sevgiyle, hep şükranla hatırladığın biricik kadın olmak istiyordum. Ya sen, elbette beni hiç düşünmedin, beni tamamen unuttun.

Seni suçlamıyorum sevgilim, hayır, seni suçlamıyorum. Bağışla beni lütfen, şayet kalemimin mürekkebine bazen bir damla acı karışıyorsa, bağışla beni, çünkü evladım, bizim çocuğumuz hemen şuracıkta, titreyen mumların altında ölü yatıyor. Tanrı’ya karşı yumruklarımı sıktım ve ona katil ilan ettim, duygularım bulanık ve darmadağın. Serzenişim için affet, ne olur bağışla! Senin iyi bir insan olduğunu, yüreğinin derinliklerinde hep yardıma hazır olduğunu, herkese yardım elini uzattığını, sana çok yabancı birinin ricasını bile kıramadığını biliyorum. Ama çok tuhaf bir iyilik anlayışın var: herkese açık, isteyenin avuçlarına sığdırabileceği kadarını alabileceği, büyük, hem de sonsuz büyüklükte bir iyilik, fakat aynı zamanda da, affına sığınarak söylüyorum, üşengeç bir iyilik. Uyarılmayı istiyor, ulaşılmayı bekliyor. Sen, ancak yardıma çağrıldığında, senden rica edildiğinde yardım ediyorsun, hoşlandığın için değil de, utancından ve zayıflığından ötürü yardım ediyorsun. Sen, müsaadenle açıkça söylemeliyim ki, darda olan ve istirap çeken insanı mutlu olana tercih etmiyorsun. Ve senin gibi insanlardan, hatta aralarından en iyilerinden bile ricada bulunmak güçtür. Bir defasında, henüz çocuktum, kapıdaki gözetleme deliğinden zilini çalmış olan bir dilenciye para verdiğini görmüştüm. Ona alelacele, hatta fazlasıyla verdin, dilenci daha senden istemeye başlamadan sen açıkça görülen bir korku ve telaşla uzattın parayı, bir an önce çekip gitsin diye böyle yaptın, sanki onun gözlerine bakmaktan korkuyor gibiydin. Senin bu tedirgin, ürkek, teşekkürden kaçan yardım etme tarzını hiçbir zaman unutmadım. Ve bu nedenle de, hiçbir zaman senin yardımına başvurmadım. Hiç kuşkusuz, biliyorum, o zamanlar çocuğun senden olduğuna emin olmasan da benim yanımda olurdun. Beni teselli eder, para verirdin, hem de fazlasıyla, ama bunu hep seni rahatsız eden şeyi kendinden bir an önce uzaklaştırmanın saklı sabırsızlığıyla yapardın, hatta beni çocuğu aldırmam için de ikna ederdin diye düşünüyorum. Ve işte en korktuğum şey de buydu, çünkü senin arzuladığın bir şeyi yerine getirmek, ona karşı çıkmamak için neler yapmazdım ki! Ama o çocuk benim için her şey demekti, çünkü o sendendi ve ikinci bir Sen’di, ama artık Sen değil; o mutlu, o tasasız, elimde tutmayı başaramadığım Sen değil, aksine, o zaman böyle düşünüyordum, ebedîyete kadar bana verilmiş olan Sen’di, bedenime hapsolmuş hayatıma sımsıkı bağlanmıştı. Şimdi nihayet seni elime geçirmiştim. Seni, hayatının damarlarımda geliştiğini hissedebiliyordum, seni besleyebiliyor, su içirebiliyor, ruhumda yakıcı bir arzu uyandığında seni okşayıp öpebiliyordum. Şimdi anlıyor musun sevgilim, senden bir çocuğum olacağını anladığımda işte bunun için çok mutlu olmuştum, bunu o yüzden senden gizlemiştim: çünkü şimdi artık benden kaçamazdın.

Kuşkusuz, sevgilim, bu yaşadıklarım, sadece düşüncelerimde önceden hissettiğim mutluluk içinde geçen aylar değil , aynı zamanda korku ve acılarla dolu, insanların iğrençliklerine tiksinti duyduğum aylardı. Yaşadıklarım hiç de kolay şeyler değildi. Hamileliğim son aylarında akrabalarımın dikkatini çekmeyeyim ve aileme haber vermesinler diye artık işe de gidemiyordum. Annemden para almak istemiyordum, bu yüzden doğuma kadar geçen dönemde elimdeki üç beş takıyı satarak kıt kanaat geçinmeye çalıştım. Doğumdan bir hafta önce bir çamaşırcı kadın dolaptaki son birkaç kuruşumu da çaldı, bu nedenle sıradan bir devlet doğumevine gitmek zorunda kaldım. Sadece en yoksulların, toplum dışına itilmiş ve unutulmuşların çaresiz kaldıklarında gittikleri o yerde, işte orada, sefaletin tam ortasında, çocuğum, senin çocuğun doğdu. Orası ölüme terk edilen bir yerdi: yabancı, yabancı, yabancıydı her şey, bizler, orada yatan herkes birbirimize yabancıydık, yapayalnız ve her birimiz birilerine karşı nefret doluyduk; hepimizi sefalet ve aynı acılar o karanlık, kloroform ve kan kokan, bağırtılar ve inlemelerle tıka basa doldurulmuş salona sürüklemişti. Yoksulluğun aşağılanması amacıyla, ruhsal ve bedensel utanç olarak katlanabilecek her şeyin acısını orada çekmek zorunda kaldım, hem de fahişelerin ve hastaların kader ortaklığını bir bayağılıkta birleştirerek, genç erkek doktorların yüzlerindeki ironik ifadeyle gülümsemeleri ve savunmasız kadınların üstlerindeki örtüleri sıyırıp sözüm ona bilimsel bir tavırla ellemeleri, hastabakıcıların açgözlülükleri altında oldu bütün bunlar, ah, orada bakışlarla insanın utanma duygusu çarmıha gerilirken, sözcüklerle de kırbaçtan geçiriliyordu. Böyle bir yerde sadece üzerinde adının yazılı olduğu levhada varsın sen, çünkü yatakta uzanan, meraklıların dokunduğu sadece titreyen bir et parçasıdır, bakma ve inceleme faaliyetinin bir nesnesidir. Ah, sevgiyle bekleyen kocalarına evlerinde çocuklar armağan eden kadınlar, yalnız başına, savunmasız, bir deneme masası üzerinde çocuk doğurmanın ne demek olduğunu nereden bilsinler ki!

Ve bugün bile bir kitapta cehennem sözcüğünü okuduğum zaman, irademe hâkim olamadan, anında içinde acılar içinde kıvrandığım, tika basa doldurulmuş, kokuların yükseldiği, inleme, kahkaha ve kanlı çığlıkların yükseldiği o salonu, o utanç mezbahası aklıma gelir.

Bağışla, bağışla beni, bunlardan bahsettiğim için. Ama sadece bir defa bunu dile getireceğim, bir daha asla, asla yapmayacağım. Bu konuda on bir yıldır hep sustum ve pek yakında da sonsuza kadar susmuş olacağım; ama bir defa olsun bunu haykırmak zorundaydım; bütün mutluluğum olan ve şimdi şuracıkta artık nefes almadan yatan çocuğum için ödemek zorunda kaldığım bedeli bir defa olsun haykırmak. Çoktan unutmuştum o anları, çocuğumun gülüşü, sesi ve yaşadığım mutluluk sayesinde çoktandır unutmuştum o saatleri; ama şimdi, o öldüğü için, acım tekrar canlandı ve ben onu haykırarak ruhumdan çıkarmak zorundaydım, bu bir defa, sadece bu bir defa için. Ama sen değilsin suçladığım, sadece Tanrı’yı, sadece bu acıyı anlamsız hâle getiren Tanrı’yı suçluyorum. Seni suçlamıyorum, sana yemin ederim ki, öfkelendiğim anlarda bile sana karşı asla isyan etmedim. Bedenimin sancılar içinde kıvranıp asistan öğrencilerin tırmalayan bakışları altında utançtan kavrulduğunda, hatta acının ruhumu paramparça ettiği anda bile seni Tanrı’ya şikâyet etmedim; birlikte geçirdiğimiz o gecelerden dolayı asla pişmanlık duymadım, sana olan aşkımı asla ayıplamadım, seni hep sevdim ve benimle karşılaştığın o anı hep kutsadım. Ve bir defa daha o saatlerin cehenneminden geçmek zorunda kalsaydım ve öncesinde de beni neyin beklediğini bilseydim, yaptıklarımın hepsini tekrar yapardım, sevgilim, bir defa daha, binlerce defa yapardım.

Evladımız dün öldü ve sen onu asla tanımadin. Hiçbir zaman, tesadüfen gerçekleşen kısacık karşılaşmalarda bile bu çiçek gibi açan, küçücük canlı, senden bir parça olan, öylesine yanından gelip geçerken bile hiçbir zaman dikkatini çekmedi. Bu çocuğu doğurur doğurmaz kendimi senden uzun süre sakladım; sana duyduğum özlem artık daha az acıtır olmuştu, evet, sanırım seni eskisinden daha düşük bir tutkuyla seviyordum, bu çocuk bana armağan edildiğinden bu yana, en azından aşkım yüzünden o kadar çok acı çekmiyordum. Kendimi seninle onun arasında pay etmek istemiyordum; bu nedenle kendimi sana, beni hiçe sayarak yaşayan o mutlu erkeğe değil, aksine bana ihtiyacı olan, beslemek zorunda olduğum, öpüp kucaklayabildiğim bu çocuğa adadım. Sana bağımlı olma saplantımdan, kötü kaderimden kurtulmuş gibiydim, bunu farklı Sen sayesinde gerçekte bana ait olan Sen sayesinde başarmıştım. Artık nadiren, hem de çok nadiren duygularıma kapılıp sadece öylesine evine yaklaşıyordum. Sadece tek bir şeyi yapmaya devam ediyordum: yaş günlerinde sana hiç aksatmadan bir demet beyaz gül yolluyordum, hem de o ilk aşk gecemizden sonra bana hediye ettiklerinin aynısından. Geçen on, on bir yıl boyunca bu gülleri kimin gönderebileceğini kendine sorduğun oldu mu hiç? Bir zamanlar bu güllerden armağan etmiş olduğun kadın hiç aklına geldi mi? Bunu bilmiyorum ve buna vereceğin cevabını da hiç bilmeyeceğim. O gülleri karanlığın içinden sana uzatmak ve yılda bir defa da olsa o saatlere ait anıları tazelemek benim için yeterliydi.

Sen bizim zavallı çocuğumuzu hiçbir zaman tanımadın. Onu senden sakladığım için de, bugün kendimi suçluyorum, çünkü onu severdin. O zavallı çocuğu hiç tanımadın, gözkapaklarını hafifçe açıp, sonra da o koyu renkli, akıllı bakışlı gözleriyle gülümsediğini hiç görmedin, o senin gözlerinle! Benim üzerime, hatta bütün dünyaya neşeli ve aydınlık ışıklar saçar gibiydi. Ah, öyle neşeli, öyle sevimliydi ki! Senin varlığının bütün hafifliği onda çocukça bir hâl almıştı, pratik ve dinamik hayal gücün onda yeniden doğmuştu. Senin hayatla oynadığın gibi, o da saatlerce âşık olmuşçasına her şeyle oynuyor ve hemen ardından kaşlarını çatıp bütün ciddiyetiyle kitaplarınin başına geçebiliyordu. Günler geçtikçe daha çok Sen oldu; çok geçmeden onun kişiliğinde de, o sana özgü olan ciddiyet ve oyun ikilemi gözle görülebilir biçimde gelişmeye başladı ve sana benzerliği arttıkça da onu daha çok sevdim. Dersleri çok başarılıydı, küçük bir saksağan gibi Fransızca gevezelik edebiliyordu, sınıfın en temiz defterleri onunkilerdi ve siyah kadife kıyafeti veya o minicik beyaz denizci ceketi üzerindeyken ne kadar da hoş ve şık görünüyordu. Nereye giderse gitsin, herkesin içinde hep en şık oydu; Grado’da birlikte sahile indiğimizde, kadınlar durup onun uzun sarışın saçlarını okşarlardı, Semmering’de kızakla kaydığında herkes hayranlıkla dönüp ona bakardı. İşte bu kadar hoş, zarif ve cana yakın bir çocuktu: geçen yıl Theresianum’un yatılı bölümünde okula başladığında, üniformasını ve küçük kılıcını on sekizinci yüzyılda kralın himayesindeki bir soylu genç gibi taşıyordu. Şu an ise, şuracıkta morarmış dudaklarıyla ve birbirine kavuşturulmuş elleriyle yatarken üstünde küçücük geceliğinden başka bir şey yok.

Ama sen şimdi haklı olarak bana, bu çocuğu nasıl böyle lüks içinde büyütebildiğimi, ona seçkinlerin dünyasının ferah ve neşeli hayatını nasıl sağlayabildiğimi soruyorsundur. Sevgilim, sana karanlıkların içinden sesleniyorum; utanç duymuyorum, bunu sana açıkça söylemek istiyorum, ama sakın korkma, sevgilim, kendimi sattım. Tam olarak sokak kızı veya fahişe diye adlandırılan kadınlardan olmadım, ama kendimi sattım. Zengin erkek arkadaşlarım, zengin sevgililerim oldu; önce ben onları aradım, daha sonra da onlar beni arar hâle geldiler, çünkü çok güzeldim. Bilmem sen bunun farkına vardın mı hiç? Kendimi verdiğim her erkek bana bağlanıyordu, hepsi de bana teşekkür ettiler, bana bağlandılar, beni sevdiler, sadece sen, evet sevgilim, sadece sen beni sevmedin!

Kendimi sattığımı itiraf ettiğim için şimdi benden nefret mi ediyorsun? Hayır, biliyorum, benden nefret etmiyorsun, biliyorum, her şeyi anlıyorsun ve bunu yalnız senin için, senin öteki Ben’in için, senin çocuğun için yapmış olduğumu da anlıyorsundur. Bir zamanlar o doğumevinin o hasta koğuşunda yoksulluğun dehşetini iliklerime kadar yaşadım. Bu dünyada yoksul olanın hep itilen kakılan, aşağılanan, kurban edilen insan olduğunu biliyordum ve senin çocuğunun, senin o aydınlık yüzlü, güzel çocuğunun alt tabaka ortamlarında, pis ve sıradan sokaklarda, bir apartmanın arka avlusundaki bir odasının kirli havasında büyümesini istemiyordum, hem de ne pahasına olursa olsun. O zarif ağzı sokakların sefalet diline, o bembeyaz bedeni yoksulluğun alelade çamaşırlarına bulaşmamalıydı. Senin çocuğun her şeye sahip olmalıydı, yeryüzünün bütün zenginliklerine ve rahatlıklarına kavuşmalıydı ve böylece tekrar sana, hayatın sana ait olan bölümüne yükselebilmeliydi.

İşte bu yüzden, sadece bu yüzden, sevgilim, kendimi sattım. Bu, benim için bir fedakârlık değildi, çünkü herkesin onur ve namussuzluk diye adlandırdığı şey, benim için anlamsızdı; sen beni sevmiyordun, bedenimin ait olduğu tek insan sendin, onun dışında bedenime ne olacağı artık umurumda bile değildi. Erkeklerin sevip okşamaları, hatta en içten tutkuları bile iç dünyamın derinliklerini etkilemiyordu; gerçi aralarından bazılarına çok saygı duydum ve kendi kaderimi göz önüne getirerek onlarin karşılık görmeyen sevgilerine duyduğum üzüntü nedeniyle de çoğunlukla sarsıldım. Tanıdığım erkeklerin hepsi bana iyi davrandı, hepsi beni şımarttı ve hepsi bana saygı duydu. Aralarında özellikle biri vardı, yaşlıca ve karısı ölmüş bir konttu ve babasız o çocuğun, yani senin çocuğunun Theresianum’a alınabilmesini sağlamak için çalmadık kapı bırakmamıştı. Beni de kızı gibi seviyordu. Üç dört defa bana evlenme teklifinde bulundu. Aslında bugün bir kontes olabilirdim, Tirol bölgesinde muhteşem bir şatonun hanımefendisi olarak tasasız ve sikıntısız bir hayat sürebilirdim, böylece çocuğun kendisini elleri üstünde tutan, şefkatli bir babası, benim de yanımda dingin, soylu, iyi yürekli bir kocam olmuş olurdu. Ben ise, kontun bir türlü bitmeyen israrlarına ve hayır cevabımla ona çok acı çektirmeme rağmen, yapamadım. Belki de bu aptalca bir şeydi, çünkü şimdi bir yerlerde sakin ve güvenlik içinde yaşıyor olacaktım ve sevgi gören çocuğum da yanımda olacaktı, ama bunu sana itiraf etmekten çekinmiyorum, çünkü kendimi birine bağlamak istemiyordum, senin için her zaman özgür kalmak istiyordum.

İçimin derinliklerinde ve benliğimin bilinçaltinda hâlâ o eski çocukluk hayalim yaşamaktaydı, belki de beni, yalnızca bir saatliğine bile olsa hâlâ yanına çağırabilirdin.

İşte sadece bu bir saatlik ihtimal uğruna her şeyi elimin tersiyle ittim, bunu sadece beni ilk çağırışında özgür olabilmek için yaptım. Zaten çocukluktan uyanışımdan bu yana bütün hayatım bir bekleyiş, seni beklemekten başka neydi ki!

Ve sonunda o saat, gerçekten de gelip çattı. Ama sen bunu bilmiyorsun, sezmiyorsun bile sevgilim! O saat yaşanırken bile beni tanımadın, beni hiç, hiç, ama hiç tanımadın! Sana daha önceleri de sıkça rastlıyordum, tiyatrolarda, konserlerde, lunaparkta, sokakta, her defasında kalbim sıkışıyordu, fakat bakışların hep yanımdan geçip gidiyordu. Çünkü dış görünüşüm açısından artık tamamen farklı biri olmuştum, o eski çekingen çocuk artık bir kadın olmuştu, herkesin dilinde güzel, hep pahalı elbiseler giyen, etrafi hayranlarıyla çevrili bir kadın. Benim, o bir zamanlar yatak odanın loş ışığındaki çekingen genç kız olduğumu nasıl tahmin edebilirdin ki! Bazen birlikte olduğum beylerden biri sana selam verirdi, sen teşekkür ederken bana da bakardın. Ancak bakışlarında nazik bir yabancılık vardı; saygı duyan, ama asla tanımayan, yabancı, korkunç derecede yabancı bakışlardı. Bir defasında, hâlâ hatırlıyorum, artık neredeyse alışmış olduğum bu tanımama tavrın içimi yakıp kavuran bir işkenceye dönüşmüştü: operanın locasında bir erkek arkadaşımla oturuyordum ve sen de komşu locadaydın. Uvertürün başlamasıyla birlikte ışıklar sönmüştü, yüzünü artık göremiyordum, sadece nefesini o ilk gecedeki kadar yakınımda hissediyordum, elini de localarımızın kadife kaplı birleşik korkuluğuna dayamıştın, o narin, zarif elini. O an içimde, beni bir zamanlar sevecenlikle sarılışını hissettiğim ve aşık olduğum bu yabana eli eğilip öpme isteği uyandı. Etrafımı saran müzik duygularımı kabartıyordu, içimdeki arzu daha tutkulu bir hal almıştı. Kendimi kasmak, kendime hakim olmak zorundaydım, ama o arzu dudaklarımı büyük bir güçle o sevilen eline doğru çekiyordu. Birinci perdeden sonra arkadaşımdan çıkıp gitmemizi rica ettim. Senin karanlıkta bu kadar yabancı ve bir o kadar da yakınımda olmana daha fazla dayanamıyordum.

Ama o saat gelip çatmıştı, bir defa daha, son bir defa daha darmadağın olmuş hayatıma girdi. Bundan neredeyse tam bir yıl önceydi, senin yaş gününden bir gün sonra. Tuhaftı bir şeydi: bütün o saatler boyunca seni düşünmüştüm, çünkü senin yaş gününü hep bir bayram günü gibi kutlardım. Daha sabahın erken saatlerinde çıkıp beyaz gülleri satın almıştım ve her yıl yaptığım gibi, senin unuttuğun o bir saatin anısına sana yollatmıştım. Öğlenden sonra oğlumla birlikte çıktım, onu Demel Pastanesi’ne, akşam da tiyatroya götürdüm, çünkü onun da bu günü, anlamını bilmeksizin, hem de genç yaşlarından başlayarak gizemli bir bayram günü gibi kutlamasını istiyordum. Ertesi günü, o zamanki erkek arkadaşım olan Brünnlü genç ve zengin bir fabrikatörle geçirdim; onunla iki yıldır birlikteydik; bana tapıyor, şımartıyor ve daha öncekileri gibi benimle evlenmek istiyordu. Oğlumu ve beni armağanlara boğmasına, biraz körü körüne aşkıyla da sevimli ve biraz hizmetkârlık kokan iyiliğiyle sevecen olmasına rağmen, ona da ötekilere yaptığım gibi görünürde sebepsizce hep ret cevabı veriyordum. Birlikte konsere gittik, orada neşeli bir ortamla karşılaştık, sonra da Ringstraße’deki bir lokantada akşam yemeği yedik ve daha sonra ben, kahkahaların ve konuşmaların arasında, devamında da dans edilebilen bir lokale, Tabarin’e gitmemizi önerdim. Aslında bolca alkol ve sahte bir eğlence havasında olan ve gece kuşlarının takıldığı bu tür mekânları hep iğrenç bulmuşumdur. Bu nedenle böyle önerilere hep karşı çıkardım, ama bu defa içimden gelen kaynağı belirsiz ve sihirli bir güç beni, farkına varmaksızın birden ortamdaki diğerlerinin de içten onaylamalarıyla öneriyi kabul ettim, o an sanki orada beni özel bir şey bekliyormuşçasına, içimde tarifi mümkün olmayan bir arzu uyanmıştı. Herkes hatırımı sayarak hemen ayaklandı, o lokale gittik, şampanya içtik ve içimi bir anda daha önce hiç yaşamadığım, dizginlenmesi güç, neredeyse acı veren bir neşe kapladı. İçtim içtim, söylenen sıradan şarkılara ben de eşlik ettim ve dans edip sevinçten çığlık atmaya neredeyse kendimi zorunlu hissettim. Ama ansızın, sanki yüreğime buz veya kızgın kor gibi bir şey oturmuşçasına ürktüm. Yandaki masada sen, birkaç arkadaşınla birlikte oturuyordun ve bana hayranlıkla ve de istediğini belli edercesine bakıyordun, o beni her zaman içimden başlayarak bütün vücudumu altüst etmiş olan bakışlarınla. On yıldan bu yana ilk defa bana tekrar benliğinin o tamamen bilinçsizce dışa vuran tutkusunun gücüyle bakıyordun. Anında titremeye başladım. Havaya kaldırdığım kadehim neredeyse elimden düşecekti. Neyse ki, masadakiler içine düştüğüm şaşkınlığı fark etmediler. Şaşkınlığım, kahkahaların ve müziğin gümbürtüsü içerisinde kaybolup gitmişti.

Bakışın giderek daha yakıcı bir hâl alıyor ve beni tamamen ateşin içine atıyordu. Ama emin olamıyordum: sonunda, evet, en sonunda beni tanımış mıydın, yoksa yeni, başka, yabancı bir kadın olarak mı arzuluyordun? Yanaklarıma kan oturmuştu, masadaki arkadaşlarıma ancak yarım yamalak birtakım cevaplar veriyordum. Bakışınla nasıl allak bullak hâle geldiğimi fark etmiş olmalısın. Diğerlerine belli etmeden baş hareketiyle bana bir işaret verdin ve bir anlığına dışarıya, hole çıkmam için davet ettin. Sonra herkesin fark edeceği biçimde hesabı ödedin, arkadaşlarına veda ettin ve dışarı çıktın. Bu arada beni dışarıda beklediğini belirten bir işaret vermeyi de unutmadın. Soğuktan donuyormuşum veya ateş nöbeti geçiriyormuşum gibi titriyordum, artık cevap verecek durumda değildim, coşan kanımı dizginleyemiyordum.

Tesadüfen tam da o anda siyah tenli bir çift, yere takır takır vuran topuklar ve tiz çığlıklar eşliğinde tuhaf bir dans sergilemeye başlamıştı. Herkes gözlerini onlara dikmişti ve ben de o andan yararlanmıştım. Ayağa kalktım, erkek arkadaşıma hemen döneceğimi söyledim ve senin arkandan geldim.

Dışarıda, vestiyerin bulunduğu holde beni bekliyordun: daha gelir gelmez gözlerin canlandı. Gülümseyerek hızla bana yaklaştın; anında anladım, beni tanımamıştın, o zamanki çocuğu ve o genç kızı tanımamıştın, bir defa daha yeni biri, bilinmeyen biri olarak bana elini uzatıyordun. “Benim için de bir saatinizi ayırabilir misiniz?” diye sordun samimi bir biçimde. Güven veren tarzından, beni de o bir akşamlık satılık kadınlardan biri olarak çağırdığını hissetmiştim. “Evet,” dedim, o zamanki genç kızın sana on yıldan fazla bir zaman önce karanlığın basmakta olduğu bir sokakta titreyerek, ama kendi rızasıyla verdiği o evet cevabının aynıydı. “Peki, ne zaman görüşebiliriz?” diye sordun. “Siz ne zaman isterseniz,” diye cevap verdim, çünkü senin yanındayken herhangi bir utanç duymuyordum. Bana biraz şaşkınlıkla baktın, o bir zamanlar aynı hızlı karar verişimin benzer biçimde seni hayrete düşürdüğünde bana kuşkulu ve meraklı bakışının aynıydı. “Şimdi hemen olabilir mi?” diye sordun biraz tereddüt ederek. “Evet,” dedim, “Gidelim.”

Paltomu almak üzere vestiyere doğru yöneldim.

Ama o anda, birlikte teslim ettiğimiz paltolarin vestiyer fişini erkek arkadaşımın aldığını hatırladım. Geri dönüp fişi ondan istemek, anlaşılır bir gerekçe sunmaksızın mümkün olmazdı, ama Öte yandan da yıllardır özlemi içinde olduğum seninle geçecek o bir saatten vazgeçmek istemiyordum. O yüzden bir an bile tereddüt etmedim: paltom ve yıllardır geçimimi sağlayan iyi yürekli, sevecen insan umurumda olmaksızın, hatta onu arkadaşlarının önünde en budala insan ve sevgilisi yıllar sonra yabancı bir erkeğin ilk ıslık çalışıyla kendisinden kaçmış olan birisi yerine koyarak gece elbisemin üzerine sadece şalımı aldım ve kendimi dışarıya, nemli sisin kapladığı geceye bıraktım. Elbette, dürüst erkek arkadaşıma karşı yaptığım alçaklığın, vefasızlığın, utanmazlığın tamamen bilincindeydim. Aptalca davrandığımı ve bu kuruntumla iyi bir insanı geri dönülmez biçimde ölesiye kırmış olduğumu hissediyordum, hayatımı tam ortasından çekip yırtarak ikiye ayırdığımı hissediyordum, ama bir defa daha dudaklarını hissedebilmenin, bana söyleyeceğin o yumuşak sözcükleri duyabilmen sabırsızlığı karşısında arkadaşlığın ve kendi hayatımın ne değeri olabilirdi ki! İşte ben seni böyle sevdim, şimdi bunu sana rahatça söyleyebilirim, çünkü artık her şey bitti ve geçmişte kaldı. Ve öyle sanıyorum ki, beni ölüm döşeğimden çağıracak olsaydın da, kendimde yataktan kalkıp seninle gitme gücünü bulurdum.

Kapının önünde bir araba duruyordu, bindik ve evine gittik. Sesini tekrar duydum, sevecen yakınlığını yeniden hissettim ve aynı o bir zamanlar olduğu kadar uyuşmuş gibiydim, çocukça bir mutluluğun şaşkınlığı içendeydim. Aradan on yıldan fazla zaman geçtikten sonra ilk defa o merdivenlerden tekrar nasıl çıktım; hayır, hayır, sana nasıl anlatsam bilemiyorum. Her şeyi o saniyeler içinde çifter çifter yaşadım, hem geçmiş zamanı hem de şimdiki zamanı, aynı anda ve her şeyde, ama her şeyde sen vardın. Odanda çok az şey farklıydı, birkaç resim gelmişti, kitaplar çoğalmıştı, orada burada birkaç yabancı mobilya, ama yine de hepsi beni tanırcasına selamlıyordu. Ve masanın üstünde içinde güller olan vazo duruyordu, benim güllerim, onları sana bir gün önce yaş gününde ben göndermiştim; bir kadına hatıra olarak, şu hatırlamadığın, şu tanımadığın kadına, şu anda bile, hem de el ele ve dudak dudağa senin yakınında olmasına rağmen. Ama yine de gülleri bakımlı tutman bana iyi gelmişti. Ne de olsa benliğimden bir soluk, aşkımdan bir nefes seni sariyordu.

Beni kollarına alarak sardın. Bütün o muhteşem gece boyunca yine sende kaldım. Fakat beni çıplak bedenimden de tanımadın. Deneyim dolu sevecenliğine mutluluk içinde katlandım ve sahip olduğun tutkunun bir sevgili ile para karşılığı satın alınabilen bir kadın arasında ayrım yapmadığını ve kendini, benliğinin inanılmaz savurgan arzusuna tamamen teslim edebildiğini gördüm. Gece kulübünden alıp götürülen bir kadın olarak bana karşı çok nazik, çok saygılıydın, aynı zamanda o kadını hissetmekte de çok tutkuluydun. O ilk seferdeki yaşadığım mutluluktan başın dönmüş bir biçimde; benliğinin o sadece sana özgü ikiliğini, hem de çocuk yaştaki birini dahi sana bağımlı hâle getirebilen o arzulu ve olgun tutkunu tekrar hissetmiştim. Birlikte olduğum erkeklerin sergilediği sevecenliklerin hiçbirinde kendini böylesine teslim edişini, benliğinin en derinliklerinde böyle bir dışavurumunu ve parıltılı yansıtmasını yaşamamıştım. Ama nedense hemen ardından ebedîyen ve belki de insanlık onuruna yakışmayan bir biçimde unutularak yok olup sönmüştü. Ama ben de kendimi unutmuştum: karanlıkta, senin yanındaki ben kimdim? Bir zamanlar içi yanan o çocuk muydum, senin çocuğunun annesi mi, yoksa bir yabancı kadın mıydım? Ah, o tutkulu gecede her şey benim için öylesine aşina, öylesine içten yaşanmış ve de öylesine kendimden geçecek kadar yeniydi ki! Ve ben, o gece son bulmasın diye dua ettim.

Ama sabah olmuştu, geç kalkmıştık, kahvaltıyı da benimle birlikte yapmak için davet etmiştin. Görünmez bir el tarafından yemek odasında hazırlamış olan çayı içip sohbet etmiştik. Sen yine benliğinin bütün o açık ve yürekten sıcaklığıyla benimle konuşuyordun ve bana bu esnada mahremiyet içeren bir soru sormamış, benim nasıl bir insan olabileceğimi de merak etmemiştin. Bana adımı, nerede oturduğumu dahi sormadın: senin için yeni bir maceraydım ben, kimliği olmayan, unutmuşluğun sisleri arasında iz bırakmaksızın uçup giden o ateşli saattim sadece. Bu defa çok uzun bir seyahate çıkacağını, iki veya üç aylığına Kuzey Afrika’ya gideceğini anlatmıştın; ben ise, yaşamakta olduğum mutluluğumun tam ortasında titriyordum, çünkü kulaklarımın içinde o zonklama çoktan başlamıştı: bitti, bitti, ve unutuldu!

O anda dizlerinin önüne çöküp şöyle haykırmayı çok isterdim: “Beni de yanına al, nihayet beni tanıyasın diye, nihayet, nihayet bunca yıldan sonra!” Ancak senin önünde öylesine ürkek, öylesine korkak, öylesine köle ruhlu ve zayıftım ki, sadece şu sözcükler ağzımdan çıkabildi: “Çok üzüldüm.” Bana gülümseyerek baktın: “Gerçekten üzülüyor musun buna?” İşte o an sanki birden vahşileştim. Ayağa kalktım, sana baktım, uzun süre ve dik dik. Sonra şöyle dedim: “Benim âşık olduğum adam da sürekli seyahate çıkardı.” Sana baktım, gözlerinin tam içine. “Şimdi, işte şimdi tanıyacak beni!” Titriyordum ve içim daralıyordu. Ama sen bana sadece gülümsedin ve teselli ederek şöyle dedin: “Ama seyahate çıkan herkes, nasılsa geri döner.”

“Evet,” diye cevap verdim, “Geri dönülür, ama o zaman çoktan unutulmuştur.”

Sana bütün bunları söyleyiş tarzımda itici, tutkulu bir şeyler var gibiydi. Çünkü sen de ayağa kalktın, şaşkın ve sevgi dolu gözlerle bana baktın. Omuzlarımdan tuttun. “İyi olan bir şey unutulmaz, seni unutmayacağım,” dedin ve bakışlarınla, sanki o an verdiğim görüntüyü hafızana iyice yerleştirmek istercesine içimi en ücra noktasına kadar sardın. Ve bu bakışlarının içime nasıl sızdığını; ararcasına, hissedercesine, bütün benliğimi kuşatırcasına kendine doğru çektiğini hissettiğimde, sonunda, en sonunda körlüğünün önündeki engellerin yıkıldığını düşündüm. Beni tanıyacak! Beni tanıyacak! Bütün ruhum bu düşünceyle titriyordu.

Ama sen beni tanımadın. Hayır, sen beni tanimadın, beni hiçbir zaman o anda olduğu kadar yabancı biri olarak görmedin, yoksa, evet yoksa birkaç dakika sonra yapacağın şeyi asla yapamazdın. Beni öptün, bir defa daha tutkuyla öptün. Dağılmış saçlarımı tekrar eski hâline getirmek zorunda kaldım ve aynanın önüne geçip aynaya baktığımda, utançtan ve dehşetten yere doğru eğilmeliyim diye düşündüm. O an, birkaç adet büyük kâğıt parayı gizlice manşonumun içine sokuşturduğunu gördüm. O anda çığlık atmamak, yüzüne ortasına bir tokat patlatmamak için kendimi nasıl tuttum, bilemiyorum. Bana, seni çocukluğundan beri seven, çocuğunun annesi olan bana, o gecenin bedelini para ile ödemiştin! Senin için Tabarin’de karşılaştığın bir fahişeydim, daha fazla bir şey ödemedin, sadece ederimi ödemiştin bana! Senin tarafından sanki unutulmuş olmak yetmiyormuş gibi, üstüne bir de aşağılanmalıydım.

Alelacele eşyalarımı toparladım. Gitmek, o an çıkıp gitmek istiyordum. Dayanılmaz bir aa içindeydim. Elimi şapkama uzattım, şapka masanın üstünde, içinde beyaz güllerin bulunduğu vazonun yanındaydı, benim güllerimin. O anda karşı çıkılmaz biçimde cesaretimi toplayarak kendime gelerek sana eskiyi hatırlatmayı bir defa daha denemek istedim: “Bana beyaz güllerinden bir tanesini vermek istemez misin?” “Memnuniyetle,” dedin ve hemen bir gül çıkardın. “Ama bunları sana belki de bir kadın göndermiştir, seni seven bir kadın,” dedim. “ Belki de,” dedin. “Benim için gönderildiler, ama kimden geldiklerini bilmiyorum; tam da bu yüzden onları çok seviyorum.” Sana baktım. “Belki de unutmuş olduğun bir kadın göndermiştir!”

Başını kaldırıp şaşkınlık içinde bana baktın. Ben de gözlerimi iyice sana dikmiştim. “Tanı beni, tanı beni artık!” diye haykırıyordu bakışlarım. Senin gözlerin ise sevimli ve bilmez bilmez gülümsüyordu. Beni bir defa daha öptün. Ama beni tanımadın.

Hızlıca kapıya gittim, çünkü gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissediyordum ve sen bunu görmemeliydin. Dışarıya o kadar telaş içinde fırlamıştım ki, holde neredeyse uşağın Johann’la çarpışacaktım. Johann ürkerek anında kenara çekildi, dışarıya çıkabilmem için dış kapıyı açtı ve işte o anda, oradaki bir tek saniye içinde, anlıyor musun? Gözlerim yaşlar içinde ona, yaşlanmış olan o adama baktığımda, bakışlarında birdenbire bir ışık çaktı. O tek bir saniyede, anlıyor musun? Çocukluğumdan beri beni görmemiş olan yaşlı adam, tek bir saniyede beni tanımıştı. Bu tanınmadan ötürü onun önünde diz çöküp ellerini öpebilirdim. Ben de anında beni kırbaçlamak için manşonuma sokuşturduğun kâğıt paraları çekip aldım ve onun cebine tıktım. Yaşlı adam titriyordu, başını kaldırıp korkuyla bana baktı ve o tek bir saniye içinde benimle ilgili belki de senin bütün hayatın boyunca yapamadığın kadar çok şeyin farkına vardı. Bütün, evet bütün insanlar beni şımarttılar, bana karşı hep iyiydiler; sadece sen, evet, sadece sen beni unuttun, sadece sen, sadece sen beni hiç tanımadın!

Evladım öldü, bizim evladımız, artık dünyada onu sevecek senin dışında kimsem kalmadı. Ama sen kimsin ki benim için? Sen, beni hiçbir zaman, hiçbir zaman tanımayan; bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan öylesine geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için? Bir defalık olsun seni, hep kaçak olan seni alıkoyabileceğimi, çocuğunda tutabileceğimi sandım. Ama o senin çocuğundu: bir acımasızca benden uçtu gitti, bir yolculuğa çıkacak, beni unutacak ve asla geri dönmeyecek. Ben yine yalnızım, her zaman olduğumdan çok daha fazla yalnızım, hiçbir şeyim kalmadı, senden hiçbir şeyim kalmadı; ne bir çocuk, ne bir sözcük, ne bir satır, ne bir hatırlama ve biri senin yanında adımı söyleyecek olsa, herhâlde bir yabancı gibi oralı olmaz uzaklaşır gidersin. Senin gözünde ölü olduğuma göre, öyleyse neden ölmeyi arzulamayayım, sen benden uzaklaşıp gittiğine göre, ben de artık neden kendi yoluma gitmeyeyim ki! Hayır, sevgilim, sana karşı suçlamada bulunmuyorum, senin o neşe dolu evine serzenişlerimi sokmak istemiyorum. Seni rahatsız etmeyi sürdüreceğimden korkma. Bağışla beni, sadece çocuğumuz biraz ötede ölü ve terk edilmiş biçimde öylece yatarken, bir defa olsun ruhumun çığlıklarını dışa vurmak zorundaydım. Seninle sadece bu bir defalığına konuşmak zorundaydım, ondan sonra yine suskun biçimde kendi karanlığıma geri döneceğim, senin yanında hep suskun kaldığım gibi. Ama sen, ben yaşadığım sürece bu çığlığı duymayacaksın, ancak öldüğümde bu benden kalan vasiyet senin eline geçecek; seni herkesten çok sevmiş, ama senin hiç tanımadığın, hep seni beklemiş ama senin hiç aramadığın bir kadının vasiyeti olarak. Belki de, evet belki de ancak o zaman beni arayacaksın ve ben de sana karşı ilk defa sadık olmayacağım, çünkü ölüyken artık seni duyamayacağım: senin de bana hiçbir şey bırakmadığın gibi, ben de sana hiçbir resim ve hiçbir iz bırakmıyorum. Beni hiç, ama hiçbir zaman tanımayacaksın. Yaşarken kaderim böyleydi, ölümümden sonra da aynı kalsın. Seni son saatimde yanıma çağırmak istemiyorum, adımı ve yüzümü bilip tanımadan ayrılıp gidiyorum. İçim rahat ölüyorum, çünkü sen bunu uzaktayken hissetmiyorsun. Şayet ölümüm sana acı verecek olsaydı, o zaman zaten ölemezdim.

Daha fazla yazmaya gücüm kalmadı … kafam öylesine karmakarışık ki … her yerim ağrıyor, ateşim var… öyle sanıyorum ki, birazdan öylece yığılıp kalacağım. Belki de her şey birazdan son bulacak, belki de bir defa olsun kader bana bir iyilik yapar ve çocuğumu alıp götürdüklerini görmek zorunda kalmam… Artık yazamıyorum. Elveda, sevgilim, elveda, sana teşekkür ederim… Ne olduysa, iyi de oldu, her şeye rağmen… Her şey için sana son nefesime kadar teşekkür etmek istiyorum. Rahatım: sana her şeyi anlattım. Şimdi artık biliyorsun, hayır, seni ne kadar çok sevmiş olduğumu sadece seziyorsun ve bu aşk yüzünden de omuzlarında hiçbir yük olmayacak. Benim eksikliğimi duymayacaksın, bu da beni teselli ediyor. O güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek … ölümümle sana hiçbir yük vermiyorum … bu beni teselli ediyor, sevgilim.

Ama kim … evet, şimdi kim bundan sonra yaş günlerinde sana o beyaz güllerden yollayacak? Ah, o vazo şimdi boş kalacak, yılda bir defa da olsa hayatımdan sana doğru esen o küçücük rüzgâr, o hafif nefes, o da solup gidecek! Sevgilim, dinle, senden rica ediyorum … bu, benim senden ilk ve son ricam … benim hatırım için yap bunu, her yaş gününde, çünkü yaş günü, insanın kendini düşündüğü bir gündür, o güllerden al ve vazoya koy. Yap bunu, sevgilim, başkalarının yılda bir defa ölmüş sevdiklerinin arkasından bir ayin yaptırmaları gibi sen de bunu yap. Ama ben artık Tanrı’ya inanmıyorum ve ayin de istemiyorum, ben rica ediyorum, yap bunu, sevgilim … bu benim senden ilk ve son ricam sana teşekkür ederim seni seviyorum, seni seviyorum … elveda …

R., mektubu titreyen ellerinden bıraktı. Sonra da uzun uzun düşündü. Zihninde bir komşu çocuğuna, bir genç kıza, gece kulübündeki bir kadına ait belli belirsiz bazı hatıralar canlandı, ama bu daha çok bulanık ve karmakarışık bir hatırlamaydı, tıpkı akan bir suyun dibindeki bir taşın parıldaması ve pek bir şekli andırmayan titremesi gibi. Gölgeler gözünün ününden gelip geçiyor, ama yine de bir resim oluşmuyordu. R., duygularına ait bazı hatıralarını hissediyor, ama yine de bir şey hatırlayamıyordu. Sanki bütün bu kişileri rüyasında görmüş gibiydi, sık sık ve derin rüyalar görmüştü, ama her şey sadece rüya görmekten ibaretti.

O anda bakışları, önündeki yazı masasının üstünde duran mavi vazoya takıldı. Vazo boştu, uzun yıllardan sonra bir yaş gününde ilk defa boştu. Ürktü; sanki birdenbire görünmez bir kapı vurularak içeriye doğru açılmıştı ve başka bir dünyadan gelen soğuk bir esinti sessiz odasına sızıyordu. R., bir ölümü ve ölümsüz bir aşkı hissetti: ruhunda sanki bir şey ortadan yarılıp açıldı ve uzaktan gelen bir müziğin tinısı gibi, meçhul, bedensiz ve tutku dolu kadını düşündü.

Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

BİRHAN KESKİN: “KALBİM/ BAĞIŞLA KENDİNİ ARTIK/ ONU DA BIRAK GİTSİN…”

Onu, sevebileceğinin en yücesiyle sevdin. Titreme daha fazla kalbim. Bağışla kendini artık onu da Bırak gitsin. Bırak gitsin.O senin ezel gününden kaderin Sen onu nasılsa bin kere daha Seveceksin…
Y’ol, Birhan Keskin

AŞKI, YALNIZLIĞI VE ÖLÜMÜYLE CEMAL SÜREYA

Yalnız, huzurlu bir akşamda; şiire susadığınızda huzurunuzu zorlayacak bir derleme Üstü Kalsın. Mutsuz etmeye çalışmayacak sizi aslında, sadece gerçekleri göreceksiniz Cemal Süreya nın gözünden ve uyarmak gerekirse o bu konuda oldukça dobra olacak. İşin komiği, o da en az bizler kadar yalnız. Aramızdaki fark ise onun eline kalemi, bizim ise onun şiirlerini alıyor oluşumuz. Yalnızlık paylaşılır mı bilmiyorum, fakat kelimeleriyle ruhunu aktarmış bize Süreya. Yalnızlığı, bizim yalnızlığımız olmuş; hüznü bizim hüznümüz; aşkı bizim sevdamız.

Biliyorsun ben hangi şehirdeysem Yalnızlığın başkenti orası (Süreya)

Etrafını yalnızlık sarmışken bile söze aşkla başlamış Süreya. Zaten gece aydınlanıp, elinizdeki kelimeler tükendiğinde geriye sevda kalıyor zihinlerde. Bu adam gerçekten çok sevmiş diyorsunuz. Ellerini sevmiş kadınların; boyunlarını, bembeyaz tenlerini, bakışlarını bile sevmiş. Hepsini ayrı sevmiş, ama birini bile diğerinden az sevmemiş. Hatta o kadar güzel sevmiş ki, elimde olmadan kıskanıyorum tüm o kadınları. Yalnızlığıyla arasına giren de yine o kadınlar olmuş. Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar Sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların Sonra her şey çıkıp geldi

O gözler, o dudaklar aşk Süreya için. Kadın bedenini seviyor ve bolca bahsediyor dizelerinde. Sayfaları çevirirken bir an ufak bir tebessüm oluşuyor dudaklarımda. Çünkü karşımda akıllara kazınmış o dizeler var. Bir şairin hasreti, yalnızlığı kabullenişi ve bir kadın var; giden, arkasında koca bir yalnızlık bırakan kadın Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler. Tank 2 Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin. Nasıl bu kadar sevip de vazgeçebildin? diye sorası geliyor insanın. Sonra onun ne kadar cesur bir adam olduğunu hatırlatıyor bana başka bir şiiri. Öyle ki o, kaybettiği bir iddia sonucu soyadından bir harf eksilten bir adam. Adımın bir harfini atıyorum. Bu cesareti şiirlerinde çokça gördüğümüz erotizmden de anlaşılıyor. Aslında biraz da çıplak romantizm onunki. Cinselliği hayatın bir parçası olarak görüyor ve hayatın parçası olan her şey onun için şiirin de bir parçası haline geliyor. Süreya erotizmi ve aşkı aynı potada eritiyor şiirlerinde ve bunu o kadar olağan şekilde yapıyor ki okurken hiç de rahatsızlık duymuyoruz. Arzularına tanık oluyoruz Süreya nın ve elbette elde ettiği hazza. Onun mısralarında erotizm gerçekte olması gerektiği şekilde yoğruluyor, ne bir eksik ne bir fazla. Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor.

3 Tank 3 Kitabı elinizden bıraktığınızda beyninizi kurcalayan bir diğer konu ise ölüm ve şüphesiz ki Cemal Süreya’nın ölüm kavramını ele alışı. Oldukça genç yaşlarda sırasıyla kardeşinin, annesinin ve babasının vefatına tanıklık eden Süreya, ölümle tüm gerçekliğiyle yüzleşiyor. Bu nedenledir ki şiirlerinde ölüm kavramının ele alınışı oldukça somut. Sen ki gözlerinle görmüştün 57 de Babanın parçalanmış beynini Kâğıt bir paketle koydular mezara İstesen belki elleyebilirdin de Ama ağlamak haramdı sana. Süreya yaşı ilerledikçe ve git gide arkadaşlarının ölümüne tanık olmaya başladıkça ölüm temasını şiirlerinde daha yoğun işlemeye başlamıştır. Ondan korkup kaçmak yerine, ölümü görsel veya işitsel nesneler yardımıyla somutlaştırmış ve hayatın tam anlamıyla bir parçası haline getirmiştir. Ölümden sonrası için de büyük endişeler taşımayan Cemal Süreya, bir şiirinde tanrının da bizim ölümümüzle birlikte öldüğünü ileri sürmüştür. Onun ölüme karşı takındığı dingin tavrı iki minik dizede çok güzel özetlenmiştir. Ölümünden önce yayınlanan son şiirinde ise ölüm teması yine her zamanki gibi gerçekliği yadsınmadan işlenmiştir. Süreya bu sefer okuyucusuna değil, tanrıya seslenir. Ölmek için doğru bir  zaman yoktur belki, ama yaşanmış güzel bir hayat vardır Süreya da.

Ölüyorum tanrım. Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir.. Üstü kalsın..  Cemal Süreya aşkıyla ve yalnızlığıyla hemen hemen herkesin sahip olmayı düşleyeceği bir hayat yaşadı. Dizeleri hâlâ bu kadar canlı ve şiirleri hâlâ bu kadar içimize işlerken bir şairi ölü saymanın doğru olduğuna inanmıyorum. Cemal Süreya, şiirleriyle ve içlerinde barındırdıkları o hoş, eskimeyen imgelerle birlikte yaşamaya ve ruhumuza güzellikler katmaya devam ediyor. Umarım ki hayat herkes için bir Cemal Süreya şiiri tadında yaşamaya değer olur.

Irmak Tank
Vedat Yazıcı

Kaynakça Tank 5 Süreya, Cemal. Üstü Kalsın. Haz. Doğan Hızlan. 15. baskı. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2008.

ECE AYHAN: SİLGİLER SİLERKEN SİLİNİRLER DE!

Kimse bana “benim çocukluğum” sözgelimi sıkı şair Cemal Süreya’dan da “kötü geçti” diyemez! Öylesine bir ıssızlığın ve yalnızlığın ve kimsesizliğin içine hemen hemen bütün cumhuriyet tarihinde kimse düşmemiştir! Silgiler silerken silinirler de!

Biliyor musunuz? Bir şairin, kendisinin de bir insan olduğunu unutması insan bu dünyada, sıkışınca, ne özürler, ne bahaneler bulabiliyor ilginçtir. Evet insanın (insan) olduğunu unutması, unutması ve unutması herhalde korkunç olumsuz bir şey. Hatta ürkünç. Yani ki bizim kuşağımızın Sıkı Şairlik’inin tam tersi. (Ona Sivil Şiir de denebiliyor.)

“Bizim Sırp Şairi’nin soruları öyle dayatanların söylemine, diskuruna kapılmaması ya da o biçimdeki söyleme gelmemesi, belirli bir açıdan elbet iyice bir şey. Çünkü, soruları öyle soranların büyük çoğunluğu hep “iktidar”dadırlar ya da en azından iktidardaki geniş mezheplilerle ve geniş meşreplilerle senli benli, içli dışlı bir “kötülük dayanışması” içinde değil midirler? (Bunu ben 1977’den beri canımda ve iliklerimde yaşayarak biliyorum, başkalarının hesabına utanç duyarak hem de!)

Şunu eklemek isterim yalnız: Bir çocukluk, yok yoksulluk içinde ve buruşmuş olarak ve (kısaca) buruşuk geçmiş olabilir. Kimse bana “benim çocukluğum” sözgelimi sıkı şair Cemal Süreya’dan da “kötü geçti” diyemez! Öylesine bir ıssızlığın ve yalnızlığın ve kimsesizliğin içine hemen hemen bütün cumhuriyet tarihinde kimse düşmemiştir! İşte o yüzden rahatlıkla “bizim hesapsızlığımız, sizin hesapsızlığınızı yer!” diyebilmiştir bir cumhuriyet büyüğünün oğluna hem de meydan okurcasına. Ve sonraları yakın arkadaşlarından kazık yemiş ya da eli ısırılmış filan olabilirler, vs.

Ama, “bizim” Sırp şairi, beynine sürdüğü bu silinmez lekeyi, öyle, aklınca, misvakla filan çıkarmaya kalkmasın! Leke her yerden görülüyor, görülebiliyor. İşte tam da yeridir burası: Silgiler, silerken, silinirler de! O bizim Sırp şairi Sıkı Şiir’den etik bakımdan gittikçe ve giderek uzaklaşıyordu zaten. Ben bu konuyu istemeyerek geçiyordum, açıkçası atlıyordum hep.

Belki de o, başlangıçtan beri (ben ilk kuşkuyu 1970’de Aksaray’da TÖS’ün binasında bir şiir toplantısında duymuştum. Ve “dur bakalım!” demiştim kendi kendime. Ben, gerekirse, bir ömür boyu pusuya da yatabilirim. Bir gerçeklik uğruna 30-40 yıl bile bekleyebilirim!) gizli bir biçimde ve altta “dürüst” bir insan değildi. (“Dürüstlük.” Her söylemde, her anlamda yalın “dürüstlük” hey!)

Şairler yoksa kızlarla, delikanlılarla birlikte “sünni” Sırplarca, hem de alkışlanarak yakılmadı mı tarihte? Sivas’ta ve şiirin tarihinde? Gerçekten Sivaslılığı ve İslamlığı da yaralayan ilkel ve barbarca düpedüz bir cinayet işlenmiş olduğunu hiçbir kurnazlık ve laf kapatamaz. Cumhuriyetin en anlamlı bir olayıdır bu. Arkası da gelecek.

1995 Ece Ayhan Sivil Denemeler Kara YKY, Sayfa Sayısı:82

GOETHE’NİN ÇALIŞMA ODASI – WALTER BENJAMIN

Johann Wolfgang von Goethe’nin çalışma odasının ne kadar basit olduğunu herkes bilir. Tavanı alçaktır, halısı yoktur, çift kanatlı penceresi de yoktur. Mobilyalar yüzüne bakılır gibi değildir. Goethe başka türlüsüne sahip olabilirdi. Deri koltuklar, yastıklar o zaman da vardı. Bu oda hiçbir şeyde zamanının önünde değil. Bir irade, eşya ve biçimi sınırlı tutmuştur; kimselerin mum ışığından utanacak hali yoktu: Yaşlı adam akşamları bu ışığın altında, sırtında gecelik entarisi orta masada oturur ve çalışırdı. Besbelli böyle saatlerin sessizliğiyle o gün yalnızca geceleri buluşmakta. Ama bu sessizliğe kulak verilebilseydi onun hayat tarzı öğrenilirdi. Yani: Asla geri gelmeyecek olan, bu son yılların en olgun meyvesini toplamakla görevli, bu iş için yaratılmış bir hayat tarzı, ki o yıllarda bu zengin adam, hayatın sertliğini henüz kendi bedeninde hissetmemişti. İhtiyar burada, o muazzam geceleri endişeyle, suçlulukla, sıkıntıyla kutluyordu, burjuva konforunun o cehennemi şafak kızıllığı pencereden içeri henüz girmeden. Bu geceleri en çok belirleyen çevreyi (şairin hakiki antikitesini) gözlerimizin önüne serecek bir edebiyat bilimini hâlâ bekliyoruz.

Bu çalışma odası, Goethe’nin iki şey için, uyku ve çalışma için kesinlikle kendisinin belirlediği küçük binanın esas mekânıydı. Yandaki bu minicik yatak bölmesinin ve yatak odasının mahremiyetine eşit bu çalışma odasının ne kadar önemli olduğu tahmin bile edilemez. Yalnızca basamak gibi bir eşik ayırıyordu, onu çalışırken o tahtvari yataktan. Ve o uyurken, yanı başında eseri onu her gece ölülerden korumak için nöbet tutuyordu. Mutlu bir rastlantıyla bu mekâna dikkatini yönlendiren biri, eğer en içten duyguları önemsiyorsa Goethe’nin uyuduğu, okuduğu, dikte ettiği ve yazdığı bu dört odanın düzeninde, bir dünyanın ona cevabı anlamına gelen güçleri fark eder. Ama bizler bir iç dünyanın o cılız üst sesini çıkartabilmek için bir dünyayı seslendirmek zorundayız.


Benjamin, Walter: Weimar (1928),: W. Benjamin Lesezeichen. Schriften zur deutschen Literatur. Hrsg. Von Gerhard Seidel-Leipzig 1970, s. 40-42

“ŞİİRE, AŞKA VE ÖLÜME İNANIYORUM” YANNIS RITSOS’LA İKİ GÜN – ÖZDEMİR İNCE

1965 ya da 1966 yıllarından birindeydi, Kemal Özer’den bir mektup aldım. Paris’teydim. Attila Tokatlı ona bir Yunan ozanından söz etmiş, adı Yannis Ritsos’muş. Bu ozanın, Aragon’un yönettiği ‘Lettres Françaises’ dergisinde birkaç yıl önce uzun bir şiiri yayınlanmış. Şiirin yayınlandığı sayıyı bulup kendisine göndermemi, şiiri çevirtip ‘Şiir Sanatı’ dergisinde yayınlayacağını yazıyordu.

Bir Fransız arkadaşımla birlikte derginin yönetim yerine gittik. Eski sayı ciltlerini taradık, sözü edilen şiiri bulduk. Ama görevliler o sayıdan ellerinde iki nüsha kaldığını, bu nedenle dergiyi veremeyeceklerini söylüyorlardı. O sıralarda fotokopi işleri bu denli yaygın mıydı? Ansımıyorum. Bu nedenle dergiyi almak için direttik. Sonunda, ‘Verilmesine ancak Monsieur Aragon karar verebilir’ dediler. Şanslı bir günümmüş anlaşılan, Aragon’un yanında kimse yokmuş, beni kabul etti. Aragon’un odasına girerken heyecandan dizlerim titriyordu. Aragon, bana:

‘Bu sayıyı neden bu kadar ısrarla istiyorsunuz delikanlı?’ diye sordu.

‘İçinde bir şiir var,’ dedim, ‘bizim dile çevirip bir dergide yayınlayacağız.’

‘Hangi şiiri, hangi dilde?’

‘Yannis Ritsos’un şiirini, Türkiye’de.’

Aragon’un yüzündeki şaşkın mutluluğu anlatamam. Aragon, beni içeri getiren kişiye:

‘O dergiyi bu delikanlıya verin,’ dedi, ‘en iyi böyle bir işe yarayabilir.’

Yolda şiiri okudum. Şimdiye kadar okuduğum şiirlere benzemiyordu, eski gibiydi ama yepyeniydi, bir şey söylemek istemiyormuş gibiydi, ama çok şey söylüyordu. Dergiyi Kemal’e istemeye istemeye gönderdim. Şiirin çevrilip çevrilmediğini bilmiyorum, ama hiçbir yerde yayınlanmadı.

Ritsos’un başka şiirlerini okuyabilmek için 1969 yılına kadar bekledim. Ama onun şiir evrenine ancak ‘Taşlar, yinelemeler, parmaklıklarla girebildim. Böylece, 1971’den itibaren, onun şiirlerini çevirmeyi yaşamımın önemli görevlerinden biri olarak kabul ettim.

Hele yaptığım çevirileri yunanca asıllarıyla karşılaştırıp düzeltmek için benden vaktini esirgemeyen Ioanna Kuçuradi’yi tanıdıktan sonra bu kararım kesin bir süreklilik kazandı. Ritsos’un şiirini, yaşamını, onurlu, yenilmez ve örnek varlığını okurlara ve özellikle benden genç meslektaşlarıma tanıtmak, örnek olarak sunmak başlıca çalışma amaçlarımdan biri durumuna geldi.

Ritsos’la Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar’ın Türkiye’de yayınlanması sırasında mektuplaşmaya başladık. Yazdığı ilk mektubunun tarihi 17 .2.1978. O yılın ağustos ayında Karlova: (Sisam adası) ziyaretine gittim. 79 ve 80 yıllarında ikişer kez Atina’da buluştuk.

12 ekim 1980 günü, Atina’daki evinden ayrılırken:

‘Yazın gelecek misin?” diye sormuştu.

‘Evet, Ülker ve Tan’la birlikte Karlovassi’ye’, demiştim. Sonra, nisan ayı içinde bir gün (1981) İlhan Berk’in Istanbul’daki evinde, da içkinin verdiği cesaretle, gece yarısından sonra saat ikide (0 saatte genellikle çalışır) Atina’ya telefon ettiğimde de aynı şeyi konuşmuştuk. Benim için, kaç yıldır tatil yapmak, dişimden tırnağı arttırıp, Atina ya da Karlovassi’ye gitmekti. Onunla bir kaç cümle konuşma kaç saat yanında bulunmak, düşüncelerini dinlemek benim için vazgeçilmez bir gereksinim olmuştu. Bunun benim için sakıncaları da vardı: böylesine böylesine ozanla dostluk etmek, şiirlerini çevirmek beni onun uydusu durumuna getirebilirdi. Bunu önlemek için büyük çaba harcadığımı itiraf etmeliyim. Bu kuşkumu kendisine açtığım bir gün:

‘Dünyada ozanlar vardır, ozan aileleri vardır. Biz seninle aynı aileden olabiliriz. Başka aileler de vardır. Tedirgin olmana gerek yok, bildiğim kadarıyla senin şiirin kendi şiirin. Ama bu aynı aileden olmamızı engellemez,’ demişti.

Bu yaz da Ülker’le birlikte gene yollara düştük, ilkin Komotini’den telefon ettim, çalışıyordu; Atina’dan telefon ettim, gene çalışıyordu. 28.8.1981 akşamı Hydra adasından telefon edince:

”Planladığım çalışmalarımı bitirdim.Şimdi seninle Ülker’i bekliyorum, 4 ve 8 eylül tarihleri arasında” demişti.

”İkarus” adlı gemiyle Karlovassi’ye gelince, hemen otelden telefon ettim. Evde konukları vardı. ”Yarın akşam yemeğe gelin,” dedi.

”Olur,” dedim.

”Oğlundan bir mektup var sana . Amerika’da göndermiş. Bana da yazmış.”

”İyi” dedim, ”yarın akşam gelince alırım.”

”Hayır,” dedi, ”yarın akşam birlikte yemek yiyeceğiz ama siz sabah onda gelin. Konuşuruz, kahve içeriz. Ayrıca bir program yaptım : daha sonra bir seramik ustasının atölyesine gideceğiz. Oradan Potami’ye yüzmeye gideriz, öğle yemeğini de orada yeriz.”

Ertesi gün otelden saat dokuzda Çıktık. Ritsos’un epeyce uzak olan evine yaya gidecektik. Karlovassi epeyce değişmişti. Ama her zamanki gibi yeşildi. Özellikle begonya yaprakları, sırık fasulyeleri devsel boyutluydu. Yolda yürürken daha önceki görüşmelerimizde söylediklerini ansımaya çalışıyor, konuşmamızı kendi kafamda planlamak istiyordum. Neler söylemişti daha önceleri?

”Bir şiir için ifade ettiği anlama göre bir karar veremeyiz. Önemli olan onun ilkin şiir olmasıdır. Bir metin şiirse bir şey ifade eder; metnin içinde metnin içinde doğru ve haklı düşüncelerin yer alması onun şiir sayılmasına yetmez.

Durmadan, hiç durmadan çalışmamız gerek, biz ancak çalışarak kendimizi keşfedebiliriz, kendimizi keşfettikçe de evreni keşfederiz.

Bir şiir için dize yapısı çok önemlidir. Bir sözcüğün yeri rasgele değiştirilemez. Çeviride de buna dikkat etmek gerekir. Hele benim şiirlerimde.

Bir ozan sadece yapmayı düşündüğünü yaparsa başarıya ulaşmış sayılmaz, yapmayı düşündüğünü aşmalıdır.

Şiirden para kazanmayı hiç düşünmedim. Bana hep utanılması gereken bir şey gibi gelirdi. İnsan tanrıya dua ediyor diye ödüllendirilmek isteyebilir mi? Ama 49 yaşımdan bu yana şiirlerimin geliriyle yaşıyorum.

Bana çok yazdığımı söylüyorlar. Ama Homeros’un kaç dize yazdığını, Aiskhylos’un, Sofokles’in kaç oyun yazdığını düşünmüyorlar. Çalışmak bir Yunanın karakteridir, tembel bir Yunan olamaz.

Kadınların şiirsel içgüdüleri erkeklerden daha güçlüdür.

Nazım gösterişi sevmezdi, alçakgönüllüydü. Somutlaşmış bir iyilikti.

En çok Dostoyevski’yi severim, ondan sonra Proust, Joyce ve Faulkner gelir.

Fransız dili kemikleşmiştir. Benim şiirime genç Türk dili daha uygundur.

Denizin içini değil, yüzeyini severim. Doğal bir durum. Su insanın doğası değildir. İnsanın doğası topraktır.

Yunan mitolojisinde çağdaş öğeler vardır. Zaten bütün evrensel mitolojilerde bu özellik vardır. Böyle durumlarda, şiirde, tarihsel transposition’lar yapılabilir. Bu, şiirin okurla sıcak ilişkiler kurmasını sağlar. Evrensel mitoloji şiiri, sanat yapıtını ne kadar açarsa, yerel mitoloji de yapıtı o oranda kapatır, bilmeceleştirir. Ama evrensel Yunan mitolojisinden yaralanmak sadece bizim tekelimizde değildir, bildiğiniz gibi, yüzyıllardır Batı’ya esin kaynağı olmuştur. Yunan-Roma-Hıristiyan kültüründen gelmeyen uluslar için durum biraz zordur, ama Yunan kültürünün en evrensel değerleriyle Anadolu kültürü arasında bazı ilişkiler bulmanız zor olmasa gerek.”

Ritsos’un küçük bir bahçe içindeki bal peteği biçimli küçük evine gelince, bahçe kapısıyla dış kapının açık olduğunu gördük. Pencereden masanın başında çalıştığı görülüyordu.

“Büyük bir incelik.” dedi Ülker, kapıların böyle açık bırakılması. İlk geldiğimizde de böyleydi. Bütün ışıklar yakılmıştı.

Ritsos, bu arada bizi gördü ve kapıya çıktı. Çalışma odasına girdik. Masasının üzerindeki bütün defterler kapalıydı. Dediği gizi çalışmasını bitirmişti. Şimdi deniz kıyısından topladığı taşlara resim yapıyordu. Taşları gösterip:

“Size on iki taş vereceğim,” dedi. Ve hemen seçmeye başladı. “Seramik atölyesine gidince de kendi yaptığım bir tabağı vereceğim.”

Huyunu artık öğrenmiştim. Havadan sudan pek konuşmazdı, Ne konuşmamız, ne yapmamız gerekiyorsa, söze hemen oradan başlardı. Ritsos, Ülker’e taşları verirken odaya göz attım. Büyük bir değişiklik gözüme çarpmadı: orta büyüklükte, alçakgönüllü bir oda; bir çalışma masası, masanın üzerinde özenle üst üste dizilmiş kitaplar, defterler, mürekkep şişeleri, kalemler, sol tarafında yüze yakın taş, bir vantilatör, birkaç ilaç kutusu, mavi renkli bir petrol lambası; uzunca bir sedir, küçük bir kitaplığın gözlerinde gene taşlar, birkaç çiçek saksısı bir salıncak iskemle, ortada küçük bir masa, Üzerinde nefis bir dantela, çiçekler , her vazonun, her tabağın altında gene danteller, bir dolap ve ayaklı bir askı. Ve duvarlarda resimler, küçük bir galeriyi dolduracak kadar ve birkaç büst ve küçük heykel. Atina’daki evi de böyledir. Küçük, sade, sıcak ve müze. Düzenli ve tertemiz.

”Bak,” dedi, “benim erotik şiirlerin Fransızca ve İngilizce çevirileri. incelemem için gönderdi çevirmenler .Yakında Fransa, İngiltere, Amerika ve Almanya’da yayınlanacaklar kitap halinde.”

Son yıllarda kitapları artık Yunanistan’da yayınlanmadan yabancı ülkelerde yayınlanıyordu. Fransızca metni bana, İngilizce’yi Ülker’e verdi. Fransızca ve İngilizce’yi çevirileri denetleyecek kadar iyi biliyor. Bu iki dili de Yunan aksanıyla konuşuyor, ama fransızlarda bile görülmeyen ölçüde zengin bir sözcük dağarcığı var. İngilizce’yi de aynı düzeyde biliyor, ama zorda kalmadıkça konuşmak istemiyor. Yazmanın ilk sayfasını çevirdim:

EROTICA

Kırmızı majör küçük süit Gövdenin çıplaklığı Etin sözü

Bildiğim Ritsos şiiri biçiminden epeyce değişik üç kitaptan oluşan kocaman bir kitap. Baktım, gözlerinin içi gülüyor, beni şaşırttığı için hoşnut, kendisinden böyle bir kitap beklemediğimden kesinlikle emin:

“Artık kocadım, böyle şiirler yazıyorum,” diyerek gülümsüyor

”Kim kocamış?” diye söze karışıyor Ülker.

“Ben,” diyor. ”Ama insan, dünya, evren bir bütündür. Bu bütün içinde ozanın şiirine girmeyecek hiçbir şey yoktur. Cinsellik de insanın ayrılmaz bir parçasıdır, öyleyse ozanın ve şiirin de ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak insan gövdesi öylesine derinlikleri , öylesine yücelikleri olan bir evrendir ki insan ancak yaşlanarak keşfedebilir bunları. Derinin gözeneklerini, tek bir kumral kılı, hasta bir yüreği. Çünkü insan, o zaman, sadece güncel gözüyle değil, bütün geçmiş birikimin gözüyle, binlerce gözle görebilir .”

O bunları söylerken ülkemdeki konu yasaklamalarını (yönetiminkileri değil; ozanların, yazarların, eleştiricilerin karşılıklı yasaklamalarını) düşünüyorum. Bunları 72 yaşında, yıllarca toplama kamplarında yaşamış, akıl almaz işkencelerden geçmiş, bir özgürlük ve demokrasi simgesine dönüşmüş ozan söylüyordu. Ama ülkemizde, belli konuları, belli bir tavırla ele almayan ozanlar, yazarlar küçümseniyor, aşağılanıyor ve suçlanıyordu. Hele hele reçetelere uygun şiir yazdırmaya kalkışanlar bile vardı.

Ben bunları düşünürken, Ritsos üç yeni defter çıkardı. Ciltli. ikisi büyük, biri küçük. Bir hattat ustalığıyla, kırmızı ve siyah mürekkeple yazılmış. Birinin adı “Buluşma yeri”, ötekilerin adları Türkçe’ye ancak yaklaşık çevrilebiliyor. Bu yazın ürünü.

“Çok pahalı, bir yığın para verdim.” diyor Ritsos defterlerini göstererek. “Kağıt, kalem ve defter tutkumdur benim. En güzellerine yazmak isterim. Bu konuda İtalyanların üstüne yok. Bir de Sovyetler Birliği var, kitaplarının baskısı pek iyi değildir, ama defterleri eşsizdir. Şu küçük defterin kağıdı elle yapılmıştır.”

Ben mi açtım, Ülker mi, yoksa kendisi mi?

*** Birden, Ekim 1980’i düşünüyorum. Atina’daki evde genç İran’lı bir ozan vardı.

“Yunan ve Türk halkları bunca düşmanken siz nasıl rahatlıkla Ritsos’un çevirilerini yayınlayabiliyorsunuz?” diye sormuştu bana. Ben yanıtlamadan Ritsos yapıştırmıştı:

“Düşmanlık sözü saçma, iki halk dosttur.”

Ben bunları düşünürken avluda tavuklar gıdaklamaya başladı. Müthiş bir şamata. Ritsos’a baktım, sinirleniyor mu? Hayır umurunda bile değil. Derken ayağa kalktı.Ben, tavuklara “kişt” diyeceğini sandım, oysa o önce bahçeye bakıp sonra pencere panjurunu kapattı.

“Bayan Falitsa neredeyse gelir.” dedi.

“Bu evde mi gözaltında yaşadınız?” diye sordu Ülker.

“Evet bu evde. Ama toplama kampları bir bakıma daha iyiydi. Orada konuşabiliyordum, tanıdıklarım, dostlarım vardı. Buradaysa evi polisler sarmıştı. Evde radyo, televizyon, telefon yoktu, gazete ve mektup falan yasaktı. Günde üç kez yürüyüşe çıkıyordum, polislerle birlikte. Halkın bana selam vermesi, benimle konuşması yasaktı. Denize gittiğim zaman iki yanımda yüzer metrelik boşluklar oluşuyordu. Karım ve kızımın dışında konuşacak kimse yoktu. Her şeyi göze alıp benimle konuşmaya gelen bir köylünün sağlam yerini bırakmadı polisler.”

Birden Bayan Falitsa’nın bizi seramik atölyesinden, saat ikide alacağını anımsadık. Bayan Falitsa’yı anlatmanın şimdi tam sırası: tıp doktoru Bayan Falitsa, patoloji, çocuk ve iç hastalıkları uzmanı. Sabahın sekizinden akşamın onuna kadar hasta kabul ediyor, hastalarını dolaşıyor.. Evden de o sorumlu: yemek pişiren o, ustanın sağlığına dikkat eden o, ustayla birlikte gidip onu Atina’daki eve yerleştiren o, üç ayda bir Atina’ya gidip evi düzenleyen o, bize kahve ve reçel sunan o, bizi arabayla plaja götüren o, gece ondan sonra yemek hazırlayan o. Hep o. Nasıl dayanabiliyor böylesine yoğun ve zorlu yaşama? Ritsos’la 1945 yılında tanışmışlar, Bayan Falitsa tıp öğrenicisiyken. Ritsos toplama kampından dönünce 1954 yılında evlenmişler. Ritsos bu dönemle ilgili olarak “duygusal bağlarımızı sürdürdük” diyor. Olağanüstü bir insan Bayan Falitsa, yeryüzünde bir benzerinin bulunabileceğini sanmam. Bunca işi arasında bize imambayıldı yapmak inceliğini gösterdi. Nefisti.

Ritsos odanın öteki panjurlarını da kapattı. Seramik ustasına gitmek üzere dışarı çıktık. O sırada, kim göndermiş bilmiyorum, kocaman bir çiçek getirdiler. Yolda karşılaştıklarımız Ritsos’u büyük bir sevgi ve saygıyla selamlıyordu. Üç yıl önce, ozanın büyüklüğünü için bana dağları gösteren kahve garsonunu anımsıyordum. Denize paralel yolda yürüyorduk.

“Gelin size koltuğumu göstereyim.” dedi Ritsos.

Akşamın belli saatlerinde deniz kıyısına gelip oturduğunu gören insanlar, rahat etmesi için ona beton bir koltuk yapmışlar. Ama kışın kabaran deniz ilk koltuğu yerinden sökmüştü. Şimdi yeni yaptıkları daha korunaklı bir yerdeydi, birincisinin kalıntısı da yanında duruyordu. Ozan zaman zaman buraya gelip, denizi, günbatımını seyredip dinleniyor, şiir kuruyordu belki. Tıpkı Vitoşa tepesindeki kayasından Sofya’yı seyredip yurtsever şiirler yazan İvan Vazof gibi. Sofyalılar şimdi bu kayayı bir parka getirmişlerdi.

Gittiğimiz atölyede Vasili (baba), Maria (ana) ve Yannis (oğul) çalışıyorlardı. Ritsos şiir çalışmaları bitince buraya gelip seramik çalışıyordu. Halk işi seramik. Ritsos bu sanatı tanıtıp desteklemek için kendi yaptığı tabaklarla (tabakları resimliyordu) bir segi açacaktı. Bu sergiye çalışıyordu. Oğul Yannis hemen boyaları ve önlük getirdi. Ritsos benim elime de bir tabak tutuşturdu. Ama pek beceremedım. Ülker çok iyi şeyler yaptı. Baba Vasili gelip Ritsos’a bir şeyler sordu. Bizi sorduğunu sezinledim. Aldığı cevap yüzünü aydınlattı Vasili’nin. Bana Alaçatı’yı bilip bilmediğimi sordu. Annesi-babası oralıymış.

”Biliyorum,” dedim. ‘İzmir’le Çeşme arasındadır: Çok severim. Dün oradan söz ediyorduk.’

Gerçekten de öyle. Olağanüstü bir çarşısı vardır Alaçatı’nın. Mimarisi bozulmamış bir kasabadır. Vasili çok sevindi, kasabasını bilmemiz hoşuna gitmişti. Zaten tanıdıklarımızın çoğu Türkiye kökenliydi. Theodorakis’in annesi Çeşme’liydi. Theodorakis ”Çeşmes” diyordu. Ressam Yannis Apostolopulos’un babası İzmir’li, annesi Foça’lıydı. Ozan Steilos Geranis’in babası Kuşadalıydı. Başka biri Urla’lıydı. Sökeli, Konyalı, İznikli, Ayvalıklı, vb. Vasili, karısı, oğlu, hepsi, taşıyamayacağımız kadar armağan ver mek istiyorlardı.

Saat ikide Bayan Falitsa geldi, bizi arabasıyla Potami kıyısına götürdü. Bizi bırakıp Karlovassi’ye, hastalarına döndü…

Deniz kıyısındaki turistler de tanıyorlardı Ritsos’u, birbirlerine gösterip saygıyla. Selamlıyorlardı. Ritsos soyunda. Yetmiş üç yaşına karşın çok biçimli bir vücudu vardı. Zorlamasıyla bu yıl, ben de(ilk kez denize girdim. Kalbinden rahatsız olduğu için doktorlar hareket etmesini yasaklamışlardı denizde. Denizin üzerinde sırt üstü duruyor gibiydi, ama yavaş yavaş açılıyordu. Denizden çıkıp kurulanırken bu yaz iki kilo aldığını söyledi. “‘Kızımı ve Falitsa’yı yemek yerken görünce dayanamayıp ben de yiyorum” dedi.

”Bu sabah kaçta uyandın?” diye sordu.

‘Beşte,” dedim, ”ben uykuyu sevmem, en fazla beş saat uyurum,” dedim.

”Ben de fazla uyumam,” dedi, ”Özellikle uzun şiirlerime çalışırken uyuyamam. Sünger Avcıları’nı yazarken on beş gün boyunca en fazla yirmi saat uyudum. Şiiri bitirdiğim zaman gözlerim görmez olmuştu, ayakta duramıyordum. Uyumamak doğallaşmıştı sanki. Karımın zoruyla uyku hapı aldım yaşamımda ilk olarak. İçtim ve on iki saat uyudum. Gözlerim iyi görür, iyi anlar. Şiirlerimde de görülür bu. Makronissos’ta işkence sırasında en çok korktuğum şey kör olmaktı. Bütün korkuları yenmiştim , ama bu korku hala içimdeydi. Bir gün kafama vurdular, gözlerim görmez oldu bir süre; o zaman, körlüğe de dayanabileceğimi anladım. Gördüğüm şeyleri tekrar düşünmeme engel olamazlardı ve ömrümün sonuna kadar yetecek şeyler görmüştüm. O zaman körlük korkusunu da yendim.”

Bu sırada, Ülker denizden çıkıp yanımıza yaklaştı. Ritsos’un bu sabah ilk kez yaşlılıktan söz etmesi dokunmuştu ona.

”Kendinize haksızlık ediyorsunuz,” dedi, ”sizi gören kimse inanmaz sözlerinize. ”

”Bilmem,” dedi, ”ama ben her sabah genç uyanıyorum. Ama sıfır yaşında değil, bütün birikmiş yaşımla, dünyanın bütün yaşıyla genç uyanıyorum.”

Lokantada bamya ve makarna ısmarladık. Bize şarap, kendisine pepsi söyledi. Ben Ülker’e on beş günlük uykusuzluğu anlatıyordum. Çünkü o konuşmayı dinlememişti. Ritsos, nereden anladı bilmem:

”Evet,” dedi, ”ilaçla vücuduma egemen olmak istemem. Kendi vücudumu irademle yönetmek isterim. Kendi gövdeme bir araç, bir ilaç vasıtasıyla egemen olmak istemem. iki kez prostat ameliyatı oldum. Albaylar döneminde Atina’ya gitmeme izin çıkınca, bir hastaneye telefon edip yer ayırttım. Kan işiyordum. Dört gün ilaç alıp sakinleşmem gerekiyor muş ameliyattan önce. İlaca karşı tepkim nedeniyle profesörün verdiği sakinleştirici hapı içmiyordum. Doktor son gün sordu: ‘Bay Ritsos verdiğim hapı içiyorsunuz, öyle değil mi?’ Ben daha yanıtlamadan, yanımızda duran hemşire: ‘Hayır efendim içmiyor’ dedi. Bunun üzerine profesör: ‘Sağlıklı bir ameliyat yapabilmemiz için hiç olmazsa sonuncusunu içmelisiniz’, dedi. Onu da içmedim. Ertesi gün ameliyathaneye götürdüler, lokal anestezi yaptılar, belimden aşağısı uyuştu. Çalışmalarını film seyreder gibi seyrediyordum. Doktor: ‘Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Bir isteğiniz var mı?’ diye sordu. ‘Gayet iyiyim,’ dedim, ‘Bir isteğim var ama söylemeye çekiniyorum.’

Doktor, ‘Çekinmeyin, çekinmeyin, söyleyin’, dedi. ‘Mümkünse bir sigara içmek istiyorum’ dedim. ‘Bir sigara verin Bay Ritsos’a,’ dedi, ‘hiç olmazsa ameliyat sırasında sigara içen ilk hastamızı da görmüş oluruz.’ Sigarayı yakıp verdiler, sigara içe içe ameliyat oldum.”

”Hocam, ilaç içmiyorsunuz, peki hiç sarhoş oldunuz mu hayatınızda?” diye sordum.

“Kalbim hasta,” dedi. “Bir onun için ilaç kullanıyorum. Sarhoşluğa gelince, hayatımda birkaç kez gerçekten sarhoş oldum. Ama şiir yazmak için, bazı engelleri aşmak için, bir şeyi kutlamak için içki içip sarhoş olmaya gereksinim duymuyorum. Şiir yetiyor. Şiiri yirmi dört saat yaşamak gerek. İçki araya kesinti sokar: Kırk sekiz yaşıma kadar 24 saatimi bölen engeller vardı: avukat yanında yazmanlık, sanatoryum, tiyatro, toplama kampları, sürgün, bir yayınevindeki işim. Kırk sekiz yaşımda, telif ücretlerimle yaşayabilmek olanağı çıkınca, bir çekingenlik duydum. Acaba çalışma odama çekilip dünya ile ilişkim kesilince esin kaynağım kuruyacak mıydı? Kuşkularımın boşuna olduğunu anladım bir süre sonra. Tam aksine çalışma odam bütün evreni kapsadı, esin kaynağım derinleşti ve çoğaldı, çünkü artık bütün zamanım şiire aitti. Çalıştığım sürece, odamdan çıkmadıkça kimse rahatsız etmez beni. Telefonlara cevap vermem. Süre önemli değildir, çalışmam bitince odamdan çıkarım.”

”Buraya oranla Atina’da daha az vaktiniz vardır.”

“Yok canım! Orada da öyle. Sinema, sergi, tiyatro ve davetlere gitmem. Beni ziyarete gelenlerin de sayısı, sınırlıdır. Sabahları erken kalkarım. Yılda bir kaç kez üniversitede konferans veririm Evet erken kalkarım sabahları. Bir kahve içerim. Öğleye kadar çalışırım, saat 14’e kadar falan. Öğle yemeğini yerim. Saat 16’ya kadar gazete, dergi okurum. Ondan sonra bir kaç saat uyurum. Uyanınca sabahleyin yazdıklarımı düzeltirim. Akşam yemeğinden sonra ya okurum, ya da gene çalışırım. Yazmıyorsam gece yarısına doğru uyurum. Yazıyorsam, sınır yoktur.”

”Bayan Falitsa çoğu zaman Karlovassi’de. Atina’da yemeklerinizi kim hazırlar?”

“Ben. Sabahları sadece kahve. Çalıştığım sürece sigara. Sol elimde sigara. Ayrılmaz parçamdır. Sağ elimdeki kalem gibi. Daktilo ile yazı yazmam. Öğle yemeğim meyvedir, ya da domates, peynir. Akşamları yumurta ya da çorba. Bunları yapmayı beceririm. Cuma akşamları dostlarım gelir alır. Onların Pire yakınlarındaki evlerine gideriz. Hafta sonunu orada geçiririm.”

Dikkat ettim, yemek yerken konuşmayı sevmiyordu. Ciddileşiyordu, yani yemek yemeyi ya yük sayıyor, ya da çok ciddiye alıyordu. Belki de toplama kamplarının etkisiydi bu. Bu işi fazla uzatmak istemiyormuş gibiydi. Ama bu konuda soru sormadım.

”Hocam,” dedim, ”tiyatrodan söz ettiniz, dansör müydünüz, bulvar tiyatrosu muydu çalıştığınız yer?”

“Hayır tam öyle değil, hem komedi, hem klasik tiyatro da oynuyorduk, tabii bulvar da oluyordu.”

O gün gece saat ikiye doğru bizi otelimize bıraktılar. Mutluydum. Ama içimde bir eksiklik vardı Bu kaçıncı kez bir arada oluyor, şiirden, sanattan, az da olsa politikadan söz ediyorduk. Konuştuklarımız bir süre sonra belirsizleşmeye başlıyordu belleğimde, üstelik bu konuştuklarımızı başkalarına aktarmak, başkalarıyla paylaşmak istiyordum. Ama Ritsos’un yazılı ya da ses makinasıyle röportaja kesinlikle izin vermediğini biliyordum. Konuştuklarımızı aklımda tutup kağıda dökebilirdim,belleği bir fotoğraf makinasına benzeyen Ülker de bu konuda bana yardımcı olabilirdi. Bunları ilerde yayınlayabilirdim. Ama böylesine bir davranış pek dürüstçe gelmiyordu bana. Yaptığım şeye Ritsos’un izin vermesini, bilmesini istiyordum. Kafamda bazı sorular vardı. Bunları Ritsos’a sormam gerekiyordu, soracaktım. Razı olmazsa, izin vermezse, herkesin başına gelen benim de başıma gelmiş olacaktı. Çünkü bütün ömrünce bir kez, 1952 yılında, Prag radyosunun röportaj yapmasına razı olmuştu. Ama gene de denemekten başka çare yoktu. Ertesi gün bütün cesaretimi toplayıp:

“Hocam, “ dedim, “size sorulacak birkaç sorum var. Beni tedirgin eden birkaç soru. Bunlara vereceğiniz yanıtları Türkiye’ de yayınlamak istiyorum, izin verirseniz. Şiirlerinize, düşüncelerinize büyük değer veriliyor ülkemizde. 1952 yılında Prag radyosunun sizinle yaptığı konuşmanın yayınlanması, düşünceleriniz, büyük yankılar yaptı. Yol gösterici, öğretici bir konuşmaydı. Ama asıl şu anda neler düşündüğünüz ilgi konusu, bu bakımdan…” Sözümü kesti.

“Ne soracaksan sor bakalım,” dedi.

Kulaklarıma inanamadım, tarihsel bir andı, 30 yıllık duvarı yıkıyordu Ritsos. Elim titreyerek defterimi açtım, elime kalemi aldım, Ülker’e de “Aman dikkatli dinle” diyerek ilk sorumu sordum:

“Nesnel gerçekten ( realite ) büsbütün bağımsız bir şiirsel, daha doğrusu sanatsal bir gerçek var mıdır? Sanatsal yaratıda nesnel gerçek ile sanatçının öznel gerçeğinin rolleri nelerdir?”

“Gerçek sadece duyduğumuz, gördüğümüz şeyler değildir,” dedi, “aynı zamanda düşleyebileceğimiz şeylerdir,fantastik duygulardır.Gerçeği adlandırmak tanımlamak çok güçtür, içten dışa, dıştan içe, nesnelden öznele, öznelden nesnele bir ilişki, bir etkileşim söz konusudur. Karşılıklı etkileşim vardır. Düş ve fantezi gerçeği ile elle tutulan gerçek aynı şeydir. Düşlediğimiz, düşleyebildiğimiz gerçek tarihsel gerçekten ayrılamaz. Öte yandan, sanatsal heyecan, doğa karşısında, yaşam karşısında duyduğumuz heyecanın aynısı, benzeri değildir. Çünkü yaşamın gerçeği sanatın gerçeği olurken, sanatsal gerçek olurken bir metamorfoz geçirir. Bir nesnede sanata özgü niteliklerin bulunması için bu değişim baş koşuldur. Bu nedenle, bizim estetik heyecanları gerçekten tanımamız oldukça güçtür; bu heyecanı saptamamız da güçtür. Bir bakıma, “şu estetik değere sahiptir’ şu estetik değere sahip değildir’ diyebilmek de oldukça güçtür. Estetiğin soyut niteliğine karşın, onu anlamak’tan, onu duymak’tan kuşku duyamayız. Estetik alan çok geniştir, çok derindir, aynı zamanda çok yüksektir. Bu uçsuz bucaksız estetik gerçekte yasaklanmış duygu, düşünce ve sözcük yoktur. Bu estetik gerçek her şeyi içine alır, her şeyi kapsar. Yani tarih, sosyoloji, felsefe, aynı zamanda insan gövdesi, ruh ve zekayı bir bütün içinde, mutlak bir birlik içinde kapsar.”

“Mitolojiyi günceli ve sonsuzu ekleyemez miyiz bu saydıklarınıza?” dedim.

Mutlaka! Mitolojiden nasıl yararlandığımı, tarihsel gerçek ve mitolojik öğelerden şiirlerimde nasıl yararlandığımı biliyorsun. Dini de unutma, din de ozanın bilgisine girmesi gereken toplumsal bir gerçektir. Duyumları, izlenimleri, nefis hazlarını, cinsel hazları da cinselliği de ekle…”

“Erotica’da olduğu gibi mi?”

“Evet, Erotica’ da olduğu gibi. Estetik gerçek sadece bunları değil, bütün duyguları, duygusallıkları ve hatta en katı mantığı da içerir. Eğer bunların tümü yoksa estetik gerçek tamamlanmış değildir. Bu açıdan bakınca gerçeküstücülüğün bir eksiği, bir suçu olduğunu görürüz, bir yanlışı: Mantık’ı yadsıdı gerçeküstücülük. Ve mantığı yadsırken daha katı bir mantık yarattı,sınırlı bir mantık yarattı, mantıksal olmamanın mantığını yarattı. Bununla birlikte ve bu nedenle, gerçeküstücülük dünya şiirine bir çok kapı açtı, büyük anlatım ( ifade ) alanı açtı, büyük olanaklar sağladı; ama gerçek bir yapıt, büyük ve özgün bir yapıt yaratamadı. Çünkü yaşamın önemli bir yetisini, mantığını bir kenara bırakmıştı. Sadece düş gördü. Ama başkalarının büyük yapıtı için gerekli hazırlığı yaptı. Bu yapıtlar gerçeküstücülüğün ve birikimlerinin üzerine kuruldu.”

“Yani hocam, masanın dört ayağı da yere basmış oldu.”

“Evet, öyle diyebiliriz. Artık masanın üzerine bir çiçek, bir defter koyabiliriz. Çünkü toprak ve gökyüzü arasında bir ilişki kuruldu.Bak sana bu yaz burada tamamladığım şiirlerimden birinin bir bölümüyle bir örnek vereyim:

“Nice nice kara sayılar var,yadsımalar,

çıkarmalar, bölmeler var,

ve aşağıda şiirin köşesinin altında güncel mavi.”

( Burada, son dizedeki “ şiirin köşesinin altında” yı pek iyi kavrayamadığımı görünce açıklamaya çalıştı: burada bir aritmetik işlemi söz konusuydu: bölünen, bölen ve sonuç.Bunun üzerine kalkıp masasına yaklaştım ve bir boş kağıt aldım, aşağıdaki şekli yaptım:

…………./ ………………. __ __ __.__ __ __ __

( M. A. V. İ. )

Baktı. “Evet, doğru,” dedi. “Mavi işte oradadır.”

Gene de pek iyi anlamadığımı düşünerek dizeleri Yunancasını defterime yazmasını istedim. Yazdı.)

Soruma verdiği yanıtın yeterli olduğu kanısına vardım. Daha fazla yormak istemiyordum. Arka pencere ve yandaki pencereden gelen diri ışığın aydınlattığı, yaş, acı ve baskı tanımayan yüzü yorgun değildi ama, dipdiriydi. Şiir üzerine konuşmak heyecanlandırmıştı onu. Doktorların yasaklaması üzerine günde elliden ona indirdiği ama bizim gelişimizle on beş, yirmiye çıkardığı yassı sigaralarından birini ağızlığa geçirip yaktı ve başka sorun var mı? Gibilerden yüzüme baktı.

“İzin verirseniz bir sorum daha var” dedim.

“Bugün 7 eylül 1981 saat 2. Sanatsal ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan çağdaş ozanı tanımlar mısınız?” Bu sırada çalışma odasının kapısı çalındı. Kızı. Atina’dan telefonla arıyorlarmış. Ritsos odadan çıkınca Ülker’e “Tarihsel bir olaya tanık oluyorsun, dedim heyecanla. 1952 yılından bu yana hiçbir yerde, hiçbir zaman, hiçbir kimseye böyle bir şey yapmasına izin vermedi. İlk kez 1952 yılında Prag’da yaptılar, ikincisi bu bizim yaptığımız.”

Bu sırada gülümseyerek içeri girdi Ritsos: “Biliyorsun,” dedi, “otuz yıldır ilk kez senin sorularına cevap veriyorum…” “Biliyorum,” dedim, “siz telefonda konuşurken Ülker’e söylüyordum bunu.”

“Ne sormuştun?”

“Sanatsal ve toplumsal sorumlulukların bilincinde olan çağdaş ozanı tanımlar mısınız? demiştim.”

“Benden isim vermemi isteme.”

“İsimler söz konusu değil, ozanın sanatsal ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan çağdaş ozanın,niteliklerini soruyorum.Sizce neler olmalıdır?”

“Çağdaş ozanın kesinlikle sahip olması gereken bütün özellikler, her zaman, her dönemde, bütün çağlar boyunca, bir gerçek ozanın sahip olması gereken niteliklerdir. Yani bir insan, sadece kendisininkilerle değil, herkesle kardeş olan, bütün insanlarla kardeş olan, herkes olan bir insan. Çok incelmiş bir duyarlılığa sahip olmalı, son derece incelmiş. Her hareketle, en uzaktakilerle bile en somut ve aynı zamanda en tanımlanmaz ilişkiler kurabilen biri. Bilincine ve yazısına geçen dünya ile en ince, en kesin, en karmaşık ilişkileri kurup sürdürebilecek sürekli dikkat ve uyanıklığa sahip biri. Geleceği önceden sezebilmek, önceden gerçekleştirebilmek, önceden kurabilmek için dünyanın bütün uygarlıklarını ( geçmiş ve şimdiki ) bilen, kavrayan biri. Bütün bunlara sahip olabilmek için sabahın erken saatlerinden en derin geceye kadar süren günlük çalışma gereklidir;bu günlük çalışma gerekli ve zorunludur,çünkü dil,anlatım,sözcükler, fiil ve söz, son derece, son derece karmaşık ve ince bir aygıttır. Ve bir sözcüğü başka bir sözcüğün yanına ve bir sözcüğü bir dizeye yerleştirmek başlı başına bir keşiftir. Örneğin çok yalın, çok yalın bir sözcük alalım: ‘masa’.Ama masa sadece masa mıdır? İlkin bu masanın ağacı vardır, bu ağacın geldiği orman, çırılçıplak ya da çiçek açmış ağaçlar, kesici oduncu vardır, balta vardır,ağacı taşıyanlar, işçiler vardır, başka işçiler vardır… Masanın yapıldığı atölyenin atmosferi,onu masalaştıran marangozlar, mobilyacılar vardır. Marangozun başına sıçrayan yongalar vardır. Biraz daha uzak ilişki olarak, tekne vardır, kürek vardır;hatta istersek Argonotlarla bile ilişki kurabiliriz, öyle değil mi?”

“Yani kocaman bir evren var her sözcükte?”

“Doğal olarak vardır.Bir kuşağın deneyimini öteki kuşağa aktarmak;dahası insanların yaşamını kolaylaştırmak, güzelleştirmek için yararlı nesneler hazırlayan insanların ortak çabaları söz konusudur. Bu noktada estetik alana gireriz. Yuvarlak masa, kare masa, dikdörtgen masa, büyük masa, küçük masa, bahçe masası, yemek masası, güzel bir kadının uyumadan önce üzerine çiçek koyduğu masa, ellerimizi, tabaklarımızı koyduğumuz masalar, su ve şarap bardaklarımızı koyduğumuz, defterlerimizi koyduğumuz üzerinde şiir yazdığımız masalar. Bu masanın çevresinde, dostlarla birlikte, nice mutlu, nice coşkulu, kavgalı, içkili, tartışmalı anlarımız vardır; aile acıları, yitikler, yenilgiler, dünya acıları, savaşlar, öldürmeler, silahlı saldırılar, çığlıklar ve büyük susuşlar, suskunluklar. Geceleyin bir adam başını ellerinin arasına almış, dünyanın karşısında, dünya ile baş başa. Görüyorsun, basit bir sözcük: masa! İşte bu nedenle nesneleri severim, nesnelere taparım. Bu nedenle şiirlerimde bol bol nesne adları vardır.”

“Hocam, ya bağlanmanın sınırları?”

“Benim için angaje şiir diye bir şey yoktur.Şiir vardır, ya da yoktur.Bir ozan şiirsel kaynağını herhangi bir partinin programından, bir ideolojiden almaz.Ozana, kendi duygularını açıklamak gereksinimi yol gösterir. Bu yüzden bağlanma sınırı diye bir şey olamaz. Ozan, herkesin düşleriyle buluşmak ister. Ama senin de tanık olup söylediğin gibi Pasok ve Yeni Demokrasi partileri benim bestelenmiş şiirlerimden, özellikle ‘Rumluk’ ( Yunanlıların Öyküsü ) adlı şiirimden yararlanıyorlar seçim kampanyalarında. Bu ozanın suçu değildir. Aksine ulusal oluşunun, başlıbaşına bir kurum oluşunun belgesidir.Çünkü ozan herkese, insanlığın geleceğine seslenir. Ozanın savaşı budur. “Yalınlığın anlamı” şiirimi anımsarsan, ne demek istediğime örnek bulursun. Şiir yakalanmayanı, dile gelmeyeni, görünmeyeni ele geçirmektir. Halktan yana olmak için partili olmak gerekmez, gerçek ozan olmak gerekir; gerçek ozan ise kendiliğinden partilidir, ilericidir. Biz bu yüzden çok çalışmalıyız ve çalışmayı da çalışarak öğreniriz. Şunu kesinlikle aklından çıkarma: bir ozanın en önemli özelliği ‘ sürekli olan’ la ‘güncel’ i bağdaştırmaktadır.”

“Hocam, 15 ekim 1952 günü Prag radyosunda yaptığınız konuşmada, ‘Şiirsel dil bireşimseldir (syntehetique), oysa eleştirinin dili çözümseldir (analytique) diyorsunuz.Ayrıca, bana buradan, Karlovassi’den yazdığınız 15.7.1981 tarihli mektubunuzda da ‘Plan yaptım, bu yaz üzerinde çalışıp çok mısralı iki bireşimsel şiire son şeklini vereceğim ‘diyorsunuz. ‘Bireşimsel’ kavramıyla neyi anlatmak istiyorsunuz?

“ ‘Bireşimsel’i, kompoze’, ‘bileşik’, ‘birçok parçadan oluşmuş’ anlamlarında düşünmek gerekir. Söz konusu iki mantıktır. Birincisi bireşimsel. İkincisi çözümsel. Çözümsel olan sadece eleştiriye özgü değildir. Çözümsel anlatım düz bir anlatımdır; düzdür, engebeli değildir, derinlikleri, inişleri-çıkışları, yükseklik ve dorukları yoktur. Bir ozan öyle bir dil kullanmaz. Halk da kullanmaz, en azından duyar. Örneğin bir avukat evinden çıkıp iş yerine varıncaya kadar yaptıklarını, gördüklerini tek zamanla anlatır, örneğin ‘di’li geçmiş zaman kullanır, söylediklerinde duyguları, ilişki kurduğu gerçeğin harekete geçirdiği duyguları yer almaz. ‘Bugün saat yedide kalktım. Yedi buçukta evden çıktım. Trafik Çok sıkışıktı, buraya gelinceye kadar canım çıktı’ der. Oysa ozanın işi matematiksel ilişkiler kurmak değildir. Ozan bütün zamanları birbirine karıştırır. Cümlenin devinimlerinden yararlanır. Aynı süre içinde ve aynı mekanlarda havanın sıcaklığını duyumsar, penceresini açınca yeni açmış çiçekleri, ağaçlardaki tomurcukları görür, bunlar ona güzel bir kadını anımsatır, sürgündeki koca da dünyayı, dünü, bugünü ve yarını düşündürür. Duygu ve düşünceleri katmanlıdır. Bu katmanlar arasında gözle görülmez, duyumsanabilir ilişkiler vardır. Bu nedenle kuracağı cümlede, soru işaretleri, ünlemler, üç nokta, sıçramalar, atlamalar, beyaz alanlar, söylenmeden geçilen ama sezinletilmek istenen gerçekler vardır. Bu nedenle dili hareketlidir. Halkın çok boyutlu dilidir. Dediğim gibi, ozan, nesneler, olaylar ve gerçekler arasında matematik ilişkiler kurmaz. Onun işi ‘dissimulation’ dur ( duygu ve düşünceleri saklama ), metamorfoz’dur.

“Yani iki kere iki dört etmeyebilir.”

“Etmeyebilir. Ozanın yaşam karşısındaki durumu çok önemlidir. Ozanın ve şiirin görevi yaşamın doğrulanmasıdır, olumlanmasıdır, yani ‘affirmation’ u. Bütün bu acılardan sonra, işkencelerden sonra ‘hayat ne güzel’ deriz, demeliyiz. Bu nedenle bu ‘olumlama’ için savaşırız. Ozan ölümü seçmez, ölüme karşı ölümsüzlüğü, hayatın ve uygarlığın ölümsüzlüğünü seçer. Ölümün bir tek değeri vardır, o da bize ölümsüzlük arzusu vermesidir.

Yaşamımı biliyorsun. Yaşamımda sadece dostlarıma değil, düşmanlarıma da minnettarım. Onların, düşmanlarımın işkenceleri, haksızlıkları, sömürüleri sayesinde kendi varlığımın derinliklerinin bilincine vardım; orada sondaj yaptım, petrol sondajı, su sondajı gibi, sadece kendi varlığımın değil, bütün evrenin. Dış baskıya karşı koyabilmem için bütün uyuyan iç güçlerim seferber oldu, baş kaldırdı. Baskı oranı arttıkça karşı koymam da çoğaldı, yoğunlaştı ve baskının düzeyini, yüzeyini aştı, aşıp geçti ve doruğa yükseldi. Goethe’ nin dediği gibi, ‘dipte doruğun bilincine varırız’. Doruğun dipteki bir insan için önemi vardır, doruğa yakın biri için doruk birkaç metreyle ölçülebilen bir mesafedir. Ama unutma bu bir program değil bir gerekliliktir. Günlük yaşamın peşine düşen insanlar bu dorukların ve çukurların farkında değildir. Ozanın görevi bunları, yani dorukları, derinlikleri ve çukurları bu insanlara göstermektir.

‘Karanlıkta gülümsedi bir adam,

belki çünkü karanlığı görmüştü,

belki çünkü karanlıkta görmüştü.’

Bu dizeleri anımsıyor musun?

“Anımsıyorum hocam”

Eline Yunanca bir kitap aldı:

“Bu kitapta dostlara seslendiğim şiirler var. Şimdiye kadar hiçbir kitaba girmemiş olan şiirler. Nazım için yazdığım şiir de bu kitapta yer alıyor. Yıllar önce Pablo Neruda için yazdığım bir şiirde şöyle bir dize var: ‘En büyük yük sırtımızda taşıyıp da başkalarına veremediğimiz ışıktır.’ Çünkü önemli olan aydınlığa sahip olmak değil, onu dağıtmak, sunmak ve paylaştırmaktır. Ozanın politikası işte budur, bir başka politikası yoktur. Bu görevi ozan içtenlikle, ‘Familiarite’ ( içtenlik, teklifsizlik, senli-benlilik, içli-dışlılık ) ile sağlayabilir. ‘Familiarite’ şiirimin en önemli öğesidir. En olmayacak, en ciddi şeyleri hiçbir şey olmamış gibi ‘familiarite’ içinde söylerim. Belagat yok, tumturaklılık yok, basitlik ve yalınlık var.

“Hocam bir Fransız gazetecisine en büyük Fransız ozanın kim olduğunu sormuşlar televizyonda, o da sizin adınızı vermiş, doğru mu?”

“Doğru. Orada otuzdan fazla kitabım yayınlandı.”

“Fransa’ya, Paris’e gittiniz mi?”

“Gitmedim”

“Ama İtalya’ya gidiyorsunuz?”

“Gidiyorum çünkü orada Yunan uygarlığının uzantısını görüyorum. Yunanistan’la İtalya, iki kültür arasında, bir kan nakli söz konusu. Yunan kanının İtalyan damarına nakli. Yunan mimarisini, Yunan heykelini daha büyük boyutlarda gerçekleştirdiler. İtalya ayrıca Akdeniz’dir. Sana işin doğrusunu söyleyeyim. Saklamaya gerek yok. Şiir üzerine seninle dilimden başka bir dilde konuştuğum için üzgünüm, canım sıkılıyor, acı çekiyorum.”

“Ama hocam isterseniz yayınlamam bunları.”

“Yayınla, yayınla. Artık bir kere ok yaydan çıktı. Seni böyle coşku içinde görünce ben de sana uydum. Ama ben ne yapayım ki, ancak kendi dilimde, duygu ve düşüncelerimi açıklayabilirim. Kendi toprağımda, kendi gökyüzümün altında bu duyguları yaşayabilirim. Albaylar döneminde İngiltere hükümeti albaylar hükümetine resmi bir mektup yazarak ‘Yunan sanatı ve düşüncesi’ konulu bir toplantıya katılmamı sağlamalarını istedi. Beni Atina’ya çağırdılar. Buradan mevcutlu olarak, polislerle birlikte Atina’ya gittim. İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Patagos bana pasaport vereceklerini, gerekeni yapacaklarını söyledi. Ben de ona kendilerinden bir şey istemediğimi, bana pasaport verecek yetkileri bulunmadığını söyledim.”

“O da size ‘Siz bir ozansınız niçin politikayla uğraşıyorsunuz? Dedi. Siz de “Bir ozan halkının en has evladıdır, bu nedenle politikayla uğraşmak zorundadır” dediniz.

“Evet. Ben, ozanım ilerici bir ozanım, Yunanistan’ı severim. Yunanistan’ı hümanizmanın vatanı olduğu için severim.Kendi dilimle konuşmadığım zaman, bir yabancı dilde konuştuğum zaman, ahmaklaşır gibi olurum, duygu ve düşüncelerim yoksullaşır. Her ozan bu bu tedirginliği duyar. Nazım da öyleydi. Yazabilecek kadar iyi Fransızca ve Rusça bildiği halde Türkçe’den başka bir dil kullanmamıştır. Ancak çevirmenlerine bir yardım söz konusu olduğu zaman Rusça ve Fransızca bilgilerini kullandı”

“Hocam bana günde 8, 10, 12 saat çalıştığınızı yazdınız. Komotini’den size telefon ettiğim zaman da öyle söylediniz?”

“Ozanın işi çalışmaktır, eser yaratmaktır. Başka bir işe doğrudan doğruya karışmaz. Onun işi çalışmak ve eser yaratmaktır. Bunu en iyi başardığı zaman kendisinden beklenen bütün hizmetleri yerine getirmiş olur. Bu evdeki gözaltı sırasında beni umutsuzluktan ve delilikten şiir ve resim çalışmalarım kurtarmıştır.”

“Zaten şiirlerinizde ‘umutsuzluk’a rastlanmaz.”

“Rastlanmaz, çünkü umutsuzluğa yer yoktur şiirde.”

“Ustalık için ne düşünüyorsunuz?”

“Yani olgunluk dönemi demek istiyorsun.Ozanına bağlı. Benim sevdiğim ozanların başında gelen Kavafis önemli şiirlerini 50 yaşından sonra yazdı, daha önce yazdıkları çok önemli şiirler değildir. Nazım kaç doğumluydu?”

“1902”

“Romanya’da yanında çok güzel bir Rus kadını görmüştüm, delicesine aşıktı ona, adı neydi?”

“Vera son karısıydı. ‘saman sarısı’ diye bir şiir yazdı onun için. Ona başka şiirler de yazdı.”

“Son karısı dedin, kaç kez evlendi?”

“Üç ya da dört kez. Kadınlar çok severdi onu. Ama onun büyük bir saygıyla sevdiği eşi Piraye hanımdı. Onun için de olağanüstü güzellikte şiirler yazdı.”

“Biliyorum. Nazım’dan çevirdiğim şiirler altı-yedi baskı yaptı. Prag karşılaşmamızı hiç unutmam onunla. Radyoda karşılıklı bir konuşma yapmamızı söylediler. O, ‘İlkin Ritsos’a sorun soruyu,’ dedi, ‘hem yaşı benden küçük, hem de şiiri benden büyük.’ Onun bu alçakgönüllü davranışı büyüledi beni, hayranlığım daha da arttı. O sırada ününün doruklarındaydı, bense onun kadar tanınmış bir ozan değildim. Hayatımda rastladığım en yüce gönüllü, alçakgönüllü, kıskançlık nedir bilmeyen biriydi. Başka ozanlara karşı hiç kıskanç değildi. Beğeniyorsa seviyorsa hiç sakınmazdı bu duygularını belli etmekten. El değmemiş, çocuksu bir yanı vardı. Çağımızın en büyük ozanlarından biriydi.”

“Çağımız şanslı bir çağ, büyük ozanlar çağı, Nazım gibi, sizin gibi, Neruda gibi, Nicolas

Guillen gibi…”

“Nicolas Guillen’in şiirlerini yunancaya çevirdim.”

“Başka kimleri çevirdiniz?

“Alexandre Blok, Attila Jozef, Mayakovski, Nazım Hikmet, İlya Ehrenbourg, bunlar çok baskı yaptılar. Bu yakınlarda Bagriana ile Ho Şi Minh’den çevirdiğim şiirler yayınlanacak. Ayrıca Romen ve Çek / Slovak şiirleri antolojisi hazırladım. Bir de Dora Gabe’nin “Ben, annem ve evreni’ni çevirdim çocuklar için on bir baskı yaptı.

“Dora Gabe’nin kitabını ben de çevirdim. Küçücüktüm adıyla yayınlandı, henüz birinci baskıda.”

“Olsun, önemli olan o güzel kitabı çevirmen.”

“Bir gün bütün şiirlerini çevirmek istediğim, sizin dışınızda, iki ozan var: Antonio Machado ile Rafael Alberti, ama önce ya İspanyolca öğrenmeliyim ya da iyi İspanyolca bilen bir ortak bulmalıyım.”

“Ben Alberti’nin ilk şiirlerini severim.”

“Hocam A.B.D. ‘deki Beat Generation için ne düşünüyorsunuz. Avrupa şiiri için?”

“Ginsberg ve Ferlingetti ilginç ozanlar. A.B.D. ‘inde ilginç gelişmeler var. Ama ben gene de İngiliz şiirini tercih ederim. Rene Char ve Henri Michaux’dan sonra ozan çıkmadı Fransa’da. Büyük bir düşüş var Fransız şiirinde. Michaux’nun karısının ölümünden sonra yazdığı şiirleri çok severim. Evet Özdemir, ozan karanlıkta görebilen insandır. Şiir ise, yani ozanın serüveni, yakalanmayanı, dile gelmeyeni ele geçirmektir. Şiire erişmek için, çok, çok çalışmalıyız. Çok!”

Usta “çok!” derken, saat gece yarısından sonra biri vurdu. Seçim kampanyaları için köyleri dolaşan kızı (İngiltere’de okuyor) çok yorgun olduğu için özür dileyip yatmaya gitmişti. Bayan Falitsa yorgun görünmemeye çalışıyordu. Ritsos da öyle. Ama ertesi gün onlar Atina’ya gideceklerdi, bizi de epeyce uzun bir yol bekliyordu: Karlovassi, Vathi, Kuşadası İzmir. Ülker’e “haydi anacığım” dedim. Tartışmaya girmenin bir yararı olmayacağını bildiğim için bizi otele götürmelerine ses çıkarmadık.

Otelin önünde onlar arabadan indiler. Sarıldık. İkisinin de elini öptüm.

Ritsos:

“Unutma,” dedi, “ikiniz için her zaman iki sandalye ve iki tabak var masamızda.”

“Unutmam.” Dedim. “Nasıl unuturum?”

“Ne zaman geleceksiniz?”

“Yazın Karlovassi’ye. Ama ben Haziran’da Atina’ya gelebilirim. Önemli olan bütün ayak bağlarından kurtulup, ozan özgürlüğüne kavuşmam. Bu o zamana kadar gerçekleşecek.”

“La liberte est toujours premiere” dedi.

“Temel nesneler” adlı şiirinin son dizesiydi: “Her zaman en başta özgürlük.”

“Evet ,” dedim, “öğrenmek ve bedelini ödemek gerek.”

Bir kez daha sarıldık. Arabaya döndüler. Çok mu usta yoksa çok mu acemi sürücü olduğunu bir türlü kavrayamadığım Bayan Falitsa arabayı, denize doğru, karanlığa sürdü.:

“Karanlıkta gülümsedi bir adam,

belki çünkü karanlığı görmüştü,

belki çünkü karanlıkta görmüştü.”

“Sanırım,” dedim Ülker’e, “ozan’ın en iyi tanımı bu üç dizede yatıyor.”

KAFKA: “BİRİNİN KİMSEYE YARDIMI DOKUNMUYORSA, O KİŞİ SUSMALI”

KAFKA’NIN DEĞİŞİM İLE İLGİLİ GÖRÜŞÜ

İlk haftalığımla Kafka’nın üç hikayesini aldım: “Değişim”, “Yargı”, “Ocakçı”. Kitabın koyu kahverengi deri cildi üzerine “Franz Kafka” adı yaldızlı, zarif harflerle işlenmişti. Ben Kafka’ya sinema salonu haline getirilmiş depolardan bahsederken (Janouch bu sinemalarda piyano çalıyordu) kitap dizlerimin üstündeki çantanın içindeydi. Sonra büyük bir gururla ciddi çantamdan çıkarıp masanın öbür ucunda oturan Kafa’ya uzattım. Şaşkın bir ifadeyle, “Bu da ne?” diye sordu. “İlk haftalığım.” “Paranı buna harcamakla ziyan etmedin mi?” Gözlerini kırpıştırdı Kafka. Dudaklarını birden içeri çekti. Birkaç saniye yaldızlı harflerle yazılmış adına baktı, kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdı, utandığını açıkça belli eden bir tavırla kitabın önüne koydu. Tam kitaptan neden bu kadar rahatsız olduğunu sormak üzereydim ki, öksürmeye başladı. Cebinden bir mendil çıkardı, ağzına kapadı, öksürük nöbeti sona erince mendili gene cebine soktu, ayağa kalkıp arkasındaki el yüz yıkamak için kullanılan küçük masaya doğru gitti, ellerini yıkadı. Ellerini kurularken , “Beni gözünde büyütüyorsun. Bana olan güvenin eziyor beni,” dedi. Masasına dönüp oturdu, ellerini şakaklarına koyarak, “Sönmeyen bir yanardağ değilim ben…” dedi. Sözümü kestim: “Böyle söylememelisiniz. Pek doğru değil bu söylediğiniz. Benim için siz, söz gelimi, atesiniz, sıcaklıksınız, ışıksınız.” Başını sallayarak karşı çıktı: “Hayır, hayır!” Yanılıyorsun. Benim karalamalarım deri ciltli kitabı hak etmiyor. Onlar benim kendi korkunç karabasanlarım sadece. Hiç basılmaması gerekir. Yakılıp yok edilmemeli. Hiçbir anlamı yok.” Küplere bindim : “Kim söylüyor bunu size?” Ona karşı çıkmak ihtiyacını duydum. “Nasıl söylersiniz böyle bir şeyi? Geleceği görebilir misiniz siz? Bana söyledikleriniz tamamıyla sizin özel duygularınız. Sizin deyiminizle karalamalarınız yarın dünyada anlamlı bir ses olacak belki de. Bugünden kim bilebilir ki bunu?” Derin bir nefes aldım . Kafka masaya bakakaldı. Ağzının iki köşesinde iki kısa, belirgin karaltı vardı. Aniden parladığım için utanmıştım. Bu yüzden yavaşça, alçak, açıklayıcı bir ses tonuyla, “Bana Picasso sergisi hakkında söylediğiniz şeyi hatırlıyor musunuz?” diye sordum. Anlamadığını belirten bir ifadeyle bana baktı Kafka. Sonra şöyle dedim: “Sanatın tıpkı hızla ilerleyen bir saat gibi geleceği önceden haber veren bir ayna olduğunu söylemiştiniz bana. Belki de yazdıklarınız, bugün Körler Sineması’nda, yarının bir aynasıdır sadece.” “Lütfen devam etme” , dedi Kafka, aksi bir tavırla. İki eliyle gözlerini kapadı. Özür diledim: “Lütfen bağışlayın beni. Sizi üzmek istemedim. Aptalın biriyim ben.” “Hayır, hayır, aptal filan değilsiniz!” Ellerini gözlerine çekmeden vücudunu ileri geri oynattı. “Haklısın. Elbette haklısın. Hiçbir şeyi bitiremememin nedeni belki de budur. Hakikaten korkuyorum ben. Ama korkmamak insanın elinde mi?” Ellerini gözlerinden çekti, sıkmış olduğu yumruğunu masanın üzerine koydu, alçak, boğuk bir sesle, “Birinin kimseye yardımı dokunmuyorsa, o kişi susmalı. Kimse, kendi umutsuzluğu yüzünden, hastanın durumunu daha da kötüleştirmemelidir. İşte bu yüzden karaladığım şeylerin hepsi yok edilmeli. Işık filan yok bende. Ben kendi dikenleri arasında yolunu kaybetmiş biriyim. Çıkmaz bir sokaktayım ben,” dedi. Arkasına yaslandı Kafka. Elleri cansız bir şekilde masadan kaydı. Gözlerini kapadı. “Buna inanamıyorum,” dedim büyük bir inançla. Yine de yatıştırıcı bir tavırla bir tavırla devam ettim: “bu dedikleriniz doğru olsa bile, bu çıkmaz sokağı insanlara göstermeye değer.” Kafka yavaşça başını salladı sadece. “Hayır hayır…Gücüm yo benim, yorgunum.” “Bugünkü mesaiyi burada bırakmamalısınız,” dedim kibarca, aramızdaki gerginliği azaltmak için. Kafka başını sallayarak aynı fikirde olduğunu belirtti. “Evet, bırakmalıyım. Şu yazı masasının ardında kaybolmak istedim, ama gücümü azaltmaktan başka bir şeye yaramadı.” Kafka tarif edilemez bir acıyla dolu bir gülümsemeyle bana baktı, “Bu artık… körler sineması oldu.” Sonra tekrar gözlerini kapadı. O anda arkamdaki kapının çalınmasına o kadar sevindim ki…

Gustav Janouch Kafka ile Konuşmalar

DUYGUSAL OLGUNLUĞU GELİŞTİREN FAKTÖRLER – PROF. DR. İLKAY KASATURA

HOŞNUT OLMADIĞINIZ HİÇBİR ŞEY KALICI DEĞİLDİR!

Birey, yaşamı boyunca geçirdiği biyolojik, zihinsel, duygusal ve sosyal değişimlere uyabilecek bir esneklikte davranabiliyorsa, kendisi ve çevresiyle barışık olarak dengeli bir ilişki kurabiliyorsa, sosyal uyumunun sağlıklı olduğu düşünülür.

Bir başka anlatımla, birey kendisi ve sosyal çevresi arasındaki olumlu ilişkileri, o güne kadar yaşadığı değişim ve gelişimlere uyum sağlayarak sürdürebilir. Böyle bir başarı da, bireyin yaşama olumlu bir şekilde bakması, özdenetimini tarafsız bir şekilde gerçekleştirebilmesi, kendisini başkalarının yerine koyabilmeyi başarabilmesine bağlıdır. Zeka düzeyinin yüksekliğine ve çok çalışmaya rağmen, duygusal olgunluktan yoksun oldukları için yaşamda başarı sağlayamamış, sosyal uyumlarını gerçekleştirememiş kişiler bizi, kişiliğin bu çok önemli heyecansal boyutu üzerinde düşündürmektedir.

Hepimiz dünyaya belirli zeka ve kişilik özellikleriyle gelsek de, bu özelliklerin çoğu eğitimle, istenilen yönde geliştirilebilecek özelliklerdir. Duygusal yetenek ve olgunluk kazanmak, zekamıza da işlevlik kazandırabilir. Yaşamdaki gözlemlerimiz şunu ortaya koyuyor ki; duygusal olgunluk sahibi kendi duygularını tanıyan ve yönetebilen başkalarının duygu ve düşüncelerini anlayarak kendilerini etkin bir şekilde ortaya koyabilen bireyler, insan ilişkilerinde de başarı sağlayarak mutlu olabilen, aranılan kişilerdir. Duygusal olgunluğa erişememiş kişilerse, yaşamlarını doyumlu bir şekilde sürdüremezler. Kendi duygularını kontrol altına alıp yönetemedikleri için, başkalarının duygularını da anlayamazlar. İnsan ilişkilerindeki başarı, geniş ölçüde başkalarının duygularını anlayabilme becerisidir. Bu beceriyi geliştirememiş kişiler, işe gereğinden fazla da odaklansalar, insanlarla etkin bir iletişimi sürdüremezler, aranılan ve sevilen kişiler olamazlar.

Yaşamda uyum ve başarı için gereken dengeleri kurabilmek için, birey önce kendisini tanımalı, insan ilişkilerinde de özbilinç kazanmalıdır. Değişme kararlılığı gösteren bireyler, istemedikleri özellikleri değiştirebilir, istenilen doğrultuda gelişerek, duygusal olgunluğa ulaşabilirler.

Duygusal Olgunluğu Geliştiren Faktörler Empati

Empati, kişinin kendini başkasının yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumun ona iletilmesi süreci olarak anlaşılabilir (Rogers 1970 ve 1983).

Bu tanım üç öğeden oluşmaktadır:

1. Empati kuracak kişi kendisini karşısındakinin yerine koymalı, olaylara onun bakış açısıyla bakmalıdır.

2. Empati kurmuş sayılmak için karşısındaki kişinin duygularını, düşüncelerini doğru olarak anlamak gerekir.

3. Empati tanımındaki son öğe ise, empati kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın, karşısındaki kişiye iletilmesi davranışıdır.

Bu kişiye empatik tepki vermenin başlıca iki yolu vardır. Yüz ifadesini, bedeni kullanarak onun anlaşıldığını göstermek ve sözsüz olarak onu anladığınızı ifade etmektir. Empatik tepki vermenin en etkili yolu, bu ikisini birlikte kullanmaktır.

Araştırmalara göre, empatinin kendini açma, toplumsallaşma, sosyal duyarlılık ve topluma uyum ile olumlu bağlantısı vardır (Brens 1988). Yani diğer insanlara kişisel duygu ve düşüncelerini iyi ifade edebilen, topluma uyumlu ve sosyal duyarlılığı yüksek olan kişiler aynı zamanda empati kurma becerisine de sahiptirler. Yine araştırmalara göre kaygı, depresyon, çocukları ihmal ve saldırganlık ile empati kurma arasında olumsuz bağlantı vardır (Chlopan ve diğer 1985, Brems 1988).

Empati araştırmaları

Truax ve Carkhuff (1971) tarafından bir grup hastane müstahdeminin 100 eğitim saati içerisinde, profesyonel terapistlerin empati ve saydamlık düzeyine getirildikleri bulunmuştur.

Sağlık kurumlarında çalışan yoğun bakım hemşireleri ameliyat hemşireleri, hastane yöneticileri ve psikiyatristlerin empatik iletişim becerilerini araştıran Brown ve Hunter (1987) empati ile kişilerarası uyum arasında yüksek bir ilişki bulmuşlardır. Ayrıca gruplar arasında psikiyatri servisi çalışanları lehine fark olduğu görülmüştür.

İnsan ilişkilerinin başarılı olabilmesi için, bireyin kendisini karşısındakinin yerine koyabilmeyi öğrenebilmesi gerekir. Birçok suçluya, karşılarındaki kişiye nasıl acı verdiklerini anlamaları için, empati eğitimi yaptırmak, bir daha suç işlememelerini sağlayabilir. Günlük yaşamda da nerede anlaşılmadığımızın, nerede karşımızdakini anlamakta yetersiz kaldığımızın yanıtı, bir empati eğitimi ile verilebilir.

Empati Geliştirilen Bir Beceridir

Empati ölçülebilen ve geliştirilebilen bir beceridir. Sözgelişi derslerinden bunaldığını, derslerin çok yüklü olduğunu, sosyal yaşamına hiç vakit ayıramadığını söyleyen bir öğrenciye onun duygularını anlamaya çalışmadan şu yanıtların verildiğini düşünelim:

• Sen öğrencisin. Öğrenciler çalışmadan nasıl geçebilirler?

• Sosyal yaşamı düşünmenin sırası mı şimdi?

• Doğru dürüst program yapsan, bunların hepsine vakit bulurdun.

Hiçbir çözüm getirmeyen bu akıl vermeler öğrenciyi rahatlatmayacaktır. Kendisinin de düşündüğü bu akıl vermeler yerine onun anlaşıldığını ortaya koyan yanıtlar vermek onu rahatlatacaktır.

• Bu ara çok çalışmak zorunda kaldın. Çalışmakta bu kadar odaklaşmak seni yoruyor.

• Ders çalışmak yüzünden sosyal yaşamına hiç vakit ayıramıyorsun.

Öğrencinin sözlerini bir başka şekilde kendisine özetlemek, onu ciddiyetle dinleyip anlaşıldığını ortaya koymanın güvenilir bir göstergesidir.

Ancak empati yaparken, karşımızdakini anladığımızı göstermek, her zaman onunla aynı paralelden düşünmek ve duymak anlamına gelmez. Empati yapmak, karşımızdaki kişiyi anlamak ve anladığımız şeye saygı duymak sürecidir. Hafta sonunu büyük bir tutkuyla spor etkinlikleriyle değerlendirmek isteyen bir arkadaşınızı anlayabilir, hak verebilirsiniz. Ancak siz de hafta sonlarınızı kültürel etkinliklerle değerlendirmek isteyen bir kişiyseniz, arkadaşlarınızın da sizi anlamasını beklemek en doğal hakkınızdır. Birbirinizi anlamış olmak, zevkleriniz ayrı da olsa, arkadaşlığınızı koparmayacak, birbirinize uygun düşen küçük özverilerle dostluğunuzu pekiştirecektir.

Olumsuz Duygularla Başa Çıkabilmek

Yaşamı ve yaşanan olayları olumlu bir bakış açısıyla değerlendirebilmek, ruh sağlığını koruyabilmenin ve insan ilişkilerinde başarı sağlamanın en güvenilir yollarından biridir. Yaşama olumsuz ve kötümser bir gözle bakan kişilerin büyük çoğunluğu da kendilerini depresif bir durumda ve genellikle doyumsuz ve başarısız bulurlar. En kötü koşullarda bile mücadele azimlerini kaybetmeyen ve kötü giden koşulların mutlaka değişeceğini veya değiştirilebileceği inancını taşıyan kişiler de, hem arkadaşlarını çoğaltmak, hem yaşamda mutlu ve başarılı olma şansını daha fazla taşırlar.

Liseden mezun olmamızın kırkıncı yılında, bunu bir öğlen yemeğinde bir araya gelerek kutlamaya karar verdik. Her zaman görüştüğümüz arkadaşların yanında uzun süredir görmediğimiz ve bu toplantıya katılmak için başka şehirlerden gelmiş arkadaşlarımız da vardı. Buluştuğumuz restoran tam bir bayram yerine dönmüştü. Kucaklaşanlar, sevinç çığlıkları atanlar, bir köşeye çekilip birbirlerinin bunca yıl içinde ne yaptığını anlamaya çalışanlar… Karşıdan kollarını açmış bana koşarak gelen bir arkadaşım İlkay’cığım canım… diye beni kucakladı. Bana bu kadar coşkuyla koşan arkadaşıma ben de sarılırken onu tanıyamamış olmanın utancını yaşıyor, bir taraftan da onun sesini duyarak onu tanıyabileceğim ipuçlarını yakalamaya çalışıyordum. Tanımayı başaramadım ama adını söylemeden “canım”, “hayatım” hitapları ile sanki onu tanımışım gibi durumu kurtarmaya çalıştım. Çok da kalabalık olduğu için kısa bir süre sonra yanımıza gelen başka arkadaşlara döndük. Arkadaşımın ismini hatırlayamayınca, herhalde diğer şubelerden çok yakından tanımadığım bir arkadaş diye karar verdim kendi kendime. Benim oturduğum masanın ucunda oturuyordu. Arkadaşımı tanıyamadığımı belli etmeden bir şeyler öğrenebilmek için yanımdaki arkadaşım Gülçin’e eski günlerdeki gibi biraz şımarıkça, “Yahu söylesenize şu kıza, bu kara gözlükleri çıkarsın, saklanıyor mu burada?” dedim gülerek.

Gülçin inanmaz bir şekilde yüzüme bakarak, “Nasıl çıkarır?” diye sordu. “Yüzünde kaç dikiş var. Ve bir gözünü kaybetti. Nuran’ın geçirdiği kazayı duymadın mı sen?”

“Nuran mı?”

“Evet. Nuran. Nuran Konuralp.”

Büyük bir şaşkınlık ve üzüntüyle Gülçin’e, “Aman Tanrım,” dedim.

“Ben Nuran’ı tanıyamadım… Biraz önce konuşurken başka birisiyle konuşuyor gibi konuştum.”

“Nasıl bir kaza geçirdi Nuran? Ne zaman?”

“Geçen sene Petch Work sergisini İtalya’da açtıktan sonra, Türkiye’ye dönüyor. Havaalanında bindiği taksi bir kamyonla çarpışınca, Nuran tanınmaz bir hale geliyor. Her tarafı kırık çıkık içinde, bir gözünü kaybetmiş, yürüyemiyor, yaşamından ümit kesiliyor ama yine de çocuklarının ve kendi azmiyle on bir ameliyat geçiriyor. Burada olabilmesi büyük bir mucize.”

Dinlediklerimden çok etkilenmiş bir şekilde, “Aman Tanrım,” dedim kendi kendime. Tanımak mümkün mü?… Hemen Nuran’ın yanına gelip oturdum. Bana gülerek, “Kazayı şimdi öğrendin değil mi? Yemekten sonra söylemeyi düşünüyordum,” dedi. “Olayı hatırlatarak seni üzmek istemiyorum Nuran’cığım, ama büyük bir şey atlatmışsın. Bravo sana.” Nuran tekrar güldü. “Biliyor musun canım,” dedi. “Tam on bir ameliyat geçirdim. Bir gözümü kaybettim. Ama bunları nasıl anlatabildim biliyor musun yüzde yüz pozitif enerjimi kendime ve iyileşme amacına yönelttim. Sen bir sanatçısın, Nuran. Bütün gücünü kendine çevir. Sakın kendine acıyarak enerjiden bir şey kaybetme ve… Başardım işte… Bak sağ tarafım pek tutmuyor. Sağ elimi ve bacağımı güç kullanıyorum ama ne kadar şanslı olduğum bir konu var? Biliyorsun ben solağımdır. Resmi de, yazıyı da sol elimle hallediyorum, sol tarafım tutmasaydı şimdi ne yapardım? Kendimi oyalamak daha da güçleşirdi.” Nuran kaybettikleri konusunda umutsuzluğa kapılmadan neredeyse kazanabildikleri için Tanrı’ya şükran dolu bir şekilde gülümsüyordu. Ben de coşkuyla kucakladım onu. “Seni şimdi daha iyi tanıdım Nuran’cığım,” dedim. “Hiç değişmemişsin… Hele şu pozitif enerjini yüzde yüz kendine çevirebilme başarısını gel bir gün üniversitede öğrencilerime anlat. Azimle nelerin başarılabildiğini görsünler.” Nuran atılıp, “Geleyim, geleyim,” dedi. “Şımarık davranan insanlara benimle birlikte onlar da kızsınlar. Bunca gerçek sorun varken, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için, bir bardak suda fırtına yaratanlara içerlemeyi öğrensinler… Tabii en önemlisi kendilerine güvenmeyi öğrensinler…”

Birbirimizi onaylayarak, konuşmamıza devam ederken, bizim konuşmalarımızdan habersiz bir arkadaşımız geldi yanımıza. “Yahu çocuklar ne şanssız bir insanım,” dedi. “Bugün bir dişimi çektirdim. Akşama da yemeğe davetliyim… Yemek yiyemeyeceğim. Ne kadar büyük bir şanssızlık değil mi?” Nuran’la bir an göz göze geldik. Biraz önceki konuşmaları hatırlayarak, aynı anda bastık kahkahayı… “Haklısın Esra ne büyük şanssızlık… Bugün çok yemek yiyemeyeceksin.” Bizim ikimizin de güldüğünü görünce, “Aman bunlar da her şeyi hafife alıyor, öf,” diye uzaklaştı yanımızdan… Ben de arkasından seslendim. “Ne demek Esra’cığım. Boş bir günümde ağlarım senin için.” O da uzaktan bana gülerek laf yetiştirdi. “Sen de dişlerini çektir de, ben de senin için ağlarım.” Güldüm. Yanımda Nuran olmadığı bir gün ona şansı ve şanssızlığı anlatmayı düşündüm.

Olumsuz düşünce biçimi değiştirilebilir mi?

Sorunlara daha olumlu açıdan bakmayı öğrenmek, olumsuz düşünce modellerini sorgulamakla mümkündür. Bir başarısızlık karşısında, “Yeter derecede becerikli ve yetenekli değilim,” diye düşünmek yerine, daha çok çalışmak, kötümser ruh hallerini sorgulamak gibi temel beceriler öğrenilebilir. Üzüntü veren olaylara karşı psikolojik bağışıklık kazanmak, olumlu bir görüş açısıyla bakmak ileride benzeri olaylarla karşılaştığı zaman bireyin olumlu bir savunma silahı kazanmasına yardımcı olur.

Ailenin olumlu bakış açısını kazanmadaki rolü

İyimserlikle kötümserlik arasındaki farkı yaratan şey, ailenin verdiği eğitimde yatar. Olaylara yaklaşım biçimimiz onlar için model alacakları bir örnek oluşturur. En küçük bir sıkıntıda başı ağrıyarak ilaca başvuran gergin bir ortamda, bir yatıştırıcı ilaç alma ihtiyacını duyan anne babanın yetiştireceği çocuk da sıkıntılarla yüz yüze gelme cesaretini kendisinde bulamayan, olaylara kötümser bir şekilde yaklaşan bir çocuk olacaktır.

Kötümser düşünce biçimi değiştirilebilecek bir alışkanlıktır

Kötümser düşünce biçimini değiştirebilmek için, önce hangi yaklaşımların kötümser, hangi yaklaşımların iyimser olarak tanımlanabileceğine karar verilmelidir. Kötümser kişi, genellikle olumsuz olayları, hep kalıcı nitelikleri olan değişmez olaylar olarak algılar. İyimser kişi ise, en kötü koşullarda bile yaşanan olumsuzlukların mutlaka atlatılabileceğine, aşılabileceğine inanır. Bunun için gereken çabayı da gösterir. Kötümser kişi ise bir olumsuzlukla karşılaştığı zaman, bunu çabayla aşılamayacak bir şanssızlık olarak değerlendirdiği için, kendisini depresif hisseder. Durumu değiştirebilmek için adım atmaz. Anne baba kendi davranışlarını düşüncelerinin süzgecinden geçirerek nitelemeli, eğer kendileri olaylara kötümser ve karamsar bir şekilde yaklaşıyorlarsa, önce kendileri değişmelidirler. Bu değişimden sonra da, çocuklarının beğenmedikleri bir davranışı karşısında çok olumsuz bir tavır takınmak yerine daha iyimser ve olumlu yaklaşmalıdırlar. Örneğin çok zayıf bir karne getiren çocuğa dünyanın sonu geldi gibi davranmak yerine “biraz daha çalışırsan, daha başarılı olabilirsin” gibi çaba harcamayı yüreklendiren bir tutum sergilenmelidir. Veya hiç onaylamadığınız bir kıyafetle karşınıza geldiklerinde sanki yaşam boyu giysiyi arkalarından çıkarmayacaklarmış gibi kötümser bakmamaksınız. “Falanca giysi sana daha fazla yakışmıştı,” gibi bir ifadeyle görüşünüzü belirtebilirsiniz. Hoşnut olmadığınız hiçbir şey kalıcı değildir. Olumsuz yaklaşılabilecek olaylara güler yüzle hatta biraz da mizah katarak baktığınızda çocuklarınız da şaka yapma alışkanlığını edinirler. Örneğin, üst üste gelen faturalara asık suratla eyvah diye bakmak yerine gülerek komik yüz ifadeleri ile bakmak etrafımızdakileri de güldürür. Kötümserliği ortadan kaldırır.

Duygusal Olgunluk Prof. Dr. İlkay Kasatura

“SEN DE BİLİYORSUN, TANRIM, HERKES KENDİNİ DÜŞÜNÜR” ÇOCUKLUĞUM – GORKİ

Tespihböceği evde rutubetin olduğunu gösterir; tahtakurusu varsa, duvarlar temiz değil demektir; bit sağlıksız insana gelir… Hepsi tamam! Ama hamamböceklerinin içinde nasıl bir güç vardır, görevi nedir, bilen yok!”

Kalın bir yorgana sıkı sıkı sarınmış, geniş bir karyolada yatıyordum. Yere diz çökmüş büyükannemin, bir eli kalbinin üzerinde, ötekiyle arada bir ağır ağır haç çıkararak dua edişini dinliyordum.

Dışarıda sert bir soğuk vardı; ayın yeşilimsi ışığı pencerenin dantel gibi buz tutmuş camlarından süzülerek içeri doluyor, büyükannemin kocaman burunlu, sevimli yüzüne vuruyor, siyah gözlerini fosforlu bir ateşle yakıyordu. İpek başörtüsü saçlarını örttükten sonra siyah, dövme demir bir giysi gibi parlayarak omuzlarından aşağı dökülüyor, yere kadar uzanıyordu.

Büyükannem duasını bitirdikten sonra başörtüsünü sessizce çıkarıyor, özenle katlayıp köşedeki sandığın üzerine koyuyor, yanıma geliyor, ama ben derin uykudaymışım gibi yapıyorum.

Mırıldanıyor büyükannem: “Biliyorum, numara yapıyorsun, sahtekâr! Uyumuyorsun, değil mi? Evet, uyumuyorsun, şeytan şey! Hadi, ver bana şu yorganı!” Büyük bir hazla gülümsememi tutamıyorum; o zaman yükseltiyor sesini büyükannem: “Aaa! İhtiyar büyükannesiyle nasıl dalga geçiyor, görüyor musunuz!” Yorganı ucundan yakalıyor, büyük bir ustalıkla öyle hızlı asılıyor ki, bir an yatakta havalanıyorum. Birkaç kez döndükten sonra yumuşak yatağa düşüyorum, büyükannem kahkahalarla gülüyor. “Ne oldu, yaramaz çocuk? Olacağı buydu işte!” Ama kimi zaman duası çok uzun sürüyordu, gerçekten uykuya dalıyordum, onun yattığını duymuyordum bile.

Genelde üzüntülü, kavgalı, tartışmalı günlerin gecelerinde uzun süre dua ediyordu büyükannem. O zaman dualarını dinlemek çok hoş oluyordu. Büyükannem evde olan biten her şeyi Tanrı’ya ayrıntılarıyla anlatıyordu. Kocaman bedeniyle diz çökmüş, sapasağlam bir tepe gibi dimdik duruyor, önce pek anlaşılamayan bir şeyler fısıldıyor, sonra kalın, gür sesiyle devam ediyordu: “Sen de biliyorsun, Tanrım, herkes kendini düşünür, büyük oğlum Mihaylo’nun kentte kalması gerekiyor, nehrin karşısına geçmeyi kendine yakıştıramıyor… Orası yeni, bilinmeyen bir yer. Öyle olsa bile ne çıkar bundan… Babamız da Yakov’u daha çok seviyor. İnsanın çocukları arasında ayırım yapması yakışır mı? İnatçı ihtiyar… Biraz akıllandırsan şu ihtiyarı sen, Tanrım…” Parlak, iri gözleriyle koyu ikonalara bakarak öneride bulunuyordu Tanrısı’na: “Çocuklarına nasıl davranması gerektiğini öğrenmesi için iyi bir rüya gönder ona, Tanrım!” Haç çıkarıyor, yere secde ediyor, geniş alnını döşemeye koyuyor, sonra tekrar doğruluyor, konuşmasını ikna edici bir sesle sürdürüyordu: “Varvara’ya karşı birazcık yumuşak olsaydın! Sana karşı başkalarından daha büyük ne gibi bir günah işledi? Genç, sağlıklı bir kadın acılar içinde yaşıyor. Hem unutma ki, Tanrım, Grigori’nin gözleri gittikçe bozuluyor. Bu gidişle adamcağız sonunda kör olacak, körler için zordur hayat! Grigori kulun bütün hayatını dede için harcadı, bakalım şimdi yardım edecek mi ona dede… Ah Tanrım, ah…” Pek uysal, derin bir uykuya dalmış, öyle donup kalmış gibi başı önünde, kollarını sarkıtmış, uzun süre susuyordu.

Neden sonra hatırlayıp kaşlarını kaldırıyordu. “Başka ne vardı? Bütün Ortodoksları koru; beni, bu günahkâr kulunu affet… Biliyorsun: Bilerek değil, aptallığımdan günah işliyorum.” Ve derinden bir göğüs geçirdikten sonra yumuşak, hoşnut bir sesle ekliyordu: “Her şeyi biliyorsun sen, Tanrım, her şeyi…” Büyükannemin ona öylesine yakın Tanrısı’yla konuşmasından çok hoşlanıyordum. Sık sık yalvarıyordum ona: “Tanrı’yı anlatsana bana büyükanne!” Gözlerini kapayıp kesinlikle oturarak sözcükleri tuhaf bir biçimde uzatarak pek sakin, pek ciddi, anlatıyordu. Arada bir hafifçe doğrulup tekrar oturuyor, kocaman başına başörtüsünü örtüyor, ben uyuyuncaya kadar anlatıyor, anlatıyordu: “Tanrı, Cennet çayırının ortasında, bir tepede, yemyeşil ıhlamur ağaçlarının altında yakut taşından tahtında oturuyor. Bu ıhlamurlar yıl boyu çiçek açarlar. Cennet’te kış da, sonbahar da yoktur, çiçekler hiç solmaz, Tanrı’nın kullarını mutlu etmek için devamlı açarlar. Melekleri ise yağan kar taneleri ya da oğul vermiş arılar gibi durmadan dönerler Tanrı’nın çevresinde. Beyaz güvercinler gibi gökyüzünden yere iner, sonra tekrar gökyüzüne yükselerek bizimle, insanlarla ilgili bilgi verirler Tanrı’ya. Orada senin de, benim de, dedenin de, herkesin bir meleği vardır; Tanrı kulları arasında ayrım yapmaz. Şimdi senin meleğin gidip şöyle diyecektir Tanrı’ya: ‘Aleksey dedesine dilini çıkardı!’ Tanrı kararını verecektir: ‘Öyleyse, ihtiyar dedesi kırbaçlasın onu!’ Her şeye, herkesin nasıl cezalandırılacağına ya da sevindirileceğine o karar verir. Tanrı’nın her şeyi iyidir, melekler neşelenirler, kanatlarını çırparlar, durmadan şarkı söylerler ona: ‘Şükürler olsun sana, Tanrım, şükürler olsun!’ Sevgili Tanrımız da onlara yalnızca gülümser… İstedikleri şey olmaktadır!” Büyükannem kendi de gülümsüyordu, başını sallıyordu. “Peki, büyükanne, sen gördün mü bütün bunları?” Dalgın, cevap veriyordu büyükannem: “Görmedim, ama öyle olduğunu biliyorum!” Tanrı’dan, Cennet’ten, meleklerden bahsederken sanki küçülüyor, pek munis oluyordu büyükannem, yüzü gençleşiyor, dolu dolu gözlerinde sıcak bir ışık oluyordu. Gür, atlas gibi saç örgülerini tutup boynuma doluyor, kıpırdamadan, onun bitmek tükenmek bilmeyen, hiçbir zaman beni sıkmayan masallarını dinliyordum. “İnsanoğlu Tanrı’yı göremez, o anda gözleri kör olur; yalnızca azizler gözleri açık olarak, bakabilirler ona. Ama melek gördüğüm oldu. Yüreğin temiz olduğunda melekler görünürler sana. Bir sabah ayininden sonra kilisede kalmıştım, ayakta duruyordum; baktım, sunakta duman gibi şeffaf iki şey var, arkalarında her şey görünüyordu, ışık gibi parlaktılar, yerlere kadar uzanan dantel gibi, tülbent gibi kanatları vardı. Mihrabın çevresinde dolanıyorlar, yaşlı Peder İlya’ya yardım ediyorlardı: Peder bitkin kollarını kaldırarak Tanrı’ya dua ediyor, onlar kaldıramadığı kollarını dirseklerinden tutup yukarıda tutuyorlardı. Çok yaşlıydı Peder İlya, gözleri de çok az görüyordu. Yürürken her şeye çarpıyordu. O sabahtan birkaç gün sonra da öldü. Ben onları öyle görünce sevincimden göklere uçtum, yüreğim sızlıyor, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. Ah, ne mutluydum o anda! Ah, Alekseyciğim, güvercinim benim, çok iyidir Tanrım, yeryüzünde de, gökyüzünde de onun her şeyi çok iyidir…” “Yani bizim evde de mi?” Büyükannem haç çıkarıp cevap verdi: “Büyük Tanrı’ma şükürler olsun… Her şeyimiz iyidir!” Onun bu dediği şaşırttı beni: Evde her şeyin iyi olduğunu söylemek çok zordu çünkü. Oysa bana evde hayat giderek daha zorlaşıyor gibi geliyordu. Bir gün Mihaylo dayımın odasının önünden geçerken Natalya yengemin beyazlar içinde, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, alçak sesle, ama tuhaf bir biçimde bağırarak odanın içinde dört döndüğünü görmüştüm: “Tanrım, kurtar beni bu evden, bir yerlere götür…” Onun Tanrı’ya bu yakarışını anlıyordum, Grigori şöyle homurdandığında onu da anlıyordum: “Kör olacağım, sokağa atacaklar beni, o zaman çok daha iyi olacak…” Onun bir an önce kör olmasını, onu evden kovmalarını istiyordum, birlikte giderdik. Söylemiştim ona bunu; gülümsemişti usta, bana şöyle cevap vermişti: “Tamam, gideriz! Ben de kentte herkese, senin atölye sahibi Vasiliy Kaşirin’in kızından torunu olduğunu anlatırım! Çok etkileyici olacaktır…” Birçok kez görmüştüm: Natalya yengemin gözlerinin altı mosmordu, sarı yüzünde dudakları şişmişti. Çok kez sormuştum büyükanneme: “Dayım dövüyor mu onu?” İçini çekerek şöyle demişti büyükannem: “Gizliden dövüyor, alçak! Deden dövmemesini söylüyor, ama o dinlemiyor, geceleri dövüyor. Çok zalimdir… Natalya da aptalın teki…” Heyecana kapılıp anlatıyordu büyükannem: “Ama gene de şimdi, eskiden olduğu kadar dövmüyor! Dişlerine, kulaklarına vuruyor, bir dakika boyunca saçlarına asılıyor, oysa eskiden saatlerce döverdi! Bir keresinde deden yortudan bir gün önce sabah ayininden akşama kadar dövmüştü beni. Yoruluyor, durup dinlendikten sonra tekrar başlıyordu… Kırbaçla, eline ne geçerse, vuruyordu…” “Neden?” “Hatırlamıyorum. Bir başka gün de öldüresiye dövdü beni, tam beş gün yemek vermedi. Az kaldı, açlıktan ölecektim… Bir başka zaman da…” Büyükannemin anlattıkları şaşırtıyordu beni: Dedemden iki kat iriydi büyükannem, dedemin gücüyle onu alt etmesi inanılacak gibi değildi. “Senden kuvvetli mi yoksa?” “Değil, üstelik ihtiyar. Ama kocam! Tanrı’ya karşı benden sorumlu, bana da katlanmam emredilmiş…” Büyükannemin ikonaların üzerindeki tozları silişini, örtülerini temizleyişini görmek hem ilginç, hem hoştu. İkonalar incili, gümüşlü süslemeleriyle, renkli taşlardan taçlarıyla pek değerliydi. Bir ikonayı dikkatle eline alıyor, gülümseyerek ona bakıyor, sevgiyle şöyle diyordu: “Ne güzel bir yüz bu!..” Haç çıkararak öpüyordu ikonayı. “Aman ne çok tozlanmış, islenmiş…” diyordu. “Aman velinimetimiz, iyiliksever, Kutsal Anamız bizim! Baksana, Aleksey, güvercinim benim, ne zarif bir resim, yumuşacık… Her şeyi yerli yerinde. On İki Yortu var bunda, orta yerinde de çok iyi yürekli kutsal Fedorovskaya Anamız… Bu da, ‘Ağlama Anam, tabut başında’ ikonası…” Kimi zaman onun ikonalarla, kuzinimin, sesi soluğu pek çıkmayan Katerina’nın bebekleriyle oynadığı gibi oynadığını düşünüyordum. Çoğu zaman, tek tek veya bir arada cinler gördüğü olmuş. “Büyük Yortu’da bir gece Rudolf’un evinin önünden geçiyordum. Mehtaplı, güzel bir geceydi, birden baktım: Çatıda bacanın yanında kocaman, simsiyah tüylü bir tanesi boynuzlu kafasını bacaya sokmuş, burnundan sesli sesli soluk alarak kokluyor… Bir yandan koklarken bir yandan da kuyruğunu sallıyor, çatıya vuruyor… Ona doğru haç çıkararak şöyle dedim: ‘Umarım parçalar seni!’ O anda sessiz bir çığlık attı, çatıdan paldır küldür aşağıya, avluya yuvarlandı, parçalandı! Besbelli, o gece Rudolflar etli, sütlü bir şey pişiriyorlardı, o da gelmiş, büyük bir iştahla kokluyordu…” Gülüyordum, cinin çatıdan paldır küldür nasıl yuvarlandığını getiriyordum gözümün önüne. Büyükannem de gülüyordu, şöyle diyordu: “Cinler tıpkı küçük çocuklar gibi oyunu, yaramazlık etmeyi çok severler! Bak işte, bir gün banyoyu temizliyordum, vakit gece yarısını geçmişti; taş banyo sobasının kapağı birden ardına kadar açıldı, hamamböceği gibi küçük küçük, kırmızılı, yeşilli, siyahlı bir sürüsü dışarı döküldü. Dışarı çıkacağım, adımımı atabileceğim yer yok. Cinlerin arasında kalmıştım, banyonun her yerinde onlar vardı, kıpırdayamıyordum, ayaklarımın altında dolaşıyorlardı, sarmışlardı beni! Hepsi kedi yavruları gibi tüylü, yumuşak, sıcaktı; yalnız, arka ayaklarının üzerinde yürüyorlardı. Oldukları yerde dönüyor, hoplayıp zıplıyor, fare dişlerini, yeşil gözlerini gösteriyor, boynuzlarını oynatıyor, küçük kafalarını kaldırıyor, domuz kuyruğu gibi kuyruklarını sallıyorlardı… Aman Tanrım! O anda kendimden geçmişim! Kendime geldiğimde mum sönmek üzereydi, leğenin suyu soğumuş, temizlediğim yerler tekrar pislenmişti. Tanrı cezanızı versin, e mi, diye beddua ettim.” Gözlerimi kapayıp banyo sobasının açılan kapağından tüylü, renk renk yaratıkların sürüyle nasıl dışarı döküldüğünü, daracık banyoyu nasıl doldurduğunu, mumu üfleyip nasıl söndürdüklerini, kırmızı dillerini nasıl dışarı çıkardıklarını görür gibi oluyordum. Hem komikti bu, hem dehşet verici. Büyükannem başını sallayarak bir dakika kadar sessiz duruyor, sonra tekrar heyecanla anlatmaya başlıyordu: “Çok gördüm o Tanrı’nın belalarını… Gene fırtınalı bir kış gecesiydi. Dyukov Vadisi’nden geçiyordum. Hatırlıyorsundur Dyukov Vadisi’ni. Hani anlatmıştım sana, Yakov dayın ile Mihaylo dayın buzda bir deliğe itip boğmak istemişlerdi babanı. İşte, oradan geçiyordum. Tam aşağıya doğru iniyordum ki, vadiden bir ıslık sesi, bir haykırış geldi! Baktım, kara yağız üç atın koşulu olduğu kızağım hızlandı. Kırmızı kalpaklı iriyarı bir cin sürücü yerinde dimdik oturuyor, atları kamçılıyor… Oradan kızakla aşağı yol yoktu, oysa, kızak havuza doğru, bir kar bulutu içinde uçarcasına iniyordu. Kızakta bir sürü cin daha vardı. Islık çalıyor, naralar atıyor, kalpaklarını sallıyorlardı. Kara yağız atlar koşulu yedi kızak daha, itfaiye kızakları gibi hep birlikte aşağıya doğru iniyorduk. Her kızakta analarının babalarının lanetlediği insanlar vardı. Cinler böyle insanları çok severler, onlarla birlikte gezer, eğlenir, geceleri kendi bayramlarına götürürler onları. Böylece ben de bir cin düğününü görmüş oldum…” Büyükannemin anlattıklarına inanmamak olanaksızdı: Öylesine sade, inanarak anlatıyordu. Ama Meryem Ana’nın yeryüzü acılarının üzerinde dolaşmasını, haydut “Prens”e İncil’i ayaklar altına almamasını, Rus insanını soymamasını nasihat etmesini anlatan masalı özellikle çok güzel anlatıyordu. Aziz Aleksey’le, savaşçı İvan’ı anlatan masalı da; bilge Vasilisa’nın, köy papazı Kozla’nın hikâyelerini de; Vali Marfa’nın, köylü kadın Usto’nun, haydut atamanların, Mısırlı günahkâr Maria’nın, bir eşkıyanın üzgün annesinin başından geçenleri de aynı güzellikte anlatıyordu. Sayılamayacak kadar çok masal, hikâye, şiir biliyordu.

İnsanlardan, dedemden, Şeytanlardan, her türlü kötü ruhtan korkmadığı kadar siyah hamamböceğinden korkuyor, onlardan elinden geldiğince uzak duruyordu. Bazen gece fısıldayarak uyandırıyordu beni: “Alekseyciğim, yavrucuğum, bir hamamböceği dolaşıyor şurada, İsa aşkına ayağınla ez onu!” Uykulu uykulu, mumu yakıyordum, karyoladan inip düşman hamamböceğini aramaya başlıyordum, ama hemen bulamıyordum onu, bazen hiç bulamıyordum. “Burada hamamböceği yok,” diyordum. Ama büyükannem, yorganı başına çekmiş, neredeyse yalvarıyordu bana: “Hayır, var! Ne olur, iyi ara, yalvarıyorum, iyi ara! Orada, biliyorum…” Hiç yanılmıyordu. Karyoladan uzakta bir yerlerde buluyordum hamamböceğini. “Öldürdün mü? Neyse, Tanrı’ya şükür! Teşekkür ederim…” Ve başından yorganı çekip rahatlamış gibi derin bir soluk alıyor, gülümsüyordu. Böceği bulamamışsam uyuyamıyordu. Gecenin ölüm sessizliğinde en küçük bir hışırtı olunca zangır zangır titremeye başladığını hissediyordum. Soluğunu tutup fısıldadığını işitiyordum: “Şu anda kapının eşiğinin yanındaydı… Sandığın altına girdi…” “Hamamböceklerinden neden korkuyorsun, büyükanne?” Mantıklı cevap veriyordu: “Ne işe yaradıklarını bilmiyorum… Siyah siyah dolaşıp duruyorlar ortalarda. Tanrı her canlıya bir görev vermiş: Tespihböceği evde rutubetin olduğunu gösterir; tahtakurusu varsa, duvarlar temiz değil demektir; bit sağlıksız insana gelir… Hepsi tamam! Ama bu hayvanın içinde nasıl bir güç vardır, görevi nedir, bilen yok!” Bir gün yere diz çökmüş, Tanrı’yla sinirli sinirli sohbet ederken, dedem kapıyı açıp odaya girdi, kısık bir sesle şöyle dedi: “Aman, anacığım, Tanrı cezamızı verdi… Yanıyoruz!” Büyükannem ayağa fırlayarak haykırdı: “Ne diyorsun sen!” Ve karanlıkta ikisi birlikte büyük odaya koştular. Büyükannem sert, kararlı bir sesle emrediyordu: “Yevgenya, ikonaları topla! Natalya, çocukları giydir!” Bu arada dedem sessiz sessiz uluyordu: “Uuu…” Ben mutfağa koştum, avluya açılan pencere altın gibi parlıyordu. Yerlerde akan, kayan sarı lekeler vardı; yalınayak Yakov dayım, çizmelerini giymeye çalışırken, tabanları yanıyormuş gibi zıplayarak bağırıyordu: “Mihaylo’nun işi bu, o yakıp kaçtı!” Büyükannem onu kapıya doğru iterek, “Hoşt, köpek!” dedi, öyle bir itti ki, az kaldı kapıdan dışarı yuvarlanacaktı dayım. Buz tutmuş camdan, atölyenin çatısının yanmakta olduğu görünüyordu, açık kapısından alevler dönerek dışarı taşıyordu. Alevlerin kırmızı renkleri sakin gecede dumansız yükseliyordu; ancak çok yukarılarda, gümüş rengi Samanyolu’nun görünmesine engel olmayan koyu bir duman vardı. Kar koyu kırmızı parlıyor; binaların duvarları yangına, alevlerin atölye duvarında eğri, kırmızı, geniş yarıklar açarak neşeyle oynaştığı avlunun kızgın bölgesine yöneliyor gibi titriyor, sallanıyorlardı. Alevler atölyenin çatısının kuru tahtalarını sarıyor, kil çamurdan yapılma ince baca kırmızı, altın rengi lavlar arasında dimdik duruyor, tütüyordu. Çıtırtı sesi, ipeksi bir hışırtı gibi çarpıyordu camlara. Yangın giderek büyüyordu. Alevlerin aydınlattığı atölye kiliselerde ikona dolabı gibi ışıl ışıldı, her şeyi acımasızca kendine çekiyordu.

Ben başıma ağır bir gocuk almış, ayaklarıma, kimin bilmiyorum, çizmelerini geçirmiş, taşlığa çıkmıştım. Ateşin parlak oyununu seyrediyordum. Dedemin, Grigori’nin, dayımın kulakları sağır eden haykırışları, yangının çıtırtıları şaşırtmıştı beni. Büyükannemin yaptıkları ise dehşete düşürmüştü: Başına boş bir çuval geçirip bedenine bir un çuvalını sarmış, doğrudan ateşe koşmuş, şöyle bağırarak alevlerin arasına dalmıştı: “Sülfat, aptallar, sülfat! Patlayacak sülfat…” Dedem bağırıyordu: “Grigori, tut onu! Ah, düştü…” Ama bu arada büyükannem iki büklüm, öne uzattığı ellerinde kova kadar bir sülfat yağı şişesiyle, dumanlar tüterek, başını sallayarak çıkmıştı atölyenin kapısından. Hırıldayarak öksürerek bağırıyordu: “Babacığım, atı dışarı çıkar! Üstümdekini çıkarın… Yanıyorum, görüyorsunuz!…” Grigori, tutuşmuş çuvalı çıkarıp aldı büyükannemin omuzlarından. Koştu, büyük bir telaşla atölyenin kapısından içeri kürek kürek kar atmaya başladı. Dayım onun yanında elinde baltayla bir şeyler yapıyordu; dedem büyükannemin çevresinde, ona kar atarak dört dönüyordu. Büyükannem şişeyi bir kar tümseğinin içine soktuktan sonra avlu kapısına koştu, kapıyı açtı, kapıdan girenlere, öne eğilerek şöyle diyordu: “Ambarımızı kurtarın, komşular, yardım edin! Yangın ambarımıza, samanlığımıza sıçrayacak, her şeyimiz yanıp kül olacak, sizinkilere de atlayacak! Çatıyı kaldırın, samanı bahçeye indirin! Grigori, sen yukarı çık, aşağıda ne yapıyorsun! Yakov, telaşlanma, komşulara balta ver! Komşular, birlikte çalışın, Tanrı yardımcınız olsun!” Benim için yangını olduğu kadar, büyükannemi izlemek de ilginçti. Sanki sürekli ona vuran ateşin ışığı içinde simsiyah, avluda bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor, her yere yetişiyor, her şeyi görüyordu. Şarap, onu tutmaya çalışan dedemi sarsarak, şaha kalkıp çıktı avluya. Ateşin ışığı vurunca iri gözleri kıpkırmızı parladı. Huysuzlandı, ön ayaklarını gerdi. Dedem yularını bırakıp geri çekildi, bağırdı: “Anacığım, dikkat et!” Büyükannem şaha kalkan atın önünde durdu, haç çıkardı. At acıklı acıklı kişnedi, alevlere bakarak büyükanneme doğru eğildi. Büyükannem atın boynunu okşarken yularını tutup kalın sesiyle, “Korkma!” dedi. “Seni bu ateşin içinde bırakır mıyım sandın! Ah benim fareciğim…” Büyükannemin üç katı irilikte farecik, onun arkasından pek uysal, avlu kapısına doğru soluyarak yürürken dönüp dönüp onun kırmızı yüzüne bakıyordu. Dadı Yevgenya sarıp sarmaladığı, hüngür hüngür ağlayan çocukları avluya çıkardı. Bağırıyordu: “Vasiliy Vasiliç, Aleksey hiçbir yerde yok…” Dedem kolunu sallayarak karşılık verdi ona. “İçeri götür çocukları, içeri götür!” Dadı beni de götürmemesi için hemen taşlık merdiveninin altına saklanmıştım. Bu arada atölyenin çatısı aşağı indirilmişti. Yukarıda yalnızca, dumanlar içinde gökyüzüne doğru dimdik yükselen parlak korlu, ince kirişler kalmıştı. Binanın içinde yeşil, mavi, kırmızı alevler uğuldayarak, çatırdayarak dönüyordu; tutuşmuş saman balyaları yukarıdan avluya, insanların üzerine düşüyordu, onlar da yanan balyaların üzerine küreklerle kar atıyorlardı. İçeride, alevlerin arasında kazanlar fokur fokur kaynıyordu, avluya yoğun buhar ve duman bulutları yükseliyordu, gözleri yakan tuhaf kokular yayılıyordu. Merdivenin altından çıkınca büyükannem gördü beni. “Uzaklaş buradan!” diye bağırdı. “Ezileceksin, git buradan…” Başında armalı bakır şapka olan bir atlı dörtnala girdi avluya. Kıratın ağzı köpük köpüktü. Adam elindeki kırbacı havaya kaldırarak gözdağı verircesine haykırdı: “Dağılın!” Çanlar neşeyle, telaşla çalıyordu, bayram vardı sanki. Büyükannem taşlığa doğru itiyordu beni: “Kime söylüyorum ben? Çabuk git buradan!” O anda onun sözünü dinlememek olmazdı. Mutfağa gittim, tekrar pencerenin camına yapıştım. Ama kalabalığın arasından ateşi göremiyordum. Kışlık siyah şapkaların, kasketlerin arasında yalnızca bakır miğferler parlıyordu. Kısa zamanda bastırdılar ateşi, suyla söndürdüler, üzerini örttüler. Polis kalabalığı dağıttı, büyükannem mutfağa girdi. “Kimdir oradaki? Gene sen mi? Uyuyamadın mı? Korktun mu? Korkma, her şey bitti artık…” Yanıma oturdu, başını iki yana sallayarak bir süre sustu. Sakin gecenin, karanlığın tekrar geri gelmesi çok güzeldi. Ama yangına üzülüyordum. Dedem geldi, kapının eşiğinde durup sordu: “Anacığım?” “Efendim?” “Bir yerlerin yandı mı?” “Önemli değil.” Dedem kükürtlü bir kibrit yaktı. Kibritin mavi alevi, kokarca yüzüne benzeyen, kurumdan simsiyah olmuş yüzünü aydınlattı. Mumu yakıp masanın üzerine bıraktı, hiç acele etmeden gelip büyükannemin yanına oturdu. Kendisi de kurumdan simsiyah olmuş, duman kokan büyükannem, “Yıkansan iyi edersin,” dedi. Dedem içini çekti. “Tanrım merhametlidir,” dedi, “yardım eder bize. Bir yol gösterir…” Ve büyükannemin omzunu okşatıp dişlerini göstererek ekledi: “Hemen, en kısa zamanda yardım edecektir!..” Büyükannem de gülümsedi, bir şey söylemek istiyordu, ama dedem kaşlarını çattı. “Grigori’den hesap sormalıyız! Onun ihmalinden oldu bu. Çok yoruldu adamcağız, bitkin düştü! Taşlıkta oturuyor, ağlıyor aptal… Yanına gitsen iyi edersin…” Büyükannem kalktı, elini kaldırıp parmaklarına üfleyerek gitti. Dedem, bana bakmadan, alçak sesle sordu: “Başından sonuna kadar gördün mü yangını? Büyükannenin ne yaptığını, gördün, değil mi? İyidir kocakarı… Sağlamdır hani… Evet! Eh! Ve de…” Öne eğildi, uzun süre sustu, sonra ayağa kalktı, mumun kurumunu parmağıyla alırken tekrar sordu: “Korktun mu?” “Hayır.” “Korkacak bir şey yoktu zaten.” Canı sıkkın bir tavırla gömleğini çıkardı, köşedeki lavaboya gitti, orada, karanlıkta ayağını yere vurup yüksek söylenmeye başladı: “Aptallıktan başka bir şey değildir yangın çıkarmak! Yangın çıkaranı kentin meydanında kırbaçlayacaksın! Yangın çıkaran insan beyinsizin tekidir, hırsızdan farksızdır! Böyle yapsalar, bak bakalım bir daha yangın çıkaran olur mu!.. Hadi sen de git yat artık. Ne diye oturuyorsun?” Çıktım mutfaktan. Ama uyuyamadım: Yatağa girer girmez, insan çığlığına benzemeyen korkunç bir çığlık duydum ve fırladım yataktan; tekrar mutfağa koştum. Dedem mutfağın ortasında çıplak, elinde mumla ayakta duruyordu. Mumun alevi titriyordu, dedem olduğu yerde ayaklarını döşemeye sürtüyor, homurdanıyordu: “Anacığım, Yakov, neler oluyor?” Sobanın üzerine atlayıp köşeye sindim. Yangında olduğu gibi, gene bir telaş başlamıştı evin içinde; tavanda, duvarlarda gergin, sürekli bir uğultu yankılanıyordu. Dedem, dayım afallamış gibi koşturuyorlardı, onları mutfaktan çıkarmaya çalışırken büyükannem çığlıklar atıyordu. Grigori, odunları büyük bir gürültüyle sobaya tıkıyor, dökme güğümlere su dolduruyor, başını sallayarak mutfağın içinde Astrahan devesi gibi dolaşıyordu… Büyükannem emir veriyordu ona: “Önce sobayı yak sen!” Grigori çıra almak için koştu, karanlıkta ayağıma takılınca öfkeyle haykırdı: “Kim var burada? Öf, korktum… Sen de olur olmaz yerde karşıma çıkıyorsun…” “Ne oldu?” diye sordum. Grigori sobanın üzerinden aşağı atlayıp gayet sakin, “Natalya Yengen doğuruyor,” dedi. Annemin doğum yaparken öyle çığlıklar atmadığını hatırladım. Grigori, güğümleri ateşe koyduktan sonra sobanın üstüne, yanıma geldi, kilden yapılmış piposunu cebinden çıkardı, bana gösterdi. “Gözlerim için pipo içmeye başladım!” dedi. “Büyükanne tavsiye etti: ‘İç, bence gözlerine iyi gelecek,’ diyor.” Sobanın kenarından bacaklarını sarkıtıp oturmuş; aşağı, mumun alevine bakıyordu. Yüzü, kulakları isten simsiyahtı, gömleği yandan yırtıktı, çemberler gibi geniş kaburgalarını görüyordum. Gözlüğünün bir camı kırılmış, neredeyse yarısı çerçevede yoktu ve o aradan, bir yara gibi ıslak, kırmızı gözü görünüyordu. Piposunu yaprak tütünle doldururken, doğum yapmakta olan yengemin çığlıklarına kulak veriyor, onun sarhoş kocasından söz ediyor, karışık bir şeyler mırıldanıyordu: “Gene yanan büyükanne oldu. Bu durumda ne yapacak? Dönüp yengene bakan olmadı! Biliyor musun, korkusundan, daha yangının başında sancılanmıştı… Doğurmak işte böyle zor bir şeydir, bir de kadınlara saygı duymazlar! Şunu unutma: Kadınlara saygı duymak gerekir, yani annelere…” Kargaşa, kapıların çarparak kapanmaları, Mihaylo dayımın sarhoş naraları arasında uykuya dalıyor, birden uyanıyordum. Tuhaf sözcükler duyuyordum: “Çarın kapılarını açmak gerekir…” “Kandil yağıyla rom verin kadıncağıza, yarım bardak yağ, yarım bardak rom ve bir kaşık kurum…” Mihaylo dayım ısrarla yalvarıyordu: “Bırakın, göreyim onu…” Bacaklarını iki yana açmış, döşemede oturuyordu. Avuç içlerini döşemeye pat pat vurarak önüne tükürüyordu. Omuzum çok ısınmıştı, aşağıya indim, dayımın yanından geçerken bacağımdan yakalayıp çekti beni. Düştüm, başımı vurdum. “Aptal,” dedim ona. Birden ayağa fırladı, tekrar yakaladı beni, sarsarak böğürdü: “Sobaya çarparım seni…” Kendime geldiğimde, büyük odada, ikonaların altında, dedemin kucağındaydım. Tavana bakarak kucağında sallıyordu beni, alçak sesle şöyle diyordu: “Kimseye bağışlatamayız kendimizi…” Onun başının üstünde, odanın ortasında masada parlak bir mum yanıyordu; pencereden ise sisli bir kış sabahı bakıyordu. Üzerime eğilerek sordu dedem: “Acıyor mu?” Her yanım sızlıyordu. Başım ıslaktı, bedenim külçe gibiydi, ama bundan söz etmek istemiyordu canım, çevremde her şey öylesine garipti: Odada hemen her sandalyede tanımadığım birileri oturuyordu: Leylak rengi cüppeli, ak sakallı, gözlüklü bir papaz, asker kıyafetli birkaç kişi vardı. Hepsi kıpırdamadan, heykel gibi oturuyor, yakında bir yerde akan suyun şırıltısını dinliyorlardı. Yakov dayım pencerenin önünde, ellerini arkasına saklamış, dimdik ayakta duruyordu. Dedem, “Al bunu, götür, uyusun…” diye seslendi ona. Dayım parmağıyla işaret etti bana, parmaklarımın ucuna basarak büyükannemin odasının kapısına yürüdü. Karyolaya yattığımda fısıldadı bana: “Yengen Natalya öldü…” Bu hiç şaşırtmadı beni, zaten uzun zamandır ortalarda yoktu, mutfağa da yemeğe de gelmiyordu. “Peki, büyükannem nerede?” Dayım kolunu, “Boş ver,” der gibi sallayarak, “O da orada,” dedi. Gene yalınayak, parmaklarının ucuna basarak gitti. Karyolada, etrafa bakınarak yatıyordum. Pencerenin camlarına yüzünü dayamış, içeri bakan uzun, kır saçlı, bulanık yüzler vardı. Büyükannemin giysileri köşedeki sandığın üzerinde duvarda asılıydı, biliyordum bunu; ama şimdi orada canlı birisi gizleniyor, bekliyor gibi geliyordu bana. Başımı yastığın altına sokmuş, altından tek gözümle kapıya bakıyordum. Yataktan fırlayıp kaçmak istiyordum. Oda çok sıcaktı; Çingenecik can çekişirken, döşemede kan dere gibi akarken olduğu gibi ağır, bunaltıcı bir koku vardı. Yüreğimde, kafamın içinde bir şişkinlik büyüyordu sanki. Bu evde gördüğüm her şey, kışın sokaktan geçen bir yük arabasının uzaklaştığı, kaybolduğu gibi, içimde yok oluyordu. Usulca açıldı odanın kapısı, büyükannem girdi, kapıyı omzuyla itip kapadı, sırtını kapıya dayadı ve kollarını sürekli yanan lambanın mavi ışığına uzatıp alçak, çocuksu bir sesle, acıklı, şöyle dedi: “Kollarım, kollarım çok acıyor…”

Maksim Gorki Kaynak: Çocukluğum

FREUD: SAYISIZ İNSAN DİNE DAYANARAK YAŞAMA KATLANABİLMEKTEDİR

0

Dinsel doktrinlerin doludizgin hüküm sürdüğü dönemde insanların genellikle daha mutlu oldukları kuşkuludur, daha ahlaklı olmadıklarıysa kesindir. İnsanlar, dinin hükümlerini dışsallaştırmanın ve böylelikle onların amaçlarını geçersiz kılmanın yolunu daima bulmuşlardır. Görevleri dine itaati sağlamak olan rahipler de bu yolda kendilerine düşeni yapmışlardır. Tanrının iyiliği, adaleti üzerinde sınırlayıcı olmalıdır. Kişi günah işler, bir özveride bulunur veya kefaretini öder ve böylece bir kez daha günah işlemekte serbest kalır.

Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları

Dinsel doktrinlerin yanılsama olduğunu kabul ettiğimiz anda karşımıza hemen bir soru daha çıkmaktadır: Üstün tuttuğumuz ve yaşamımızı yönetmelerine izin verdiğimiz diğer kültürel değerler de benzer nitelikte olamazlar mı? Siyasi kurallarımızı belirleyen varsayımların da yanılsama olarak tanımlanmaları gerekmez mi? Uygarlığımızda cinsler arasındaki ilişkilerin erotik bir yanılsama veya bu türden birkaç yanılsamanın müdahalesine maruz oldukları doğru değil midir? Bilimsel çalışmadaki gözlem ve akıl yürütme aracılığıyla dış gerçeklik hakkında bir şeyler öğrenebileceğimize olan inancımızın daha iyi bir temeli olup olmadığını sormaktan da, kuşkularımız bir kez uyandığına göre, artık geri duramayız. Hiçbir şey bizi, gözlemimizi kendi kendimize yöneltmekten veya düşüncelerimizi, kendi düşüncemizin eleştirisine uygulamaktan alıkoymamalıdır. Bu alanda, sonuçları bir “Weltanschaung” (Dünya Görüşü) inşası için belirleyici nitelikte olarak yorumlanabilecek birçok inceleme ile karşılaşmaktayız. Dahası, böyle bir çabanın boşa gitmeyeceği ve kuşkumuzu en azından kısmen doğrulayacağı kanısındayız. Ama yazar, bu ölçüde kapsamlı bir görevi yerine getirme yoluna başvurmayacak ve çalışmasını bu yanılsamaların yalnızca bir tanesini -ismen söylemek gerekirse dini- sonuna kadar irdelemekle sınırlayacaktır.

Ama karşıtımızın gür sesi bizi duraksatıyor. Yanlışlarımızın hesabını vermeye çağrılıyoruz.

“Arkeolojiye duyulan ilgi hiç kuşkusuz çok övgüye değer, ama eğer bir kazı sırasında konutların altını kazarak çökmelerine ve insanların yıkıntılar altında kalmasına neden olunacaksa bu arkeolojik kazıyı kimse üstlenmez. Dinin doktrinleri konusu, diğerleri gibi gelişigüzel tartışma konusu yapılabilecek bir konu değildir. Uygarlığımız bu doktrinler üzerine kurulmuştur ve insan toplumunun devamı, insanların çoğunluğunun bu doktrinlerin gerçekliğine inanmasına bağlıdır. Eğer insanlara güçlü ve adil bir Tanrı olmadığı, ilahi bir dünya düzeni ve ölümden sonra yaşamın bulunmadığı öğretilirse, kendilerini uygarlığın hükümlerine uymaya iten tüm zorunluluklardan kurtulmuş hissedeceklerdir. Herkes, kısıtlanma veya korku duymaksızın kendi toplum dışı ve bencil içgüdülerini izleyecek ve kendi hükmünü geçirmeye çalışacaktır; uygarlığın binlerce yıllık işleyişi sonucu ortadan kaldırılmış olan kaos geri gelecektir. Dinin gerçeğin kapsamı içinde olmadığını bilsek ve ispat edebilsek bile, bu gerçeği gizlemeli ve “Sanki” felsefenin önerdiği gibi davranmalıyız; bu hepimizin varlığını sürdürmesinin yararına olacaktır. Ayrıca oluşturduğu tehlike bir yana bu, aynı zamanda amansız bir zalimlik de olacaktır. Sayısız insan tek huzuru dinsel doktrinlerde bulmakta ve ancak bunların yardımıyla yaşama katlanabilmektedir. Karşılığında daha iyi bir şey vermeden onları bu destekten yoksun bırakacaksınız. Bilimin şu ana kadar fazla bir ilerleme göstermediği ve bu ilerlemeyi başarabilse bile insan için yeterli olmayacağı kabul edilmektedir. İnsanın, kuru, bilimle hiç bir zaman tatmin edilemeyecek daha değişik vazgeçilmez gereksinimleri vardır; insani konularda, içgüdüsel yaşamla karşılaştırıldığında zekânın ne kadar küçük bir rol oynadığı konusunda daima ısrarlı olmuş bir psikoloğun şimdi de insanlığı çok kıymetli bir arzu-doyum aracından yoksun bırakmaya ve bunun entelektüel gelişmeyle telafi edilmesini önermeye çalışması çok garip -doğrusu tutarsızlığın doruğu- oluyor.”

Bir solukta ne kadar çok suçlama! Ama ben hepsini delillerle çürütmeye hazırım. Ve dahası, eğer dine karşı bugünkü tavrımızı sürdürürsek uygarlığın, bu tavırdan vazgeçmemiz halinde belireceklerden daha büyük tehlikelere maruz kalacağı iddiasını öne süreceğim.

Ama, yanıtıma nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Belki de bizzat benim, bu düşüncemin tümüyle zararsız ve tehlikesiz olduğunu kabul ettiğime sizi temin ederek başlayabilirim. Bu kez aklın değerini abartan ben değilim. Eğer, insanlar benim karşıtlarımın tanımladığı gibilerse -ve onlara karşı çıkmak istemem- o zaman inançlı bir dindarın benim bu tartışmalarıma yenik düşüp inancından yoksun kalma tehlikesi yok demektir. Bunun yanı sıra ben, benden daha değerli kişilerin benden daha önce daha eksiksiz, güçlü ve etkileyici bir üslupla söylemiş olduklarından başka bir şey söylemiş değilim. Bu kişilerin isimleri herkesçe iyi bilinmektedir ve kendimi onlardan biriymiş gibi göstermeye çalıştığım izlenimini vermekten hoşlanmadığım için isimlerini burada ayrıca belirtmeyeceğim. Benim bütün yaptığım -ve bu benim yorumumda yeni olan tek şeydir- büyük öncüllerimin eleştirilerine psikolojik bir temel eklemek olmuştur. Benim yaptığım bu ekin, daha önceki çabaların yaratamadığı etkiyi yapması beklenmemelidir. Hiç kuşkusuz bu noktada bana, etkisiz olacaklarından eminsen- bu şeyleri yazmamın ne anlamı olduğu sorulabilir. Bu konuya daha sonra değineceğim.

Bu yayının zarar verebileceği tek kişi benim. Yüzeysel, dar görüşlü, bir idealden veya insanlığın en yüce çıkarlarını anlamaktan yoksun olduğum konusunda en can sıkıcı serzenişleri dinlemek zorunda kalacağım. Ama bu tür sitemler benim için yeni bir şey değildir. Ayrıca, daha gençliğinde çağdaşlarının ayıplamalarının üzerine çıkabilmeyi öğrenmiş olan ve yakın bir gelecekte tüm beğeni ve karşıtlığın artık kendisine ulaşamayacağından emin olduğu yaşlılık çağında bulunan bir adam için bu sitemler ne ifade edebilir ki? Eski çağlarda durum değişikti. O dönemlerde benimkilere benzer laflar, kişinin dünya üzerindeki varlığının mutlak bir biçimde sona ermesi ve ölümden sonraki yaşam konusunda kişisel bir deneyim kazanma fırsatı hızla elde etmesi sonucunu getirmekteydi. Ama tekrar ediyorum, o dönemler geçmiştir ve günümüzde buna benzer yazılı eserler, yazarlarına, okurlarına olduğundan daha fazla bir tehlike getirmemektedirler. Olabilecek en kötü şey, bu kitabın başka bir dile çevrilmesinin ve dağıtımının şu veya bu ülkede -ve elbette tam da kültürünün yüksek standardından çok emin olan bir ülkede- yasaklanmasıdır. Ama kişi kadere boyun eğmeyi ve arzularından feragati biraz olsun mazur görebiliyorsa bu türden bir zarara da katlanabilmelidir.

Bu eserin yayınlanmasının her şeye rağmen -bir kişiye değil bir davaya, psikanaliz davasına- zarar verip vermeyeceği sorusu da aklıma geldi. Çünkü benim eserim olduğu inkâr edilemeyen psikanaliz, yaygın bir güvensizlik ve kötü niyetle karşılanmıştır. Eğer şimdi böyle hoşnutsuzluk yaratan bildirimlerle ortaya çıkarsam insanlar benim kişiliğimden psikanalize doğru yönelmeye hevesleneceklerdir. “İşte” diyeceklerdir, “psikanalizin bizi nereye götürdüğünü artık görebiliyoruz. Maske düştü, psikanaliz bizim daima kuşkulandığımız gibi Tanrının ve ahlaki bir idealin reddine yol açmaktadır. Bunu öğrenmememiz için psikanalizin bir Weltanschaung’u olmadığı ve böyle bir şey yaratmayacağı düşüncesiyle aldatılıp durduk.”

Bu tür bir feryat, bazıları benim din sorunları karşısındaki tavrımı hiçbir şekilde paylaşmayan çok sayıdaki çalışma arkadaşım dolayısıyla, benim için gerçekten can sıkıcı olacaktır.

Ama psikanaliz birçok fırtınalar geçirmiştir ve bu yeni fırtınayı da göğüslemelidir. Gerçekte psikanaliz bir araştırma yöntemidir, cebir gibi tarafsız bir araçtır. Eğer bir fizikçi, cebir yardımıyla dünyanın belirli bir süre sonunda yok olacağını bulsaydı, cebire yok edici eğilimler atfedip onu yasaklama konusunda acele etmezdik. Dinlerin gerçeklik değeri aleyhinde burada söylediklerimin hiçbirisi psikanalizin desteğini gerektirmedi, bunlar analizin ortaya çıkışından çok önce başkaları tarafından zaten söylenmiştir. Eğer psikanalitik yöntemin uygulanması, dinin doğrularına karşı yeni bir tartışma yürütülmesini mümkün kılıyorsa, onu din düşünsün! Ama, din yandaşları da dinsel doktrinlerin duygusal önemine tam değerini vermek için, psikanalizden yararlanma konusunda aynı hakka sahiptirler.

Şimdi kendimizi savunmaya devam edelim. Dinin insan uygarlığına büyük hizmetler yaptığı açıktır. Din, toplum dışı içgüdülerin ehlileştirilmesine büyük katkıda bulunmuştur. Ama bu yeterli olmamıştır, insan toplumunu binlerce yıl boyunca yönetmiş ve erişebileceği şeyleri göstermek için yeterli zamana sahip olmuştur. Eğer insanların çoğunluğunu mutlu kılmayı, rahatlatmayı, yaşama katlanmalarını sağlamayı ve onları uygarlığın araçları haline getirmeyi başarabilseydi hiç kimse bugünkü koşulları değiştirme girişiminde bulunmayı hayal etmezdi. Ama bunun yerine ne görüyoruz? Kişiyi dehşete düşürecek kadar çok sayıda insanın uygarlıktan hoşnutsuz ve uygarlık içinde mutsuz olduğunu, uygarlığı kaldırılıp atılması gereken bir boyunduruk olarak algıladıklarını, bu insanların ya uygarlığı değiştirmek için güçlerinin yettiği her şeyi yaptıklarını ya da uygarlık veya içgüdü kısıtlamasıyla hiçbir ilişkileri kalmayıncaya kadar uygarlık düşmanlığında ileri gittiklerini görüyoruz. Burada, bu durumun, tam da bilimdeki ilerlemelerin acıklı etkileri nedeniyle dinin insan kitleleri üzerindeki etkinliğinin bir bölümünü yitirmiş olması gerçeğinden kaynaklandığı söylenerek bize itiraz edilecektir. Bu itirazı ve gerekçesini kaydedip ileride kendi amaçlarımız için kullanacağız; ancak itirazın kendisinin hiçbir gücü yoktur.

Dinsel doktrinlerin doludizgin hüküm sürdüğü dönemde insanların genellikle daha mutlu oldukları kuşkuludur, daha ahlaklı olmadıklarıysa kesindir. İnsanlar, dinin hükümlerini dışsallaştırmanın ve böylelikle onların amaçlarını geçersiz kılmanın yolunu daima bulmuşlardır. Görevleri dine itaati sağlamak olan rahipler de bu yolda kendilerine düşeni yapmışlardır. Tanrının iyiliği, adaleti üzerinde sınırlayıcı olmalıdır. Kişi günah işler, bir özveride bulunur veya kefaretini öder ve böylece bir kez daha günah işlemekte serbest kalır. Rus iç gözlemciliği, ilahi inayetin tüm lütuflarına mahzar olabilmek için günahın vazgeçilmez ön koşul olduğu, dolayısıyla sonuçta günahın Tanrının hoşuna gittiği sonucunu çıkaracak bir aşırılığa kadar varmıştır. Rahiplerin kitlelerin dine itaatini ancak insanın içgüdüsel tabiatına böyle büyük tavizler vererek sağlayabildikleri bir sır değildir. Böylece şu kanıya varıldı: Yalnızca Tanrı güçlü ve iyi, insan ise zayıf ve günahkârdır. Her çağda ahlaksızlığın dinden aldığı destek, ahlakın aldığından az olmamıştır. Eğer dinin insanın mutluluğu, kültür karşısındaki duyarlığı ve ahlaki denetimi konusunda gerçekleştirdiği ilerlemeler bu saydıklarımdan daha iyi değilse, insanlık için gerekliliğini abartıp abartmadığımız ve kültürel taleplerimizi bu temele oturtmakla akıllıca davranıp davranmadığımız soruları ister istemez akla gelmektedir.

Durumu bugünkü apaçık haliyle ele alalım. Dinin, artık insanlar üzerinde eski dönemlerdeki kadar etkili olmadığının kabul edildiğini biliyoruz. (Burada Hıristiyan Avrupa uygarlığından söz etmekteyiz.) Bunun nedeni dinin vaatlerinin azalmış olması değil, insanların bu vaatleri daha az inanılır bulmasıdır. Bu değişikliğin -muhtemelen tek olması bile- bir nedeninin, insan toplumunun üst katmanlarında bilimsel ruhun artması olduğunu kabul edelim. Eleştiri, dinsel belgelerin kanıt oluşturma değerini yontarak azaltmış, doğal bilimler bu belgelerdeki yanlışları ortaya çıkarmış, saygı duyduğumuz dinsel düşünceler ile ilkel insanlar ve zamanların zihinsel ürünleri arasındaki ölümcül benzerlik karşılaştırmalı araştırma alanında hayret ve şaşkınlığa yol açmıştır.

Bilimsel ruhun dünyasal konular karşısındaki belirli bir tavrı vardır; dinsel konular karşısında ise bir an durur tereddüt eder ama sonuçta bu konuda da eşiği aşar. Bu süreçte hiç duraklama yoktur; bilginin hazineleri ne kadar çok sayıda insana ulaşabilirse dinsel inançtan ayrılma o kadar yaygın olmakta, ilk önce dinin en modası geçmiş ve tartışma götürür uzantıları, ama sonra temel önermeleri de terk ettirmektedir. Yalnızca Dayton’da “Maymun Davası”nı1 açan Amerikalılar bu konuda tutarlı olduklarını ortaya koymuşlardır. Kaçınılmaz geçiş başka yerlerde yarım önlemler ve sahte davranışlar aracılığıyla sağlanmıştır.

Uygarlığın eğitim görmüş insanlar ve kafa işçilerinden korkacak pek bir şeyi yoktur. Bu insanlarda uygar davranış için gerekli dinsel güdülerin başka güdülerle, laik güdülerle yer değiştirmesi sıkıntısız bir biçimde gerçekleşecektir; dahası, bizzat bu insanlar büyük ölçüde uygarlığın araçlarıdır. Ama uygarlığa düşmanlık duymak için her türlü nedene sahip olan eğitilmemiş ve ezilen geniş kitlelere gelince farklı bir durum söz konusudur. Onlar, insanların artık Tanrıya inanmadığını öğrenmedikleri sürece her şey yolundadır. Ama benim bu yazım yayımlanmasa bile, bunu kesinlikle öğreneceklerdir. Onlar bilimsel düşüncenin sonuçlarını kabul etmeye hazırdırlar, ama bilimsel düşünüşün insanlarda gerçekleştirdiği değişikliği geçirmemiş olarak! Bu kitlelerin uygarlığa duyduğu düşmanlığın, kendilerini işe zorlayan bu düzende buldukları zayıf noktaya yöneltilmesi tehlikesi yok mudur? Eğer, komşunu öldürmemenin tek nedeni Tanrının bunu yasaklamış olması ve şimdiki veya sonraki yaşamda bu nedenle seni ağır bir biçimde cezalandıracağı korkusu ise, Tanrı diye bir şey olmadığını ve onun gazabından korkman gerekmediğini öğrendiğin zaman komşunu hiç duraksamadan öldürürsün. Ancak dünyevi yaptırımlarla bunu yapman engellenebilir. Dolayısıyla ya bu tehlikeli kitleler en ağır biçimde baskı altına alınmalı ve bir entelektüel uyanış olasılığından dikkatle uzak tutulmalı ya da uygarlık ve din arasındaki ilişki temel bir revizyondan geçmelidir.

Sigmund Freud Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları Bir Yanılsamanın Geleceği Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları

TOLSTOY EVİNİ TERK ETTİĞİNDE YANINA ALDIĞI KİTAP: DOSTOYEVSKİ’NİN KARAMAZOV KARDEŞLER’İ

Dostoyevski’nin ölmeden üç ay evvel tamamladığı, yaklaşık 400 bin kelimelik dev romanı “Karamazov Kardeşler” Dostoyevski’nin yazarlık yaşamı boyunca değindiği temaların işlendiği, dramatik olaylarla bezenmiş bir düşünce romanı, bir başyapıt. Karamazov Kardeşler, Tolstoy evini terk ettiğinde yanına aldığı kitaptır. Dostoyevski’nin kendi yaşamıyla pek çok paralellik taşıyan bu romanı, hem bir aile dramı, hem bir cinayet romanı, hem de eşsiz bir felsefi metin olarak nitelendirilebilir. Okuru 19.yüzyıl Rusya’sına götüren bu dev eser, edebiyat kadar psikolojide de kendini özel bir yer edinmiştir.

İç çatışmaların ve günahların gizli derinliklerinde dolaşan Dostoyevski, insanoğlunun en karanlık yönüne dalmaya ve var oluşun gerçek anlamını kavramaya cesaret gösteren büyük bir destan çıkartmıştır. Romanın büyük bir bölümü Staraya Russa’da yazılmıştır. Dostoyevski, oldukça ağır bir dili olan roman için iki yıla yakın zaman harcamış ve 1880 yılının Kasım ayında bitirmiştir. Kitabın yayımlanmasından yaklaşık dört ay sonra ölmüştür. Dostoyevski’nin, en son ve en iyi yapıtlarından biri olan Karamazov Kardeşler’de, 4 kardeşin, yaşlı bir toprak sahibi babası Fyodor Pavlovoviç Karamazov arasındaki anlaşmazlıklardan usta bir dille bahsedilmektedir. Baba Karamazov’un; duygusal Dmitri, entelektüel İvan, gizemli Alyoşa ve gayrimeşru oğul Smerdiyakov adlarında dört oğlu bulunmaktadır. Kendilerini Karamazov olarak gören kardeşlerin hepsi de kendine özgü karakter özelliklerine ve arzularına sahiptiler; Dmitri bedeni, İvan aklı, Alyaşo ise ruhu temsil eder. Dört kardeş de babalarına karşı duyduğu yoğun, kontrolsüz öfke ve intikam duygularıyla hareket ederler, babanın öldürülmesiyle beraber büyük oğul Dimitri’nin en önemli zanlı durumuna düşmesi sonrası sadece bir kasabayı değil, bütün Çarlık Rusya’sını etkileyen bir dava başlar. Bu dava vasıtasıyla Lev Tolstoy’un 1899 yılında yayınlanan “Diriliş” adlı romanında çok daha geniş olarak yapılacak olan hukuk sistemi eleştirisine de yer verilmiştir. Hayat, ölüm, para, aşk, felsefe, din, cinayet gibi konuların birbiri içine mükemmel bir şekilde uyumlu olduğu bu roman, Dostoyevski klasikleri arasında kendisinden en fazla söz ettiren roman olma özelliğini taşımaktadır.

“İnsanı anlamak istiyorum. tüm bir hayat boyunca bunu anlamak için çabalamak zorunda kalsan bile bil ki buna değer” genç Dostoyevski böyle yazmış arkadaşına mektupta. Tüm hayatının, bu projenin gerçeklemesi olduğu iddia edilebilir. ‘Bana psikolog diyorlar. Hayır ben realist’im. İnsan ruhunun derinliklerini portreliyorum.” Dostoyevski hep hümanist olmuştur – kendisini gençliğinde yasadışı anarşist sosyalistlerin arasında bulduğu zaman bile bu geçerli. Yakalanıyor, tam idam edilecekken çar tarafından affediliyor ve sürgüne Sibirya’ya gönderiliyor. Ve orada mahkumların arasında vicdanı ve incil’i keşfediyor, rus orthodoks tanrısını ve Isa’yı buluyor. Yeraltından notlar, tanrısını kaybetmiş, (Dostoevski’nin gözünde) 19.yüzyıl rus aydınının dramatize edilmiş durumunu inceliyor. Bu kısa romandan sonraki tüm “büyük” romanları ise, teism-ateism, batıcılık-panslavism, gibi fikir kapışmalarının eksentrik karakterlerde dramatize edilmesi üzerine kurulu.

Ne olursa olsun Karamazov Kardeşler, öncelikle bir şiir, insan ve onun dünyadaki durumu üzerine yazılmış (varoluşçu düşünceyi de epey etkilemiş) binküsür sayfalık, romancıl bir şiir. Bu şiirin de ey yüce noktası büyük engizisyoncu adlı bölüm. Bu bölümde İsa’nın kendisi Dostoyevski’nin konuğu oluyor. Ayrıca Dostoyevski’nin alter-ego’su olduğunu düşündüğüm Peder Zosima karakteri de bize feleğin ve şüphenin çemberinden, potasından (artık nereden geçmişse, tam bilemiyorum) geçmiş, hristiyan inancını gösteriyor.

‘Kahramanların olağanüstü bir yoğunlukta yaşadıkları umutsuzluk, acı, tutku ve çılgınlık anları, arayışlarının insani zayıflıkları, derin psikolojik çözümlemelerle betimleniyor. Dostoyevski Rus halkının hayranlığa değer saflığı ve bozulmamışlığına değiniyor. Romanın temel sorununun yanıtı ise rahip Zosima’nın konuşmasında belirttiği evrensel uyumun kafa ile değil yürek ile inançla elde edilebilir sözü ile iletilmiş okuyucuya. Dostoyevski insan ruhunun derinliklerini ustaca çözümlemesi ile bu kitap psikanalize bir kapı açmış ve varoluşçu düşüncenin temel kaynaklarından biri olmuş.

Babaları Karamazov’u öldürmelerinden kuşkulanılan üç kardeş, sınamalar, itiraflar ve dede Zosima’nın yetiştirdiği en küçük kardeşleri masum ve saf Alyoşa ile yaptıkları konuşmalarla kendi ruhsal evrelerini ve içlerindeki gerçeği keşfederler. ‘İnsanların iç dünyası alabildiğine geniştir. Kainat ölçüsünde geniş…..’ ‘Şeytanın tanrıyla cenkleşmesidir bu; cenk alanı da insanın kalbidir.’S134 Katil kimdir’ Tanrı’ya isyan eden soğukkanlı mantıkçı Ivan mı’ Güzellik tutkunu, nefis düşkünü Mitya mı’ Ivan’ın karikatürü, gayri meşru Smerdiyakov mu’ Mitya tutuklanır, ama aslında kötülükle dayanışmaya varan kardeşlerin üçü de suç ortağıdır. Romanın merkezinde babanın ölümü yer alır ve birçok edebiyat tarihçisi romandaki ölümü Dostoyevski’nin kendi hayatına bağlarlar, çünkü yazarın babası da bir cinayete kurban olmuş serfleri tarafından öldürülmüştür. Bu ölüm Dostoyevski’nin bilinçaltını derinden etkilemiştir. Dostoyevski’nin yaşam öyküsünü kaleme alan yazarlara göre ilk sara nöbetine de bu düşünce neden olmuştur. Freud ve birçok psikanalizci, babaya duyulan bu nefretle ve bunu izleyen suçluluk kompleksine dayanarak, epilepsi hastalığının sinirsel kökenli olduğu sonucunu çıkardılar. Romanda Dostoyevski’nin yaşamı ile yapılabilecek birçok benzetme vardır. Üç yaşında ölen oğlunun Alyoşa olmasıdır. Oğlu babasından genetik yolla aldığı epilepsi nöbetleri sonucu yaşamını yitirmişti. Dostoyevski kitabında hem bir baba hem de oğul olarak duyduğu suçluluk duygularına gönderme yapar. Dimitri Dostoyevski’nin sürgünde sona eren romantik devridir. Ivan, üniversite yıllarında ilgi duyduğu sosyalist yönünü, bu uğurda Tanrı inancının kaybetmek üzere olduğu yılları yansıtır. Alyoşa ise, onun olgunluk halinin , ulusuna ve dinine dönüşüdür.. Smerdyakov’un Dostoyevski gibi epilepsi nöbetleri geçirmesi de göndermelerden biri .. Kitapta ele alınan KARDEŞLİK benzerlikler yerine farklılıklar üzerine kurulmuştur, bu da karakterlerden her biri diğerinin özelliklerinin ortaya çıkmasına rol oynar. Ivan’ın kötümser felsefesi, Alyoşa ‘nın temiz ve huzur dolu doğası ile zıtlaşır. Dimitri ‘nin karakter zayıflığı, diğer iki kardeşin düşünceleri berraklaştırır. Ivan’ın temsil ettiği akıcı hayat görüşü, Alyoşa’nın masumiyetini ortaya çıkarır.

Romanın içinde yer alan ‘Büyük Engizisyoncu’ bölümü romanın kendisi kadar ünlüdür. Sadece bu bölüm üzerine yazılan felsefe makaleleri birkaç kez kitap halinde basılmış. İsa yeryüzüne inmiş ve İspanya’nın Sevilla şehrinde mucizeler yaratmaya başlamıştır. O sırada Engizisyon Mahkemesi Başkanı bunu fark eder ve İsa’yı bir hücrede alıkoyarak o uzun sorgulamasına başlar. ‘Büyük Engizisyoncu’ bölümünde yazarın tüm felsefesini sunduğu düşünülür. Ama bu bölümden önceki ‘Başkaldırma’ bölümünün bu felsefe düşüncesi ile bir bütün olduğu düşünülür. Buradaki acıyı yüreğinizde hissedersiniz.. Bu bölümde Ivan kardeşi Alyoş’ya yaşamın adaletsizliğini anlatır. Peş peşe verdiği örneklerin hepsinde masum bir çocuğa yapılan haksızlıkları anlatır, neredeyse kötülükler listesi gibidir bu bölüm, insanoğlunum en büyük suçunu anlatır. Yatağını kirlettiği için anne ve babası tarafından dövülüp tuvalete kapatılan beş yaşında bir çocuk ya da köpeğe taş attığı için av köpekleri tarafından annesinin gözü önünde parçalatılan 8 yaşındaki çocuk, Ivan’a göre sadece dünyanın adaletsizliğini değil, aynı zamanda tanrının da adaletsiz düzeninin göstergesidir. Bunları anlattıktan sonra Ivan birkaç soru sorar Alyoşa’ya; Birincisi ‘bu çekilen acı, daha büyük mutluluk bedeli için midir’’ nasıl peygamberler insanlar daha mutlu yaşamlar sürsün diye acılara katlandılarsa, çocuklar da kitlelerin mutluluk bedelini mi ödüyorlar’ Bu soru Hristiyan öğretisinin özünde yer alan, İsa ‘nın Tanrının oğlu olmasına rağmen ölümüne babası tarafından göz yumulması ve onun çektiği acıların insanlığın tümünün mutluluğu için yaşaması gerektiği öğretisine benzer. Küçük masum çocuklar da peygamberler gibi insanlığın günahları için bu acıyı çekmek zorunda bırakılırlar. Bu duruma Ivan İkinci soruyu sorar. ‘Bilsek ki, dövüldükten sonra karanlık tuvalete kapatılan çocuğun ağlaması sayesinde tüm insanlık mutlu olacak, çocuğun bu acıyı çekmesini kabul edebilir miyiz’’ ve sorular ardı ardına gelir.’Diyelim ki, çocuğun bu acıyı çekmesini kabul ettik, ona bu acıyı çektiren kişiyi affedebilir miyiz’’ Zincirleme sorular bitmez. ‘ Diyelim ki, sonsuz affedici güçle donanmış aziz insanlarız ve her durum karşısında affetmeyi denemek istiyoruz, köpeklerine çocuğu parçalattıran emekli generali, o çocuğun annesi affederse, biz o anneyi affedebilir miyiz’ Ya da daha doğrusu, affetmemiz affedilir bir davranış olur mu’’ Suçun ahlaki boyutunu tam bir felsefeci gibi ele alır. Hristiyan’lıkta en zor anlaşılır şey, günah çıkartıldığında her suçun affedilir olmasıdır. Ivan Tanrının sonsuz affediciliğiyle alay eder sanki. Tanrı için affetmek tabii ki kolaydır, asıl önemli olan İNSANIN KENDİNİ AFFEDEBİLMESİDİR: bu ise çoğu zaman imkânsızdır.

‘Nothing is more seductive for a man than his freedom of conscience. But nothing is a greater cause of sufferring’S 285 ‘Kişioğlunca vicdan özgürlüğünden güzel,ama aynı zamanda da acı bir şey yoktur… Kişioğlunun özgürlüğünü eline alacak yerde ,çoğalttın bu özgürlüğü, insanlığın ruhsal dünyasına sonsuza dek sürecek acılar kattın.. Ama seçme özgürlüğü gibi ürkünç bir yükün altında ezilen kişioğlunun sonunda Senin önderliğini, hatta gerçeğini de reddedeceğini düşünmedin mi’ Gerçeğin sende olmadığını bağırmaya başlayacaklardır sonunda.’ Dostoyevski’nin sormadığı ama okurun aklına takılan soru daha var tabii tüm bu zincirleme soruların getirdiği ‘Dünyayı bunca acılarla dolu yaratmasından dolayı İNSAN TANRIYI AFFEDEBİLİR Mİ’’ Gerçeği söylüyorum size, gerçeği: Buğday tanesi yere düştükten sonra yok olmazsa, bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa, o zaman bereketli ürün verir. Kitaplarda adı yol şaşırtıcı diye geçen şeylerden daha gerçek şey var mıdır’ S 282 ‘Kişioğlunu yalnız ekmekle yaşanmaz dedin. Ama Toprak Ruhunun bu ekmek uğruna Sana baş kaldıracağını, Seninle cenkleşeceğini, Seni yeneceğini, bütün insanların bu canavarın dengi yok, bize gökten ateşi indir diye bağırarak onun peşinden koşacağını biliyor musun’’)* “Karamazov Kardeşler”, aslında yazarın çok önceleri yazmaya başlayıp sonra toparlayamadan bıraktığı “Büyük Bir Günahkârın Yaşamöyküsü” adlı roman tasarısının parçalanmış son hali. Dostoyevski bu tasarısında anlatmak istediği görüşlerinin büyük bir bölümünü “Budala” ve “Delikanlı” adlı romanlarında hoyratça kullanmıştı. Ancak yine de “Karamazov Kardeşler”, benzersiz ve sarsıcı hikâyelerle dolu en etkileyici romanı oldu.

Kısaca değinecek olursak, üç kardeşin etrafında ve onların iğrenç bir karaktere sahip babalarının ölümüne değin geçen süreçte gelişir bu roman. Fyodor Karamazov, âşık olduğu genç kadını oğlunun elinden almaya çalışan sefahat içindeki eski bir Rus asilzadesidir. Elinden gelen her kumpası denemeye kalkışacak kadar şehvet düşkünlüğünde gemi azıya almış bir babadır. İçinde Tanrı inancı taşımayan bu arsız adama göre öteki dünya diye bir şey yoktur ve ölüm, sonsuza değin sürecek olan uzunca bir uykunun diğer adıdır. Bu yüzden, her iğrenç davranışının sonrasında bir zavallılık hissetse de kimseye verecek bir hesabı olmadığını kendi kendine hatırlatarak teselli bulur. Dostoyevski’nin insanlardaki kötülük yapma isteğinin nedenlerini sorgulaması, iyiliği sonsuz olan Tanrı’nın varlığıyla insanlardaki kötülüğün bağdaşabilmesi gibi oldukça karışık meselelerin kökenlerini araştırmasındaki başarısı bu dev romanda doruk seviyesine çıkar.

Cezaevinden sonra sürgüne gönderildiği yıllarda Dostoyevski’nin aklını hep bu ve benzeri metafizik konular meşgul etti: Ona göre en ağır suçları işleyen insanlar bile aslında çok saf ve basittirler. Yalnızca tabiatları icabı, bir anlık gaflet anında kendilerini aşağıdan ya da yukarıdan gelen çekici kuvvete kaptırabilirler. “İnsanların iç dünyası alabildiğine geniştir. Kâinat ölçüsünde geniş…” der Dostoyevski ve ekler: “İnsan ruhu şeytanın Tanrı’yla savaştığı bir savaş alanıdır.” Bu dev romanın ilk kısmında Karamazovları kısaca tanıdıktan sonra onların Zosima Dede’nin (Staretz) hücresinde buluşmalarını izleriz.

İkinci kısımda o meşhur ‘Büyük Engizisyoncu’ vardır. İsa, yeryüzüne inmiş ve İspanya’nın Sevilla şehrinde mucizeler yaratmaya başlamıştır. O sırada Engizisyon Mahkemesi Başkanı bunu fark eder ve İsa’yı bir hücrede alıkoyarak o uzun sorgulamasına başlar. Dostoyevski, Rus anarşizminin Hıristiyan inancına yönelttiği saldırgan sorulara bir yanıt sayar romanının bu bölümünü.

Üçüncü kısımda, kardeşlerden en büyüğü olan Dimitri, babasının ölümünden sorumlu tutularak sorgu altına alınır ve dördüncü kısım cinayetin düğümünün çözülmesiyle son bulur. Dostoyevski’yi biraz tanıyanlar, “Karamazov Kardeşleröde kendi kişiliğinin üç yönünü, hayatının da üç devresini anlattığını iddia ederler: “Karamazov Kardeşleröden Dimitri, onlara göre Dostoyevski’nin sürgünde sona eren romantik devridir. İvan, üniversite yıllarında ilgi duyduğu sosyalist yönünü, bu uğurda Tanrı inancını kaybetmek üzere olduğu yılları yansıtır. Ve Alyoşa… İşte bu karakter, Dostoyevski’nin olgun halinin, onun ulusuna ve dinine dönüşünün müjdecisidir.

Oysa ki Edward Hallett Carr’ın incelemesinde Dostoyevski’yi asıl yansıtan karakterin Alyoşa ya da Dimitri değil de İvan olduğu yolundaki iddia, oldukça ilgi çekici. Çünkü, Büyük Engizisyoncu’dan bir önceki bölüm olan Başkaldırı’da İvan’ın Tanrı’ya saldırısı ve nazik bir şekilde ‘bileti geri vermek istemesi’, Zosima Dede’nin ve Alyoşa’nın savunmalarından daha güçlü ve daha inandırıcı. Dostoyevski’nin hayatının sonuna kadar şüpheci bir kişi olarak kaldığını düşünecek olursak, o zaman bu iddiayı da yabana atmamamız gerekir. Alman ve İngiliz izleyicileri de olan etkili bir Rus eleştiri okulu, Dostoyevski’nin Ortodoksluğu kabul edişini biçimsel bir şey olarak görür. Onlara göre Dostoyevski’nin gerçek dini, Hıristiyan ahlaki öğretisinin ve Hıristiyan inancının ötesinde bir çeşit anarşist mistisizmdir. Fakat biz, Dostoyevski’nin inancının bir tür sezgiden çok, akıldan geldiğini kabul ediyorsak eğer, bu inancın gerçekliğini yadsımamız için çok acımasız olmamız gerekir. Bir hastalıktan musdarip olup onun acılarını sürekli hissetmek olgusu, birçok Dostoyevski romanında olduğu gibi “Karamazov Kardeşleröde de önemli bir motif olarak işlenir (Sürekli sara nöbetleri geçiren Smerdyakov). Dostoyevski’nin edebi hayatında oldukça önemli bir yer tuttuğu bilinen Gogol’ün, hayatının sonlarına doğru değişiklik geçirdiği ve Ortodoksluğu kabul ettiği sıralarda yazdığı mektuplardan biri, ‘Hastalığın Önemi’ adını taşır. Ona bir yığın budalalık yapma cesaretini verecek olan sağlığını elinden aldığı için Tanrı’ya şükreder Gogol… Çünkü bundan böyle kaleminden çıkacak olan her şeyin daha derin bir önem teşkil edeceğini bilir. Dostoyevski’nin de sarasına verdiği ruhi önemi anlamak için çok değil, herhangi bir romanını okumak yeterli.

İkinci kısımda, Dimitri Karamazov’un bir sarhoşluk anında saçlarından sürükleyerek tartakladığı Yüzbaşı Snegirev ile Alyoşa arasında geçen bir bölümle bitirmek istiyorum. “Ve Temiz Havada” adlı bu bölüm, yoksul Rus memur tipinin gururuna olan düşkünlüğünün boyutlarını yansıtması açısından oldukça ilginç bir biçimde gelişir. Katerina İvanovna’nın Alyoşa aracılığıyla yolladığı iki yüz rublenin yüzbaşı tarafından reddedildiği sahnede Dostoyevski, isimsiz olduğu kadar ölümsüz bir kahraman da yaratmıştır aslında. Katerina İvanovna’nın yardım için yolladığı parayı o an elinin tersiyle reddederken, aslında birkaç gün sonra o parayı mecburiyetten kabul edeceğini iyi bildiğimiz bir yüzbaşı vardır ve onun gayreti yine de hiç olmazsa o an için Rus asilzadelerinin iki yüzlü, sözde şövalye soyluluklarını yüzlerine çarpar. Yüzbaşı Snegirev tiplemesi, bugünün kriz Türkiye’sinde birçok insan tipinin karşılığı bana göre. Zaten, bir tek zamansal farklılıklar taşıyan iki toplumsal atmosfer arasındaki bağlantı değil midir bizi bugünlerde Dostoyevski’ye biraz daha yaklaştıran’ Dostoyevski de bir zamanlar ‘sosyal patlama’ beklenen bir toplumda yaşıyordu ve o patlamanın kıvılcımını çakacağım diye az daha idam sehpasında sallanacaktı. Bazen bulmaca eklerinde verilen o karmakarışık figürlerle dolu ‘Şaşı Bak, Şaşır!’ resmine baktığım gibi, bir Dostoyevski sayfasına da gözümü kısıp bakarım. Gözlerimin ‘şaşımsı’ konumunu bozmaksızın bu Dostoyevski sayfasının üzerinde sabırla beklerim. Ve işte o görüntü, evet!.. Bu, üç boyutlu bir sahnede sara nöbeti geçiren adam Dostoyevski’nin ta kendisidir. O kahkahalar atarak bana bakarken, ben hep şaşı gözlerimi bir daha eski haline getirememenin korkusunu duyarak o sayfanın üzerinde beklerim.

Ali Rahimli


alirahimli.blogspot.com

NİETZSCHE: “TANRI ÖLDÜ”NÜN POLİTİK MESAJI – LESLEY CHAMBERLAİN

0

Friedrich Nietzsche, 1884 yılında Zerdüşt’te “Tanrı’nın ölümü”nü şiirsel bir biçimde müjdeler ve Deccal’de de (1888) buna felsefî bir özdeyiş olarak geri döner. Bence bu, felsefî olarak, inanca ve kendi zamanımızda alıştığımız türden inançlılara yönelik bir ateist hücumu değildi, ya da sadece bundan ibaret değildi. Platon ile başlayan ve 17. yüzyılda René Descartes’a kadar Hristiyan geleneğince de sürdürülen, akıl ve ilahiyatın sıkı birlikteliğine bir saldırıydı.

Descartes’ın “ilk felsefe”sinde özne, dünyadaki mevcut tüm “hakikat”lerden şüphe etmelidir, ta ki onu rasyonel olarak kanıtlayana kadar. Descartes, aklın gerçeğe ulaşmasını sağlamak için, yöntemini Tanrı’nın altı deliliyle hazırlamıştı. Fakat akranları, öyle ya da böyle Tanrı’nın varlığının yeni bilimsel yöntemle alâkasız olduğunu görebiliyordu.

Bununla birlikte, Descartes’ın bilimsel devrimi ve – rasyonelliği genel kültürün itici gücü olarak belirleyen – Aydınlanma, Fransa’da Tanrı’yı resmin dışına iterken (ve David Hume da Britanya’da), 18. yüzyılın sonunda Almanya’da insan, doğa ve hayatın anlamı hakkındaki sistematik açıklamaların cevabının hâlâ Tanrı’da görüldüğü benzersiz bir felsefe ortaya çıktı. Tanrı’nın bir versiyonu, Alman idealizmi diye de bilinen Hegel ve Schelling’in büyük sistemlerini mümkün kıldı.

19. yüzyılın ortalarında bir Alman filozofu olan Nietzsche, Tanrı’nın öldüğünü ilk kez bu idealizm bağlamında ilan etti. Aynı şekilde, eş zamanlı olarak “aklın” öldüğünü de. Aslına bakarsak, tek yaptığı buydu. Nitekim, idealist bağlamda, akıl sadece deneyimlerle ilgili önermeleri ispatlamak için bir tür zihinsel kapasiteden ibaret değildi; o, Hegel’e göre, dünyayı ilerleme yönünde hareket ettiren doğaüstü bir güçtü. Nietzsche’nin başkaldırısı insanın yaşamını yöneten ve ona anlam çerçevesi yaratan büyük metafizik güçler olmadığını, her bireyin yalnız varoluşun anlamsızlığıyla karşı karşıya olduğunu söylemenin bir yoluydu. Yine de “Tanrı’nın ölümü”nün tek mânâsı bu değildi.

Nietzsche, Alman bir filozof olduğu kadar yazardı da. O dört yaşındayken ölen babası Protestan bir papazdı ve Nietzsche, annesi ile kız kardeşi tarafından kasvetli bir lüteriyen dindarlığı ortamında yetiştirildi. Hristiyan ahlâkının duygusal varlığı üzerindeki bunaltıcı yüküne karşı öfkeyle başkaldırdı ve bu başkaldırı, yaşamı sevme şansını daha da kısıtlayan kronik hastalığı tarafından da körüklendi.

Bu kişisel başkaldırıya Nietzsche’nin, Bismarck önderliğinde resmi bir “kültürel mücadele” yürüten, Alman kültürünü Protestan ve ulusal olarak tek vücut hâline getirmek isteyen yeni birleşmiş Almanya’ya duyduğu hiddet de eklenmelidir. Nietzsche bir kurum olarak kiliseyi küçümsedi ve hem politik hem kültürel açıdan o, yaşadığı günlerin ötesinde özgür düşünceli bir Avrupalıydı.

Yani, “Tanrı öldü”: Siz iktidardaki adamlar, kurumlarınızı korumak için boş yere onun adını anmaya çalışmayın. Politik mesaj bu olabilir.

O hâlde, “Tanrı öldü”, Platon’un felsefesini mümkün kılan güç olan, ana akım Hristiyanlık ve Batı felsefesi boyunca birbirine geçen Akıl ve ilahiyatın, insanın doğasını açıklamak için kullanılamayacağı anlamına gelir. Fakat bu demektir ki insan da ölmüştür. Daha doğrusu, Nietzsche’nin Tanrı’yı öldürmesinin en önemli neticesi, rasyonel gücüyle tanımlanan ve “rasyonel” bir ilerleme vizyonuna oturtulan bir varlık olarak insanın ya da insanlığın ölümüdür.

Peki, “Tanrı öldü”; fakat bu, Nietzsche’ye göre, bir başka açıdan baktığımızda bedenin özgür olduğu anlamına gelir. Ve Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümüne kendince nasıl karşılık verdiğini görmeniz için bakmanız gereken yer, benim “Şen Bilim” olarak tercüme ettiğim Die fröhliche Wissenschaft (1886) adlı eseridir. İşte Nietzsche’nin ona yazdığı ikinci önsözden tadımlık bir parça:

“Fizyolojik ihtiyaçların nesnel, hayali, bütünüyle tinsel gibi örtülerin altında şuursuzca kılık değiştirmesi korkunç boyutlardadır – sık sık kendime, geniş bir açıdan bakıldığında, felsefenin bedenin yorumundan ya da yanlış yorumundan başka bir şey olup olmadığını sormuşumdur.”

Üçüncü kitap “Dua etmek, kendine ait hiçbir düşünceye sahip olmayan ve tinin yüksekliğini bilmeyen insanlar için icat edilmiştir …” ve “Hristiyanlığın, dünyanın çirkinliğine ve kötülüğüne dair bulduğu çözüm, onu çirkin ve kötü hale getirmektir” gibi vecizeler içerir. “Tanrı öldü” şimdi, Hristiyanlığın bastırmış olduğu; her insanın kendini, yaşamanın sevincini bilen biri olarak yeniden keşfetmesi gerektiği fikrine doğru ilerlemektedir.

O hâlde Tanrı öldü: İnsanların korkunçluğu onu öldürdü – bu, Zerdüşt kitabının büyük bölümünün teması ve ruhudur.

Buna karşın Şen Bilim’deki şakacılığın yükselişi, insanlığı, bu dünyada – muhtemelen imkânsızdır – hakiki anlamda yaşayabilme amacıyla, kendini bütünüyle yeniden keşfetme görevine hazırlar.

Nietzsche’den de önceden beri, yeniden keşfin yer aldığı bağlam felsefî düşüncede Hegel ve Schelling’in idealizminin karşısında bulunan “materyalizm” idi. Ludwig Feuerbach bunu 1830’larda ortaya koydu ve bilindiği üzere, Marx’a felsefesi için bir başlangıç noktası verdi.

Bunun anlamı Nietzsche’nin Marksist olduğu değildir; bundan oldukça uzak. Fakat bu, onun düşüncesinin bile bir geçmişi olduğu, durduk yere ortaya çıkmadığı anlamına gelir. İçinde doğduğu ve kendi yolunu çizdiği zamanın en radikal ruhu üzerine ilerledi: Alman bir yazar, anti-idealist ve anti-Hıristiyan olarak. Kitabının başlığı olan Der Anti-Christ, Almanca’da “Deccal” demek olduğu kadar “Anti-Hıristiyan” anlamına da gelir.

19. yüzyılın ortalarında Batı dünyasında Tanrı’nın ölümünün çoktan söylenmiş olduğu başka bir hikâyedir; burada kastedilen elbette Darwin’dir. Nietzsche post-Darwinizmin bir parçası değildi; fakat söylemek zorunda kaldıkları, 20. yüzyıldaki “Tanrı sonrası” kültürel buharı besledi.

En önemlisi, onu bugünün ateistlerinin bağlamında değerlendirdiğimizde, aklı Tanrı katına çıkarmadığını ve terk etmeye çalıştığı manevi geleneğe ilgisinin yoğun olduğunu hatırlamak gerekir.

Kaynak: The Guardian  | Çeviren: M. Kaan Erdoğan

SARTRE: İNSAN BİR BAKIMA, BİR TAHRİBATI GERÇEKLEŞTİRİLEBİLECEK TEK VARLIKTIR

0

OLUMSUZLAMANIN KÖKENİ: OLUMSUZLAMALAR

Bize, kendinde-varlığın olumsuz yanıtlar sağlayamayacağı itirazı yöneltilecektir. Kendinde-varlığın olumsuzlama gibi olumlamanın da ötesinde olduğunu biz kendimiz söylemiyor muyduk? Esasen sıradan deneyim kendi kendisine indirgendiğinde, varlık-olmayanı bize açık eder gibi görünmemektedir. Cüzdanımda bin beş yüz frank olduğunu düşünüyor ve ancak bin üç yüz frank buluyorum: denecektir ki bu hiçbir biçimde deneyimin bana bin beş yüz frankın varlık-olmayan oluşunu göstermiş olduğu anlamına gelmez, sadece, benim yüzer franklık on üç banknot saydığım anlamına gelir. Olumsuzlama gerçek anlamıyla bana yüklenebilecek bir şeydir, yalnızca, umulan sonuç ile elde edilen sonuç arasında bir kıyaslama yapmama imkân veren yargılayıcı bir edim [acte judicatif] düzeyinde belirecektir. Böylece, olumsuzlama sadece yargının bir niteliği olacaktır ve sorgulayanın beklentisi de yanıt-yargının bir beklentisi olacaktır. Hiçliğe gelince, o, kökenini olumsuz yargılardan devşirecek, bütün bu yargıların aşkın birliğini kuran bir kavram olacak, “X var değildir” türünden bir önerme işlevi taşıyacaktır.

Bu teorinin bizi nereye götürdüğü görülüyor: bize, kendinde-varlığın olumlulukla dolu olduğu ve kendi kendisinde hiçbir olumsuzlama içermediği gösteriliyor. Öte yandan, sözünü ettiğimiz olumsuz yargı, öznel edim vasfıyla kesin bir biçimde olumlayıcı yargıyla bir tutulmuş oluyor: Örneğin Kant’ın, yargılayıcı edimi kendi iç dokusunda olumlayıcı edimden ayırmış olduğu düşünülmüyor; burada iki durumda da bir kavramlar sentezi gerçekleştirilmektedir; sadece, psişik yaşamdaki somut ve dolu bir olay olan bu sentez, ilk durumda “-dır” koşaçı aracılığıyla gerçekleşiyor, ikinci durumda ise “değildir” koşaçı [copule] aracılığıyla: aynı biçimde, elle yapılan ayıklama işlemi (ayırma) ile elle yapılan bir araya getirme işlemi (birleştirme) aynı olgusal gerçekliğe sahip iki nesnel davranıştır. Böylelikle, olumsuzlama yargılayıcı edimin “ucunda” olacak, ama buna karşılık varlığın “içinde” olmayacaktır. Olumsuzlama, iki yoğun gerçeklik arasında sıkışmış bir gerçekdışı gibidir ve bu iki gerçeklik de onu talep etmez: olumsuzlama konusunda sorgulanan kendinde-varlık bizi yargıya gönderir, çünkü o, olduğundan başka değildir — ve baştan sona psişik olumluluk olan yargı da varlığa gönderir, çünkü varlığı ilgilendiren ve dolayısıyla aşkın olan bir olumsuzlamayı formülleştirir. Somut psişik işlemlerin sonucu olan, tam da bu işlemlerce varoluşun içinde ayakta tutulan, kendi aracılığıyla varolma yeteneği bulunmayan olumsuzlama, bir noema bağlılaşığının varoluşuna sahiptir, esse’si tastamam percipi sinde yatar. Ve de olumsuz yargıların kavramsal birliği olan Hiçliğin en ufak bir gerçekliği bile -eğer bu, Stoacıların “lecton’larına verdikleri gerçeklik değilse- olmayacaktır. Bu görüşü kabul edebilir miyiz?

Soru şu terimlerle de sorulabilir: yargılayıcı önermenin [proposition judicatif] yapısı olarak olumsuzlama mı hiçliğin kökenindedir yoksa, bunun tersine, gerçeğin yapısı olarak hiçlik mi olumsuzlamanın kökeni ve temelidir? Böylece, varlık sorunu, bizi, insan tavrı olarak soru sorma meselesine gönderdi ve soru meselesi de olumsuzlamanın varlığı meselesine gönderiyor.

Varlık-olmayanın her zaman bir insan beklentisinin sınırları içinde göründüğü besbellidir. Bin beş yüz frank bulmayı beklediğim içindir ki ancak bin üç yüz bulurum. Fizikçi ortaya attığı varsayımdan falanca doğrulanmayı beklediği içindir ki doğa ona hayır diyebilir. Dolayısıyla, olumsuzlamanın bir insan-dünya münasebetinin ilksel fonu üzerinde belirdiğini yadsımak beyhude olur; dünya, kendi varlık-olmayanlarını, onları daha önceden birtakım imkânlar halinde ortaya koymamış olana göstermez. Ancak bu, o varlık-olmayanları sak öznelliğe indirgemek gerektiği anlamına mı gelmektedir? Bu, onlara Stoa’daki “lecton” gibi ya da Husserl’deki noema gibi bir varoluş vermek, ve onları önemsemek zorunda olduğumuzu mu söylemektedir? Sanmıyoruz.

Her şeyden önce olumsuzlamanın yalnızca yargının bir niteliği olduğu doğru değildir: soru, sorgulayıcı bir yargıyla formülleşir, ama yargı değildir: yargı-öncesi bir davranıştır; bakışla, jestlerle de sorgulayabilirim; sorgulama aracılığıyla belli bir biçimde varlığın karşısında dururum ve varlıkla aramdaki bu münasebet, varlık münasebetidir, yargı bunun isteğe bağlı ifadesinden ibarettir. Aynı biçimde, sorgulayıcının varlık hakkında sorguladığı, ille de bir insan değildir; bu soru anlayışı, soruyu öznelerarası bir fenomen sayarak onu uygun düştüğü varlıktan koparır ve soruyu salt diyalog kipliği olarak havada bırakır. Şunu anlamak gerekir ki diyalog içindeki soru, tersine, “sorgulama”nın özel bir türüdür ve de sorgulanan varlık ille de bir düşünen varlık değildir: eğer otomobilim arıza yaparsa, karbüratörü, bujileri, vb. sorgularım; saatim durursa, bu aksaklığın nedenleri konusunda saatçiyi sorgulayabilirim, ama saatçi de bu sefer saatin farklı mekanizmalarına sorular yöneltecektir. Benim karbüratörden beklediğim, saatçinin saatin çarklarından beklediği bir yargı değil, bir varlık açılmasıdır ve ancak bu açılmaya dayanarak sonradan bir yargıya varılabilir. Ve bir varlık açılması bekliyorsam, bu, aynı zamanda bir varlık-olmayan açılmasının olasılığına karşı da hazır oluşumdandır. Eğer karbüratörü sorguluyorsam, bu, karbüratörde “hiçbir şey olmamasını” da mümkün gördüğüm içindir. Böylece sorum, doğası gereği, varlık-olmayanın belli bir yargı-öncesi kavranışını kapsar; sorduğum soru kendi kendisinde, kökensel aşkınlığm fonunda, bir varlık-olmayan ile varlık ilişkisidir, yani bir varlık ile varlık ilişkisidir. Esasen sorgulamanın kendine özgü doğası soruların sıklıkla bir insan tarafından başka insanlara sorulmalarından ötürü gölgelense de, burada şuna dikkat çekmek yerinde olur: yargılayıcı olmayan çok sayıdaki davranış, varlık-olmayanın varlık fonu üzerinde yer alan o doğrudan yakalanışını kökensel saflığı içinde sunmaktadır. Örneğin, tahribatı [destructionl ele alacak olursak, bunun hiç şüphesiz yargıyı bir araç gibi kullanabilecek bir etkinlik olduğunu, ama yalnızca, hattâ öncelikle yargılayıcı olarak tanımlanamayacağını kabul etmemiz gerekir. Şimdi tahribat sorgulamayla aynı yapıyı göstermektedir. Şüphe yok ki insan bir bakıma, bir tahribatı gerçekleştirilebilecek tek varlıktır. Jeolojik bir kırılma, bir kasırga, tahrip etmez — ya da, en azından, doğrudan tahrip etmez: sadece varlık kitlelerinin dağılımını değişime uğratırlar. Kasırga sonrasında, öncesine kıyasla eksik yoktur. Başka şey vardır. Ve bu ifade bile uygun düşmemektedir, çünkü başkalığı ortaya koymak için, geçmişi herhangi bu şekilde aklında tutabilecek ve onu “artık-değil” formu içinde şimdi ile kıyaslayabilecek bir tanık gerekir. Bu tanığın mevcut olmaması durumunda, kasırganın sonrasında da öncesinde de varlık vardır: hepsi bundan ibarettir. Ve eğer hortum, bazı canlıların ölümüne sebep olduysa, bu ölümlere tanık olan binlerinin mevcut olması ile bu olay bir tahribat olarak yaşanır. Tahribatın olması için, önce insandan varlığa giden bir münasebet, yani bir aşkınlık gerekir; ve bu münasebetin sınırları içinde, insanın, bir varlığı tahrip-edilebilir olarak kavraması gerekir. Bu, bir varlığın varlık içinde sınırlayıcı keşideme yapmasını varsayar ki, bu da, hakikat konusunda gördüğümüz gibi, daha şimdiden hiçlemedir [néantisation]. Düşünülen varlık bu’dur ve bunun dışında hiçbir şey değildir. Kendisine bir hedef gösterilen topçu, bütün öteki doğrultular dışında, topunun namlusunu o hedef doğrultusunda ayarlamaya özen gösterir. Ama varlık eğer kırılgan olarak keşfedilmiş olmasaydı bundan çok daha fazlası olurdu. Ve kırılganlık, belirlenmiş koşullar içersinde verilmiş bir varlık için belli bir varlık-olmayanın olasılığı değilse nedir? Bir varlık, eğer kendi varlığı içinde, tanımlanmış bir varlık-olmayanın imkânını taşıyorsa kırılgandır. Ama bir kez daha yinelersek, kırılganlık insan aracılığıyla varlığa gelir, çünkü biraz önce sözünü ettiğimiz bireyleştirici sınırlama [limitation individualisante], kırılganlığın koşuludur: bir varlık kırılgandır, yoksa mümkün olan her türlü tahribatın ötesinde olan tüm varlık değil. Böylece, insanın bir varlıkla sürdürdüğü ilişkinin ilk zemininde, varlıkla kurduğu bireyleştirici sınırlama ilişkisi bu varlığa, varlık-olmayanın ortaya çıkışının sürekli imkânı olarak kırılganlığı dahil eder. Ama hepsi bu değildir: tahrip edilebilirliğin olması için, insanın ya olumlu olarak ya olumsuz olarak bu varlık-olmayanın imkânı karşısında belirlenmesi gerekir; bu imkânı gerçekleştirmek (tam anlamıyla tahribat yapmak) ya da, varlık-olmayanın olumsuzlanması yoluyla bu imkânı her zaman basit bir imkân düzeyinde tutmak (korunma önlemleri almak) için gerekenleri yapması gerekir. Böylece kentleri tahrip edilebilir kılan insandır, çünkü aslında insan onları kırılgan ve değerli şeyler olarak ortaya koyar ve onlar için bir dizi koruma önlemi alır. Ve bu önlemler bütünü yüzündendir ki bir deprem ya da bir volkan patlaması bu kentleri ya da bu insan yapılarını tahrip edebilir. Ve savaşın ilk anlamı da, hedefi de insanın yarattığı en küçük yapıda içerilir. Şu halde kabul etmek gerekir ki tahribat özü itibariyle insani bir şeydir ve depremler aracılığıyla ya da doğrudan doğruya kentlerini tahrip eden, hortumlar aracılığıyla ya da doğrudan doğruya gemilerini tahrip eden insandır. Ama şunu da itiraf etmek gerekir ki tahribat, hiçliğin hiçlik olarak bir yargı-öncesi kavranışını ve hiçlik karşısındaki bir davranışı varsayar. Ayrıca tahribat, varlığa insan aracılığıyla gelmekle beraber, bir düşünce değil, bir nesnel olgu’dur. Kırılganlık gerçekten de şu Çin vazosunun varlığı içine kaydedilmiştir ve onun tahrip edilmesi benim yalnızca saptayabileceğim, geri dönüşsüz ve mutlak bir olay olur. Varlık için olduğu gibi varlık-olmayan için de bir fenomenötesilik vardır. Demek oluyor ki, “tahrip etme” davranışının incelenmesi, bizi, sorgulayıcı davranışın incelenmesiyle aynı sonuçlara götürmektedir.

Ama eğer kesinlikle karar vermek istiyorsak, yapacağımız şey, olumsuz bir yargıyı kendi kendisinde düşünmek ve olumsuz bir yargının varlık-olmayanı varlığın bağrında mı ortaya çıkardığını, yoksa sadece daha önceki bir keşfi saptamaktan mı ibaret olduğunu kendimize sormaktır. Pierre ile saat dörtte randevum var. On beş dakika gecikerek geliyorum: Pierre hep tam vaktinde gelir; acaba beni beklemiş mi? Buluşacağımız kafeye, oradaki müşterilere bakıyorum ve, “Burada yok” diyorum. Pierre’in mevcut olmayışına ilişkin bir görü mü var, yoksa olumsuzlama sadece yargıyla birlikte mi devreye girmektedir? İlk bakışta, burada görüden söz etmek saçma gibi görünüyor, çünkü gerçekten de hiç’in görüsü olamaz ve Pierre’in mevcut olmayışı bu hiçtir. Yine de gündelik bilinç bu görüye tanıklık eder. Örneğin, şöyle demez miyiz? “Onun orada olmadığını hemen gördüm.” Olumsuzlamadaki basit bir yer değiştirme mi söz konusudur burada? Şuna daha yakından bakalım.

Buluşacağımız kafenin, kendi kendine, müşterileriyle, masalarıyla, oturma yerleriyle, aynalarıyla, ışığıyla, dumanlı atmosferiyle, ve seslerin, birbirine çarpan fincan tabaklarının, içeriyi dolduran adımların gürültüsüyle birlikte bir varlık doluluğu olduğu besbellidir. Ve ayrıntıya ilişkin edinebileceğim bütün görüler, hepsi de birer fenomenötesi varlığa sahip fenomenler olan o kokularla, o seslerle, o renklerle doludurlar. Bunun gibi, Pierre’in benim bilmediğim bu yerde şu andaki mevcudiyeti de aynı biçimde bir varlık doluluğudur. Her yerde doluluğu buluyormuşuz gibi görünüyor. Ama şunu gözlemlemek gerekir ki algıda bir form her zaman bir fon üzerinde oluşturulur. Hiçbir nesne, hiçbir nesneler grubu fon ya da form halinde düzenlenmek üzere özel olarak seçilmiş değildir: her şey, benim dikkatimin doğrultusuna bağlıdır. O kafeye Pierre’ı aramak için girdiğimde, kafenin bütün nesneleri fon halinde sentetik bir düzenleme oluşturur ve Pierre bu fonun üzerinde belirmesi gereken olarak verilmiştir. Ve kafenin fon halindeki bu düzenlenişi bir ilk hiçlemedir. Salonun her öğesi; insan, masa, iskemle, öteki nesnelerin tümü tarafından kurulan fondan kopmaya, kendilerini yalıtmaya çabalamakta ve yeniden bu fonun farksızlaşmasının içine düşmekte, bu fonun içinde erimektedir. Çünkü fon ancak fazladan görülmekte olandır, tümüyle marjinal bir dikkatin nesnesi olandır. Böylece, bir fonun tüm eşdeğerliliği içinde beliren ve onun içine gömülen bütün formların bu ilk hiçlenişi, Pierre adlı kişi olan başlıca formun görünmesinin zorunlu koşuludur. Ve bu hiçleme benim görüme verilmektedir, baktığım bütün nesnelerin, özellikle de bir an için beni duraksatan (“Acaba Pierre miydi?”) ve bir çırpıda da aslında Pierre’in yüzü “olmadıkları” için çözülüveren yüzlerin arka arkaya silinmelerinin tanığı olurum, Bununla birlikte, eğer en sonunda Pierre’i fark etseydim, görüm sağlam bir öğe tarafından doldurulmuş olacaktı, birdenbire onun yüzünün çekimine kapılmış olacaktım ve bütün kafe belirsiz mevcudiyet halinde onun çevresinde düzenlenecekti. Ama Pierre burada değil işte.

Bu, hiçbir şekilde, onun orada mevcut olmayışını kafenin herhangi belli bir yerinde keşfettiğim anlamına gelmez. Aslında Pierre, bütün kafede namevcuttur; onun orada mevcut olmayışı kafeyi kendi silinişi içinde dondurmakta, kafe fon olarak kalmakta, kendini farklılaşmamış bütünlük olarak, yalnızca benim marjinalleşmiş dikkatime sunmaya devam etmekte, geriye doğru kaymakta, hiçlenişini sürdürmektedir. Yalnızca, kendini belirli bir form için fon yapmakta, bu formu her yerde önü sıra taşımaktadır, onu her yerde bana sunmaktadır ve benim bakışım ile kafenin katı ve gerçek nesneleri arasında durmadan kayan bu form, tam da sürekli bir eriyiş olmaktadır; kafenin hiçlenme fonu üzerinden hiçlik halinde kendini veren Pierre olmaktadır. Öyle ki, görüye sunulmuş olan şey bir hiçlik kıpırtısı, fonun hiçliğidir ve fonun hiçlenmesi formun görünmesine çağrıda bulunur, onu görünmeye zorlar, görüye sunulmuş olan şey onun yüzeyinde bir hiç gibi kayan hiçlik-formudur. Şu halde, “Pierre burada değil” yargısına dayanak olan şey, gerçekten de ikili bir hiçlemenin görüsel kavranışıdır. Ve elbette, Pierre’in kafede mevcut olmayışı benden bu kaleye doğru bir ilk münasebeti varsayar; bazı şeylerin, kişilerin namevcudiyetini saptamayı sağlayan beklentileri taşımayan ve dolayısıyla, bu kafe ile hiçbir münasebet içinde olmayan sayısız kişi vardır. Ne var ki, ben kesinlikle Pierre’i görmeyi bekliyordum ve beklentim, bu kafeyi ilgilendiren gerçek bir olay olarak Pıerre’in namevcudiyetiyle sonuçlandı, bu namevcudiyeti benim keşfetmem şu anda nesnel bir olgudur ve o namevcudiyet Pierre’in, onu aradığım bu mekânla sentetik münasebeti olarak kendini sunar: namevcut Pierre bu kafeye musallat olmakta [hante] ve kafenin fon halindeki hiçleyici düzenlenişinin koşulu olmaktadır. Oysa ki, “Wellington bu kafede değil, Paul Valery de burada değil, vb.” türünden, daha sonra eğlence olsun diye ortaya atabileceğim yargılar, salt soyut imlerdir, olumsuzlama ilkesinin ne gerçek temeli ne de etkililiği bulunan salt uygulamalarıdır ve kafe ile Wellington ya da Valery arasında gerçek bir münasebet kurmayı başaramaz: “değil” ilişkisi, burada sadece düşüncedir. Bu da varlık-olmayanın, olumsuzlama yargısı aracılığıyla şeylere gelmediğini göstermeye yeter: tam tersine, olumsuzlama yargısı varlık-olmayan tarafından koşullanır ve desteklenir. Esasen başka türlü nasıl olabilirdi ki? Her şey varlık doluluğu ve olumluluktan [positivite] ibaret olursa, yargının olumsuz formunu kavramamız mümkün olabilir mi hiç? Bir an için, olumsuzlamanın, beklenen sonuç ile elde edilen sonuç arasında kurulmuş olan kıyaslamadan ortaya çıkabileceğini sanmıştık. Ama, bu kıyaslamanın ne olduğuna bir bakalım: işte, bir olguyu saptayan somut ve olumlu psişik edim olarak bir ilk yargı: “Cüzdanımda 1300 frank var”; ve işte yine olgunun saptanmasından ve bir olumlamadan başka bir şey olmayan bir yargı daha: “1500 frank bulmayı umuyordum.” Bunlar gerçek ve nesnel olgular, olumlu psişik olaylar, olumlayan yargılardır. Olumsuzlama nerede yer bulabilir? Onun, bir kategorinin düpedüz uygulanması olduğu mu sanılıyor? Zihnin, eleme ve ayırma formu olarak, “değil”e [non] kendinde sahip olması mı isteniyor? Gelgelelim bu durumda olumsuzlama, en küçük olumsuzluk şüphesinden bile yoksun bırakılmış olur. Eğer “değil” [olumsuzluk eki] kategorisinin, zihinde olgusal olarak varolan bir kategori olarak “değil” kategorisinin, bilgilerimizi harmanlamak ve dizgeleştirmek için başvurduğumuz bu olumlu ve somut yöntemin aniden bizdeki bazı olumlayıcı yargılar tarafından harekete geçirildiği ve bu yargıların sonucu olan kimi düşüncelere aniden gelip damgasını vurduğu kabul edilirse, bu biçimde düşünmekle olumsuzlamayı her türlü olumsuz işlevinden özenle arındırmış oluruz. Çünkü olumsuzlama varoluşun reddedilmesidir.

Olumsuzlama yoluyla bir varlık (ya da bir varlık tarzı) ortaya konmuş, sonra da hiçliğe fırlatılmış olmaktadır. Eğer olumsuzlama bir kategori ise, eğer kimi yargıların üzerine öylesine yerleştirilen bir etiketten başka bir şey değilse, bir varlığı hiçleme gücü, onu aniden ortaya çıkarma ve adlandırıp yeniden varlık-olma-yana fırlatma gücü nereden gelecek? Eğer kendisinden önce gelen yargılar, örnek olarak verdiğimiz saptamalar gibi olgusal saptamalarsa, olumsuzlama da özgür bir icat gibi olmalıdır, bizi sıkıştıran o olumluluk duvarından bizi çekip çıkarmalıdır: bu, hiçbir durumda daha önceki olumlamaların sonucu olmayacak ani bir kesintidir, özgün ve indirgenemez bir olaydır. Ama burada bilincin alanında bulunuyoruz. Ve bilinç bir olumsuzlama üretemez, meğer ki onu olumsuzlama bilinci şeklinde üretmesin. Hiçbir kategorinin bilinçte “ikamet etmesi” ve bir şeymişçesine orada oturması mümkün değildir. Ani görüsel keşif olarak değil, değil in (varlık) bilincinin bilinci olarak belirir. Kısacası, eğer her yerde varlık varsa, kavranamaz olan şey Bergson’un öne sürdüğü gibi yalnızca Hiçlik değildir: varlıktan asla olumsuzlama türetilemeyecektır. Değil demenin mümkün olması için zorunlu koşul, varlık-olmayanın, içimizde ve dışımızda sürekli bir mevcudiyeti olmasıdır, hiçliğin varlığa musallat olmasıdır.

Ama hiçlik nereden geliyor? Ve eğer o, sorgulama davranışının, daha genel olarak da felsefi ya da bilimsel her türlü soruşturmanın birinci koşuluysa, insan varlığının hiçlikle ilk münasebeti nedir, hiçleyici ilk davranış hangisidir?

Jean-Paul Sartre Varlık ve Hiçlik İthaki Yayınları

A. H. TANPINAR: YAŞADIĞIMIZ DEVRİ EN İYİ İFADE EDEN KELİME ‘BUHRAN’ KELİMESİDİR!

KELİMELER ARASINDA ELLİ YIL Akik rengi donukluğu yüzünden insanı daha ziyade hayata bağlayan bir kış sabahının ışıkları içinde gazetemi açtım. Milyonlarca insanın bu anda, veya biraz evvel, bir dakika sonra benim gibi bir gazete arasından dünya ile temasa gireceğini düşüne düşüne başlıklara bakıyorum. İnsanlık yüz elli seneden beri hâdiselerin içinde uyanıyor.

Evvelâ en masum görünenleri, bu yüzden istikbal için en tehlikeli olanlarını okuyorum. Milletlerarası konferanslar, sulh teşebbüsleri, imzalanan ve imzalanacak paktlar, Marshall Plânı’nın gişeleri önünde sıra bekleyen devletlerin büyükleri bir yığın mühim meseleyi durmadan konuşuyorlar. Bu demektir ki bir sivilceyi azdırır gibi hepsini azdırıyorlar. Fakat konuşmasalar meseleler ortadan kalkacak mı?

Onlar bitince iç havadislere geçiyorum. Burada da, yarım saat evvel gördüğüm rüyaları hatırlatan, o kısılmış çenelerin ve dişlerin vehmi ve kâbusu, bir yığın konuşma var. Nihayet sıra, bütün fenalığı olduğu yerde ve anda kalan o küçük ve biçare vak’alara geliyor. Cinayetler, intiharlar, kazalar… Eskiden, onları okurken içim türlü türlü duygularla dolup boşalırdı. Halbuki şimdi yalnız kendi hayatlarım israf edenleri affetmeği öğrendim. Berikiler, muhteşem kelimelerin, büyük ve parlak ideallerin ütopyaların peşinde gidenler, iyi niyetleriyle, her kula mukadder gafletlerini, düşünce sürçmelerini bütün dünyaya birden ödetiyorlar.

Bu düşünce üzerine beni götüren şey, belki de 1950 yılının başında olmamızdır. Asrımızın yarısındayız. Üzerimde birdenbire bu elli senenin ağırlığını çökmüş buluyorum. Yükünden ziyade, içinden çıkılmaz «absurdite»siyle ezen bir ağırlık! Birdenbire bu elli senenin tarihini, bizim gibi onu gün gün yaşamadan ve onun tarafından değiştirilmeden, sadece uzak şahadetlerle yazacak bir tarihçiyi düşündüm. Acaba devrimizi ifade için bizim kullandığımız kelimeler arasından hangisini seçer? diye kendi kendime sordum ve derhal cevab verdim: Bu şüphesiz buhran kelimesi olacaktır.

Vâkıa zamanımızda moda olan başka kelimeler de yok değil. Huzursuzluk bunlardan biridir. Asrımıza ait bütün ruh halleri onunla, ifade edilir. Absürde (abes, mantık dışı) vasfı, asrımızın kendi için bulduğu belli başlı vasıftır. Şüphesiz onun da zamanımızda mühim bir hissesi olacak. Bunların yanıbaşında da dün hayatı kuran, işleten, insan ruhunu değiştiren, bize bir yığın hayat standardı hazırlayan teknik kelimesini de elbette unutamayız. Çok vâzıh âlemleri anlatmasına rağmen, o, basit tabiat hâdiselerinin sembolü olmuş eski tanrı isimleri gibi, bizi birdenbire meçhulun eşiğine bırakıverir. Bu kelimeyi bütün şümulu ile düşündüğümüz zaman çok karışık bir makinenin karşısında imiş gibi şaşırırız.

Hudutlandırdığımız zaman çok basit şeylerin dünyasına ineriz. Nihayet atom kelimesi var. O belki de bizi yeni bir çağın eşiğine götürecek. Demir devrinden sonra onun devrine> gireceğiz. Artık tahlilinin peşinde koşmayacağız; onunla, ona dayanarak işe başlıyoruz. Fakat bunların hiç birisi buhran kelimesi kadar devrimizi benimsemiş değildir. O, zamanımızın adeta tek izahı, yahud mihveri olmuştur. Tababetin insanlığa bu son ve hemen hemen sihirli hediyesi, birdenbire bünye veya ruha ait ârızaların ötesine geçmiş, hayatın her safhasını benimsemiştir. Zihniyet buhranı, iktisat buhranı, kültür buhranı, değerler buhranı, aile buhranı… gibi tabirler, sahaları daraldıkça berraklığı artan karışık ve hâd realiteleri, hayatımızı farkında olmadan taşıdığımız dönülmesi imkânsız ve baş döndürücü müntehaları her gün bize yeniden göstermektedir. Bu acayib kelimenin ışığı altında bütün hayatımız bize tehlikeli bir canbazlık gibi görünüyor. İki minare arasında gerilmiş iplerde yürüyen o eski zaman hünerbazları gibi, artık muvazeneyi eşyanın veya hayatın kendisinde, yani bulunması tabii olan yerlerde değil, uzviyetimizin ve ruhumuzun çok anî intibaklarında arıyoruz.

Belli ki insanlık, otuz dokuzla kırk derece arasında, çok hususî bir iklimde, bir Shakespeare veya İbsen dramının o hususî ve gergin havasında yaşıyor. Tıbba ait bir kelimenin hayatımızda kazandığı bu ehemmiyet, devrimizin şartlarının ne kadar değişik olduğunu gösterir. Çünkü buhran kelimesinde sadece bir tabiat-dışı hal değil, aynı zamanda çok şuurlu bir müşahede manası da kendiliğinden vardır. O, bir vaziyetin tarifi olduğu kadar, bir teşhisin de ifadesidir. Filhakika devrimizin büyük mütefekkirlerinin hemen hepsi insanlığı onun adesesinden mütâlâa ettiler. Bu da gösterir ki teşhis, her zaman tedavi değildir.

Bununla beraber yirminci asır işe bu kelime ile başlamıştı. Kayıtsızca, hattâ mesut şekilde dinsiz, muvazaalara çok riayetkar, son derecede iyimser, ilmin her ilerleyişinin insanlara yalnız saadet getireceğine inanan, havagazı lâmbalarının yumuşak ışığında her an biraz daha tatmin edilmiş bir insanlık hayali ile avunan buhar makinelerinin gürültüsünde nabzının sabırsızlığını sayan asrımızın başı, daha çok başka kelimelere inanırdı. O medeniyet ve terakki devriydi. O kadar çok sıçrayışla dolu on dokuzuncu asırdan kendisine miras kalan bu iki kelime, ona hayatını bir emniyet âbidesi gibi gösteriyordu, insan büyük ve kuvvetlidir. Tabiate üstündür. Tanrılara lâyık bir hayat temin edecektir.

1850’den sonraki devirde, medeniyet ve terakki kelimelerinin gittikçe artan bu sihir ve füsununu bizim edebiyatımızda da takib etmek mümkündür. Şinasi Efendi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Sadullah Paşa, onlardan evvel veya onlarla beraber Reşid Paşa, Abdülâziz Han, —meşhur nutuk ve fermanında — Âli Paşa, hattâ Cevdet Paşa hep medeniyete ve şaşmaz terakkiye inanmışlardı. Halûk’un Âmentüsü, bu imanın en yüksek noktasıdır. Orada biz Fikret’i yirminci asrın başının bütün masalı içinde buluruz!… Zaten çok ehlî şekilde hissî olan tarafı bırakılırsa Tevfik Fikret’in eseri baştan aşağı budur. insana Swinburne ile beraber «Rabb-i mümkinât» diyen şâir, millî felâketlerimizin bütün sebeblerini kendimizde arayanlardandı. Müphem şekilde mücadele, yahut daha vâzıh şekilde şikâyet ettiği Şark zihniyetinin dışında, insanoğlunun değişmez ve yüksek kıymetler dünyasına inanıyor, bizi ona davet ediyordu. Aradaki kırk sene, insanoğlunun bu değerleri bazen birdenbire nasıl kaybettiğini, elinde o kadar güvendiği bir yığın üstün saadet imkânıyla nasıl hadiselerin girdabında şaşırıp kaldığını bize gösterdi.

Fikret bu imanında yalnız değildi. İnsan talihine ve dünya işlerine satıhtan bakanların hemen hepsi onunla beraberdi. Bunda haklan da vardı. Yirminci asrın başı, dünyayı hakikî bir cennet yapacağa benziyordu. İlim, her va’dini tutmuştu. Hayat büyük bir emniyet içindeydi ve daha ziyade kurulmuş bir saate benziyordu. Her geçen an bir sonrakini tayin ediyor hissini veriyordu. Şimdi uzaktan bakılınca daha ziyade bir salon eğlencesine benzeyen bir yığın keşfin başlangıcında idik. Hiç kimse o kadar merakla takib edilen bu keşiflerin biraz sonra hayatı kökünden sarsacağını tahmin edemezdi.

Vâkıa felâketler ve kaynaşmalar gene vardı. Asya aç ve çıplaktı. Fakat o medeniyet asrında bu kadar geri kalmış insanların hakları üzerinde düşünmek zahmetine kim katlanırdı? Sanayi pazara muhtaçtı; düşünülen yalnız buydu.

Çin, büyük bir ihtilâl devrine girmişti. Fakat hiç kimse bu ihtilâlin kırk sene sonra, ve o kadar şiddetle Hindiçini’nin kapılarına çok yeni ve haşin bir nizamın tehdidini dayayacağını sanmıyordu. Herkes bu ihtilâli, şimdi ne kadar müphem bir şey olduğunu ancak anladığımız o terakki mefhumunun uğrunda bir hamle addediyor, cebredilen haklar saklı kalmak şartıyla, alkışlıyordu.

Balkanlar ateş içinde idi. Fakat bu yangını körükleyen politikacılar, bunu, sadece mirasına konmak istedikleri Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek için yapıyorlar ve asıl garibi bu tasfiyeden istikballerini tehlikeye koymadan faydalanabileceklerini sanıyorlardı. Balkan kelimesi o zamanlarda bile diplomasi dilinde arkası gelmiyen karışıklıkların mukabili idi. Fakat henüz nev’inin biriciği olduğu için bu kökten iştikaklar yapılmamıştı. Hele günün birinde, Tuna’nın üstündeki memleketlerin altına benzer bir manzara alacağım, Avrupa’nın ve muasır medeniyetin mucizesi sayılan Berlin’in bir harabeye çevrileceğini, bütün Şarkî Avrupa’nın Rus işgali altında Avrupa’yı tehdit edeceğini kimse düşünemezdi.

Almanya yarı feodal, su katılmaz şekilde militarist idaresiyle, gittikçe büyüyen sanayiiyle, kendi iç işlerini gürültüsüzce halletmekteki dirayetiyle istikbale emniyetin ta kendisi sanılıyordu. Yılbaşı takvimlerinin yarısını, Hugo’nun Les Burgraves’larından çıkmışa benzeyen, galiba yirmi bir hükümdarının resmi kaplıyordu. Avusturya hemen hemen kendi yaşında denebilecek ihtiyar imparatorun etrafında, çok eski bir meşenin etrafına toplanmış bir orman gibi orta Avrupa’ya kök salmış duruyordu.

Küçük müstemleke isyanlarının dışında, orduların daha ziyade geçit resimleri için kullanıldığı, donanmaların kara hinterlandı zengin bazı limanlar önünde bazı şark devletlerine ticarî ültimatonlar kabul ettirmeğe ve meşkûk kapitülasyon haklarım korumağa yaradığı, en çetin siyasî mücadelelerin üç ay sonra okuyucuyu bıktıran bir kalem yarışında bittiği, pasaportun Şark devletlerine ait o karanlık istibdad makinesinin bir formalitesi addedildiği, paranın her tarafında metre cinsinden değişmiyen bir kıymet olduğu, fikrin ve sanatın bizde bile itibar sahibi olduğu mesud devir…

Kendisini o kadar şiddetli ilân eden sosyalizmin bile mücadelesi açıkta, hemen hemen eski diplomasinin nezaket usulleri içinde oluyordu. Binaenaleyh bir gün gelip de, insanlığın yarısının ihtilâl mühendislerinin ellerine düşeceğini ve onların hayatımız üzerinde tıpkı fizyoloji laboratuvarlarında yapıldığı gibi bir yığın vivisection yapacaklarını akla getiremezdik. Vâkıa halk hatipleri, meczub peygamberler gene vardı. Fakat devletlerin başına geçmelerine kimse ihtimal vermezdi. Halk henüz aklıselimine sahipti ve hayatını severek yaşıyordu.

İhtilâl, anarşi, huzursuzluk, tıpkı hiç bir millette bulunmayan rakıs ve balesi, yarı Asya’nın halk nağmelerini toplamış musikisi ve o alevden romanı gibi Eus milletine ait bir hususiyet, Asyaî bir süs, bir nevi ırka mahsus hastalık addediliyordu. Unutmamalı ki bu milletten Avrupa dillerine geçen kelimeler henüz havyar ve semaver kelimeleriydi. Kadınlarda bile kürkün modası doğru dürüst başlamamıştı. Cermen ve Slav filoloji laboratuvarlarında, Latin kaynağından gelen kelimelerle yapılan ve dinleyen kulağı bir çırpıda uçuran ve keskin harekeli, ağzın bütün girinti ve çıkıntılarını kullanmağa mecbur eden mürekkep kelimeler henüz icad edilmemişti. Büyük Fransız ihtilâlinden alışık olduğumuz «Commune» kelimesine gelince, o hâlâ M. Thiers’in dayadığı duvarın dibinde ve kanlar içindeydi.

Arasıra İsviçre veya Paris’te bir anarşist tabancası veya bombası patlıyor, yahut Madrit’te yapılan bir suikastın aktörleri, haberinden evvel Fransız hududunu geçiyorlar, şehirli hayatına, içinde yüzdüğü refah ve emniyeti bir kat daha lezzetle hatırlatan bir ürperme, mesud insanların o kadar muhtaç olduğu o zararsız korku bir kaç gün için hakim oluyor, sağ, sol gazeteler birbirine ateş püskürüyor, sonra dağınık haberler sütunlarında unutulacak uzun muhakemelerde bir avukat belâgetinde mahiyetini değiştiriyordu.

Bütün insanlığın bir bataklıkta yavaş yavaş boğulur gibi evvelden hazırlanmış çerçeveler içinde yaşadığı, düşündüğü ve öldüğü rahat seneler… Sizden ne kadar uzağız! Maurice Barres’in elinde şemsiyesi, derine kök salmış olanı aramak için İspanya’yı, İtalya’yı ve Yunanistan’ı dolaştığı, Loti’nin âvâre ruhuna Fransız bahriyesi hesabına egzotik tatminler aradığı, Octave Mirbeau’nun «anarchicosocialiste» hiddetinin bugün bize bir şampanya şişesinin açılışını hatırlatan bir şiddetle köpürdüğü, Anatole France’ın bedbinliğinin tatlı bir istihza ve şüphe içinde sadece dili ve damağı yoran bir lezzet haline geldiği, Maeterlinck’in galiba yalnız kelimelerden hız alan bir mâvera endişesiyle hayatın ağır basan madde tarafını karşılamağa çalıştığı bu asır başı senelerinin, 1914’ün cehennemine ve ondan sonra gelecek, altüst, sade mesele ve sade buhran devirlere yol açacağım kim umardı? Hele Avrupa, bunu hiç düşünemezdi.

Ahmet Hamdi Tanpınar Cumhuriyet 4 Ocak 1950, nr. 9124


Yaşadığım Gibi, Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları

YAŞAR KEMAL: KİM GERÇEKLERİ EN İYİ ŞEKİLDE YALANLA DOLANLA ÖRTEBİLİRSE, EN İYİ POLİTİKACI O

Göz Göre Göre

Göz göre göre Türkiye kötü durumlara, iflah olmaz durumlara doğru götürülüyor. Hem de çok planlı bir şekilde. İktidar yüzde yüz komprador burjuvasının borusunu öttürüyor. Bütün gerçekleri ters yüz etmek en geçerli bir politika haline geldi. Kim gerçekleri en iyi bir şekilde yalanla dolanla örtebilirse, en iyi politikacı da o, en iyi adam da, en muteber kişi de o… Yalan, sömürü hükmünü uzun bir süre yürütsün diye, bu memleketin dibi oyuluyor. Besleme gazeteler, besleme din adamları komprador kafirinin emrinde. Elli bin caminin birçoğunda din adamı kılığı altında sömürgeci ajanları Türkiye’nin kişiliğini, direnme gücünü her gün, her gün yıkma, yozlaştırma çabasında. Bütün bu yalan dolan, kandırmaca içinde Türkiye iştah açıcı bir yalan sofrası. Mantar gibi milyonerler doğuyor. Tefeciler, toprak ağaları, derebeyler, softalar, kompradorlar hepsi bir araya gelmişler, insafsızca Türkiye’yi soyup soğana çeviriyorlar. Bir yağma ki, görülmüş değil.. Bu talanda yağmada da asıl yok edilen, gayet bilinçli olarak yok edilen, Türkiye’nin kişiliği, kültürü, toprağı…

Demokrasi dedikleri artık bir oyuncak. Bu korkunç talanın bir paravanası. Demokrasi namına Türk halkını aldattıkları gibi dünyanın da gözlerini boyuyorlar. İspanyanın yıllanmış faşistinin bile toplatmadığı, yasaklatmadığı kitapları Türkiye’nin Morisson biçimi demokrasisi yasaklıyor. Sonra da gerine gerine bu ikiyüzlü komprador diktasının adına demokrasi diyorlar.

Gece sabaha karşı bazı polisler bir üniversitenin yatakhanesine giriyor, kan uykularındaki delikanlıları dayaktan geçiyor, ortalık ana-baba günü, ortalık kan revan… Sonra bu polisler bir delikanlıyı öldürüyorlar. Delikanlı Vedatın* katilleri ellerini kollarını sallaya sallaya, Türkiye’deki adalet duygusunun üstüne basa basa, çiğneye çiğneye ortalıkta dolaşıyor, basacak yeni üniversite, öldürecek yeni Vedatlar arıyorlar… Bu cinayetin karşısında üniversiteler susuyor, basın susuyor, aydınlar susuyor, sendikalar, partiler, yazarlar susuyorlar. Herkes sus pus… Bu polisler, üniversite bastıkları, kan uykularında delikanlıları dövdükleri yetmiyormuş gibi bir de onları tutuklatıyorlar. Pijamalarla yargıç karşısına çıkarılan, yara içindeki gençlerin kanlı bedenleri hiç gözümün önünden gitmiyor; bir millet vicdanının somut örnekleriydi bu bedenler. Bütün bu demokrasi adına yapılanlar en korkunç bir diktatörlükte bile olmayacak gayriinsani davranışlardır. Bir milletin adalet duygusunun böylesine çiğnenmesi, açık açık, meydan okurcasına çiğnenmesi görülmüş değildir. Bir milletin tarihine, sanatına, bütün kutsal değerlerine meydan okuma, bütün kutsal saydığı değerleri çiğnemedir bu…

Bir bölük insan camilerde, gazetelerde, kürsülerde durmadan, bağımsızlık dedikleri şey bir yalandır, küçük milletler himayesiz yaşayamazlar, komünistler bizi Amerika’dan ayırıp Rusya’nın emrine sokmak için bu bağımsızlık sözünü uydurmuşlardır, diye bas bas bağırıyorlar… Bunu da bilinçli olarak, bir milletin bağımsızlık, insanlık duygusunu, kişiliğini yok etmek için, hayasızca, her gün, her gün tekrarlıyorlar. Bunun da adı özgürlük… Buna da demokrasi diyorlar. Vay, yerin dibine batsın böyle demokrasi…

Bütün bu imha hareketinin karşısında, gerçekten büyük güç olan Türk diri güçleri ne yapıyorlar? Susuyorlar. Cinayetlerin, haksızlıkların, yozlaşmaların karşısında Türk diri güçleri ellerini kollarını bağlamışlar, susuyorlar. Osmanağa Camisinde bir cenazeye giden yaşlı Kübalı ayağa kalkıp bağırıyor da bizim ilericilerimiz, diri güçlerimiz azıcık parmaklarını kıpırdatıyorlar.

Türkiye bilinçli olarak her yönüyle ölüme götürülüyor. Bu bilimsel bir gerçektir. Komprador ekonomisi bir milletin kan damarlarını usul usul kesme, kurutma ekonomisidir. Yurdun bütün yeraltı, yerüstü servetlerinin kompradorlarca, onların eliyle de dış sömürücülerce yağmalanmasıdır. Komprador ekonomisi yalnız ve yalnız bir sağma, hiçbir değer yaratmama ekonomisidir. Böyle bir düzen her yönüyle bir milleti öldürür, yok eder, haritadan siler. Bundan kurtulmanın on tane yolu yoktur. Bir tektir. O da sosyalist düzene geçmek.

1968 Yaşar Kemal Kaynak: Ustadır Arı


*Vedat Demircioğlu (d. 5 Mart 1943, Taşkent, Konya), Altıncı Filo’yu Protesto Olayları sırasında ölen öğrenci. 17 Temmuz tarihinde Altıncı Filo’yu Protesto Olayları sırasında polisin İTÜ Gümüşsuyu öğrenci yurduna yaptığı baskın sırasında ikinci kat penceresinden atıldı ve sonrasında Taksim İlk Yardım Hastanesine kaldırıldı. Komaya giren Demircioğlu 24 Temmuz’da yaşamını yitirdi.