Kayseri’nin Bunyan ilçesi’nde yasanmış bir olay.

Olay Alfred Hitchcock’un meshur korku filmlerini bile cok gerilerde birakacak kadar tuyler urpertici. Gece bindiginiz otomobilde direksiyonda Kimse yoksa ne yapardiniz?

22 subat 2005 tarihinde bir adam Bunyan sinirinda, Kayseri Malatya kara yolu uzerinde, bir benzin istasyonuna girer.

Lokantaya Oturur ve orada kalabalik toplulukla birlikte bir ufak raki icer. Yuruyus mesafesindeki Bunyan’a gitmek icin, lokantadan cikar. Ancak disarisi hem zifiri karanlik hem de korkunc bir kar-tipi firtinasi baslamistir. Benzin istasyonuna yaklasik 300 metre mesafedeki, Bunyan’a donus yolu kenarina varir. Oradan gecen bir arabaya binip, Bunyan’a ulasma derdindedir. Firtina daha da

1 mayıs 2008 Taksim – Kırmızı karanfillerle gelmişlerdi ama…

1- 10 Mayıs günleri arasında düzenlenen  İşçi Filmleri Festivali ‘ kapsamında düzenlenen 1 mayıs videosunu buradan seyredebilirsiniz.

“Eğer bizi asarak … tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız, eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurda, burda veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz … Bir gün gelecek, sessizliğimiz bugün boğduğunuz seslerimizden daha güçlü çıkacak.” Albert Spies

Ali Kırca’ya protesto şoku! “Maddem bizi dinlemeyeceksiniz neden buraya geldiniz”

Şanlıurfa’da, Harran Üniversitesi’nde dün gece yapılması planlanan Ali Kırca’nın sunduğu `Siyaset Meydanı’ adlı program, salona giremeyen öğrencilerin protestoları üzerine iptal edilirken jandarma  öğrencilere müdahale etti. Harran Üniversitesi’nin Bahar Şenlikleri kapsamında, yapımını ve sunuculuğunu Ali Kırca’nın üstlendiği `Siyaset Meydanı’ programının `Güneydoğu’da Doğurganlık’ konusu ile üniversiteden yayınlanması kararlaştırıldı. Dün gece üniversitenin Osmanbey Kampusu’nda canlı yayınlanacak program öncesi son hazırlıklar yapılırken, jandarma tarafından geniş güvenlik önlemi alındı.

“Nikomakhosçu Etik” 90 Dakikada Aristoteles -Paul Strathern

0

Erdem: Doğru Ölçü Etik, erdem tutkular ve eylemlerle ilgilenir; her ikisinde de aşırılık, eksiklik ve denge vardır. Böylece insan az ya da çok korku  veya cesaret, hırs, öfke, merhamet ve hatta sevinç ve acı hissedebilir, üstelik her ikisini de doğru olmayan bir biçimde; buna karşın, bunu, yapılması istenen zamanda ve şart altında ve neye karşı ve niye ve nasıl yapmak, dengedir ve en iyi olan, ki, bu da erdemi simgeleyen şeydir. Aynı zamanda eylemlerde de aşırılık, eksıklik ve denge vardır. Erdem, aşırısı hata, eksikliği sövgüye değer ve dengelisi doğru olup övülen tutku ve eylemlerle ilgilidir. İşte bu iki şey erdemi tanımlar.

İranlı gazeteci Pervin Ardalan uyardı: “Herşey yavaş yavaş oluyor gözünüz açık olsun ”

“İslam Devrimi kadın haklarını yok etti” Pervin Ardalan, ülkesinde kadına karşı ayrımcılıkla mücadele etmek için başlattığı “1 Milyon İmza Kampanyası” ile 75 bin dolarlık Olof Palme Barış Ödülü’ne layık görüldü. Gazeteci, İsveç’teki ödül törenine gitmek için bindiği uçaktan indirildi ve “toplum düzenini bozma” suçundan 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 3 sene içerisinde bu “suçu” tekrar ederse, şimdilik ertelenen cezasını çekmek için hapse girecek olan Ardalan, “Mücadeleme devam edeceğim, utanılacak bir şey yapmıyorum” diyor. NTVMSNBC’ye İslam Devriminin kadın haklarını yok ettiğini söyleyen Ardalan, Türkiye’de sıkça gündeme gelen “Türkiye, İran olur mu?” sorusuna da: “Demokratik bir ülkede türbanın devlet dayatması değil kişisel özgürlük olmasını destekliyorum. Yine de gözünüz açık olsun.”  cevabını veriyor

65 yıl sonra 33 köylü tekrar kurşuna dizildi “Kirvem hallarımı aynı böyle yaz/ Rivayet sanılır belki”

[mp3]http://siir.gen.tr/siir/a/ahmed_arif/Ahmed%20Arif%20-%20Otuz%20Uc%20Kursun.mp3[/mp3]A. ARİF’in 33 Kurşun Şiiri

33 köylünün yargısız infazı daha çok Ahmed Arif’in ’33 Kurşun’ şiiriyle kamuoyunun ve birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir. Yıllarca gündeme gelemeyen olay özetle şöyledir: Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel’in kurduğu çete tarafından koyunları gasp edilen İranlı bir aşiret reisi, Türk tarafına geçerek 500 koyunu gasp eder. Aşiret reisine yardım ettikleri iddiasıyla 35 köylü yakalanır ancak suçsuz oldukları anlaşılır. Kaymakam Tuncel, olayı Ankara’ya “Ruslar sınıra yaklaştı” diye bildirir. Bölgeye soruşturma için gelen Orgeneral Muğlalı, 24 Temmuz 1943 günü yetkililerle bir toplantı yapar ve 33 köylünün diğer köylülere ibret olması için  idam edilmesini ister

İdam edilişlerinin 36. yılında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan belgeseli

“Bundan 40 yıl kadar önce, 1969’da, Abdullah Gül İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki merkez binasında bulunan İktisat Fakültesi’nde okurken, hemen onun yanındaki Hukuk Fakültesi’nde de Deniz Gezmiş okuyordu. Gül, İslamcı Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) liderlerinden biriydi, Gezmiş de Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) lideriydi. Rivayete göre devrimci öğrencilerin okula girmesini yasakladıkları militan İslamcılardan biri de Gül’müş… Çok değil üç yıl sonra, 12 Mart muhtırasıyla gelen baskı döneminde, Mayıs 1972’de askeri mahkeme devrimci Deniz’i astı. Askerlerden Süleyman Demirel’e kadar uzanan geniş bir kesim, devrimci öğrenci liderini darağacına gönderince günün birinde İslamcı öğrenci liderini de Çankaya Köşkü’ne gönderdi

ÇASOD ödülleri verildi. T. Akan: “Şeriatçı meyil veren basına ve televizyonlara hayır diyelim”

Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği’nin ödülleri, törenle sahiplerini buldu. “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü Nurgül Yeşilçay alırken, “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü” Yetkin Dikinciler’in oldu. Gecede konuşan Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği (ÇASOD) Başkanı Rutkay Aziz, bu yıl yönetmen Atıf Yılmaz’ın ölümünün ikinci yılı olduğunu belirterek, “Onu saygıyla anıyor ve önünde saygıyla eğiliyoruz” dedi. “Sinema Emek Ödülü”nü alan Kadir İnanır ve Tarık Akan’ konuşmalarıyla dikkatleri üzerine çekti. Kadir İnanır: “Sanatçısına saygı duymayan toplum hiçbir yere gidemez. Bütün arkadaşlarımıza yerli yersiz saldırılar oluyor. Çalışma şartlarınızın, yaşadığınız sistemin getirdiği güçlüklerle, insan onurunu kıran çok kötü fotoğraflara dönüştüğünü görüyoruz. Ben buradan çalışmaya gideceğim, belki 5’te bitecek işim. Tek başına tavır koymak, tepki koymak doğru değil. Demokrasi, örgütlü toplumlardan geçer. Biraz daha duyarlı olalım, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçelim, geleceğimizi düşünelim.”

İki halkı birbirine bağlayan bir köprünün belgeseli “Masal değil gerçek”

1969 yılı… Hakkari’de, geçit vermez Zap nehri canlar almaya devam ederken, İstanbul Boğazı’na ilk köprüyü yapma çalışmaları başlamıştır. ’68 gençliği içinden bir grup üniversite öğrencisi, ülkenin doğusu ile batısına eşit yatırım yapılması yaklaşımıyla İstanbul Boğaz Köprüsü’nün yapımına karşı çıkarlar. Bu karşı çıkışla; Boğaz Köprüsü yapımının ülkenin petrole bağımlılığını arttıracağını, başlamış olan iç göç sorununu arttıracağını, çevre arazilerde rant kavgalarının olacağını, Boğaziçi’nin doğal ve kültürel dokusunun bozulacağını, birinci köprünün ardından ikinci ve üçüncü köprülere gereksinim duyulacağını fakat bunların da ulaşım sorununu çözemeyeceğini, esas önem verilmesi gereken demiryollarının ve raylı sistemin ulaşım açısından daha verimli ve ucuz olduğunu savunurlar. ‘Boğaz’a değil Zap’a Köprü’.

Yılmaz Güney’in 1984 yılı 1 mayıs konuşması

[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=5ln44EIPhPQ[/youtube] Yılmaz Güneyin 23. ölüm yıl dönümü anısına son konuşması

‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ adlı yasaklı film 28 yıl sonra gösterime giriyor

Yıllardır kayıp olan kopyası İsviçre’de bir stüdyoda bulunup yenilendikten sonra 27. İstanbul Film Festivali’nde seyirciyle buluşan Erden Kıral’ın başyapıtı ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ nihayet 2 Mayıs’ta gösterime giriyor. Aslında filminin başına gelenler, kendi başına bir komedi filmi konusu olabilecek nitelikte. Önce yasaklanan, sonra negatifleri çalınan film, çekiminden 28 yıl sonra nihayet vizyona giriyor. Erden Kıral’ın 1978-1979 yılları arasında çektiği, Orhan Kemal’in eserinden uyarlanan ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ Filmin başrollerini Tuncel Kurtiz, Erkan Yücel, Nur Sürer ve Yaman Okay paylaşıyor.

John Steinbeck – Gazap Üzümleri

0

John_SteinbeckOklahama toprakları üzerinde yaşayan köylüler ektikleri ürünlerin yeşermesi, gelişmesi için bahar yağmurlarını beklemektedirler. Ama ne var ki Mayıs ayının sonu gelmesine rağmen beklenen yağmur yağmamıştır. Teksas ve Körfezden yükselen yağmur bulutları zaman zaman Oklahama’lı köylüleri umutlandırsa da o yıl beklenenin aksine kurak bir yıl olarak geçmektedir. Günler ilerledikçe insanların umutları azalmakta ve herkes huzursuzluk içinde felaketin boyutlarını anlamaya çalışmaktadır.

Afşar Timuçin: “Evcilleşmiş felsefe, felsefe değildir”

0

Volkan Alıcı ve Ebru Aktel’in Afşar Timucin’le yaptığı söyleşinin bu bölümünde; Filozofların ve felsefenin kurulu düzenle ilişkisi, üniversitede felsefe yapmanın olanakları, toplumun felsefeyle ilişkisi, konuları üzerine konuşuluyor. Afşar Timuçin, felsefe neden insanların gözünü korkutur, felsefe dilinin ağdalı olması bir etken mi? gibi soruları cevaplıyor.

Felsefe dilinin ağdalı olması aslında felsefi yetersizliğin sonucudur. Çünkü felsefe diliyle kolay yoldan, basitçe anlatılamayacak hiçbir bilgi yoktur. Dolayısıyla bir filozof kendi görüşlerini basite indirgeyemiyorsa onun kafası karışık demektir. Ne yapmak gerekiyor peki? Yaşamı kavramak, yalınlaştırmak için felsefeyi yalın bir anlatıma götürmek gerekiyor. O yüzden felsefede kötü konuşanlar kötü bilinçlenmiş kişilerdir. Çünkü bilinç açık ve aydınlıksa dil de açık ve aydınlık olacaktır.

Kötü eğitilen bilincin kavramlarla haşır neşir olmamasının da payından söz edebiliriz sanırım…

Tabii, çok kötü eğitiliyoruz ve zihnimiz felsefeyi kavrayabilecek bir yapıda olmuyor. Oysa felsefe çok kolay bir alan, diğer alanlar gibi… Yeter ki eğitim koşulları bizim zihnimizi ona göre şekillemiş olsun. Bütün dünyada da, ama özellikle bizim ülkemizde temel kavram eğitimi çok kötü veriliyor. Yani bir adam okudukça cahilleşiyor. Hatta okumasa daha iyi olur, hiç olmazsa cehaleti sınırlı kalır diyebiliyorsunuz. Yüksek lisanstan mezun olduğu zaman da zaten iflah olmaz hale geliyor, iyice sapıtıyor. Böyle bir zihnin felsefe yapabilmesi kolay değil. Felsefe zor diyorlar. Hayır değil, hatta hep dediğimiz gibi bir sevinç. Ama kafa iyiden iyiye bozulmuşsa, yabancılaşmış bir bilince sahipsek orda felsefe yapmamız olası değil. Onun için zihni felsefeye hazırlamak gerekir ya da bozulmuş bir zihni olabildiğince felsefeye göre, felsefeyi kavrayabilecek biçimde yeniden düzenlemek gerekir. Yani kavram içeriklerini yeniden gözden geçirmek gerekir. Zaten kendini bilen her kişi kavram içeriklerini kendiyle hesaplaşarak sürekli yenileyecek ve doğrulayacaktır.

Ebru: O halde bu ağdalı felsefe diliyle felsefe yapan filozoflar bizi felsefeden uzaklaştıryorlar…

– Evet. Şimdi onun da bildiğimiz ve bilmediğimiz nedenleri var. Bildiğimiz nedenleri, bir filozof iyi bir bilinç oluşturmadıysa onun felsefesi karmakarışık olacaktır. Mesela bir Husserl, 50 bin sayfa yazmıştır. Husserl Enstitüsü’nde hala onun yazılarını anlamaya çalışırlar ve hiçbir şekilde de sona gelinmemiştir. Bir çeşit Sümer yazılarını söker gibi onu sökmeye çalışırlar. Şimdi böyle bir filozofça tavrı kavramak mümkün değil. Ya da Bergson’da dil pırıl pırıldır ama “ya böyle şey olur mu, bu nasıl düşünce” der şaşarsınız. Yani filozof dediğimiz kişinin de her zaman çok doğru bakan kişi olduğunu söylemek kolay değil. Gerçi her filozof bize kendi çağından aydınlıklar sunuyor ama bazıları daha çok aydınlık sunma yükümlülüğünü yerine getirmiş oluyor. Mesela bana sorarsanız, bir Descartes’in aydınlığı bir Hegel’de yoktur.

Burada ulusal özellikler de öne çıkıyor sanırım. Özellikle Alman felsefesinde dil-anlaşılma sorunu daha çok yaşanıyor.

Tabii… Hatta ben bunu Alman dili ve edebiyatı uzmanı olan arkadaşlarıma sordum. “Çok haklısın” dediler, “yalnızca felsefe değil edebiyat dili de berbattır.” Acaba şuraya mı bağlayabiliriz? Alman kültürü çok gelişmiş bir kültürdür, o yüzden çok sorunlu bir kültür olmuştur her zaman.. Ama ne olursa olsun, şunu net olarak görüyorum, iyi bir bilinçten iyi bir anlatım doğar. Şunu da unutmamak gerek: felsefeler her zaman siyasi baskılar altında kalmışlardır. Siyasi baskılar nedeniyle de kendine kapanmak gibi bir zorunluluğu belki de bilinçaltı bir biçimde gerçekleştirmiş olabilirler. Gerçi Hegel için bunu düşünemeyiz, Hegel Prusya’nın resmi filozofu gibidir ama gene de belli olmaz. Filozof dediğimiz adam sürekli üzerine gelinen bir adam olduğu için kendini korumak zorunda olmuştur. Örneğin Descartes, Fransa’dan kaçıp Hollanda’ya gitmiştir, ama Hollanda’da da huzur yok, çünkü din adamları sürekli izliyorlar. İsveç’e kadar gidip orda soğuktan ölmüştür. Niye kaçıyor bu adam peki? Kaçmasının sebebi bir tür korku. O zaman siyasi baskıları da üzerine eklersek işin biraz daha belirginleştiğini söyleyebiliriz. Ama bana sorarsanız hiçbir filozof açık ve aydınlık bir düşünce üretmekten geri kalmayacaktır.

Siyasi baskılardan sözettiniz. Felsefe için, her zaman kurulu düzenle çatışma içindedir diyebilir miyiz?

Elbette. Siz bir pencere açıyorsunuz. Bu pencere geleceğe doğru açılmış bir penceredir. Dolayısıyla kurulu düzeni tartışıyorsunuz. Kurulu düzenlerin hiçbiri felsefeyi sevmiyor. Sever görünenleri var, sevmez görünenleri var. Almanya’da Friedrich II, Voltaire’i misafir ediyor. Voltaire kaçak, Almanya’ya gitmiş. Özgürlükten ve demokrasiden yana olduğu için mi bunu yapıyor? Hayır, Fransa’ya düşman olduğu için misafir ediyor. Oysa kendi ülkesinde insanların rahatça düşünmesine izin vermiyor.

Ebru: Kurulu düzeni koruyan filozoflar da yok mu, mesela Platon?

Kurulu düzeni koruyan filozoflar var ama ayrıntıya girdiğimiz zaman bunların bile kurulu düzenle çatışacağını düşünebiliriz. Tamam, Platon kurulu düzenin içinde bir filozof olarak görünüyor ama ortaya koyduğu devlet sistemi, Atina’nın yürürlükteki devlet sistemiyle çelişkili. Nitekim Sokrates bu yüzden öldürülmüş. Bunlar da Sokrates’in öğrencileri. Hatta Sokrates öldürüldükten sonra küsüp Megara kentine giderler. Yani filozoflar hiçbir zaman kurulu düzenle içiçe olmamışlardır. Kurulu düzenle içiçe olmak ne demektir. “Oh her şey ne kadar güzel, mehtap ne kadar güzel, özgürlüklerimiz sonuna kadar var, yeni bir şey istememize hiç gerek yok” gibi bir felsefe yapmaktır, bunun da bir karşılığı olmayacaktır.

Ama az önce Hegel için ‘Prusya’nın resmi filozofu gibidir’ dediniz?

Hegel de hiçbir zaman, bir filozof olduğu için kurulu düzenin el üstünde tuttuğu bir filozof olamayacaktır. Çünkü, tamam, felsefesi dinci bir temele oturuyor, felsefesi kurulu düzenle açık bir çelişki içinde değil, ama kurulu düzenle iyi geçinmeye çalışan bir felsefe bile insanların kafasında bir görü oluşturmaya eğilimlidir. Yani siz felsefeyle insanları uykusundan uyandırıyorsunuz. Kant der ya, “Hume, beni dogmatik uykumdan uyandırdı” diye, felsefe aslında insanları dogmacı uykularından uyandırmakla yükümlü. Yani siz öylece duran insanı bir anlamda huzursuz ediyorsunuz, kurulu düzenle çatışır hale getiriyorsunuz. Yanlış felsefeyi kullananlarla filozofları birbirinden ayırmak gerekir. Felsefenin sırtından geçinenlerle gerçek anlamda felsefe yapanları birbirinden ayırmak gerekir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de felsefenin sırtından geçinen ve kurulu düzenle çok iyi anlaşan insanlar var.

Mesela?

Üniversite düzeyinde felsefe yapanların hepsi, hadi yüzde yüzü demeyelim, büyük bölümü kurulu düzenle içli dışlı yaşamaktadır. Bunların yaptığı felsefe hiçbir zaman düzeni ürkütmez, tersine gönendirir. Çünkü gerçek anlamda felsefe değildir.

Bu yorumunuza son yılların popüler Batılı düşünürlerini de ekleyebilir miyiz?

Sermaye sanata el koyduğu gibi felsefeye de el koydu. Yani bir anlamda sermaye düzeni, felsefeyi evcilleştirdi. Evcilleştirmek için ne yaptı? Onu filozofların elinden alıp felsefe profesörlerine teslim etti. Felsefe profesörlerinden filozof olmaz. Yani takım elbiseli, kravatlı, devlete yüzde yüz bağlı bir adam nasıl filozof olabilir. Bütün filozoflar yaşamları boyunca acı çekmiş insanlardır. Dolayısıyla bugün, Lucas’a bakarsak 1918’den bu yana, hatta 19. yy’ın sonlarını içine alacak şekilde söyleyebiliriz ki felsefe, sermayenin dolayısıyla devletin eline düşmüştür. Sonuç olarak evcilleşmiştir. Evcilleşmiş bir felsefe, felsefe değildir. Felsefe aykırılıkları gerektirir. Eğer bu aykırılıkları yaşama geçirme savaşımı vermiyorsa kişi, ona filozof diyemeyiz. Zaten filozoflar yok artık, felsefe profesörleri var. Bakın Türkiye’de çok garip ve çok itici bir deyim var, felsefeci diyorlar… Ne alıp satar bu adam, felsefe mi alıp satıyor? Şimdi bir yanda filozoflar var, bir yanda benim gibi felsefe öğretenler var. Bunun ötesinde felsefeci diye bir şey olmaz. Bizler birer felsefe teknisyenleriyiz, felsefe öğreten insanlarız.

Eleştirdiğiniz “felsefeciler”in düşünce üretimlerinde bu topraklara dayanmama gibi bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz?

Bir ülkenin kültür adamıysanız, o ülkenin değerleri sizi var eder. Bir yanınız, tamam, dünyaya açıktır. Bu, bütün dünya kültürüyle içli dışlısınız demektir. Ama yaşadığınız toprağın rengi, kokusu, sizi öyle derinden etkiler ki siz oralı bir kişi olarak felsefe, edebiyat ya da bilim yaparsınız. Dolayısıyla sizin felsefenizde toprağınızın renkleri görülmüyor, kokuları duyulmuyorsa orada ayağı yere basmayan bir şey var demektir. Bizden önceki kuşaklar felsefe yapıyoruz diye Batı’dan felsefe aktarmaları yaptılar. Felsefe aktarması yapmak felsefe yapmak değildir. Siz o ülkenin aydını olarak düşüneceksiniz, bu ülkenin düşünen aydını olarak üreteceksiniz. Bütün insanı düşüneceksiniz ama bu düşündüğünüz insan, bütün insan olacak, dünyanın insanı olacak.

Toplumun ekonomik-sosyal koşulları… Yani toplumun karmaşıklaşması o ülkedeki felsefe üretimi için etken midir?

Tabii. Ancak karmaşıklaşmış bir toplumda insanlar düşünme eğilimi gösterirler. Bireyler için de aynı şey geçerli değil midir? Ancak benim yaşamım karmaşıklaşmışsa “eyvah ben ne yapacağım” diye düşünürüm. Yalın bir yaşamım varsa, örneğin ben bir emekliysem, gidip sabah arkadaşlarla pişpirik oynuyorsam, öğleden sonra eniştenin dükkanında oyalanıyorsam, akşam eve gelip yemeğimi yiyorsam, benim bir sorunum yoktur ki felsefe yapayım. Felsefe yapmak, gereksinimlerin karşılığında olur. Ama felsefe yapmak için gerekli olan itici güçler o toplumun değerlerinde zaten vardır. Aslına bakarsanız çok sorunlu ve karmaşık bir toplumda yaşıyoruz ama şu önemli: gereç var, yani malzeme var, ama onu işleyecek adam yok. Sıkıntı orada. Türkiye’de bugünkü gibi bir malzeme bolluğu hiçbir dönemde olmamıştır. Büyük çelişkiler, sıkıntılar var, açlık var, yoksulluk var, eğitimde çöküntü var ama bakın, insanlar bu sorunlarıyla hiç uğraşmıyorlar. Bir taraf başörtü öbür taraf laiklik diye soyut bir sorunla uğraşıyor. İkisinin de toplumsal yaşamda büyük bir karşılığı yok. Demokrasi için savaşabilirsiniz, laiklik de onun içindedir zaten. Ama siz demokrasiden soyutlanmış bir laiklik kavramı üzerinde duruyorsanız bunun ciddi bir karşılığı yoktur. “Ben laikim.” Laik olsan ne olacak, dini devletten ayırdın diye insanlar çöp kutusundan yemek yemeyecekler mi? Demek ki temele demokrasiyi yerleştirmek gerekir. Demek ki toplumu doğru kavramak diye bir sorun da var. Bizim aydınımız toplumu doğru kavramıyor.

Niye?

İki nedenle: birincisi, tembel… ikincisi korkak… Bir adam hem tembel hem korkak olduğu zaman kurulu düzene kayıtsız şartsız hizmek etmekten başka bir şey yapamaz.

Felsefenin üniversitelere hapsedilmeye çalışıldığı bir ülkede, toplum sorunlarına felsefe açısından eğilecek insan unsurunun da olmamasında payı var.

Üniversitelerde felsefe yapamazsınız, yaptırmazlar. Üniversitelerde felsefe yapmak demek kurulu düzenin tekerine çomak sokmak demektir. Üniversite de düzenin üniversitesidir… Şimdi özel falan gibi laflar dolanıyor ama kendimizi kandırmayalım, buralar sıkı sıkıya denetlenen kurumlardır. Böyle bir kurumda nasıl felsefe yapabilirsiniz, yapamazsınız. Dışarıda felsefe yapabilir misiniz? O da şu anlamda zordur. Sizin felsefe yapmanız için gerekli koşulları size kimse vermez. Diyelim ki öfkelendiniz, üniversiteden ayrıldınız. Eğer çalışmak zorundaysanız felsefe yapamazsınız. Çünkü diyelim özel bir işe girdiniz, sabah 9’da gideceksiniz, akşam 7’de çıkacaksınız, eve pelte gibi geleceksiniz. Ben bu günleri çok yaşadım. Kitaplar bana bakardı, ben kitaplara bakardım, tek satır okuyamazdım. Benim durumum biraz daha değişik tabii, üniversite beni hem kabul etti, hem etmedi. Hem kavga etti hem dışladı derken zaman geçti, oldu bitti. İkinci bir deney yaşamak istemiyor kurulu düzen. Kendimden sözetmeyi hiç sevmem ama bunları net olarak koyuyorum ki bazı şeyler net anlaşılsın diye… Ama bir kere kazık yedik, bir daha yemeyelim diye bir öngörü içindedir devlet, o da haklı tabii! (mavidefter)

Dini bütün’lerden seri sapkınlıklar, ‘yaptıklarınız yapacaklarınızın teminatı’

Türkiye’de gericiliğin toplumsal yaşamdaki ağırlığı artarken, inanç ve sapkınlık arasındaki mesafe de daralıyor. Bir yandan erkeğe özel çokeşlilik “kadına saygı” diyerek savunulurken, öte yandan gerici kesimlerde aleni sapkınlıklar almış başını gidiyor. Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Bölümü hafızının sübyancılıktan tutuklanmasından bir gün sonra; Vakit yazarı ve Türkiye’nin ilk faşist suikastçısı Hüseyin Üzmez (77), 14 yaşındaki bir kıza tecavüz etmek suçundan Bursa’nın Mudanya ilçesinde tutuklandı. Zenginleşen ve yükselişe geçen islamcı sermayedarlar, milletvekilleri ve bürokratlar olmak üzere, geniş bir toplum kesiminin çokeşliliği bir yaşam tarzı haline getirdiği biliniyor. “İnançlara özgürlük” söylemiyle dinin toplumsal yaşamdaki ağırlığının artmasına çanak tutanlar ise, gericileşme ve çürümenin sorumluluğunu paylaşıyor. “Müslümanlığıyla” övünen kesimlerden gelen sapkınlık haberleri, toplumda son dönemde ağırlığını arttıran gericilik ile sapkınlığın kol kola ilerlediğini ortaya koyarken; mağdur kızların ailelerinden gelen dini referanslı açıklamalar ise akıllara durgunluk veriyor.

Şiir Sanatı Üzerine Düşünceler – Jules Supervielle

Şiirsel sırla kutsanmış olan uzman kimseler için yazmıyorum; şiirlerimden birini duyarlı bir insan anlamayınca bu içime her defasında dert olmuştur. Edebiyatın kökeni bana göre gizli bir düştür hep. Bu düşü yönlendirmekten zevk alıyorum, meğerki belli günlerde esinlenip düşün kendiliğinden yönlendirileceği duygusuna sahip olayım. Buna karşın düşün rastlantısal bir durumda kaybolması hiç de işime gelmez (demek istediğim, rastlantısalda “hayallere dalarak geçirmek” ). Onu sağlam bir düş yapmaya çalışıyorum, iç mekânlarla iç zamanın kesişmesine göre dışarıdan ayarlanan bir tür Galion şekli, -bu arada beyaz kâğıt, düş için dışarıyı yansıtır.

Latin Amerikalı iki lider, biyoyakıt üretiminin gıda fiyatları üzerindeki olumsuz etkileri konusunda uyarılarda bulundu

 ImageShack

New York’ta Birleşmiş Milletler oturumunda konuşan Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, biyoyakıt üretiminin dünyanın en yoksul insanlarına zarar verdiğini söyledi. Peru Cumhurbaşkanı Alan Garcia ise tarım alanlarının biyoyakıt üretimi için kullanılmasının yoksulların gıda bulmalarını zorlaştırdığını belirtti.

Mili Eğitim Bakanlığı’nın Amerikan aşkı

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) bir süre önce hizmete sunduğu internet sitesi, ABD başkanının resmi ikametgâhı olan Beyaz Saray internet sitesiyle birebir aynı olması görenleri şaşkına çeviriyor.  “Stratejik ortak”a göbekten bağlılığın ve taklitçiliğin bu kadarı doğrusu pes dedirtiyor.

Meraklı okuyucular aşağıdan fotoğraflara bakabilir, “gözüyle görmediğine inanmayan”lar aşağıdaki ise adresleri tıklayarak kendileri karşılaştırabilirler. İşte adresler  MEB:  http://www.meb.gov.tr/ , Beyaz Saray:  http://www.whitehouse.gov/ 

İsminde “milli” sıfatı  taşıyan bu bakanlığın  içine düştüğü bu garip durum,  insanın aklına ister istemez “MEB sitesini Amerikalılar mı hazırlıyor?” sorusunu getirtiyor.

“Araştırmacı gazeteci” Uğur Dündar soruyor :)

Dünyada büyük ilgi gören Lost dizisinin özelikle kadınlar tarafından sevilen popüler oyuncusu Josh Holloway (Sawyer), reklam çekimi için geldiği Türkiye’de haber sipikerliği yapan “araştırmacı gazeteci”miz Uğur Dündar’a konuk oldu.

Gün içinde ve sonrasında Star Haber sanki önemli bir şeymiş gibi bu başarısının! reklamını yapmasının akılsızlığını bir yana bırakırsak, Uğur Dündar sorduğu soruyla “Star haberin” haber anlayışını   ‘araştırmacı gazeteci’ kimliğinin düşünme bicimini ve kültürel birikimini  ortaya çıkartı!..

Sinema piyasaya yöneldi, Bağımsız bir film yapmak için piyangodan para çıkması gerekiyor

Sinema eleştirmeni ve Milliyet gazetesi sinema yazarı Alin Taşçıyan, son yıllarda Türkiyede sinema kalitesinde bir düşüş yaşandığını insanların ekran filmlerine ve televizyon dizilerine mahkum edildiğini söylüyor. “İki yüz kopya film çıkıyorlar, bu 400 salon ediyor. Zaten bütün salonlar işgal edildi. Türkiye’de sinemaya gitme yöntemi de belli. İstanbullu alışveriş merkezine gider. Gezer, tozar, yer içer. Akşam olur. Sinemanın önüne gelir, afişlere bakar ondan sonra da saatine bakar. “Aaa canım saat 18.00 olmuş, hangisine gidelim? Bilmem şu filme daha çok var. Saat 20.00’de gösteriliyor. O saate kadar beklemeyelim. Saat 18.15’te şu film var, buna gidelim.” İşte Türkiye’de bu şekilde film izleniyor. Küçük şehirlerde ise zaten bir sinema salonu var. İnsanlar, hangi film gelirse ona gitmeye mecburdurlar. İşte bu piyasa filmleri böyle para kazanıyorlar.” ANF’nin Taşçıyan ile yaptığı röportajı aşağıdan okuyabilirsiniz.

Uzaya 47 yıl önce ilk adımını atan insan Yuri Gagarin ve uçuş videosu cafrande.org’ta

  Yuri Gagarin 12 nisan 1962 yılında henüz 27 yaşındayken uzaya ilk çıkan ve dünyanın çevresini ilk kez turlayan insan oldu. İnsanlık için kendini  önceden hiç tecrübe edilmemiş bir maceraya, sonsuz karanlığın ve boşluğun kollarına Sovyet kozmonottu olarak attı. Dünyanın   en cesur insanlardan biri olarakta tarihe geçti.

Çok zeki ve çalışkan olmasına rağmen yaramaz bir çocukluk geçiren Yuri Gagarin, Kızıl Ordu Hava Kuvvetleri’ne yazıldığında uçmak onun için yalnızca hobiydi. 12 Nisan 1961 yılında ise o artık, ‘Vostok-1’ adlı kapsülle uzayın ilk misafiri olarak tarihe geçiyordu. Dünyaya dönüşünü ise 2 kız öğrenci, “2 veya 3 m çapında dev bir toptu. Düştü, zıpladı, tekrar düştü. Vurduğu yerde büyük bir çukur oluştu” derken, Gagarin ise şunları söylüyordu: “Beni uzay elbisem ve sürüklenen paraşütle görünce korktular, onlara ‘Korkmayın, ben de sizin gibi Rus’um, uzaydan indim dedim.