Edebiyat neye yarar? – Asım Bezirci

Öteden beri sık sık sözünü ediyorum. Türlü özelliklerini anlatmaya çalışıyorum. Ama bir şey hep gölgede kalıyor. Oysa ilkin onun açıklanması gerekirdi. O çözüldükten sonra öteki sorunlara geçilmeliydi O sorun şuydu: “-Edebiyatin yararı nedir?” Acaba şiir, masal, hikaye, roman, tiyatro, kısaca edebiyat var olmasaydı nemiz eksilirdi yahut onun var oluşuyla nemiz artıyor? Bu soruyu cevaplandırmak için, kabaca da olsa, önce edebiyatı tanımlamalıyız: Edebiyat, “doğa-toplum-birey” gerçekliğinin duygu ve imgeyle estetik bir biçimde yansıtılması, yeniden düzenlenip yaratılmasıdır.

Selva Erdener – Sen Sen Sen (opera vokalle türküler)

1966 yılında Ankara doğan Selva Erdener, 1989 yılında Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet konservatuarı opera ve şan bölümü Nurdan Özar sınıfından mezun oldu. Aynı yıl Ankara Devlet Opera ve Balesi’ne solist sanatçı olarak kabul edildi. Cosi Fan Tutte-Fiordiligi, Don Pasquale-Norina, Zaide-Zaide, I Pagliacci-Nedda, Don Giovanni-Zerlina, Sihirli Flüt-Pmina, La Boheme-Musetta, Faust-Margeurite, Ali Baba ve Kırk Haramiler-Ayşe, İstanbulname-Zeliha gibi rollerde yer aldı. Tacikistan, Makedonya, Danimarka, Kuzay Kıbrıs ve yurtiçinde çok sayıda konser verdi.

Aradan geçen 24 yıla ve yasaklamalara rağmen sinemamızın “Kralı” yine Yılmaz Güney

Sinemamızın dünyaca tanınan “Çirkin Kral”ı Yılmaz Güney, 24 yıldır aramızda değil. Aradan geçen zamana ve yasaklara rağmen Güney’in filmlerinin gördüğü ilgi azalmadı. Ağır sürgün ve cezaevi koşullarında sanat yaşamını zorluklara rağmen sürdürmüş, Cannes’da Yol, Sürü, Umutsuzlar filmleriyle ödül almış Yılmaz Güney’in ölümünün üstünden tam 24 yıl geçti. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin senaristliğinin yanı sıra bu filmlerde oyunculuk yaparak sinemaya başlayan Yılmaz Güney, 24’ün üzerinde çektiği filmi ile 11 tane ödül aldı.

Bir bilgi etkinliği olarak BİLİM VE SANAT

“Medeniyetler bilim ve sanatla kıymetlenir.”Poincare

İnsanın iki ayrı eylem alanı olarak bilim ve sanatın zaman zaman ortak özelliklere sahip olduğu bazen de birbirinden çok aynı uçlarda durduğu gözlemlenir. Bilim ve sanat, diğer bazı disiplinlerde de olduğu gibi hayata, insana, topluma, doğaya ilişkin bilgi verici fonksiyonlarıyla dikkat çeker. Ama bu bilgilendirici fonksiyon bilim ve sanatta farklı nitelikler taşımakla özgünleşir. Bu çalışmamızda temel sorun olarak görülen sanat-bilim ilişkisini, bu ilişkinin nereden başlayıp, nerede bittiğini, bilimin ve sanatın benzerlikleri ve farklılıklarını, iki alanın amaçlarını, fonksiyonlarını, işleyişlerini, imgelerini, fenomenlerini, ürünlerini, suje-obje ilişkisini, karşılıklı etkileşimini, tarihiyle ilişkisi gibi özellikleri ele alacağız. Doğal olarak, bilim ve sanatın bütün yönlerini bu çalışmada derinliğine incelemek mümkün değildir. Bu nedenle biz daha çok yukarıda söz edilen sorunların bazılarında biraz daha yoğunlaşarak derinliğine, bazılarını da tespitler yaparak tartışmaya çalışacağız.

Her iki eylem alanı da bizi kapsayan gerçekliğin çeşitli yönleri ve özelliklerini araştırıp inceleyerek bize derin bilgiler sunmaktadırlar. Bilim akli karakter taşırken sanat daha çok duygusal karakter taşımaktadır. Bilim varolan olguları sistemli, nedensel ilişkilere dayalı ve deneme, ölçme, gözlem gibi tekniklerle araştırır.

110 İşçinin öldüğü Tuzla tersanelerinde her gün 100 kaza meydana geliyor

Toplam 110 işçinin hayatını kaybettiği Tuzla tersanelerinde İstanbul İl Genel Meclisi İnsan Hakları Komisyonu’nun açıkladığı rapora göre günde, birçoğu hafif yaralanmalı ortalama 100 kaza meydana geliyor. İş şartları oldukça ağır. Kalp krizinden kaynaklı ölümler dikkat çekici. İşçiler, 40 kişilik barakalarda sağlıksız şartlarda yaşıyor. Gece ve istirahat saatlerinde yeterince dinlenemeden işlerine yorgun gitmek zorunda kalıyor. Eski ahırlarda yatıp kalkıyorlar, cami tuvaletlerini kullanıyorlar.

Enver Gökçe’nin Kendi Sesinden -seçtiği- şiirleri

Zaman akar, zaman geçer, Zaman zindan içinde; Biz mapusta gürül gürül yatardık Yılan çıyan içinde. Getirdiler ite kaka bir yiğit, Ayak çıplak Ak bir mintan içinde. Zaman zaman içinde Işık duman içinde Ve raviyan-i ahbar Ve muhaddisan-i ruzigar Şöyle rivayet Ve hikayet ederler kim: Beni adem zor bezirgan içinde Vardı bir Balaban. ………

A. Kadir şiirleri: Hasretim sana. Ilık bir su, bir demet gül ve bir lambanın ışığını arar gibi…

Yaslanıp omuzuna gecenin sabahı karşılar gibi, ama dünyaya günaydın diyemeden. Yatar gibi çimenler üstünde, ama çimenlerin kokusunu alamadan. Koşar gibi denize doğru,.  ama denizde kulaç atamadan. Uzanır gibi bir çocuğun başına, ama çocuğun başını okşayamadan. Tırmanır gibi gürbüz bir ağaca, ama ağaçtan bir meyve koparamadan. Kavuşur gibi eski bir dosta, ama eski dostla kucaklaşamadan. İş başında türkü söyler gibi, ama sesimi ben bile duyamadan. (Ben sensiz burda A.Kadir)

Hakkari Kadın Sesleri (Dengê Jinên Colemêrgê) albümü cafrande.org’ta

Hozan Şemdin ile Memo’nun hazırladığı, Denge Jinen Colemerge adlı albüm, Fehima Berwari, Qedriya Çeli, Gule Biyadiri ve Şermin Berwari adlı dört Hakkarili kadının 16 Kürtçe ezgisinden oluşuyor.  Albüm  geleneksel niteliğinin yanında yöresel etkiler taşıyor.  Yöre  halkı şarkı söylenme şekliyle beraber Kürt kadın sanatçılarından, Eyşe Şan, Meyremxan ve Eslîka Qadır gibi uzun bir geçmişe dayanan kadın sesleri  geleneğin derin izlerle taşımakta. Kürt kadın sanatçıların doğal, yalın sesleriyle farklı bir yaklaşımın sunulduğu albüm, yöre kına geceleri izlenimi veriyor.

Halkçılık ve Gerçekçilik – BERTOLT BRECHT

 “Gerçekçi yazış tarzına gereksinme, bugün öyle kolayca kulak arkası edilemez. Bu konu apaçık ortada. Egemen sınıflar yalana eskisinden daha fazla yakınlık gösteriyorlar, hem de usturuplu yalanlar bunlar. Gerçeği söylemek zorunlu bir görevdir her zaman. Acılar büyüdü, acı çekenler çoğaldı. Kitlelerin büyük acıları yanında küçük zorluklarla uğraşılması, küçük grupların karşısına çıkan zorluklarla ilgilenilmesi çok gülünç, nefret uyandırıcı.”

Çağdaş Alman Edebiyatı’na giriş için dayanak noktaları ararken, şunu gözönünde bulunduralım: Bugün edebiyat ürünleri diye adlandırdığımız şeyler yalnızca yurt dışında basılıyor ve bunların tümü dışarıda okunuyor. Böylece “halkçılık” kavramının edebiyatta kullanımı garip bir anlam kazanıyor. Yazar, birlikte yaşayamadığı halkı için yazmak zorunda. Aslında, konuya biraz daha yakından bakarsak, yazarla halkın arasındaki aralığın o kadar da büyük olmadığını görürüz.

Şiddete Karşı Felsefe – Afşar TİMUÇİN

0

Yaşamı insan değerlerine göre düzenleme yeteneği taşımayanlar bir amaca varmak istediklerinde en kolay yolu, şiddet yolunu seçerler. Sevgi üretemeyenler, fikir üretemeyenler, sağlıklı ilişki üretemeyenler genellikle tehdit ya da benzeri bir yolla şiddet üretirler. Tabancalar ve okşayışlar kadar gözyaşları da şiddet aracı olarak kullanılabilir. Her zaman güçlü güçsüze şiddet uygular diye düşünmek doğru değildir. Güçsüzün güçlüye şiddet uyguladığı çok görülmüştür. Gözyaşları böylesi bir şiddetin araçları olurlar. Şiddet her zaman nazi subayı kılığında, sevimsiz bürokrat kılığında, mahalle bekçisi kılığında dolaşmaz, o çok zaman yakınmalarda, tatlı gülüşlerde, içtenlikli görünümlerde, hüngür hüngür ağlayışlarda, çok iyi düzenlenmiş çekip gitme gösterilerinde, boynunu büküp öylece kalmalarda, ilkeli gibi görünen davranışların katılığında kendini belli eder.

Her şiddet girişimi köktenci ve bütüncü bir tutum içindedir, her şiddet iyi kötü Machiavelli’ci bir dizgede açıklığa kavuşur. Şiddete yönelen kişi, amacına engel saydığı, yoluna çıkmış sinsi bir tuzak gibi gördüğü her şeyi niteliğine, anlamına, geçerliliğine, değerine bakmadan gidermeye çalışır. Şiddetin mantığı Machiavelli’ci bir çerçevede bir engeli toptan giderme mantığıdır; bir tartışma mantığı değil, bir ya hep ya hiç mantığıdır. Onda insan değerleri hiç önemli değildir ya da ancak amaca giden yolları açtığı ölçüde önemlidir. Bu da değerlerin kötüye kullanılması anlamına gelir.

Şiddeti yüce kavramların arkasına gizlemek iyi bir yoldur. Şiddete yönelik bilinç en yüce değerleri bile amaç olmaktan çıkarıp araç edinebilir. Her şiddet bir ulaşma yöntemi olarak bir kesin sonuca göre düzenlenmiştir. Bu amaca varmada gerekirse insanla ilgili her şey zedelenebilir. En kısa yoldan ve her türlü haklı haksız tepkiyi hiçe indirgeyecek biçimde bir sonuca ulaşma istemidir bu.

Ancak bu umut hep gerçekleşir görünen ama hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir umuttur. Şiddetin sonuçları çok zaman amaçlanan sonucun kendisi gibi görünür. Oysa şiddetin sonuçları geçicidir, aldatıcıdır. Şiddet öngörülen ülküsel bir sonu değil, kendi doğasından bir başka şeyi, bir başka şiddeti yaratarak son bulur. Şiddetin görünmez tepkisel oluşumları bize her şiddet girişiminin kesin bir sona ulaşabileceğini düşündürür. Oysa şiddet hiçbir şeyi onarmaz, hiçbir şeyi düzeltmez, hiçbir şeyi biçimlemez, yalnızca şiddet tohumları eker.

Şiddete büyük bir umut bağlamış olan şiddet uygulayıcısı şiddetin umulan sonucu vermemesi karşısında çılgına döner. Geçici sonuç ortadan kalkınca eski görünüm yeniden ortaya çıkmış olur. “Bu oğlanı daha dün dövdüm, dövmek de ne demek, kemiklerini kırdım, dün uslu uslu oturdu, bugün gene…” diye düşünür anne ve kuduracak gibi olur. O durumda yapılacak şey dayağı daha sağlam bir biçimde tazelemektir, hatta dayağın yanına bir başka ceza daha eklemektir, örneğin sokağa çıkmama ya da aç kalma cezası uygulamaktır. Şiddet yeniden uygulanır ve yeniden aynı sonuçları verir ya da beklenilen sonucu ne olursa olsun vermez. “Dayak arsızı” denilen insan şiddete alışmış insandır. Bir süre sonra şiddet onun oyuncağı durumuna gelir. Artık kendisi de şiddet uygulamakta ustalaşmıştır: hiç söz dinlememekte, göz göre göre yalan söylemektedir.

Şiddet baskının sert ya da kaba biçimidir. Öyleyse “şiddet” kavramını “baskı” kavramından ayırmak gerekir mi? Şiddet baskının keskinleşmiş bir biçimidir. Baskı denilince şiddeti, şiddet denilince baskıyı düşünürüz: şiddete yaslanmayan baskı yoktur, baskıcı olmayan şiddet de yoktur. Şöyle de diyebiliriz: şiddetin sessiz biçimlerini baskı diye adlandırabiliriz. Baskı her an şiddete dönüşebilir ya da baskı kaba şiddete dönüşmeye hazır olan örtülü şiddettir. Önemli olan insan ruhunu belli bir sona göre koşullamaktır. Etkenin niteliği ne olursa olsun, amaç ruhu kaldıramayacağı bir yükün altına koymaktır.

Şiddeti şiddet yapan ruhta yaratacağı çözülmedir. Şiddet bilinci dağıtır, bulandırır, bilincin inanç dizgesini bozar, giderek bilincin gerçeklikle olan bağını zorlar ve koparmaya çalışır. O durumda bilinç birdenbire kendi kendini tartışan mutsuz bir bilince dönüşebilir. Evet, şiddeti şiddet yapan ruhta yaratacağı çözülmedir, bezginliktir, bıkmışlıktır, inanmazlığa kayıştır.

Bedene yönelik her katı davranış şiddet anlamı taşımaz. Eli ağır ve densiz tipler şaka yapmak adına birinin ensesine okkalıca tokatlar indirmekten haz duyarlar. Çocuklar şakalaşırken itişip kakışmaya başlarlar, hatta kavga havasına girerler, bu arada birbirlerine katı davranışlarda bulunurlar. Bunlar şiddet uygulaması değildir. Ruh bu gibi durumlarda kendini bir kıyıya çekerek korur. İtişip kakışma şiddete dönüşürse ruh o zaman başka bir duygusallığa bürünecektir. Aynı durumları ya da benzer durumları gerek ruhsal çerçevede gerek bedensel çerçevede aşk oyunlarında görürüz. Kadın sevgilisini üzer, oysa onun kılına dokunanı parçalamaya hazır durumdadır. Sevişmeler sık sık şiddet görünümleri alabilirler. Aşktan çıkan adam çok zaman kavgadan çıkmış gibidir. Ancak burada da şiddet sözkonusu değildir. Cinsel etkinlikte şiddet gibi görünen, dıştan bakıldığında şiddet gibi algılanabilecek olan pek çok edimin şiddetle hiçbir ilişkisi yoktur.

Hiçbir şiddet eylemi yaşamın akışını değiştiremez. Çünkü yaşam bilinçlenme süreçleri boyunca dönüşür ve biz istesek de istemesek de dönüşür. Yaşamı durdurmak isteyenlerin de hızlandırmak isteyenlerin de yapabilecekleri çok bir şey yoktur. Hatta şiddet bir bilinçlendirme etkeni olarak alınırsa onun gelişime belli bir katkısı olduğu da söylenebilir. Şiddet yaşamsal akışı durdurur ya da yavaşlatır göründüğü noktada onu hızlandırabilir. Bu yüzden pek haklı olarak Atina’lı devlet adamı filozof Solon “Şiddetin ürünleri kalıcı değildir” der. Yaşamın getirdiği doğrular şiddetin gideremeyeceği doğrulardır. İnsanoğlu yaşamı bildiği gibi koşullayabileceği sanısına kapılır çok yerde. Oysa yaşam koşullanmaz, koşullar. Yaşamı oldu bittiye getirmek olası değildir. Önünde sonunda kendini en doğru biçimde ortaya koyacak olan doğru, en doğru biçimde yaşama geçmelidir. “Doğru kendini şiddete dayanmadan ortaya konmalıdır.” der Tolstoy. Şiddetten destek almayan bir doğru kendini daha kolay benimsetecektir. Doğru şiddet biçiminde ortaya çıktığı zaman insanlar ondan ürküp kaçabilirler.

Savunduğumuz şeyin doğru olması önemli değildir ya da yeterli değildir, doğruyu doğru savunmak gerekir. Şiddet doğruyu savunmanın en kötü ya da en yanlış biçimidir. Şiddet ne ölmekte olan bir doğruyu yaşama döndürebilir ne gelmekte olan bir doğruyu daha çabuk, daha güçlü bir biçimde yaşama getirebilir. Doğruyu yaşama benimsetmenin tek yolu ya da baş koşulu şiddetten uzak durmaktır. Şiddete başvuran haklı kişi haksız çıkmayı göze almış olmalıdır. Doğrular kaba güçle değil, kendileriyle yaşama geçerler. Doğru’yla kaba güç yan yana gelmemesi gereken şeylerdir. Şiddet doğru davranışı yanlışa iter. Shakespeare, Kral Richard II’de “Şiddet ateşleri kendi kendilerini yakalar” der. Geçmişte, ileri bir dünyanın şiddet yöntemleriyle kurulabileceğini düşünenler olmuştur. Örneğin Fransa’nın toplumcu düşünürü Georges Sorel şöyle der: “Toplumculuk modern dünyaya esenlik getirmesini sağlayan yüksek ahlaki değerleri şiddete borçludur.” Sorel’in birbirine çok uzak iki kavramı, şiddet ve yüksek ahlaki değerler’i bağdaştırabilmesi son derece ilginçtir.

Yalanla, aşağılamayla, öldürmeyle, kısıtlamayla zedelenmiş bir dünyada, yani şiddetin egemen olduğu bir dünyada insanın mutluluğu bulabilmesi olası değildir. Mutluluğu arayan insanın önce içindeki şiddeti yoketmesi gerekiyor. Şiddetten yardım uman kişi bir başka koşulda şiddetten yakınan kişi olacaktır. Çünkü şiddet yapısı gereği insan varlığını zedeleyici bir uygulamadır. Kavgada yumruk attıkça kendini bulan adam, yumruk yemeye başladıkça yılgınlığa uğrar. İnsanı tanıyan, insan yaşamının koşullarını bilen insan şiddetten yardım ummayacaktır. Bu çerçevede hukukun da bir intikam düzeneği olmadığını, cezalandırmanın yalnızca eğitici, düzeltici, yetiştirici bir anlamı olması gerektiğini unutmamalıyız. Hukuk şiddet uyguladığı ölçüde, daha doğrusu şiddeti öngördüğü ölçüde adaletten uzaklaşır. Kana kan, dişe diş formülü bir intikam formülüdür, bir adalet formülü değildir. Adalet intikam almaz, bu yüzden şiddet uygulamaz: o yalnızca toplum dışına düşmüş insanları yeniden topluma kazandırmak için iyileştirme yöntemleri geliştirir.

Her bilinçli birey şiddetin şiddet yaratmaktan başka bir işe yaramayacağını bilir. Gerçek anlamda bilinçli birey olmanın baş koşulu iyi bir felsefe eğitiminden geçmektir. Bu yolda, felsefeciler için felsefe ilkesini değil de toplum için felsefe ilkesini temel almak gerekir. Bilincin ne olduğunu, sağlıklı bilinçlenmenin hangi koşullara sağlanabileceğini yalnızca felsefenin verimli alanında öğrenebiliriz. Felsefenin bilinçlendirdiği insan yüksek düzeyde gelişim fikrine ulaşmış insandır, bu fikri yaşama geçirmede şiddete yer olmadığını ya da gerek olmadığını bilen insandır. Çünkü gelişimin sağladığı yeni doğrular yaşama geçebilmek için şiddete ve benzeri etkenlere gereksinim duymazlar. Yaşam kendini her şeye karşın yeniler. Yeni doğrular adına şiddet uygulayanlar doğruların bilincine varamamış acelecilerdir.

Gelişimi sağlamada da şiddete yer yoktur. Herhangi bir gelişimin koşulları onaylatmalarla ya da benimsetmelerle değil bilinçlendirmelerle sağlanır. Yepyeni doğrular yepyeni bilinçlenmelerin ürünüdür, bu doğrular ortaya çıktıkları anda yeni bilinçlenmelere yol açarlar. Şiddet çok zaman doğrular adına değil de saplantılar adına kullanılır. Şiddeti besleyen en büyük kaynak önyargılar kaynağıdır. Bilinçsiz insanın önyargıları yani düşünsel saplantıları vardır, o bu önyargıları tartışmadan, irdelemeden, araştırmadan benimsemiştir. İnsanlar sindiremedikleri fikirleri iğreti taşırlar, onları gerektiğinde önyargılar olarak kötüye kullanırlar ve olmadık bir zamanda da kaldırır atarlar. Bilinçsiz kişinin neye niçin nasıl inandığı belli değildir, çünkü onun kafasındaki bilgiler iğretidir ya da uydurmadır. Ancak bilincin etkin yapıcı ve yaratıcı gücüne inanan insan gelişimi sağlayabilir. Bize yaşamın özünü gösteren, yaşamın ne olup olmadığını bildiren, yaşamın gerçek anlamlarını araştıran ve öğreten felsefe ilerlemenin baş etkeni olduğu gibi şiddetin de baş düşmanıdır. Her türlü şiddete dur diyebilmek için felsefeyi etkin kılabilmek gerekir. Gerçek bilinç şiddet üretmeyen ve şiddete her durumda sonuna kadar karşı duran bilinçtir.

İnsanın kendi üzerindeki gerçek zaferi kendini iyi tanımasıyla gerçekleşecektir. İnsanoğlu doğanın ya da evrenin bir sınırı var mı yok mu, evrenin bir başlangıcı oldu mu olmadı mı, tek bir doğa yasası mı vardır yoksa doğa yasaları mı vardır, bu soruları belki yüzyıllarca yanıtlayamayacak. Ama onun kendi bilincine, kendi bütünsel bilincine varmakta gecikmeyeceğini söylemek belki yanlış olmayacaktır. Doğayı tanımak bizim çabamızla olduğu kadar doğanın gizlerindeki özelliklerle belirgindir. İnsanın kendini tanıması kendi üzerindeki yoğun ve dikkatli çabasının bir sonucu olacaktır. Bunun için felsefi düzeyde bütün bir insanlık geçmişinin yoğun bilgisinden başka bir şeye gereksinmemiz yoktur. İnsan kendini bildikçe, kendini öğrenmeye doğru gittikçe şiddetten uzaklaşacaktır, şiddetin bugüne kadar kullanılmış yöntemlerin en kötüsü olduğunu görecektir. İnsanlığın çok uzun tarihi şiddetin tarihidir. İnsanlığın bundan sonraki tarihi tartışarak yaratmanın tarihi olmalıdır.

Afşar TİMUÇİN (Felsefe Bir Sevinçtir)

İsmail & Mücahit IŞIK “Bir nefeste Anadolu” albümü (online dinle)

Anadolu toprakları, binlerce yıl değişik medeniyet ve kültürü üzerinde barındırmış birçok açıdan dünyanın  önemli bir coğrafyasında yer almakta. Doğu ve batı arasında herdaim bir geçiş güzergahı olduğu için  kültürel anlamda çeşitliliğe, sosyal yaşamda hareketliliğe sebep oldu.   Bu topraklarda daha önce yaşayanlar, doğal ve sosyal olaylar karşısında ürettikleri nice güzel ezgiyi geriye bırakıp gittiler. İşte bu  eserlerin bazılarını  İsmail & Mücahit IŞIK  ana yapısını bozmaksızın  çağımızın beğenilerine hitap edecek şekilde yorumlamış her ortamda sıkılmadan dinlenebilecek “Bir nefeste Anadolu” adındaki bu albümü ortaya çıkarmışlar. *

AKP, TRT’yi Tarikat televizyonuna çevirdi

Usta yönetmen Halit Refiğ, önceki akşam Kanal D’de yayınlanan “Aşk-ı Memnu” ile ve 1975’te kendi yönetmenliğinde çekilen ve TRT’nin yeniden ekrana sürdüğü “Aşk-ı Memnu”yu değerlendirdi. Refiğ, “TRT, benim çektiğim dizideki öpüşme sahnelerini keserek yayınladı. Bu yobazlıktır, kültür düşmanlığıdır. Kanal D’deki “Aşk-ı Memnu”yu izleyince, gençlerin özgür çalışması içimi rahatladı” dedi. Nebahat Çehre ve Selçuk Yöntem’in başrol oynadıkları dizi, perşembe gününün birincisi oldu. 1975 yılında ilk kez Halit Refiğ’in yönetmenliğinde çekilen “Aşk-ı Memnu” TRT’de gösterildiğinde de büyük ilgi görmüştü… TRT’nin yıllar sonra yeniden diziyi kısaltarak, üç bölüm halinde ekrana getirmesi, dizinin yönetmeni Halit Refiğ’i üzdü. Kanal D’nin günümüze uyarlanmış haliyle ekranan getirdiği “Aşk-ı Memnu” ile TRT’nin kısaltarak yayınladığı “Aşk-ı Memnu”yu değerlendiren Refiğ, “Kanal D’de yayınlanan diziyi tabii ki izledim. Ben gençlerin yaptıklarını anlamaya çalışıyorum. Ve saygı duyuyorum” dedi. Beni asıl sinirlendiren TRT’nin yaptığı kültür ayıbıdır” dedi.

Türkiye’nin Utanç Gecesi, 6-7 Eylül Olayları belgeseli

6 Eylül 1955’te saat 13.00’de devlet radyosu Yunanistan’ın Selanik kentinde Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığı haberini duyur. Bunun üzerine İstanbul Ekspres gazetesi öğlen baskısında olayı “Atamızın Evi Bomba ile Hasara uğradı” başlığıyla manşetten atar. “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”nin çağrısı doğrultusunda öğleden sonra ilk önce milliyetçi öğrenci birlikleri toplanmaya başlar ve daha sonra çevre illerden de gelenlerle beraber sayısı 100.000’i bulan bir kitle Beyoğlu İstiklal Caddesinde bir araya gelerek Rumlara ait dükkanları tahrip ve talan başlar. 6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren olaylar sonrasında (aralarında iki Ortodoks papaz da olmak üzere) 13 ile 16 arası Rum ve en az bir Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmıştır. Fiziksel zarar, 4.348 Ruma ait işyeri, 110 otel, 27 eczane, 23 okul, 21 fabrika ve 73 kilise ve mezarlıklar ile 1000’in üzerinde Rumlara ait evin tahrip edilmesi ya da yakılması şeklinde ortaya çıkmıştır.

Metin Kaygalak şiirleri: “Mahcubum!/ nasıl bir aczin içinde kaldığımı gör!/ ve anla! ma..”

geldim işte kovgun ve ürkek. seni suya saydığım o toz harfin serinliği de yok.. gideceğin ummanı da ben içtim de geldim uzak bir ihtimalle yine de kapına hiç yüz çevirmedin.. . çocuk aklım.. ikna yüzüm.. beni yaban edecek sözü nerden buldum da seni ne çok hırpaladım mahcubum! nasıl bir aczin içinde kaldığımı gör! ve anla!ma.. hasarlı bir tebessümle gelsem de fayda yok,sarsak bir cefayla dolaştığım bu veda gününde. sonunda senin de anladığın bir şey oldu, ham bir ağızla kaldığımı görmek..

Coca Cola ve Pepsi’nin şekeri çıktı

Coca Cola ve Pepsi’nin ‘zero (sıfır) şeker’ iddiasının yalan olduğu ortaya çıktı. Şeker-İş Sendikası’nın başvurusu üzerine Coca Cola ve Pepsi’nin reklamlarını incelemeye alan Reklam Kurulu, iki firmaya ‘halkı aldatıcı ve yanıltıcı nitelikte reklam yaptıkları’ gerekçesiyle 60’ar bin YTL para cezası kesti. Coca Cola ve Pepsi, yeni çıkarttıkları light kolaları ‘zero şeker’ sloganıyla piyasaya sürmüş; Şeker-İş, Pankobirlik ve Kayseri Şeker Fabrikası, bu ürünlerin de şeker içerdiği gerekçesiyle iki firmayı Reklam Kurulu’na şikayet etmişti.

Deniz Feneri ilişkilerini “hayra” yorma(k)

Alman Polisi, YİMPAŞ’tan sonra Almanya’da topladıkları paraları hortumlayan Deniz Feneri adlı yardım derneğini de çökertti. Yöneticilerini kelepçeleyip mahkemeye çıkarırken dernek üyeleri ülkemizde iyilik meleği gibi geziyor. Frankfurt Eyalet Yüksek Bölgesel Mahkemesi’nde devam Deniz Feneri davasında dernek muhasebecisi Firdevsi Ermiş’in ifadeleri derneğin Türkiye’deki ilişkisini de ortaya çıkardı.  Muhasebe sorumlusu Firdevsi Ermiş mahkemede şöyle diyor: Beyaz Holding ile Almanya’da kurulan Weiss GmbH arasında para transferleri yapıldığını, Zahid Akman ve diğer 5 ortağa ayda 32’şer bin Euro ödendiğini, ayrıca bizzat Akman’a elden ’büyük miktarlarda paralar verildiğini’ söyledi. Yargıcın sorularını cevaplayan Ermiş, Deniz Feneri ve bağışlardan elde edilen gelirlerle kurulan şirketlerin muhasebesini tuttuğunu belirterek, “Bir resmi muhasebe, bir de gayri resmi muhasebe tutuluyordu. Gayri resmi muhasebe için Mehmet Gürhan’dan talimat alıyor, onun direktiflerinde çalışıyordum” diyen akman bir süre önce bütün görevlerinden resmi olarak ayrıldı. Ancak sadece resmiyette ayrıldı, gayri resmi olarak ortak olmaya devam ediyor. Euro 7 ve Atlas şirketleri için bu beş kişiye 32’şer bin Euro’luk ödeme yapılıyordu. Büyük miktarlarda bazı paralar da bizzat Zahid Akman’a elden teslim edildi” dedi.

100 bin YTL harcama yapılarak “Ortaya değerli bir eser çıkarıldı” ama sonra…

Tarih 26 Mart 2008. 75. Yıl Mahallesi Muhtarlığı, Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin de desteğiyle mahallenin sağlık ocağı ihtiyacı için parka 150 metrekarelik bir bina yaptırıyor. Binanın bitirilmesiyle birlikte görkemli bir devir teslim töreni düzenlenmekte. Gaziosmanpaşa 75. Yıl Mahallesi’nde büyük bir coşku var. Programda  Onur Akın, Kıvırcık Ali, Pınar Sağ, Ankaralı Yasemin, Hasan Yılmaz’ın da bulunduğu 28 sanatçı  şarkılarla mahallelinin sağlık ocağı coşkusunu doruğa çıkarıyor. Muhtarlığın da bulunduğu Cumhuriyet Parkı’ndaki sahnenin çevresini dolduran binlerce mahalleli yapımı tamamlanan parktaki sağlık ocağını yapılışını kutluyor. Muhtar Sedat Çetintaş, mahalleye yeni bir sağlık ocağı kazandırmanın mutluluğunu yaşıyor.

Sanat nedir? ne işe yarar?

Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir olgudur. İnsanlığın geçirdiği evrimler yaşama biçimlerini, yaşama bakışlarını, sanat biçimlerini ve sanata bakışlarını değiştirmiş, her dönemde ve her toplumda, sanat farklı görünümlerde ortaya çıkmış,  varlığını sürdürmüştür. Bugün sanatın “duygusal ve düşünsel etkileme gücü”ne sahip oluşu daha belirleyicidir. Bu anlayışa en uygun tanımı yapan Thomas Munro’ya göre; “sanat doyurucu estetik yaşantılar oluşturmak amacıyla dürtüler yaratma becerisidir.” Sanat, güzel ile uğraşır. Ancak güzel göreceli bir kavramdır. Kendi içinde tutarlı bir bütünlüğü taşıyan şey çirkin, acı verici, iğrendirici bile olsa estetik açıdan “güzel”dir.

1100 Ahşap kazığın üzerinde devasa bir yapı, Haydarpaşa Garı 100 yaşında

Osmanlı Padişahı Abdülhamit tarafından 1906 yılında yaptırılmaya başlanan ve iki yıl gibi kısa bir zamanda hizmete açılan Haydarpaşa, adını da III. Selim’in paşalarından olan ve tahmin edeceğiniz gibi Haydar Paşa’dan alır. Abdülhamit’e pek de şans getirmeyen Haydarpaşa Garı, hizmete girdiği yıl padişah tahttan indirilmiştir. Temeline Alman ve İtalyan ustaların Lefke’den gelen ilk taşı koymasından itibaren geçen tam 10 yıl boyunca, İstanbul’un başına gelenlerden bu anıtsal gar binası da payını alır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında gar deposunda bulunan cephaneliğe yapılan sabotaj sonucu binanın büyük bir bölümü zarar görür ve onarım sonucunda da bugünkü haline gelir.

Cafran Axpik ve Göl’den yeni fotoğraflar

Cafran Axpik ve Göl’den Ağustos ayında  çektiğimiz fotoğrafları  site albümüne yükledik GÖRMEK İÇİN TIKLAYINIZ