Popüler bilim dergisi Focus’a, en çok sorulan 25 soru ve cevabı

Dünyanın popüler bilim dergilerinden İngiliz BBC Focus, yıllardır insanların en çok merak ettiği sorulara, konunun uzmanlarına ve son yapılan araştırmalara danışarak cevap veriyor.  Solaklar daha mı zeki?, Neden tek yumurta ikizlerinin parmak izleri birbirini tutmuyor?, Çay içmek gerçekten harareti alır mı?, Üzüm mü, şarap mı daha faydalı mı?, Evrenin en soğuk yeri nerede?, Mikroplara da mikrop bulaşır mı?, Neden ateşimiz çıktığında üşürüz? gibi en çok sorulan 25 soruya verelen cevapları aşağıdan okuyabilirsiniz.

Memleketin Birinde: La Fontaine ‘in Yazamadığı Masal – Aziz Nesin

Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bitürlü atlatamayınca padişaha varıp, -Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. Eşeği kabul buyuran padişah, -Ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince, eşek de dilediğini bildirmiş. Padişah, canı burnuna gelip kükremiş: -İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin?.. Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle, ne halt ettin? O zaman eşek keyfinden sırıtarak, -Aman padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulun olmasaydı, sen hiç taht üzerinde oturabilir, saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına. Bizim gibi eşekler sayesinde, sen de böyle saltanat sürüyorsun.*

John Berger’dan Seçme Yazılar: Yiyenler ve Yenenler

Sıklıkla ve yaygın olarak görece yeni bir olguymuş gibi tartışılan “tüketim toplumu” en azından yüz yıl önce başlamış olan ekonomik ve teknolojik süreçlerin mantıksal sonucudur. Tüketicilik on dokuzuncu yüzyıl burjuva kültüründe içkindir. Tüketmek, ekonomik bir gereksinmenin yanı sıra kültürel bir gereksinmeyi de doyurur. Bu gereksinmelerin doğası, tüketmenin şu en dolaysız ve en basit biçimine baktığımızda daha açık ortaya çıkar: yemek. Burjuva, yiyeceğine nasıl yaklaşıyor? Eğer bu özgül yaklaşımı yalıtıp tanımlayabilirsek, onu daha az belirgin olduğu zamanlarda da fark edebiliriz.

Sezua’nın İyi İnsanı Üzerine – Bertolt Brecht| Bir Öykü Parçası

Kıtlığın artması ve tüm canlı yaratıkların feryatlarının duyulmaya başlamasıyla birlikte tanrılar giderek endişeye düştüler. O kadar çok yakınma vardı ki, yoklukların had safhada olduğu bir yerde tanrı korkusundan eser kalmayabilirdi. Ve dediler ki: “Yaratması bunca çabaya mal olan dünyayı degiştirmemiz mi gerekiyor, bunun sonu bir karmaşadır. Bu yüzden, eğer kıtlık zamanlarında inancına sadık kalan ve yoksulluğa rağmen bizim emirlerimizi yerine getiren insanlar bulabilirsek o zaman dünya olduğu gibi kalacak ve dünya üstünde hiçbir düzensizlik olmayacaktır.”

Özgürlük Ve Eylem – Franz Kafka “Belki bir şeylere sahipsin, ama kendi varlığın yok”

Her insan kendine özgüdür ve kendine özgülüğünden ötürü yaşamda bir rol oynamak gücüyle donatılmıştır; yeter ki, kendine özgülüğünden tat alsın. Benim kendi deneyimlerime göre gerek okulda, gerek evde kendine özgülük silinip atılmaya uğraşılıyordu. Bu yoldan eğitimde kolaylık sağlanıyor, beri yandan yaşam denilen şey ben çocuk için kolaylaştırılıyordu.  Ancak, zorlamalardan doğan acıyı daha önce tadıyordum ister istemez. Çünkü akşamleyin heyecanlı bir anlatıyı okumaya dalmışken, kendisinden başkası için geçerlik taşımayan birtakım nedenler öne sürülerek okumasına ara vermesi ve yatmaya gitmesi gerektiği bir oğlanın kafasına asla sokulamaz.

CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal çekişmesi mi var?

“Baykal küskünleri” gözünde Baykal’a alternatif isimlerden biri haline gelmiş ve bu olasılık geçtiğimiz yerel seçimler öncesinde açıkça ifade edilir olmuştu. Uzun yıllardır CHP’yi yöneten ve “hizipçilik” gibi suçlamalar nedeniyle CHP içerisinde pek çok muhalifinin olduğu bilinen Deniz Baykal’ın, Mart 2009 yerel seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı yapmaktaki amacının, kendisini ekarte ederek genel başkanlık için bir alternatif haline gelmesini önlemek olduğu muhalifler tarafından çokça dile getirilmişti. Kılıçdaroğlu’nun siyasi çıkarlar için yaptığı en küçük çıkışların bile bugün bizzat Baykal tarafından “boşa düşürülüyor” olması acaba Baykal’ın Kılıçdaroğlu’nu bir rakip olarak görmesinden mi kaynaklanıyor?

Friedrich Nietzsche: “Çünkü bütün ilahlar şair sembolleri ve şair uydurmalarıdır”

Zerdüşt havarilerinden birine şöyle diyordu: “Bedeni daha iyi tanıyalı beri ruhun bence ehemmiyeti kalmadı. Ve ”ebedi” denen her şey bir sembolden ibaret.” Havari cevap verdi: “Evvelce de böyle bir şey söylemiştin. Fakat şairler çok yalan söylerler diye ilave etmiştin. Bunu neden demiştin.” Zerdüşt, “Neden diye soruyorsun” dedi. “Ben o adamlardanım ki onlara neden diye sual sorulmaz. Ben bunları henüz dün mü yaşadım. Fikirlerimin sebeplerini yaşayalı beri hayli zaman geçti. Eğer sebeplerimi de yanımda taşımam gerekseydi benim bir hafıza ambarı olmam lazım değil miydi? Fikirlerimi kendim için saklamam bile bana fazla geliyor.

“Mutluluk sadece sebzelere özgüdür” Acı çeken bilinç: William Faulkner

Amerikan Modernist yazarların babası sayılan Faulkner, rakip gördüğü Ernest Hemingway’den farklı olarak, uzun ve karmaşık anlatımları benimsedi. Genelikle bilinç akışı ve çoğul anlatı tekniklerini kullandı.  1930’larda Avrupa’daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazar oldu. İnsanin iç dünyasında olup bitenler  üzerinde çalışarak insan beynindeki düşünce akışının hızına erismeyi amaçladı. Aynı olayı birçok kişinin ağzından anlatarak gerceğin nasıl değişken olabileceğini, ve okuyucunun kendi gerceğini yaratması olgusunu vurguladı.

Michel Foucault’nun İktidar Düşüncesinin Anlaşılması

0
Mıchel Foucault

Michel Foucault’nun düşüncelerini anlamaya çalışan araştırmacılar arasında onun düşüncelerini değişik bakış açıları, bir siyasetçi, yorumcu, tarihçi, vb. ile konuşturmaktadırlar. Bu, onun araştırma tekniğinin iki farklı araştırma tekniği gibi görünmesinden kaynaklanmaktadır. Arkeolojik yöntem ve soybilim yöntemi. Bu nedenle, Michel Foucault’yu yorumlamaya yönelik çalışmalarda bazı sınıflandırmalar ve dönemlendirmeler neredeyse standart bir biçim aldı. Örneğin yöntembilimsel olarak bir arkeolojik dönem ile bir soy-bilimsel dönem arasında temel bir ayrım yapılıp, arkeolojinin yöntembilimsel olarak başarısız kaldığı veya bir noktada tıkandığı ve Foucault’nun soybilimi arkeolojinin bu başarısızlığını gidermek üzere geliştirdiği iddia ediliyor.

Elazığ’da deprem: 51 ölü, 100’e yakın yaralı var

Sabaha karşı saat 04.32’de Elazığ’da 6.0 büyüklüğünde  meydana gelen deprem sonrasında yapılan ilk belirlemelere göre  Kovancılara bağlı üç köyde hasar meydana geldi. 51 kişinin hayatını kaybettiği açıklandı.  Yaşanan  depremin ardından 32 artçı deprem daha meydana geldi. En son saat 09:47’de meydana gelen depremin şiddeti 5.5 olduğu belirlendi.

Hrant’ın Fransız Direnişçi Ağabeyi: Misak Manouchian ve kurşuna dizilmeden önce eşine yazdığı son mektup

0

21 Şubat günü Fransa’da ‘Emperyalizme Karşı Uluslararası Direniş Günü’ olarak kutlanır. Çünkü 21 Şubat 1944 günü, Paris’te, Mont Valérien’de Gestapo, yabancı işçilerden kurulu 23 kişilik bir Direnişçi Grubunu kurşuna dizmişti. Grubun şefi, 1906 Adıyaman doğumlu marangoz, şair, komünist Misak Manuşyan’dı. Manuşyan grubu, Nazi İşgaline karşı mücadelesi ve nihayet kurşuna dizilmeleri, şiirlere (Louis Aragon), şarkılara (Leo Ferré), filmlere (Frank Cassenti), romanlara konu olan ünlü ‘Kızıl Afiş’, Fransa’da yabancı işçilerin Nazizme karşı mücadelesinin enternasyonalist simgesi. Misak’ın eşi, 1913 Istanbul doğumlu Meline, eşinin öldürülmesinden otuz yıl sonra kaleme kağıda sarılıp ‘Bir Özgürlük Tutsağı:Manuşyan’ kitabını yazmış.

Ece Ayhan, “Kömürün elmasa dönüşmesi üzerine…” Zafer Yalçınpınar’la söyleşi

Ece Ayhan’ın hayatı, zihninde, çok derin bir yerde “kömürün elmasa dönüşmesinin eczası ya da kimyası olarak şiir” düşünmekle, tasarlamakla, yazmakla ve araştırmakla geçmiştir”

 “Ece Ayhan, “Ben karamsarım. Ama benim karamsarlığım akkordur” der. Bunu yaşamıyla ortaya koymuştur. Başına gelen binlerce olay, umutsuzluk,  onun inadına inat katmıştır. Olumsuzluklar onu karakter aşınmasına uğratacağına, kendisinden uzaklaştıracağına, aksine, Ece Ayhan’ın kendisiyle yanmasına neden olmuştur… Neyse o olmuştur Ece… Kendisinden, özünden,  doğrularından, şüphelerinden, kök nedenler arayışından, bildiklerinden, bulduklarından, sezdiklerinden, anlam arayışından kısacası sahiciliğinden hiç dönmemiş, aksine derinleşmiş ve sürekli olarak boyayı kazımaya çalışmıştır.”

Gazap Üzümleri, John Steinbeck “Ben hanımefendiler için yazmıyorum!”

John Steinbeck (1902-1968), 1938 yılı Şubat’ında arkadaşı Elizabeth Otis’e göçmen tarım işçilerinin durumuyla ilgili olarak, şöyle yazmıştı: “İçerlerdeki koyaklara doğru gitmek istiyorum. Oralarda beş bin aile açlıktan ölmek üzere. Hükümet bu insanlara yiyecek ve ilaç yardımı yapmaya çalışıyor. Ama bu yardımları, çıkarcı faşist gruplarla çıkarcı bankalar ve yardımı sabote etmeye çalışan, dengeli bir bütçe için kıyamet koparan büyük üreticiler aracılığıyla yapıyor. Bir çadırda yirmi kişi, çiçek nedeniyle karantinaya alınmış. Bu çadırda iki kadının önümüzdeki hafta bebek dünyaya getirmesi bekleniyor. Bu olayla, en baştan beri ilgiliyim. O nedenle gidip olup bitenleri yakından görmek istiyorum. Elimden başka bir şey gelmese bile bu katillerin tepelenmesine yardımcı olurum. Bunların nelerden korktuğunu biliyor musun? Bu insanların sağlık koşullarına uygun kamplarda yaşaması sağlanırsa örgütleneceklerini sanıyorlar. Büyük toprak sahipleriyle göbekli çiftçilerin en korktukları şey işte bu.”

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün kısa tarihi

8 Mart insanlık tarihi açısından hakların kazanılmasında nerelerden başlandığını ve bugünlere nasıl gelindiğinin hatırlanması için güzel bir gün Kadınların eşit haklara sahip olmak yolunda verdiği mücadelenin  tarihi olan 8 Mart 1857 yılında Amerika’nın New York kentinde tekstil sektöründe çalışan yüzlerce kadının düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek için grevler yapmaya başlamasıyla tarihe geçti. Başlattıkları grev sırasında çıkan yangında, fabrikadan çıkamayan 129 kadın yanarak yaşamını yitirdi.

XX. Yüzyıl Üstüne | Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – Server Tanilli

“1914 Ağustos’unda sona eren çağ, der Keynes, insanın iktisadi ilerleyişinin olağanüstü bir öyküsü oldu; liberal ve kapitalist dünya doruğuna ulaştı onunla”. Büyük iktisatçı, söz konusu ilerlemelerin bilançosunu da şöyle çıkarır: Uluslar için gönenç, bireyler için zenginlik ve rahatlık, genel bir güvenlik duygusu; bütün dünya, Avrupa’ya, toprağının üretmediği yiyecek maddelerini sağlar, en nadir tropikal ürünler sofrasındadır; ve yine bütün dünya, ancak Avrupa fabrikalarının kendisine sağlayabileceği nesnelere —ardına değin— kapılarını açar. Gönençli, açık bir dünya görünüşüdür bu: Hemen hemen tüm engeller en aza indirgenmiştir orada; insanlar, mallar ve metalar, sermaye ve fikirler serbestçe dolaşır; ve Avrupa’nın üretimi ile ticareti, insanlık tarihinde görülebilen en yüksek düzeye ulaşmıştır.

Tanıkları ve belgeleriyle bir isyanın belgeseli; Dersim ’38’

Dersim isyanı üzerine şimdiye kadar çok kez konuşuldu, yazıldı, kitaplar yayımlandı ancak yönetmenliğini Çayan Demirel’in yaptığı ‘Dersim 38 Belgeseli; Dersim katliamını yaşamış tanıkların koşuyor. 

 2006 yılında yapımı gerçekleştirelen belgeselin danışmanlığı Ali Naki GÜNDOĞDU kurgusu  Ali Haydar GÜLER, müziği ise Metin Kemal KAHRAMAN’a ait.  “38” adlı Dersim isyanını belgeselini aşağıdan izleyebilirsiniz.

Anarşizm Üzerine Notlar – Noam Chomsky | “Geniş kapsamlı her doktrine aynı kuşkuyla yaklaşmalıyız”

Gerçekten, pek çok yorumcu, anarşizmi, ütopik, biçimsiz, ilkel, ya da karmaşik bir toplumun gerçekleriyle uyuşmaz bularak bir kenara iter. Oysa, soruna farklı bir argümanla yaklaşmak ve şunu ileri sürmek de mümkün: Tarihin her aşamasında, otorite ve baskının güvenlikten, veya yaşamı idame ettirebilmekten, ya da ekonomik gelişimden kaynaklanan gereksinimler dolayısıyla belki bir donem meşruluk kazanmış, fakat bugün maddi ve kültürel yetersizliği azaltmak yerine bunu artırır hale gelmiş biçimlerini yıkıp ortadan kaldırmak zorundayız.

Anarşizme sempati duyan bir Fransız yazar, 1890’da, “Anarşizm hayli güçlü bir koruyucu zırha sahip; tıpkı bir kitabın sayfaları gibi, kendi can duşmanlarından daha da yıkıcı olanların eylemleri de dahil olmak üzere, her şeye karşın varlığını sürdürüyor” diye yazıyordu. Bugüne değin, “anarşist” olarak nitelendirilen pek çok düşünce ve eylem tarzı var oldu. Tüm bu birbiriyle çatışkılı eğilimleri genel bir teori ya da ideoloji altında bir araya getirmeye girişmek umutsuz bir çaba olur. Daniel Guérin’in Anarşizm adlı kitabında yaptığı gibi liberter düşüncenin tarihinden canlı, zaman içinde evrilen bir gelenek çıkarsak bile, o geleneğin doktrinlerini toplumun ve toplumsal değişimin özgül ve belirli bir teorisi olarak formüle etmek hiç de kolay olmaz. Guérin’in kıtabıyla paralellik gosteren bir biçimde anarşist düşüncenin anarko-sendikalizme doğru olan gelişiminin sistematik bir kavranışını sunan anarşist tarihçi Rudolph Rocker, meseleyi yerinde ifadelerle ortaya koyuyor: Anarşizm kalıcı biçimde belirlenmiş, kendi içine kapalı bir toplumsal sistemi değil, insanlığın tarihsel gelişimi içinde, dinsel ve idari kurumlarin entelektüel koruyuculuğunun yaptığının aksine, bireyin ve yaşamın toplumsal güçlerinin engellenmemiş, özgür gelişimini arzulayan belirli bir gelişim doğrultusunu  ifade eder. Özgürlüğün kendisi bile mutlak değil, geniş kesimleri birden çok yoldan etkileyen göreli bir kavramdır. Anarşist açısından, özgürlük soyut, felsefi bir kavramı değil, fakat, her bireyin doğanın kendisine bahşetmiş olduğu güç ve yeteneklerini tam olarak geliştirmesi ve bunlara toplumsal bir ifade kazandırması anlamında somut, yaşamsal bir olanağı ifade eder. İnsanın bu doğal gelişimi dinsel ya da siyasal koruyuculuktan daha az etkilendiği oranda, insanın kişiliği daha etkin ve uyumlu hale gelecek, içinde yasadığı toplumun entelektüel kültürü açısından daha gerçek bir ölçüt durumuna gelecektir.

Özgül ve ayrıntılı bir toplumsal teoriyi açık biçimde sunmayan “insanlığın tarihsel gelişimi içindeki belli bir gelişim doğrultusu”nu incelemenin ne kadar anlamlı olduğu sorulabilir. Gerçekten, pek çok yorumcu, anarşizmi, ütopik, biçimsiz, ilkel, ya da karmaşik bir toplumun gerçekleriyle uyuşmaz bularak bir kenara iter. Oysa, soruna farklı bir argümanla yaklaşmak ve şunu ileri sürmek de mümkün: Tarihin her aşamasında, otorite ve baskının güvenlikten, veya yaşamı idame ettirebilmekten, ya da ekonomik gelişimden kaynaklanan gereksinimler dolayısıyla belki bir donem meşruluk kazanmış, fakat bugün maddi ve kültürel yetersizliği azaltmak yerine bunu artırır hale gelmiş biçimlerini yıkıp ortadan kaldırmak zorundayız. Eğer bu doğruysa, bugüne ve geleceğe ilişkin sabit bir toplumsal değişim doktrini, hatta, toplumsal değisimin mutlaka kendisine yonelmek zorunda olduğu özgül ve sabit bir toplumsal amaçlar kavramı olmayacaktır. Gerçekten, insanın doğasına ya da yaşayabilirliğe sahip toplumsal biçimlere ilişkin kavrayışımız öylesine sinirli ve eksik ki, nasıl “insan doğası” ya da “üretimsel verimliliğin gerekleri” veya “modern yaşamın karmaşıklığı” yüzünden baskının ve otokratik yonetimin şu ya da bu formuna gereksinim duyulduğu savını işittiğimizde buna kuşkuyla yaklaşıyorsak, geniş kapsamlı her doktrine de aynı kuşkuyla yaklaşmalıyız.

Her şeye karşın, belli bir zaman kesiti için ve kavrayışımız bize izin verdiği ölçüde, insanlığın tarihsel gelişimi içindeki bu belirli gelişim doğrultusuna ilişkin özgül bir kavrayış geliştirmek ve içinde bulunulan anın gorevlerini değerlendirmek için ortada yeterince neden var. Rocker’a göre, “bugün üstesinden gelinmesi gereken sorun, insanlığı ekonomik sömürü, siyasal ve toplumsal kölelik belalarından kurtarma sorunudur” ve bunun yöntemi, devlet iktidarının ele geçirilmesi ve kullanılması, ya da insanı aptallaştıran parlamentarizm değil, fakat “insanlarn ekonomik yaşamını temelden ve Sosyalizm ruhuyla yeniden inşa etmektir”.

Fakat, bu görevi yerine getirebilecek olanlar yalnızca üreticilerdir; çünkü, bunlar, kendisinden yeni bir yarının doğup gelişebileceği toplumda yegane değer yaratıcı oğedirler. Bunların görevi, emeği ekonomik sömürünün kendisine vurduğu zincirlerden kurtarmak, toplumu tüm siyasal iktidar kurumlarından ve iktidar uygulamalarından ozgürleştirmek, özgür erkek ve kadın gruplarının dayanışmacı emek ve toplumsal olguların topluluğun çıkarına planlı yonetimi temeline dayanan bir ittifakına giden yola kapı aralamaktir. Kentte ve kırda emekçi yığınları bu büyük amaca hazırlamak ve ve onları militan bir guç olarak birbirlerine kenetlemek modern Anarko-sendikalizmin hedefidir ve tüm enerjisini bu amaç için harcar. [s. 108]

Rocker, bir sosyalist olarak şunu varsayar: “Işçilerin ciddi ve nihai tam kurtuluşu, ancak bir koşula bağlı olarak gerçekleşebilir: sermayenin mülksüzleştirilmesi, yani hammade ve toprak da dahil olmak üzere tüm üretim araçlarının işçilerin kendi organlarının eline geçmesi.” Ve, bir anarko-sendikalist olarak, işçi örgütlerinin devrim öncesi dönemde “yalnızca geleceğin fikirlerini değil, ayrıca o geleceğin koşullarını da” yarattıklarını, bunların geleceğin toplumsal yapısını kendilerinde cisimleştirdiklerini ileri sürüyor -ve mülksüzleştirenleri mülksüzleştirecek ve devlet aygıtını parçalayıp yıkacak bir toplumsal devrimi umutla bekliyor. “Devletsel yönetimin yerine koyacağımız şey endüstriyel örgütlenmedir” diyen Rocker, şunları söylüyor: Anarko-sendikalistler, sosyalist ekonomik düzenin kararnamelerle ve hükümet yasalarıyla değil, ancak üretimin her branşında işçilerin dayanışmayi temel alan maddi ve zihinsel işbirliği ile; yani, ureticilerin -ayrı grupların, fabrikaların ve endüstri kollarının genel ekonomik organizmanın bağımsız parçaları oldukları ve ürünlerin üretimini ve bölüşümünü karşılıklı özgür anlaşmalar temelinde sistematik olarak sürdürdükleri koşullarda- tüm fabrikalarda yonetimi kendi ellerine almalarıyla yaratılabileceğine inanırlar. [s. 94] Rocker, bu tür düşüncelerin İspanyol Devrimi sırasında çarpıcı bir biçimde yaşama geçirildiği günlerde yazıyordu. Devrimin patlak vermesinden hemen önce, anarko-sendikalist ekonomist Diego Abad de Santillan şunları yazmıştı: . . . toplumsal dönüşüm sorunuyla karşı karşıya bulunan Devrim, devleti bir araç olarak göremez; Devrim, üreticilerin örgütlerine dayanmalıdır.

Biz bu yaklaşıma bağlı kaldık ve yeni bir düzenin kurulabilmesi için örgütlü emekten daha üstün bir iktidarın varlığının gerektiği hipotezine gereksinim duymadık. Bize, özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, asalaklığın ve özel ayrıcalıkların kendisine yer bulamadığı bir ekonomik yapılanmada devletin ne tür bir işleve sahip olabileceğini gosterecek birisi olursa, ona bu yüzden teşekkür ederiz. Devletin bastırılması, ağır ilerleyen bir iş olamaz; Devrim, Devleti ortadan kaldırmalıdır. Ya Devrim toplumsal zenginliği üreticilere verir -ki bu durumda üreticiler kendilerini kolektif bölüşüm temelinde örgütlerler ve Devlete yapacak bir iş düşmez; ya da, Devrim toplumsal zenginliği üreticilere vermez -ki bu durumda Devrim koca bir yalandır ve Devlet varlığını sürdürmektedir.

Bizim federal ekonomi konseyimiz siyasal bir güç değil, ekonomik ve idari açıdan duzenleyici bir güçtür. Kendi yönelimini aşağıdan alır, bölgesel ve ulusal meclislerde alınan kararlara uygun biçimde faaliyet yürütür. Bir irtibat organından başka hiçbir şey değildir.

Engels, 1883 yılında kaleme aldığı bir mektupta, bu yaklaşımla hemfikir olmadığını şu şekilde ifade ediyordu: Anarşistler, meseleyi tersyüz ediyorlar. Proleter devrimin ise devletin siyasal örgütlenmesini yıkmakla başlaması gerektiğini ileri sürüyorlar. . . Oysa, böyle bir anda devleti yıkmak, muzaffer proleteryanın henüz ele geçirmiş olduğu kendi iktidarını uygulayabileceği, kapitalist duşmanlarını bastırabileceği, toplumun ekonomik devrimini sürdürebileceği yegane aracın yıkılması anlamına gelir ve bu aracın yokluğunda bütün zafer yeni bir yenilgiyle, işçilerin Paris Komünü sonrası olduğu gibi kitlesel biçimde boğazlanmasıyla son bulacaktır.

Buna karşılık, anarşistler -özellikle meseleyi en çarpıcı ifadelerle dile getiren Bakunin, “içinde bulunduğumuz yüzyılın yaratmış olduğu en iğrenç ve en korkunç yalan” anlamına gelecek “kızıl bürokrasi” tehlikesine karşı uyarılarda bulunuyorlardi. Anarko-sendikalist Fernand Pelloutier şunu soruyordu: “Kendisine itaat etmek zorunda olduğumuz geçiş devleti zorunlu ve kaçınılmaz olarak bir kolektif hapishane durumuna gelmek zorunda değil midir? Devletin, tüm siyasal kurumların ortadan kalktığı, yalnızca üretim ve tüketim gereksinimleriyle sınırlı özgür bir toplumsal örgütlenmenin bir unsuru olamayacağı doğru değil midir?”

Bu soruların yanıtlarını biliyormuşum gibi davranmak istemiyorum. Fakat, bu sorulara olumlu bir yanıt verilmediği sürece, solun hümanist ideallerini gerçekleştirecek gerçek bir demokratik devrim şansının pek büyük olmayacağı çok açık görünüyor. Martin Buber, sorunu net bir biçimde ortaya koyuyor: “Kuru bir odun parçasına dönuşmüş küçük bir ağaçtan yeşil yapraklar açmasını beklemek, onun doğasına aykırı bir şey olur” Bakunin, devlet iktidarının fethi ya da yıkımı sorununu, kendisini Marx’tan ayrı düşüren temel mesele olarak görüyordu. Bu sorun, bu yüzyıl boyunca, şu ya da bu biçim altında, “liberter” sosyalistlerle “otoriter” sosyalistleri birbirinden ayırır şekilde tekrar tekrar su yüzüne çıktı.

Bakunin’in kızıl bürokrasi konusundaki uyarılarına ve bunun Stalin’le cisimleşmesine karşın, bir yüzyıl öncesinin tartışmalarını yorumlarken, günümüzün toplumsal hareketlerinin savlarını kendi tarihsel kökenleri temelinde açıklamaya girişmek büyük bir hata olur. Özellikle, Bolşevizmi ‘pratik icindeki Marksizm’ olarak görmek bir yanılgıdır. Bolşevizmin Rus Devrimi’nin içinde gerçekleştiği tarihsel koşullari dikkate alan sol eleştirisi, sorunun özüne bundan çok daha yakın görünüyor. Bolşeviklere karşı olan solcu işçi hareketi, Leninistlere, Rusya’daki altüst oluşlardan proleteryanın amaçlarına tamamen uygun biçimde yararlanma konusunda yeterince ileri gitmedikleri için karşı çıktı. Leninistler, kendi koşullarının esiri durumuna geldiler ve uluslararası radikal hareketi Rusya’nın kendi özgül gereksinimlerini karşılamak icin kullandılar ve Rusya’nın gereksinimleri çok geçmeden Bolşevik Parti-Devletinin gereksinimleriyle aynı anlama gelmeye başladı. Rus Devrimi’nin ‘burjuva’ görünümleri şimdi Bolşevizmin kendi içinde gözlenmeye başladı: Leninizm, artık kendisinden sadece taktik meselelerde ayrıldığı uluslararasi sosyal demokrasinin bir parçası durumundaydı.

Eğer anarşist gelenek içinde tek bir öncü fikir aranırsa, bu fikrin, Paris Komünü üzerine yazarken kendisini aşağıdaki ifadelerle tanımlayan Bakunin’in ifadelerinde bulunacağına inanıyorum: Ben, insanın akıl, onur ve mutluluğunun serpilip gelişebileceği biricik koşul olarak gördüğüm özgürlüğün fanatik bir tutkunuyum; bu, devletin bahşettiği, ölçtüğü ve duzenlediği biçimsel özgürlük değildir; bazılarının diğerlerinin köleliğine dayalı ayrıcalıklarından başka hiçbir şeyi temsil etmeyen ebedi bir yalan değil; J. J. Rousseau Okulu’nun ve herkesin hakkına sınırlamalar getiren Devletin -ki bu kaçınlmaz olarak her bir hakkın sıfıra indirilmesine yol açmaktadır- insanlara bahşettiği sözde hakları özgürlük olarak kabul eden burjuva liberalizminin diğer okullarının göklere çıkardığı bireyci, egoist, sefil, kurmaca özgürlük değildir. Hayır, ben sadece özgürlük sözcüğüyle nitelenmeyi hak eden özgürlüğü kast ediyorum; her bireyde sakli bulunan tum maddi, zihinsel ve moral güçlerin tam gelişimini içeren özgürlük; kendi bireysel doğamızın yasalarının belirlediği kısıtlamalar dışında -yani, bizim yanımızda veya üstümüzde duran dışsal bir yasa koyucu tarafından dayatılmadıkları, kendi doğamızda içkin oldukları, kendi maddi, zihinsel ve moral benliğimizin temelini oluşturdukları için aslında kısıtlama olarak görülmemesi gereken ve gerçekte özgürlüğümüzün gerçek ve dolaysız koşullarını oluşturan kısıtlamalar- hiçbir kısıtlama tanımayan özgürlük.

Bu fikirler, Aydınlanma’dan doğmuşlardır; bunların kökleri, Rousseau’nun Eşitsizlik Üzerine Söylev, adlı eserinde, Humboldt’un Devletin Eyleminin Sınırları başlıklı kitabında ve Fransız Devrimi’ni savunurken özgürlüğün olgunluğa ulaşıldığında bahsedilen bir armağan değil, olgunlaşmanın önkoşulu olduğunu ileri süren Kant’ın bu ısrarcılığında yatıyor. Endüstriyel kapitalizmin, önceden kestirilmemiş bu yeni adaletsiz sistemin gelişmesiyle birlikte, Aydınlanma’nın radikal hümanist mesajının ve yolundan saptırılarak ortaya çıkan toplumsal düzenin destekçisi bir ideoloji haline dönüştürülen klasik liberal ideallerin koruyuculuğu ve geliştirilmesi, liberter sosyalizm tarafindan üstlenilmiştir. Gerçekte, kapitalist toplumsal ilişkilerin kabul edilmezliği tezi, klasik liberalizmin devletin toplumsal yaşama müdahalesine karşı çıkmasına yol açmış olan gerekçelere de dayanır. Bu, örneğin, Mill’in öncülü ve belki de esin kaynağı olan Humboldt’un Devletin Eyleminin Sınırları adlı klasik eserinde çok açıktır. 1792’de nihai sınırına ulaşmış olan bu klasik liberal düşünce, özunde, her ne kadar embriyon halinde olsa da, büyük olçüde anti-kapitalist bir niteliğe sahiptir. Onun ortaya koyduğu fikirlerin, tanınamayacak olçüde değistirilerek endüstriyel kapitalizmin bir ideolojisi haline dönüştürülmüş olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

Humboldt’un içinde toplumsal engellerin yerlerini toplumsal sözleşmelere bıraktığı ve emeğin bireyin tercihine bağlı olarak özgürce gerçekleştirildiği bir toplum öngörüsü, emeğin yabancılaşması olgusunu tartışan genç dönem Marx’ın düşüncelerini anımsatır; “işçi, yaptığı işi kendi doğasının bir parçası değil fakat dışsal bir olgu olarak görmeye başlayarak kendi emeğine yabancılaşır. . . [böylece] emek sürecinde kendisini gerçekleştirmez, fakat kendi kendini yadsımıs olur. . . fiziksel tükenmişliğe ve zihinsel gerilemeye uğrar”; yabancılaşmıs emek, “işçilerin bir kısmını barbarca bir emek sürecine geri götürürken, diğerlerini birer makine haline getirir”, böylece, insanı “kendisini diğer canlılardan ayırt eden özgur bilince dayalı faaliyet” yeteneğinden ve “üretken yaşam”dan yoksunlaştırır. Benzer şekilde, Marx, “kendi kardeşlerine gereksinim duyan yeni tipte bir insan”ın varlığını ve işçilerin birliğinin “gelecekteki insan ilişkilerinin toplumsal dokusunu yaratacak gerçek yapıcı çaba” niteliğine bürünüşünü gözlemler. Klasik liberter düşünce, insanın özgürlüğe, farklılaşmaya, özgür birlikler kurmaya duyduğu gereksinime ilişkin daha derin bir kavrayışın sonucu olarak, devletin toplumsal yaşama müdahalesine karşıdır. Aynı kavrayışlar temelinde, kapitalist üretim ilişkileri, ücretli emek, rekabet, “mülkiyetçi bireycilik” ideolojisi esas itibarıyla insanlık-karşıtı [antihuman] olarak görülmelidir. Bu bağlamda, liberter sosyalizmi, Aydınlanma’nın liberal ideallerinin mirasçısı olarak görmek yanlış olmaz.

Rudolf Rocker, modern anarşizmi, “Fransız devrimi sırasında ve sonrasında Avrupa’nın entelektüel yaşamında Sosyalizm ve Liberalizm gibi karakteristik ifadeler kazanmış olan iki büyük akımın kesişmesi” olarak tanımlıyor. Rocker, klasik liberal ideallerin kapitalist ekonomik biçimlerin gerçeklerine çarpıp parçalandığını söylüyor. Rocker’a göre, anarşizm, “insanın insanı sömürmesi”ne karşı çıktığı için, zorunlu olarak anti-kapitalisttir. Fakat, anarşizm, “insanın insan uzerindeki egemenliği”ne de karşı çıkar: “Anarşizm, sosyalizmin ya özgür olacağını, ya da asla var olmayacağını ileri sürer. Anarşizmin varlık nedeni, bu anlayış içinde gerçek ve derin bir haklılık kazanır.” Bu açıdan bakıldığında, anarşizm, sosyalizmin özgürlükçü kanadı olarak görülebilir. Daniel Guérin, Anarşizm adlı eserinde ve kaleme aldığı diğer çalışmalarında, anarşizmi böyle bir yaklaşımdan hareket ederek irdelemiştir. Guérin, “her anarşist sosyalisttir, fakat her sosyalistin mutlaka anarşist oldugu söylenemez” diyen Adolph Fischer’in sozlerini alıntı olarak aktarır. Benzer şekilde, Bakunin, öngördüğü uluslararası devrimci kardeşlik için bir program olarak kaleme aldığı “Anarşist Manifesto”da, her üyenin her şeyden önce bir sosyalist olması gerektiği ilkesini geliştirmiştir.

Tutarlı bir anarşist, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete, bu sistemin ayrılmaz bir öğesi olan ve emeğin üreticinin kendi kontrolü altında özgürce gerçekleştirilmesi gerektiği ilkesiyle bağdaşmayan ücret koleliğine karşı çıkmak zorundadır. Marx’ın belirtmiş olduğu gibi, sosyalistler, içinde emeğin “yalnızca geçim aracı değil, fakat ayrıca yaşamın en yüksek değeri haline geleceği” bir toplumu arzularlar; işçi kendi itkileri değil, dişsal bir otorite ya da gereksinim tarafindan yönlendirildiği sürece, bu olanaksızdır: “Ücretli emeğin aldığı biçimlerden hiçbiri, diğerlerinden daha az tiksindirici olsa bile, ücretli emek sefaletinin kendisini ortadan kaldıramaz.” Tutarli bir anarşist, yalnızca yabancılaşmış emeğe değil, fakat ayrıca, emeğin insanı aptallaştıran uzmanlaşmasına da karşı çıkmak zorundadır; söz konusu uzmanlaşma, üretimi geliştiren araçlar işçiyi salt bir insan parçasi haline getirerek kötürüm bıraktığı, onu makinenin basit bir uzantısı durumuna düşürdüğü, emeğini onun esas anlamını yıkıma uğratan bir biçimde kendisi için eziyet haline getirdiği, bilimin bağımsız bir güç olarak üretim sürecine katıldığı oranda onu emek sürecinin zihinsel süreçlerine yabancılaştırdığı. . . koşullarda yaşanır.

Marx, bu durumu [emeğin uzmanlaşmasını -ç.n.], sanayileşmenin kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği bir olgu olarak değil, fakat, kapitalist üretim ilişkilerinin bir özelliği olarak görmuştür. Geleceğin toplumu, “bütünüyle gelişmiş, çeşitli emek süreçlerine uyum sağlayabilen, farklı toplumsal işlevlerin … kendi doğal güçlerine geniş bir hareket alanı kazandırdığı bir bireyi, bugünün bir ayrıntı … salt bir insan parçası durumuna indirgenmiş işçisinin yerine geçirme” hedefi uzerinde yoğunlaşmalıdır. Bunun önkoşulu, sermaye ve ücretli emeğin birer toplumsal kategori olarak ortadan kaldırılmasıdır (‘işçi devleti’nin endüstriyel ordularının ya da kapitalizmin büründüğü modern totaliteryanizm biçimlerinin de bunlara dahil olduğunu belirtmek gereksiz). Insanın makinenin basit bir uzantısı, özel bir üretim aleti durumuna indirgenmesi, ilkesel düzeyde, teknolojinin uygun gelişimi ve kullanımıyla belki aşılabilir; fakat, bu, insanı kendi amaçlarına hizmet eden bir alet durumuna getirenlerin – Humboldt’un ifadesiyle söylersek, onun kendi bireysel amaçlarını hor görenlerin – üretimi otokratik olarak kontrol ettikleri koşullarında gerçekleşmez.

Anarko-sendikalistler, kapitalizm koşullarında bile, militanca bir mücadele verecek ve üretimin demokratik bir temelde örgütlendirilmesi işinin sorumluluğunu kendi üzerine almaya hazırlanacak olan “özgür üreticilerin özgür birlikleri”ni yaratmaya çalışmışlardır. Bu birlikler, “anarşizmin pratik okulu” işlevi göreceklerdir. Eger, üretim araçlarının özel mülkiyeti Proudhon’un sık sık alıntılanan ifadesinde söylendiği gibi salt bir ‘hırsızlık’ – yani ‘zayıf olanın güçlü olan tarafindan sömürülmesi’ – ise, üretimin bir devlet bürokrasisi tarafindan kontrolü, o devlet bürokrasisi ne kadar iyi niyetli olursa olsun, kol emeği ve zihinsel emeğin en yüksek değer haline gelebileceği koşulları yaratmaz. Şu halde, bunların her ikisi birden ortadan kalkmalıdır.

Anarşist, üretim araçları üzerindeki özel ya da bürokratik kontrole saldırırken, “tarihin üçüncü ve son kurtuluş aşaması”nı gercekleştirmek icin mucadele edenlerin safında yer alır -birinci aşama, kölelerin serf durumuna, ikinci aşama ise serflerin ucretliler durumuna gelmesini sağlamıştır, ücüncü aşama, proleteryanın, kurtuluşun nihai eylemini gercekleştirerek ekonominin kontrolünü üreticilerin özgur ve gönüllü birliklerinin eline teslim etmek üzere ortadan kaybolacağı aşama olacaktır (Fourier, 1848). Yine 1848 yilinda, de Tocqueville, ‘uygarlık’ önündeki yakın tehlikeye değiniyordu:

Mülkiyet hakkı, diğer pek çok hakkın kökeni ve temeli olduğu sürece, kolayca savunulabiliyordu -ya da, pek saldırıya uğramıyordu; o zamanlar toplumun kalesi durumundaydı ve tüm diğer haklar onun dış istihkamı gibi görünüyorlardı. Saldırı altında kalmak gibi bir sıkıntı çekmiyordu, çünkü, gerçekten de kendisine yönelik ciddi bir saldırı söz konusu değildi. Fakat, mülkiyet hakkının, aristokratik dünyanın yıkıma uğratılmamış son kalıntısı olarak göründüğü ve eşitlikçi kılınmış bir toplumda yegane ayrıcalık olarak tek başına durduğu bugün, mesele bir hayli farklı görünüyor. Henüz sessiz ve sakin olduklarını itiraf etmekle birlikte, çalışan sınıfların yüreğinde neler olup bittiğini dikkate almanızı öneririm. Yerinde sözcuklerle söylemek gerekirse, onların siyasal arzular açısından geçmişte olduğundan daha az ateşli oldukları doğru; ama, onların siyasal olmanın çok uzağındaki bu tutkularının toplumsal bir niteliğe bürünmüş olduğunu görmüyor musunuz? Yalnızca şu ya da bu yasanın, veya şu ya da bu bakanın ya da hükümetin değiştirilmesini değil, toplumun temellerinin parçalanmasını amaçlayan düşüncelerin bunlar arasında azar azar yayıldığını görmüyor musunuz?

Parisli işçiler, 19871’de bu sessizliği bozdular ve mülkiyeti, tüm uygarlığın temelini yıkmaya giriştiler! Evet, baylar, Komün, pek çok insanın emeğini bir avuç insanın zenginliği haline getiren sınıf mülkiyetini ortadan kaldırmaya niyetlenmiştir. Mülksüzlestirenleri mülksüzleştirmeyi amaçlamıştır. Bugün emeği köleleştirmenin ve sömürmenin başta gelen aracı olan üretim araçlarını, toprağı ve sermayeyi özgür ve birleşmiş emeğin birer aletine dönüştürerek, bireysel mülkiyeti tarihe gömmek istemiştir.

Komün, umulabileceği gibi kana bulandı. Versailles hükümeti askerleri Paris’i halkın elinden geri aldığı zaman, Parisli isçilerin “toplumun temelleri”ne yönelik saldırılarıyla yıkmak istedikleri ‘uygarlığın’ gerçek niteliği bir kez daha gözle görülür hale geldi. Marx’ın acı ama gerçeği çarpıcı biçimde dile getiren ifadelerle yazdığı gibi: Burjuva düzenin uygarlığı ve adaleti, bu düzenin köleleri ve esirleri efendilerine baş kaldırdikları zaman, o tüyler urpertici ışığı içinde açıkça gözlenir hale geliyor. O zaman, bu uygarlik ve adalet, üstü örtülmemiş bir barbarlik ve yasa tanımaz bir kin olarak ortaya çıkıyor. . . Askerlerin tiksindirici bir vahşetle giriştikleri eylemler, paralı askerleri oldukları o uygarlığın gerçek doğasını yansıtıyor. . . Savaşın ardından girişilen topyekün katliamı büyük bir hoşnutlukla izleyen tüm dünya burjuvazisi, enkaz yığını haline gelmiş binalar karşısında dehşete düşüyor. [Ibid, s. 74, 77]

Komün’un şiddete başvurularak yıkılmasına karşın, Bakunin, Paris’in yeni bir çağı başlattığını yazar: “Halk yığınlarının kesin ve tam kurtuluşu, onların devlet sınırlarına rağmen. . . uluslararası nitelik kazanacak gelecekteki gerçek dayanışması, insanlığın bir sonraki devrimi, Paris’in yeniden ortaya çıkışı olacaktır”. Dünya, hala Bakunin’in sözünü ettiği bu devrimi bekliyor.

Şu halde, tutarlı bir anarşist, sosyalist, ama belli türden bir sosyalist olmak zorundadır. Tutarlı anarşist, yalnızca yabancılaşmış ve uzmanlaşmış emeğe karşı çıkmakla ve umutla işçi organlarının sermayeyi mülksüzlestireceği günü beklemekle yetinmeyecek, fakat, bunun yanısıra, proleterya adına hareket eden bir seçkinler grubunun varlığına da karşı çıkacaktır. Kısacası, tutarlı anarşist, üretimin Devlet tarafindan yapılandırılmasına karşı çıkar. Bunun anlami, üretimde yönetimin Devlet görevlilerinin, menejerlerin, bilim adamlarının, işletmelerde işletme yöneticilerinin elinde olduğu Devlet-sosyalizmidir. . . İşçi sınıfının amacı, sömürüden kurtulmaktır. Bu amaca, burjuvazinin yerine kendisini koyan yeni bir yönetici sınıfla ulaşılamaz. Söz konusu hedefe, ancak işçilerin üretim üzerinde kendi yönetimlerini kurmalarıyla varılabilir.

Bu ifadeler, konseyci komünist hareketin önde gelen teorisyenlerinden olan sol Marksist Anton Pannekoek’un “Sinif Mucadelesi Üzerine Beş Tez” başlıklı çalışmasından alınmıştır. Aslında, radikal Marksizm anarşist akımlarla içiçe geçmiştir.

Daha net bir fikre ulaşmak için, “devrimci Sosyalizm”in aşağıdaki tanımlamasını irdeleyin:

Devrimci Sosyalist, bürokratik despotizmden başka hiçbir şeye yol açmayan Devlet mülkiyetini reddeder. Devletin neden endüstriyi demokratik olarak kontrol edemeyeceğini gördük. Endüstrinin demokratik olarak kontrol edilmesi, ancak isçiler tarafindan mülk edinilmesi ve onların doğrudan kendi içlerinden seçtikleri endüstriyel idari komiteler tarafindan kontrol edilmesi durumunda mümkündür. Sosyalizm, esas olarak bir endüstriyel sistem olacaktır; ve bu sistemin organlarının seçmenleri endüstriyel bir niteliğe sahip olacaktır. Böylece, toplumda toplumsal ve endüstriyel faaliyetleri yürütenler, toplumsal yönetimin yerel ve merkezi konseylerinde doğrudan temsil edileceklerdir. Bu durumda, bu delegeler, güçlerini, endüstriyel ve toplumsal faaliyeti yürüten ve topluluğun gereksinimleri konusunda doğrudan bilgi sahibi olanlardan alacaklardır. Merkezi endüstriyel idari komite toplandığı zaman, toplumsal faaliyetin her bir aşamasını temsil edecektir. Bu yüzden, kapitalist siyasal ya da coğrafi devletin yerini, Sosyalizmin endüstriyel idari komitesi almış olacaktır. Bir toplumsal sistemden diğerine geçis, toplumsal devrimi ifade edecektir. Siyasal Devlet, tarih boyunca, egemen sınıfların hükümeti olmustur; Sosyalist Cumhuriyet ise, tüm toplum adına endüstriyi yönetenlerin hükümeti olacaktır. Bunlardan birincisi ezici çoğunluğun ekonomik ve siyasal bağımlılığı anlamına gelmişken, ikincisi, herkesin ekonomik özgürlüğünü ifade edecektir -dolayısıyla, bu, gerçek demokrasi olacaktır.

Bu programatik ifadeler, William Paul’un 1917 yılı başlarında -Lenin’in belki de en liberter eseri olan Devlet ve Devrim adlı çalışmasından (bkz. 9. dipnot) hemen önce- kaleme almış olduğu Devlet, Kökenleri Ve Işlevleri (The State, its Origins and Functions) başlıklı kitabında geçer. W. Paul, Marxist-De Leonist Socialist Labor Party’nin bir üyesiydi ve daha sonraları İngiliz Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer alacaktı. W. Paul’un devlet sosyalizmine yönelik eleştirileri, devlet mülkiyeti ve yönetimi bürokratik despotizme yol açacağı için, toplumsal devrimin, doğrudan işçi kontrolu temelinde toplumun endüstriyel örgütlenmesini bunun yerine geçirmesi gerektiğini ileri süren anarşistlerin liberter doktrini ile benzerlik gösteriyor. Bunun dışında buna benzer daha pek çok ifade aktarmak mümkün.

Bundan çok daha önemli olan şey şu ki, bu fikirler kendiliğinden devrimci eylem içinde hayata geçirildiler -örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve İtalya’da, 1936 yılında İspanya’da (yalnızca kırsal kesimde değil, fakat ayrıca Barselona’da endüstri alanında). Konsey komünizminin bir biçiminin, endüstriyel bir toplumda devrimci sosyalizmin alacağı doğal biçim olduğu ileri sürülebilir. Bu, endüstriyel sistem otokratik bir seçkinler grubu tarafindan kontrol edildiği sürece (bunun mülk sahipleri, menejerler ve teknokratlar ya da bir ‘öncü parti’ veya devlet bürokrasisi olması bir şey değiştirmez) demokrasinin muazzam biçimde sınırlandırılmış olacağı fikrinin sezgisel düzeydeki bir kavranışını ifade eder. Otoriter kontrolun söz konusu olduğu koşullarda, Marx, Bakunin ve tüm gerçek devrimciler tarafindan daha da geliştirilmiş olan klasik liberter ideallerin gerçekleştirilmesi mümkün değildir; söz konusu koşullarda, insan kendi potansiyellerini özgür biçimde ve tam olarak geliştirme olanağından yoksun kalacak, üretici, yukarıdan dayatılan üretim süreci içinde, bir alet konumuna indirgenmiş “salt bir insan parçası” durumunda kalacaktır.

Burada, “kendiliğinden devrimci eylem” ifadesi yanıltıcı olabilir. En azından, Anarko-sendikalistler, Bakunin’in işçi örgütlerinin devrim öncesi dönemde “sadece fikirleri değil fakat geleceğin kendisini de” yaratmalari gerektiği uyarısını çok ciddiye almışlardır. Özellikle İspanya’daki halk devriminin [popular revolution] kaydettiği başarılar, uzun yıllara yayılan ve davaya bağlılık ve militanlık geleneğinin bir bileşenini oluşturan sabırlı bir örgütlenme ve eğitim çalışmasına dayanıyordu. 1931 yılı Haziran ayında toplanmış olan Madrid Kongresi ile Mayis 1936’daki Saragosa Kongresi kararları, pek çok açıdan, yakın geleceğin devrimci eylemlerinin habercisi niteliğini taşıyorlardı -aynı şey, Santillan’ın (bkz. 4. dipnot) devrim tarafindan yapılandırılacak toplumsal ve ekonomik örgütlenme üzerine kaleme aldığı, az çok benzer fikirler ileri sürdüğü özgul çalışması için de söylenebilir. Guérin, “İspanyol devrimi, halkın bilincinde olduğu gibi, liberter düşünürlerin zihinlerinde az çok olgunlaşmış durumdaydi” diye yazıyor. Diğer yandan, Franco darbesiyle 1936 yılında yaşanan o toplumsal karışıklık toplumsal devrime dönüştüğü zaman, işçi örgütleri, belli bir örgütsel yapilanmaya, deneyime ve toplumsal yeniden inşa görevini üstlenmeye yönelik bir kavrayışa erişmiş bulunuyorlardı. Anarşist Augustin Souchy, İspanya’daki kolektifleştirmeyi konu alan belgeleri bir araya getirdiği derlemeye yazdığı sunuş yazısında şunları söylüyor:

Uzun yillar, Ispanya’daki anarşistler ve sendikalistler, toplumun toplumsal dönüşümünü gerçekleştirmeyi en yüce görev saydılar. Toplumsal devrim sorunu, sendikalarının ve gruplarının toplantılarında, gazete, broşür ve kitaplarında sürekli olarak ve sistematik bir biçimde tartışıldı.

Bütün bunlar, İspanyol Devrimi’nin yapıcı eylemlerinin, kendiliğinden erişilen başarıların arkaplanını oluşturur.

Liberter sosyalizmin fikirleri, yukarıda tanımlanan anlamında, geride kalan yarım yüzyıllık dönemde endüstriyel toplumlara nüfuz etmiş bulunuyor. Bugüne değin, egemen ideolojiler, devlet sosyalizminin ve (açıkça gözlenir nedenlerden dolayı Amerika Birleşik Devletleri’nde giderek militarist bir nitelik kazanmakta olan) devlet kapitalizminin ideolojileri idi. Fakat, son birkaç yıl içinde liberter sosyalist fikirlere yönelik artan bir ilgi gözleniyor. Yukarıda Anton Pannekoek’tan aktarmış olduğum tezleri, radikal bir Fransiz işçi grubunun (Informations Correspondance Ouvrière) son zamanlarda yayınladığı bir broşürden aldım. William Paul’un devrimci sosyalizme ilişkin görüşleri, Walter Kendall tarafindan 1969 yılında Ingiltere’nin Sheffield kentinde toplanan İşçi Kontolu Üzerine Ulusal Konferans’a sunulmuş bir tebliğde alıntı olarak yer alıyordu. İşçi kontrolu hareketi, son birkaç yıl içinde İngiltere’de dikkate değer bir güç konumuna erişti. Hareket, çesitli konferanslar düzenledi, çok sayıda broşür yayınladı; hareketin aktif taraftarları arasında en önemli işçi sendikalarından temsilciler de yer alıyor. Örneğin, Alaşım Ve Döküm İşçileri Sendikası (The Amalgamated Engineering and Foundryworkers’ Union), önde gelen endüstrilerin “tüm düzeylerde işçi kontrolü temelinde” kamulaştırılmasını öngören bir programı sendikanın resmi politikası olarak benimsedi. Avrupa kıtasında da benzeri gelişmeler gözleniyor. 1968 Mayısı’nın, İngiltere’de olduğu gibi Fransa ve Almanya’da konsey komünizmine ve bununla ilişkili fikirlere yönelik artan ilgiyi daha da hızlandırdığı kuşkusuz.

İçinde yaşadığımız ideolojik toplumun son derece muhafazakar atmosferi düşünülürse, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu gelişmelerden görece etkilenmemiş olmasına pek şaşırmamak gerekir. Fakat, benzeri bir gelişmenin burada yasanması da muhtemel. Soğuk Savaş mitolojisinin erozyona uğraması, bu tür soruların az çok geniş insan kümeleri arasında öne çıkmasına olanak tanıyor. Eğer bugünkü baskı dalgası geri itilebilirse, eğer sol intihar anlamina gelen kendi içindeki bir dizi eğilimi aşabilir ve kendisini son on yılda başarılmış olanlar uzerine inşa edebilirse, endüstriyel toplumun işyerinde ve toplulukta demokratik kontrol temelinde gerçekten demokratik hatlar boyunca nasıl yapılandırılacağı sorununun günümüz toplumunun sorunlarına duyarlı insanlar açısından başta gelen entelektüel konu durumuna gelmesi, liberter sosyalizmin bir yığın hareketi olarak gelişmesi, teorik spekülasyonların eyleme dönüşmesi pekala olasıdır.

Bakunin, 1865 tarihli manifestosunda, toplumsal devrimdeki öğelerden birinin, “gençliğin aydın ve gerçekten asil kesimi” olacağını öngörmüştü; gençliğin bu kesimi, “doğuştan ayrıcaliklı sınıflardan gelmekle birlikte, sahip olduğu yüce gönüllü inançlar ve radikal özlemler içinde, halkın davasını benimseyecektir”. Belki de, 1960’larda yükselen öğrenci hareketi, bu dahice öngörünün gerçekleşmesine doğru atılmış bir adımı ifade ediyor.

Daniel Guérin, kendisinin “rehabilitasyon süreci” olarak tanımladığı bir misyonu üstleniyor. Benim ikna edici olduğuna inandığım bir yoldan şunu ileri sürüyor: “Anarşizmin yapıcı düşünceleri yaşamsallığını koruyor; bu düşünceler, yeniden gözden geçirilip elendikleri zaman, çağdaş sosyalist düşüncenin yeni bir ileri atılımına yardımcı olabilirler. . . [ve] Marksizmin zenginleşmesine katkıda bulunabilirler.” Guérin, titiz bir şekilde, Anarşizmin “geniş yelpazesi”nden liberter sosyalist olarak tanımlanabilecek fikir ve deneyimleri seçiyor. Yaptığı şey doğal ve yerinde. Bu çerçeve, anarşizmin önde gelen sözculerinin yanısıra, anarşist duygu ve ideallerin harekete geçirdiği yığın eylemlerini de içeriyor. Guérin yalnızca anarşist düşünceyi değil, fakat aynı zamanda halkın devrimci mücadelesinin kendiliğinden eylemlerini de irdeliyor. Entelektüel yaratıcılık kadar toplumsal yaratıcılığa da ilgi gösteriyor. Dahası, geçmişte başarılmış olanlardan toplumsal kurtuluş teorisini zenginleştirecek dersler çıkarmaya girişiyor. Guérin’in kitabı, sadece dünyayı anlamakla yetinmeyip ayrıca onu değistirmek isteyenler açısından, anarşizmin tarihini incelemek için uygun bir başlangıç.

Guérin, ondokuzuncu yüzyil anarşizmini esas itibarıyla doktriner olarak nitelendirirken, yirminci yuzyılın anarşistler açısından bir “devrimci pratik” dönemi olduğunu söylüyor. Anarşizm, bu değerlendirmeyi yansıtıyor. Guérin’in anarşizm yorumu bilinçli olarak geleceğe işaret ediyor. Arthur Rosenverg, halk devrimlerinin, karakteristik olarak, “toplumu zora dayanan yöntemlerle idare eden feodal ya da merkezi bir otorite”yi, “eski Devlet biçiminin yıkımını ve ortadan kaldırılmasını ima eden” bir tur komünal sistemle değiştirme arayışı gösterdiklerine işaret etmiştir. Böyle bir sistem, ya sosyalist, ya da, “Sosyalizm ancak bireysel özgürlüğün azami düzeye eriştiği bir dünyada gerçekleştirilebileceğine göre, demokrasinin Sosyalizmin önkoşulu olan aşırı biçimi” olacaktır. Rosenberg, bu idealin Marx ve anarşistler tarafindan ortaklaşa paylaşılmış olduğunu belirtir. Bu doğal kurtuluş mücadelesi, ekonomik ve siyasal yaşamın merkezileşmesi eğilimine aykırı düşmektedir.

Bundan bir yüzyıl önce, Marx, Parisli işçilerin “Komün ya da -hangi isim altında ortaya çıkarsa çıksın- imparatorluk arasında bir seçim yapmaktan başka bir seçenekleri olmadığını hissettiklerini” söylüyordu: İmparatorluk, halkın zenginliğine darbe indirerek, topyekün mali dolandırıcılığı besleyip büyüterek, sermayenin yapay olarak hızlandırılmış merkezileşmesini sağlayarak, ekonomik olarak kendilerini çökertmişti. Onları siyasal olarak baskı altına almış, aşıladığı zevk ve sefahat duşkünlüğü ile onları ahlaki olarak sarsmış, kendi çocuklarını cehaletin kardeşleri (frères Ignorantins) haline getiren eğitim sistemiyle sahip oldukları kuşkucu eleştirelliği [Voltairianizm] aşağılamış, onları imparatorluğun ortadan kaybolmasından başka bir anlama gelmeyecek felaket getiren bir savaşın içine paldır küldür sürükleyerek birer Fransız olarak sahip oldukları ulusal duyguların ayaklanmasına yol açmıştı.

Sefalet içindeki İkinci İmparatorluk, “burjuvazinin ülkeyi yönetme yeteneğini halihazırda kaybettiği ve işçi sınıfının bunu henüz kazanamadığı o gunlerde, mümkün olan yegane yönetim biçimiydi”.

1970’li yılların imparatorluk sistemleri açısından da anlamlı oldukları için, sanırım bu ifadeleri burada yinelemekte yersiz değil. “İnsanlığı ekonomik sömürü, siyasal ve toplumsal kölelik belasından kurtarma” sorunu, çözüm bekleyen bir sorun olarak varlığını bugün de sürdürüyor. Bu durum devam ettiği sürece, liberter sosyalizmin doktrinleri ve devrimci pratiği bir ilham kaynağı ve yol gösterici olarak insanlığa hizmet edecektir.

Anarşizm Üzerine Notlar Noam Chomsky 21 Mayıs 1970 Bu makale, Daniel Guérin’in Anarchism: From Theory to Practice (Anarşizm: Teoriden Pratiğe) adlı kitabına yazılmış sunuş metninin gözden geçirilmiş versiyonudur. Bundan biraz farklı bir versiyonu, 21 Mayıs 1970’de New York Review of Books’ta yayınlanmıştır.

————————-

[I] Octave Mirbeau, aktaran James Joll, The Anarchists, s. 145-6. [II] Rudolf Rocker, Anarchosyndicalism, s. 31. [III] Aktaran Rocker, ibid., s. 77. Bu alıntı ve onu izleyen cümle, Michael Bakunin’in “The Program of the Alliance,” baslıklı çalışmasında geçer; bkz. Sam Dolgoff (yayına hazırlayan ve çeviren) Bakunin on Anarchy, s. 255. [IV] Diego Abad de Santillan, After the Revolution, s. 86. Santillian, devrim başladıktan birkaç ay sonra yazılmış olan son bölümde, bu açıdan o zamana kadar kat edilmiş mesafeden duyduğu tatminsizliği ifade eder. İspanya’da toplumsal devrimin gerçekleştirebildikleriyle ilgili olarak, benim American Power and the New Mandarins adlı çalışmamın 1. bölümüne ve oradaki referanslara bkz.; diğer bir önemli çalışma için, bkz. Broué and Témime. Bu konuda yararlanılabilecek diğer kaynaklar: Frank Mintz, L’Autogestion dans l’Espagne révolutionaire (Paris: Editions Bélibaste, 1971); César M. Lorenzo, Les Anarchistes espagnols et le pouvoir, 1868-1969 (Paris: Editions du Seuil, 1969); Gaston Leval, Espagne libertaire, 1936-1939: L’Oeuvre constructive de la Révolution espagnole (Paris: Editions du Cercle, 1971). Ayrica bkz. Vernon Richards, Lessons of the Spanish Revolution, genişletilmiş 1972 basımı. [V] Aktaran Robert C. Tucker, The Marxian Revolutionary Idea, Marksizm ve anarşizmi tartıştığı bölüm. [VI] Bakunin,1866’da Herzen and Ogareff’e yazdığı mektup. Aktaran Daniel Guérin, Jeunesse du socialisme libertaire, s. 119. [VII] Fernand Pelloutier, aktaran Joll, Anarchists içinde. Kaynak ise “L’Anarchisme et les syndicats ouvriers,” Les Temps nouveaux, 1895. Metnin bir bütün olarak geçtiği yer: Daniel Guérin, ed., Ni Dieu, ni Maître, anarşizmin eşsiz bir tarihsel antolojisi. [VIII] Martin Buber, Paths in Utopia, s. 127. [IX] Bakunin şunları yazar: “Ne kadar demokratik olursa olsun, hiçbir devlet, hatta en kızıl cumhuriyet bile, insanlara gerçekten istedikleri şeyi, yani kendi işlerini tepeden tırnağa kendi özgür özörgütlenmeleri ve özyönetimleri altında, tepeden herhangi bir müdahale ya da baskı görmeden örgütleme özgürlüğünü asla vermez; çünkü, her devlet, Bay Karl Marx’in uydurduğu o sözde Halk Devleti de dahil olmak üzere, özunde, yığınların, halkın neye gereksinim duyduğunu ve ne istediğini halktan daha iyi bildiğini düşünen bir grup ayrıcalıklı, kendini beğenmiş aydın tarafindan tepeden yönetilmesinin aygıtıdır. . . ” “Fakat, halk, ‘halkın sopasi’ diye isimlendirilen değnekle sopalandığı zaman kendisini daha iyi hissetmeyecektir” Statism and Anarchy [1873], Dolgoff, Bakunin on Anarchy, s. 338 içinde -burada geçen ‘halkın sopası’ ifadesi ile kast edilen şey demokratik cumhuriyettir. Kuşkusuz Marx meseleye farkli yaklaşmıstır. Paris Komünü deneyiminin bu tartışma üzerindeki etkisiyle ilgili bir yorum için, bkz.Daniel Guérin, Ni Dieu, ni Maître; buradaki yorumlarin biraz daha genişletilmiş versiyonları için, Guérin, Pour un marxisme libertaire. Ayrica, bkz. 24. dipnotu. [X] Lenin’in 1917 sırasındaki ‘entelektuel sapmasi’ ile ilgili olarak, bkz. Robert Vincent Daniels, “The State and Revolution: a Case Study in the Genesis and Transformation of Communist Ideology,” American Slavic and East European Review, cilt 12, sayı 1 (1953). [XI] Paul Mattick, Marx and Keynes, s. 295. [XII] Michael Bakunin, “La Commune de Paris et la notion de l’état,” yeni basım Guérin, Ni Dieu, ni Maître içinde. Bakunin’in özgürlüğün koşulu olarak bireyin doğasından kaynaklanan yasalara ilişkin nihai düşünceleri, rasyonalist ve romantik gelenekler içinde gelişmiş yaratıcı düşünce ile karşılaştırılabilir. Bkz. benim Cartesian Linguistics ve Language and Mind adlı çalışmalarım. [XIII] Shlomo Avineri, The Social and Political Thought of Karl Marx, s. 142, The Holy Family [Kutsal Aile]’deki yorumlara göndermeler. Avineri, sosyalist hareket içinde, ‘mevcut toplumsal örgütlenişin tarz ve formunun gelecekteki toplumun yapısını belirleyeceğini kavrayabilmiş’ olanların yalnızca Israillilerin kibbutizmi olduğunu söyler. Oysa, daha önce belirtildigi gibi, bu, anarko-sendikalizmin karakteristik göruşlerinden biridir.[XIV] Rocker, Anarchosyndicalism, s. 28. [XV] Guérin’in yukarıda sözü geçen eserlerine bkz. [XVI] Karl Marx, Critique of the Gotha Programme [Gotha Programinin Eleştirisi]. [XVII] Karl Marx, Grundrisse der Kritik der Politischen Okonomie, aktaran Mattick, Marx and Keynes, s. 306. Bu konuyla iliskili olarak, ayrıca bkz. Mattick’in “Workers’ Control” başlıklı makalesi, Priscilla Long, ed., The New Left içinde; ve Avineri, Social and Political Thought of Marx. [XVIII] Karl Marx, Capital, aktaran Robert Tucker; Tucker, haklı olarak, Marx’ın devrimciyi bir “tatminsiz tüketici”den çok “düşkirikliğina uğramış üretici” olarak gördüğünü söylüyor (The Marxian Revolutionary Idea). Kapitalist üretim ilişkilerinin bu daha radikal eleştirisi, Aydinlanma’nin liberter düşüncesinin dolaysız bir uzantısını ifade ediyor. [XIX] Marx, Capital, aktaran Avineri, Social and Political Thought of Marx, s. 83. [XX] Pelloutier, “L’Anarchisme.” [XXI] “Qu’est-ce que la propriété?” Marx, “Mülkiyet hırsızlıktır” ifadesinden hoşnutsuzluk duyuyordu, çünkü, hırsızlık mülkiyetin varlığının meşruiyetini varsaydığı için ifadenin kullanımında mantıksal bir sorun görüyordu. Bkz. Avineri, Social and Political Thought of Marx. [XXII] Aktaran Buber, Paths in Utopia, s. 19. [XXIII] Aktaran J. Hampden Jackson, Marx, Proudhon and European Socialism, s. 60. [XXIV] Karl Marx, The Civil War in France [Fransa’da Iç Savas], s. 24. Avineri, Marx’in Komün üzerine yaptiği bu ve diğer yorumların niyetlere ve planlara ilişkin göndermelerde bulunduğunu söyler. Marx’in başka bir yerde açıkça ifade ettiği gibi, onun bu değerlendirmesi burada olduğundan daha eleştireldi. [XXV] Bir arkaplan için bkz. Walter Kendall, The Revolutionary Movement in Britain. [XXVI] Collectivisations: L’Oeuvre constructive de la Révolution espagnole, s. 8. [XXVII] Bir tartışma için, bkz. Mattick, Marx and Keynes, ve Michael Kidron, Western Capitalism Since the War. Tartışma ve referanslar için, ayrıca bkz. benim At War With Asia, 1. Bölum, s. 23-6. [XXVIII] Bkz. Hugh Scanlon, The Way Forward for Workers’ Control. Scanlon, Ingiltere’nin en büyük sendikalarından biri olan AEF’in başkanıdır. İşçi Kontrolu Altıncı Konferansı’nin bir sonucu olarak Mart 1968’de kurulan enstitü, araştırmaları teşvik eden bir bilgi merkezi olarak hizmet vermektedir. [XXIX] Guérin, Ni Dieu, ni Maître, sunuş bölümü. [XXX] Ibid. [XXXI] 31 Arthur Rosenberg, A History of Bolshevism, s. 88. [XXXII] Marx, Civil War in France, s. 62-3

Taraf aydınların katliamını mı destekliyor ya da “Bu kadar mı düştün Ahmet Altan!..”

Taraf Gazetesi’nin internet sitesinde uzun zamandır dikkat çeken ve halen gösterilen bir reklam var.  “sadoglu.wordpress.com” adlı kişisel bir site reklamı. Uzantısı Taraf linkiyle yapılan reklam  doğrudan gazete hostingi üzerinden gösteriyor. Yani, Google reklamları gibi, rastgele yayınlanmıyor. Reklamı yapılan sitenin sahibi Taraf’a yakın dini görüşleri ile bilinen Mehmet Ali Şadoğlu.  Radikal islamcı görüşleri ile bilinen gerici bir işadamı. Zamanında   Aziz Nesin’i katledene 250.000 dolar ödül vereceğini söyleyerek, Aziz Nesin’in başına ödül koymasıyla tanınıyor. Şadoğlu’nun fetvası ile harekete geçen kişiler nedeniyle Aziz Nesin uzun süre korumalar ile gezmek zorunda kalmıştı. Tempo Dergisi, 2005 yılında Şadoğlu’na Nesin’e karşı yaptığı ölüm çağrısından pişmanlık duyup duymadığını sormuş;  Şadoğlu, “bugün olsa aynısını yaparım” demişti.

Şiir sanatı üzerine söylenmiş sözler

“Güzel sanatların en üstünü ve en zor olanı şiir sanatıdır.” Friedrich Hegel “Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların tümünün içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla (kafiye ile), ne çeşit ölçü ile yazılabileceğini, boyutunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini, peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zahmetli bir çalışmadan sonra işe koyuldum.”Nazım Hikmet Ran

Bu Kalp Sizi Unutur Mu ve Dizilerin Hayatımızdaki Yeri

Televizyon bizi içimizden fetheden, kendimizi gönül rızasıyla eline bıraktığımız, bunun karşılığında ise beynimizi güle oynaya, eğlendire keyiflendire oyan, yiyip bitiren bir canavardır‘  Postman

 “Darbeden asıl zarar gören solcularla, ‘ülkücüler’ ve akıncıların eşitlenmesini ciddi bir hata veya reyting uğruna taviz olarak değerlendirdim. Keza dizide işçi karakteri yok. Sendikacı yok. Sanki 12 Eylül öncesi solcuların hepsi işsiz güçsüz ya da öğrenci gençlerden ibaret gibi bir imaj yaratılmış. Cezaevinden çıkan ‘ülkücü’ çok masum görünüyor. Solcu gençle, ‘ülkücü’ gencin jargonu neredeyse aynı. Maddi hatalara gelince: Kahramanın ayakkabıyla yatağa uzanması. Bizim kuşak ayakkabıyla eve bile girmezdi. Değil ki yatağa uzansın. Çok fazla Avrupai olmuş, sırıtmış.”