Elektriğin unutulmuş babası, eksantrik dâhi Nikola Tesla’nın izinde

Elektrik üzerine yaptığı sayısız mucizevî deneyler ve buluşlardan ötürü ‘elektriğin tanrısı’ ya da ‘elektrotanrı’ lakabıyla anılan Nikola Tesla papaz babanın, okuma yazma bilmemesine karşın halk arasında pratik ev gereçleri mucidi olarak bilinen bir annenin oğlu olarak doğdu. Babası her zaman papaz olmasını iste de O, annesinin isteğine uyarak mühendislik okudu. Dünyadaki bilim ve teknoloji yapısını tam anlamıyla ‘kökünden’ değiştirebilecek birçok ‘kullanılan ve kullanılmayan’ deneye/buluşa da imza atmasına rağmen, ders kitaplarında adı nadiren geçmesi onun Florasan lambayı, neon ışıklarını, hızölçeri, otomobillerdeki ateşleme sistemini, radarın temellerini, elektron mikroskobunu ve mikrodalga fırını icat ettiği gerçeğini değiştirmedi. Edison ile süren  bilimsel mücadelesini özellikle ‘elektriğin kablosuz taşınabilmesi’ gibi bir mucizevî  buluşu ile benzersiz bir mucit olduğunu kanıtladı. 7 Ocak 1943 yılında patentini aldığı 700 buluş ile en çok patent sahibi olan kişi olarak bilim tarihine geçti.

Tesla, Anlaşılmamış Bir Dahi

“…Bu ışık patlamalarını hala zaman zaman yaşıyorum. Yeni bir fikrin zihnimde parıldayıvermesi gibi durumlarda ortaya çıkıyor. Ama artık eskisi kadar heyecan verici değil bu, eskiye nazaran daha etkisiz. Gözlerimi kapattığımda, ilk önce mutlaka çok koyu ve tek tonlu bir mavi fon görüyorum. Tıpkı açık ama yıldızsız bir gecede olduğu gibi. Birkaç saniye içinde bu alan parıltılar saçan ve bana doğru ilerleyen yeşil ışıltılarla doluyor. Neden sonra sağ tarafımda birbirine paralel ve yakın ışınların oluşturduğu iki ayrı sistem görüyorum. bu iki sistem birbirleri ile dik açı oluşturacak şekilde duruyorlar; sarı, yeşil ve altın renklerinin hakim olmasına karşın, her türlü rengi içeriyorlar. Sonra bu çizgiler daha da parlaklaşmaya başlıyor ve her yere parıltılar saçan belirgin noktalar serpiliyor. Bu resim yavaş yavaş görüntü alanımdan çıkıyor ve sola doğru kayarak yok olup gidiyor, yerini pek de hoş olmayan ölü bir griliğe bırakıyor. burayı çabucak kabaran ve kendilerine canlı formlar vermeye çalışıyormuş gibi duran bulutlar doldurmaya başlıyor. İşin ilginç yanı şu ki, ikinci aşamaya geçilinceye değin bu griliği belirgin bir şekle benzetemiyorum. Her seferinde, uyuyakalmadan az önce, gözlerimde kimi şeylerin ya da insanların görüntüleri canlanıyor. onları gördüğüm anda anlıyorum ki bilincimi yitirmek üzereyim. Eğer ortaya çıkmıyorlarsa ya da bunu reddediyorlarsa biliyorum ki bu uykusuz bir gece geçireceğim anlamına geliyor..” (Tesla, Anlaşılmamış  Dahi – Margaret Cheney)

  F. David Peat, Nikola Tesla’nın İzinde adlı henüz Türkçeye çevrilmemiş kitabından bir bölüm: “Bilim dünyası Tesla’nın en büyük icadını görmezden geldi”

Kanada Ulusal Araştırma Kurumu Başkanı Dr. Schneider öne doğru uzanıp masasının üzerindeki dosyayı eline aldı. Kapağını açıp en üstte duran mektubu içinden okumaya başladı. Bir süre sonra, kafasını kaldırmadan sordu, “Nikola Tesla hakkında ne biliyorsun?”

Böyle bir soru beklemediğimden bir an bocaladım. O sabah Dr. Schneider’ın beni odasına çağırdığını öğrendiğimde de çok şaşırmıştım. Londra’da geçirdiğim bir yıllık izinden sonra teorik fizikçi olarak çalıştığım kuruma yeni dönmüştüm. O an aklıma gelen tek şeyin doğru olmasını ümit ederek bir tahminde bulundum: “Tesla Bobini. Nikola Tesla’nın icadı olsa gerek.”

Benim durumumdaki herhangi bir bilim adamı da benzer bir cevap verirdi bence. Muhtelif parçalardan oluşan bir vakum sistemi bulunan bir araştırma laboratuvarında az da olsa çalışmış herkes bir Tesla bobini kullanmıştır. Görünüşü, sapı fazlaca yalıtılmış bir tornavidayı andırır, metal olan ucu küttür. Sapından çıkan kabloyu en yakın prize sokuverirsiniz. Fişini takınca alet titremeye ve vızıldamaya başlar. Aslında yüksek gerilim ve yüksek frekans elde etmeye yarayan küçücük bir alettir.

Tesla bobini vakum sisteminde bir sızıntı olup olmadığını saptamak için kullanılır. Bir cam tüpün içindeki vakum “iyi” ise, bobinin metal ucu tüpe değdirildiğinde o noktada mavi bir parıltı görülür. Öğrenciler bobini başka amaçlarla da kullanırlar, örneğin sırasının altına düşen bir şeyi almak için yere eğilen arkadaşlarının sandalyesinin üstüne koyarlar. Tabii bu hareketin sonuçlan hayli çarpıcı olur.

Schneider’ın sorusu aklıma, Tesla bobininin faydalı ve komik kullanımları ve bu bobini adı Tesla olan birinin icat etmiş olması gerektiği dışında bir şey getirmemişti. Ne düşündüğümü anlamış olmalı ki gülümsedi.

“Tesla düşündüğünden çok daha fazlasını yaptı. Dünyanın ilk elektrik santralı projesi onun eseri. Niagara Şelaleleri’nin enerjisini alıp Buffalo şehrine taşıdı.”

Bunu duyunca şaşırdım. O zaman adını daha çok duymuş olmam gerekmez miydi?

“Bana sorsanız Edison veya Westinghouse yapmıştır derdim.”

“Daha da fazlasını yaptığı iddiaları var; alternatif akım kullanan sistemler, uzaktan kumandalı bir tekne, hatta telsizle iletişim.” diye devam etti Schneider.

“Yok canım!” diyerek sözünü kestim, “O kadar da değil. Telsizi Marconi’nin icat ettiğini herkes bilir.”

Schneider bir an durup önündeki dosyaya baktı. “Tesla’nın çok mühim şeyler yaptığını düşünen bir grup insan var. Bunların hepsi burada belgelenmiş ama doğru dürüst inceleyecek zamanım yok.” Bana bakıp gülümsedi. “Belki sen zaman ayırabilirsin diye düşünmüştüm.”

Çok şaşırdım. Tesla Niagara Şelaleleri projesinde çalıştıysa, geçen yüzyıl doğmuş olmalıydı. Demek ki öleli de epey olmuştu. O zaman Araştırma Kurumu niçin elli, belki de yüz yıl öncesine ait birtakım icatlarla ilgileniyordu?

Schneider “Burada iddia ettiklerine göre,” diye konuşmasını sürdürdü, “bilim dünyası Tesla’nın en büyük icadını görmezden geldi.”

“Unutulmuş bir dâhi mi diyorsunuz yani? Neymiş bu büyük icat?” diye sordum.

“Çok ilginç bir şey: Radyo dalgalarıyla enerji iletimi! Elektrik enerjisini dünyanın her yerine hiç kablo kullanmadan gönderebileceğini iddia etmiş, üstelik hiç kayıp olmadan, yüzde yüzlük bir verimle.”

“Ama bu çok çılgınca. Öyle olmaz ki bu işler. Ne demek istiyordu acaba?”

Schneider sayfalan çevirdi. “Daha önce bizden bazıları icadını incelemiş ama pek önemsememişler. Ama bizim daha ayrıntılı bir inceleme yapmamız ve bu insanlara ciddi bir cevap vermemiz gerekiyor. Bunun çok kolay olmayacağının farkındayım ama.”

Dosyayı bana uzattı. Sayfalan gelişigüzel çevirdim. Gazeteden kesilmiş bir yazı gözüme çarptı. Kupürü hızla okudum. Kısa dalga banttaki parazitler, Rusların yaptığı deneyler ve yüksek gerilimden bahsediyordu. Tesla’nın adının birkaç yerde geçtiğini gördüm. Tesla bobininin de parazite yol açtığını hatırlayıp gülümsedim.

“Dev bir Tesla bobini yapmaya filan kalkışmıyordu herhalde?” diyerek espri yaptım.

Schneider gülümsemedi. Yüzüme bakmayı sürdürdü. “Olabilir. Muhtemelen öyle bir şey.”

Tam ben itiraz yollu bir şeyler söylemeye başlamıştım ki Schneider ayağa kalktı. Görüşmemiz sona ermişti.

“Dosyayı al da bir bak bakalım ne çıkarabileceksin. Kimlerle istiyorsan görüş, sonra da bir rapor yazıp getir.”

Arkamı dönüp kapıya doğru yürürken de “Rapor bir ya da iki ay içinde elimde olsun.” dedi. Odama gidip dosyayı açtım, içinden kâğıtları çıkarıp masamın üzerine yaydım. Kâğıtlan tasnif ederken içimi heyecanla karışık bir önceden yaşanmışlık duygusu sardı. Geçmişte olmuş bir şeyi hatırlamış olmalıydım. Beni geçmişe bu kâğıtlann kendine has kokusu ve onlara dokunmak götürmüş olmalıydı. Gençtim, üniversite kütüphanesinde kucağımda daktiloyla yazılmış bir tomar kâğıtla oturuyordum. Birkaç saat önce hocamla görüşmüştüm; bilimsel bir araştırmaya başladığım ilk gündü. Hocam kâğıtları bana uzatmış ve şöyle demişti, “Bu öğrencilerimden birinin tezi, götürüp oku. Hayli ilginç bir problem, bir bak bakalım sen ne diyeceksin.”

Elimde kâğıtlarla odasından çıktığımda ne yapmam gerektiğiyle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Hiçbir açıklama veya öneri yapılmamıştı, yol gösteren de yoktu. Kendi fikirlerimle baş başa kalmıştım. O öğleden sonra önümde tez, kütüphanede otururken içimi korku ve şüphe kaplamıştı, ama aynı zamanda da tuhaf bir coşku. Ya tezi anlayamazsam ne olacaktı? Ya yeni bir yaklaşım geliştiremezsem? Bilim hayatım daha başlamadan bitecek miydi? O andan sonra tek başıma olduğumu fark ettim; bir anlamda artık bilimsel topluluğun bir parçasıydım ve geçmişteki büyük bilim adamları gibi ben de gizlerini yalnız çözmem gereken bir problemle karşı karşıyaydım.

Çeviri: Özlem Özbal

Çetin Bal’ın  Zaman Yolculuğu Araştırmaları’ndan bir alıntı … Bu Ar-ge çalışmalarını karşılamak için devletler karanlıkta kalan bütçelerini arttırmışlardır. Pek çok derin ve karanlık gizli projeler sivil bilim tarafından onlarca yıldır ve hatta yüzlerce yıldır araştırılıp geliştirilmektedirler. 1895’de küçük buluşlar büyük olaylara yol açardı. Nikola Tesla’nın göze batan ilk çalışması manyetik alanların döndürülmesi çalışmasıdır. Göze batan diğer bir çalışması da radyo frekansları ve elektrik enerjisinin atmosferde gönderilmesi çalışmalarıdır. Teslanın bu basit buluşu yıllar sonraki entrikalar, korkular ve felaketlerle anılan Philadelphia Deneyi ve Montauk zaman yolculuğu projelerine yol gösterecektir. Fakat bu gizli programlar bundan yıllar evvel ortaya çıkmıştı. Tesla zaman ve zaman yolculuğu üzerinde gerçeğe ulaşılabilecek çalışmalarda bulunmuştur. Tesla, yüksek voltajlı elektrik ve manyetik alanlar kullanarak yaptığı çalışmalarda zamanın ve uzayın yarılabileceğini veya çarptırılabileceği ve böylece de diğer zaman boyutlarına kapı açılabileceğini gördü. Bu muazzam buluşun yanında, Tesla tehlikelerle dolu olan zaman yolculuğunu buldu. Tesla’nın zaman yolculuğuyla ilgili ilk çalışmaları 1895 Mart’ında başladı. New York Herald’dan bir gazeteci 13 Mart’ta gazetede şunları yazmıştır: Tesla ile küçük bir kafede tanıştık. 3.5 milyon voltluk elektriğe kapıldıktan sonra benimle el sıkıştı ve ” bu gece size iyi bir arkadaş olamayacağım. Az kalsın ölüyordum. Bir kıvılcım 3 fit öteden geldi ve beni sol omzumdan çarptı. Yardımcım akımı kapamasaydı ölmüş olurdum herhalde.” Tesla yankısal elektromanyetik yüklemeye maruz kaldı. Aynı zaman dilimi içinde kendini dışarıda buldu. Söylediğine göre geçmişi bugünü ve geleceği hepsini bir anda gördü. Fakat elektromanyetik alandan dolayı felç oldu ve kendine yardım edemeyecek bir hale geldi. Asistanı akımı keser kesmez Tesla’ya bir şey olduğunu anladı. Bu durum yıllar sonra Philadelphia Deneyi sırasında da olmuştu. Aslında gemicilerin başına gelen olay daha uzun sürmüştü ve sonu da felaktlerle bitmişti. Tesla’nın gizli deneyi Tesla kadar insancıl olmayan ellerde devam etti. Tesla’nın araştırmalarıyla ilgili bu kötü dedikoduları bir yana bırakıyoruz, umarım bir gün bu sırlar doğru bir şekilde tamamen ortaya çıkar..

Oğuz Atay: Ben öldüm, Burada bir ölüyü temsil etmeseydim size gösterirdim

Senden ayrılmıştım, gecekonduya yerleşmiştim, çalışmıyordum, param gittikçe azalıyordu, kötü rüyalar görüyordum. Sonu belirsiz bir takım işlere girmiştim, belki de ölüme yaklaşmıştım, evet onların ölümleri bana da bulaşmıştı, yakınımdan geçmişti. Bana inanılmaz gelen bu ölümlerden sonra başka ne yapabilirdim? Annem, benim ölümden korktuğumu bilirdi; bunu bildiği halde gene de ölmüştü. Tabii ben, bu ölümlerin hesabını sormadım onlardan. Benim onlara karşı çıkacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi düşünüyorlardı. Beni yalnız bıraktıkları için fazla üzgün görünmüyorlardı; öldükleri için yaşayanlara acımıyorlardı. Belki ben sizin kadar yaşamam, dedim onlara. Benim ne olacağımı bilebilir misiniz? Ben de size acımıyorum işte, dedim.

YSK Açıkladı: Devlet Kürtlerle Seçim Değil Savaş istiyor

Ülkede Kürtlerin ve solcu partilerin meclise girmesini engellemek amacıyla 1980 darbesiyle %10 barajı getirildi. Önceki seçim döneminde bu baraj bağımsız adaylarla aşılınca düzen cephesi yeni yollara yöneldi. 446 TL olan bağımsız milletvekili aday başvurularını 7 Bin 734 TL’ye çıkarttı. 2005’ yılının Ağustos ayında Diyarbakır’da yaptığı konuşmada Kürt sorunu var diye diye gelen Başbakan -ne olduysa- dün aniden artık yoktur dedi. Yetmedi ardından Yüksek Seçim Kurulu (YSK) devreye girdi. Milletvekili geçici aday listelerinin incelenme işlemlerini tamanladığını belirtti. Milletvekilleri Gültan Kışanak ve Sabahat Tuncel ile Leyla Zana ve Hatip Dicle’nin de aralarında olduğu 7 kişinin adaylık başvurusunu iptal ettiğini açıkladı. Her yolu kapatmaya çalışırken kendi yasal mevzuatına bile çiğneyen  düzen güçleri Kürtleri savaş ve AKP arasında arasına sıkıştırırken medyada bu karara kim ne diyor?

Ender Helvacıoğlu: “Hukuktan umudumuzu kestik. On gram mantık, bir gram vicdan…”

Baha’ların davasının iddianamesinde suç delili olarak gösterilenler gerçekten suçsa/ Türkiye nüfusunun en az yarısını da tutuklamak gerekir. Ama zaten böyle iddianameler bunun için yazılıyor, böyle davalar bunun için açılıyor, böyle düzmece örgütler bunun için kuruluyor… Türkiye’yi kocaman bir F tipi cezaevine çevirmek için! Bakalım hâkimler bu faşizan uygulamanın aracı olmaya devam edecekler mi? On gram mantıkları ve bir gram vicdanları kalmış mı kalmamış mı?

Çok Dinli Toplumlarda İnanç Özgürlüğünün Korunmasının Koşulları ve Zorlukları

Din özgürlüğünü güvenceye almada laik sistemlerin karşısında duran güçlükleri tarihi ve küresel bir bağlama oturtmak gerekir. Hiçbir vaka bir başkasıyla tıpatıp aynı değildir. Fakat çok özel iki modern süreç bunların tümünü etkiler. Başlıca laik sistem türlerini, bunların din özgürlüğü sağlamada karşılaştıkları karakteristik güçlükleri ve bu alanda sahip oldukları avantajları ana hatlarıyla anlatmadan önce, bu süreçlerin birbirine zıt etkilerini özetleyerek başlamak istiyorum. Geri plandaki ilk süreç, özellikle 1918 yılından bu yana ülke nüfuslarının etnik ve dini kimlikleri açısından giderek homojenleşmesidir. İkincisi ise, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyük şehirlerine yönelen küresel göçlerin yarattığı, giderek artan heterojenliktir. Her iki sürecin arkasında imparatorluk, sömürgecilik ve yeni sömürgecilik ilişkilerinin mirası yatmaktadır.

Süreyya Önder: Babam TİP’in Adıyaman kurucusu, ortaokuldan beri ezilenlerin yayındayım

Radikal’deki yazılarına milletvekili adayı olunca son veren Sırrı Süreyya Önder gazeteye verdiği röportajla gündemde. BDP’nin İstanbul’da desteklediği bağımsız adaylardan olan Sırrı Süreyya, Radikal’den Ezgi Başaran’a hem yaşamını hem de milletvekili adayı olduğu süreci anlattı. 12 yıl cezaevinde yatan Önder, Başaran’ın “Sizin gibi o dönemin devrimcilerinin bazıları bugün “Biz ne beyhude çabalamışız, zaten bu millet bizim hayal ettiğimiz dünyayı istemiyormuş” diye söylenir. Siz?” sorusunu söyle cevapladı: “ Öyle diyenlerin temel eğitimlerinde sorun var demektir. Bilanço hesabına dayanan bir ilişki değildir senin halkla kurduğun ilişki. Çok uzun soluklu, sabırlı çabayı gerektirir. Asıl problem başka…” 

Yaşamda Yabancılaşma, Yaşarken Ölmek | Fredy Perlman; Günlük Yaşamın Yeniden Üretimi

Kabile üyelerinin gündelik pratik etkinlikleri o kabileyi yeniden üretir veya ebedileştirir. Bu yeniden-üretim yalnızca fiziksel değil aynı zamanda toplumsaldır da. Kabile üyeleri, gündelik etkinlikleri ile, yalnızca bir grup insani varlığı yeniden üretmezler; bir kabileyi, yani içinde bu insani varlıklar grubunun kendine özgü etkinliklerini kendi tarzında gerçekleştirdiği özel bir toplumsal formu yeniden-üretirler.Kabile üyelerinin kendilerine özgü etkinlikleri; onları gerçekleştiren insanların, bir arının bal üretmesinin arının “doğası”ndan kaynaklanıyor oluşu gibi, “doğal” karakteristiklerinin sonucu değildirler. Kabile üyesi tarafından günlük yaşamın kurallarının oluşturulması ve bunun ebedileştirilmesi, maddi ve tarihsel koşullara kendine özgü toplumsal bir karşılıktır.

Lev Nikolayeviç Tolstoy’dan bir öykü Efendi ile Uşağı (2)

<öncesi] Dizginleri çekilen doru tay hiç istifini bozmadı; ağır adımlarla yürümesini sürdürdü. Kar kimi yerlerde diz boyu derinlikteydi, at boyunduruğa asıldıkça kızak yerinde yalpalıyordu. Nikita, kamçıyı soktuğu yerden çıkardı, ata birkaç kez yapıştırdı. Kırbaçlanmaya hiç alışık olmayan hayvan hemen tırısa kalktıysa da az sonra gene eşkine, ondan da düz yürüyüşe geçti. Beş dakika kadar böyle gittiler. Aşağıdan, yukarıdan öyle zorlu bir kar bastırmış, hava öylesine kararmıştı ki, bazan atın boyunduruğu bile gözükmüyordu. Kızak duruyormuş, savrularak yağan karlar geriye gidiyormuş gibi geliyordu insana. Derken, at ansızın duruverdi. Önünde bir tehlike sezmiş olmalıydı. Dizginleri bırakan Nikita yavaşça aşağıya atladı, atın neden durduğunu görmek için ileri doğru yürüdü. Ama atın önüne doğru adımını atar atmaz ayakları birden kaydı, paldır küldür aşağı yuvarlandı.

Cumhuriyetin Terör Aygıtı: İstiklal Mahkemeleri – Ayşe Hür

Son aylarda daha da arttı ama yıllardır Türkiye’deki hukuk sisteminin ‘tefessüh ettiğini’ (kokuştuğunu) gösteren bir dizi olay yaşıyoruz. ‘Cumartesi Anneleri’ tam 14 yıl, 54 mevsim, 223 haftadır, her cumartesi günü, İstanbul’da kayıplarını istiyorlar. Avlardır başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olmak üzere, gösterilerde taş atan çocukların büyükler gibi yargılanmaları ve terör kanunları uyarınca ağır hapis cezalarına çarptırılmaları da ‘vak’ayı adiyeden’ oldu. Hrant Dink ve Rahip Santoro davaları, adeta görünmez bir el tarafından sonsuza kadar oyalanmaya çalışılıyor. Ne Güneydoğu Anadolu’da asit kuyularına atılmış binlerce insanımızın, ne polis veya gardiyan dayağıyla ölen evlatlarımızın hesabını sorabiliyoruz.

Blanchot’nun “Dışarısı, Gece” isimli metninden esinle | Ve Her Şey Kaybolur – Yeşim Keskin

Yaşamın öz-karanlık gerçek’inin katlanılamaz anlamsızlığını örtmek adına Öteki’nin kaygısı ile yaratılmış, nihai var oluş nedenleri sadece maskelemek olan öz-değersiz söylemlerin her seferinde yeniden ürettiği yapay aydınlığın söndürmeye, algılanamaz kılmaya niyetlendiği ve yalnızca aynı oluşun yamuk bakışının ayırt edebileceği bir alt-kurguda var olmaya çabalıyorduk her birimiz. Kendiliğimizin var kalma bedelini eriyerek, köşelerimizden yoksunlaşarak, köşe-yoklaşırken belirsizleşerek ve belirsizleştiğimizden hiçleşerek ödediğimiz her günün ardından gecenin kucağına çekiliyorduk, kızları uyku ve ölüme direnerek… Gündüz konuşamadıklarımızı gecenin ilk anlarında dışarı saçar, gündüzün dayattığı simgesel düzendeki boşlukları genişletme yolları arardık. Çoğunlukla zaman ile ve zamanın içinde azar azar eriyerek var kalmaya çalışmanın en anlamsız, kaybı en büyük, intihar olduğunu anlatmaya başlardı kimilerimiz geceye varır varmaz. İntihar için, Lacan’ın deyişiyle kendiliğin yegâne imi için, hala ne neden ne de cesaretleri olduğunu söylüyordu pek çoğumuz cevap olarak. İntihar mevzusu çözülecek gibi değildi; zira intihar, yani kendilik sorunumuz orada oluş nedenimizdi. Geceye sığınmak da zaten kendiliğimize ulaşmak için bir yol değil miydi?!

Süleyman Demirel: Cem Vakfını İzzettin Doğan’a devlet kurdurttu

Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa Özcivan Eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yapığı bir sohbet sırasında Demirel’in 2 Temmuz 1993 katliamından sonra yükselen Alevi muhalefetinin Kürtlerle buluşmaması ve Alevilerin devletin güdümünden ayrılmaması için İzzettin Doğan’a toparlama görevi verildiğini, bu amaçla Cem Vakfının kurdurulduğunu söylediğini belirtti. Doğan, daha önce Tansu Çiller döneminde örtülü ödenekten yüklü miktarda para alması, ANAP’ın belediye başkanlıklarını kazandığı belediyelerden cemevleri için  verilen arsaları satmasıyla gündeme gelmişti. Doğan, Cem Vakfı genel başkanı, Alevi Vakıfları Federasyonu onursal başkanı, Cem Radyo, Cem TV ve Habercem kurucusu. Önceki seçimlerde Alevileri MHP’ye oy vermeye davet etmesi, İstanbul’da yapılan büyük alevi mitingini, öncesini-sonrasını haber olarak bile vermezken aynı gün yapılan MHP kongresini canlı olarak yayınlaması ile dikkatleri üzerine çekmişti.

Brecht’le söyleşiler – Walter Benjamin | “Eski iyi şeylerden değil, kötü yeni şeylerden işe başla”

1934 4 Temmuz. Dün Brecht’le hasta odasında benim “Üretici Olarak Yazar” başlıklı yazım üzerinde uzun uzun konuştuk. O yazımda, edebiyattaki teknik ilerlemelerin sanat biçimlerinin (dolayısıyla, düşünsel üretim araçlarının) işlevini değiştirdiğini, bu yüzden, edebi eserlerin devrimci işlevleri açısından değerlendirilmesinde tekniğin bir ölçüt durumuna geldiğini söylüyordum. Brecht bu teorimin yalnızca bir tür yazara, büyük burjuvazinin yazarlarına uygulanabileceğini düşünüyor, kendini de bu tür yazarlar arasında sayıyordu. “Böyle bir yazar için,” diyordu, “kendi çalışmalarıyla işçi sınıfının çıkarları arasında gerçek bir dayanışma noktası vardır: ve bu noktada yazar kendi üretim araçlarını geliştirebilir. Çünkü yazar işçi sınıfıyla bu noktada özdeşleşir, gene aynı noktada, yazar, bir üretici olarak, bütünüyle işçileşir. Yazarın bir noktada bütünüyle işçileşmesi, işçi sınıfıyla o alanda her zaman dayanışma içinde olmasını sağlar.” Becher gibi işçi sınıfı yazarlarıyla ilgili eleştirimi çok soyut buldu Brecht, bu düşüncesini de Becher’in devrimci edebiyat dergilerinden birinin son sayısında çıkan “Ich sage ganz offen” (Açık Söylüyorum) adlı şiirini çözümleyerek geliştirmeye çalıştı.

Hikaye | Bir kırık heykel başının umudu – Aziz Nesin

Bir horozbina tasılı, bir midye kabuğu, bir de mermerden yapılmıs bir insan heykelinin kırık bası… Bu üçü, kitaplığımın rafında yan yana duruyor. Şimdi size bu üçünün basından geçenleri anlatacağım. Onların serüvenleri toprağın içinde, çok derinlerde baslamıştı. Üçü de yerin altında, ama yan yana değillerdi. Horozbina tasılı en alttaydı. Yeryüzünden onüç metre derindeydi. Midye kabuğu, onun iki metre üstünde ve biraz kuzeyindeydi. Mermerden yapılmıs insan heykelinin kırık basıysa, yeryüzüne öbürlerinden daha yakındı. Horozbina tasılı, kireçli bir kaya tabakasının içinde gömülü kalmıstı. Sanki çok hünerli bir kadın eli onu bir tığla kayanın içine islemis gibi duruyordu. Horozbina orda öldükten sonra binlerce yıl üstüne kireçli sular sızmıstı. İste böylece horozbinanın ölüsü, kireçli kayanın içine kalıbı çıkmıs gibi islenip kalmıstı.

Metin Altıok’un Bingöl’de felsefe öğretmenliği yaparken eşi Nebahat Altıok’a yazdığı mektup

“İstifa edip gidelim istiyorlar Bingöl iyice karıştı. Hepimiz dehşetli huzursuzuz. Ders bile veremiyoruz. Baskı üstüne baskı, zulüm. Oniki Mart hortladı. Ellinin üstünde öğrenci gözaltına alındı. Cop, elektrik. Çocukların gövdeleri sigara yanığıyla çiçek açtı. Kötü günler geçiriyorum. Kendimden de endişeliyim. Ne olur bilmem. Akşam 19:00’dan sonra sokağa çıkmak olanaksız. Otel odasına tıkıldım kaldım. Otelden okula, okuldan otele. Günler geçmek bilmiyor. Tatili iple çekiyorum.

140 yıl önce: Paris Komünü, işçi sınıfının ilk iktidarı – Aline Retesse

140. yıldönümü olması vesilesiyle, Paris Komünü hakkında birkaç satır vakfedildi. Bunlardan bazıları, dönemin işçi sınıfına nefretini kusan gazetelerinden Figaro gibi komünün tüm mensuplarını yalnızca “kurşuna dizilerek infaz edilmiş” olmakla tanıttı ya da komünü anmak için Paris belediye sarayında yapılan serginin açılışında konuşan Delanoë* gibi devrimci boyutunu görmezden gelerek, onu bir “yerel yönetim”e indirgedi. Kapitalizmin bugünkü yandaşları, sağdaki gibi soldakiler de, onun hatırlanmasını istemiyorlar, ancak Komün her şeyden önce ilk işçi iktidarı ve Karl Marx’ın dediği gibi “emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesinin mümkün olduğu, nihayet bulunmuş olan biçim” idi.

Uzaya ilk adımın 50. Yılında Yuri Gagarin’e Saygı Ekim Devrimi’ne selam

9 Mart 1934 tarihinde kolektif bir çiftlikte çalışan ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yuri Gagarin, hocaları tarafından zeki ve çalışkan fakat biraz da yaramaz bir çocuk olarak tanımlanırdı. 2. Dünya şavaşında matematik hocası Kızıl Ordu Hava Kuvvetleri`nde uçması Gagarin üstünde büyük bir iz bıraktı. Genç yaşta hedefine ulaştı. Henüz 27 yaşında ikenUzaya gidecek ilk insanı yani kozmonot adaylarını belirlemek için Sovyetler, geniş bir tarama programı başlatmış, en sonunda başarılı bir kozmonot olan German Titov ile Yuri Gagarin arasında bir tercihte bulunmak durumunda kalmıştı. Bu son seçimde Titov`un aksine Yuri`nin güler yüzlü ve cana yakın karakterinin olması ve sade bir çocukluk sürdürmüş olması sebebiyle seçildi.

Ressam Dr. Cem Cemal İşyapar ile Resim Sanatı üzerine söyleşi: Sanat Uzun Hayat Kısa

“Toplum olarak resimle uzun bir geçmişimiz yok, resimle çok tanışıklığı olan bir ülke değiliz. Yahya Kemal’in bir sözü var ‘Bir resmimiz bir de nesrimiz olsaydı, çok daha farklı olurduk.’ Biz de bunun eksikliğini yaşıyoruz.”

Çağdaş bir peygamber | Franz Kafka’nın Kederi – Ahmet Ümit

Eş dost sohbetlerinde sıradışı yazarlardan söz açılınca, aklıma önce Kafka gelir. Bende bu düşünceyi yaratan Kafka’nın yazın alanında biricik olmayı başarmış, varolandan farklı bir tarz ve yöntemle metinler kaleme alması değildir. Daha çok onun metinlerinin satır aralarından sızan kederdir; anlamsız bir dünyanın ortasında koyulaşıp duran kül rengi bir keder. Belki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda bir Yahudi olmasından kaynaklanmaktadır bu keder; belki Yahudi olmasına rağmen kendini Yahudi gibi hissedememesinden. Belki sağlıklı, iri yarı bir babanın çelimsiz oğlu olmasından. Belki genç yaşta onu kucaklayacak olan ölümü çok önceden sezinlemesinden. Belki de kendisi yazdıklarına inandığı halde, insanların yazdıklarının kıymetini bilmemesinden.

Murathan Mungan: Örtünmenin sonu yoktur. Kadınlar kefene kadar…

“Doguda her şey usul usul birikir ve ansızın olur” (…) Sokaktaki tek tük kadınlar kendilerini sokaklardan hemen silinmesi gereken lekeler gibi hissediyor olmalılar ki, geçtikleri yerlerde çabuk adımlarla hızlı hızlı yürüyor, havanın boşluğuna kendilerinden bir iz bırakmamaya çalışıyor, varlıkları bir görüntüye, görüntüleri bir ağırlığa dönüşsün istemiyorlardı. Bu yüzden onların telaşlarında yalnızca gündüzün sıcağındankaçmak değil, aynı zamanda bir an önce gözden kaybolmak gayreti seziliyordu. Yerden kalkmış bir toz bulutunun bile yoğunlaşmış havadan ötürü toprağa geç döndüğü bu iklimde, bir an önce geçip gitmek istiyorlardı. Görülmek için, daha çok görülmek için yüzyıllardır süslenip durmuş olan kadınlar, şimdi ve burada görülmemek için varlıklarını havanın boşluğunda bile silmeye çalışıyorlardı.

Mantık Biliminin Kurucusu Aristoteles’te Mutluluk Kavramı – Sabri Büyükdüvenci

0

Aristoteles’e  göre tüm insanlar mutluluğu arar. Mutluluk insan yaşamının ereğidir: “Mutluluk ya da insansal iyi ruhun mükemmel olana uygun biçimde ya da çeşitli mükemmellikler arasında en iyisine uygun olarak etkinliğidir… Bu etkinlik yaşam boyu sürmek durumundadır” (Ethics, I, 7, 1098a), Şimdi nasıl oluyorda mükemmel etkinlikleri sürdürme drurumunda oluyoruz? Bu, doğuştan mıdır? Öğretimle mi yoksa alışkanlıkla mı kazanılır? Aristoteles bunun doğuştan olmadığını savlar; Tanrısal bir yetenek te değildir bunlar çünkü Metafiziğinden anlaşıldığı kadarıyla (Tanrı) herhangi birşey yapan ya da veren olarak düşünülemez. Duyusal yetkinlik dışında bunlar Tanrı vergisi değildir. Doğal donanımın dışında geri kalan eğitimin başarısıdır ya da başarısızlığı.