İlhan Berk İle 1979 Yılında Yapılmış Bir Söyleşi: “Şiir tarihi ozanların tarihidir”

1979 yılında İlhan Berk, Türk Dil Kurumu’nun şiir ödülüne layık görülmesinin ardından kendisiyle Zeliha Doğan ve Hasibe Ayten tarafından bir söyleşi gerçekleştiriliyor.  “Sesimiz” adlı “Ekin ve yazın dergisi”nin Ekim 1979 tarihli 123. sayısında yayımlanan bu söyleşi, İlhan Berk’in söyleşilerini derlendiği şairin dünyasını ayrıntılı bir şekilde öğrenmek; onun “gerçek bilgisi”yle temasa geçmek amacıyla  yayımlanmış olan  “Kanatlı At” adlı kitapta yer almaması,  şairin şiire bakışını ve ikinci yeni üzerine düşüncelerini dile getirmesi sebebiyle önem arz ettiğini belirtmek gerekiyor.

Karl Marks’ın Mülkiyet Tanımlamaları ve Mülkiyet Biçimleri – Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Marks, mülkiyetin ve ortak mülkiyetle özel mülkiyet biçimlerinin yer yer tanımlamalarını yapar. Mülkiyetin ne olduğu üzerine tarihte ve hukuk biliminde birçok karakteristikler ve eylemler sayılır. Bir şeyi (satınalma-satma), (bağışlama-kiralama), (rehin etme-miras bırakma), ve ilh. Diye çift sıralanabilecek eylemlere uğratmak hukuk tasarrufudur. Bütün bu tasarruflarda yapılan hür ve bağımsız işlemlerin topuna birden “MÜLKİYET” işlemleri denilir. İlkin bezirgân medeniyetlerinde, sonra kapitalist toplumunda alabildiğine önem verilen bütün bu işlemler mülkiyetin ancak bezirgân ilişkiler bakımından üst-yapı olaylarıdır. Marks, mülkiyetin bu üst-yapı karakterlerine fazla önem vermez.

Işığı Arayan Anarşist Ressam; Camile Pisarro (1830-1903)

. “Anarşist ressam anarşist resimler sergilemek isteyen biri değil, paraya önem vermeyen, ödül arzusu duymadan, olanca bireyselliği ve kişisel çabasıyla burjuvaziye ve resmi görüş/göreneklere karşı mücadele eden biridir.” . Paul SİGNAC

Fransız,  Empresyonizm akımı içersinde önemli bir yeri olan, ayrıca Anarşizmi ve Liberler görüşlerini hayatının içini sokarak sanatını bu şekilde ölümüne kadar devam ettiren, Paris komününün savunucularından, Camile Pisarro. O çağda Danimarka’ya bağlı olan Batı Hint Adalarından S.T. Thomas kentinde doğdu.

Herkes Kazanıyor – Aziz Nesin | Yahu bu ne iş? Programda benim saatim!

Bu konuşma, Kadıköy’e giden bir vapurun lüks güvertesinde geçti. Konuşanların biri irikıyım, biri ufak tefekti. Ben, masanın öbür basındaydım. O ikisi yan yana oturmuşlardı. Ufak tefek olanı, — Ben Ankara’dan ayrılırken iki arkadaşım «Aman, senin katı boşaltma!» diye yalvardılar, dedi. iriyarı olanı sordu: • Ev büyük müydü? • İki oda, bir hol. Ama iyi yerde. Kirası da ucuz. • Haaa… İkisi de bekârsa, oraya sığışacaklar demek. • Değil… ikisi de evli. Onu anlatacağım ya. Neden bu kadar ev sıkıntısı çekiyoruz, biliyor musun? Gördüğün evlerin yansı garsoniyer… Anladın mı? iri adam, ufak tefek arkadaşına,

Bir Örümcek Yavrusu; Louise Bourgeois – Selma Aydemir

Louis Josephine Bourgeois, 1911`lerin Paris`inde soyadı gibi burjuva bir ailede dünyaya gelir. 1938`de ölümüne dek yaşayacağı Newyork’a taşınır. Ailesinin tarihi kumaş galerisinin işletmeciliğini yaptığı Paris yakınlarındaki Choisyle Roi‘da büyür. Aile orada aynı zamanda eski kumaşların restore edildiği bir atölyeye sahiptir. Daha küçük bir çocukken yetişkinler atölyesinde, eksik kısımların tamamlamayan desenlerin çizimine katkıda bulunur. 1936-38 arasında Ecole nationale supérieure des beaux-arts de Paris(tr:Paris Güzel Sanatlar Devlet Yüksekokulu) gerekli Temel Bilgiler ve Tamamlamalar alanında heykeltıraşlık eğitimi alır.

Lathan Suntharalingam ile Tamil Üzerine: “Özgürlük kavgası kolay kolay susturulamaz”

Tamil halkının yaklaşık 50 yıldır devam eden özgürlük mücadelesi, 2009 yılında Sri Lanka hükümetinin başlattığı bir operasyon sonucu ve uluslararası sermayenin  desteğiyle adanın kuzeyine sıkışmış olan yerel örgüt ağır bir darbe aldı. Tamil özgürlük mücadelesinin önderliğini yapan Eelam Kurtuluş Kaplanları Örgütünün (LTTE) lideri Velupullai Prabhakaran, lider kadrosu ve yüzlerce gerillası katledildi. 26 yıl süren savaşta, on binlerce insan öldürüldü, bir milyondan fazla insan yerlerinden yurtlarından göçertildi, binlercesi ağır işkencelere maruz kaldı. 2009 yılında Sri Lanka devlet yetkilileri yaptıkları açıklamalarda   Tamil Kaplanları’nın sonunun getirildiğini ve artık böyle bir örgütün varlığının söz konusu olmadığını   açıkladı. Evrensel Gazetesi’nden Abidin Çetin’nin Tamil halkına uygulanan baskıları, ve insan halkları ihlallerini uluslararası mahkemelere taşıyan hukukçu ve siyasetçilerden birisi olan Lathan Suntharalingam ile  Talil’in dünü ve bugünü  hakkında yaptığı söyleşiyi okuyabilirsiniz.

Aşık Veysel ile Söyleşi (21 Aralık 1972 – Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi)

Yaşar Özürküt: Aşık Veysel kanser hastası olarak, Ankara Yüksek İhtisas Hastanesinde yatıyordu. 21 Aralık 1972 günü, nagra marka ses alma cihazını omuzlayıp, hastanenin yolunu tuttum. Hastane odasına girdiğim zaman, Ankara Radyosu prodüktörlerinden arkadaşım Fatma Günbulut ile daha sonra 12 Eylül diktasının TRT’nin başına oturtacağı hem Kerim, hem Aydın hem Erdem diye tanımladığımız servis müdürümüz de odadaydı. İlkin geçmiş olsun deyip bir kenara oturdum. Benden önce gelenler söyleşiyorlardı. Sessizce mikrofonumu açtım. Onlar gidene kadar da kapatmadım. O arada Aşık Veysel’e yemek yedirdiler. Kaşık tabak efektleri dahil, bir saat içindeki tüm sesleri bandıma kayıt ettim.

-Veysel Baba, bir ara köy öğretmenliği yaptın. Nerelerde bulundun?

-Köy öğretmenliğinde, evvel Arifiye’ye gittim. Sonra Hasanoğlan’a geldim. Daha sonra Çifteler Köy Enstitüsü’ne gittim. Kastamonu Gölköy’e gittim. Ondan sonra Yıldızeli’ne gittim. Samsun-Ladik Köy Enstitüsü vardı. Oraya gittim. Bir hafta kaldım,eve izinli geldim on beş gün. Ondan sonra da gitmedim. Serbest gezmek daha iyime geldi. Oralarda aylarca bekliyordum. Altı ay, yedi ay ,sekiz ay. O sıkıyordu beni. Onun için oradan ayrıldım.

-Öğretmenken evli miydin?

-Evliydim.

-‘Bir mektup aldım, gül yüzlü yardan’ o zaman yazıldı değil mi?

-O Hasanoğlan’da yazıldı.

-Toprak 46’da değil mi?

-Toprağı, 44’te Eskişehir-Çifteler’de yazdım.

(HASTAHANE GÖREVLİSİ YEMEK YEDİRİYOR.)

-Yemeğe tuz atim mi baba?

-Yok eyidir. Ekmek verme…

-Buyurun.(Tabak çatal sesleri) Baba sen tam rakı yemekleri yiyorsun yahu!

-Eskiden rakıcıydık canım!

-Şimdi vaz mı geçtin?..Buyurun.

-İyi.

-Daha istemiyorsun?

-Heee.

-Peki. Ispanak ister misin?

-Ver bakim bir kaşık da ondan.

-Yalnız tuzu azsa söyle de tuz atim.

-Zaten yiyeceğim bir kaşık.

-Buyurun…Tuzu nasıl?

-Hep yoğurt veriyorsun; biraz da pilav ver…Az katıyorsun pilavı.

-Peki baba…Bak bakalım tuzu nasıl…Biraz yoğurt katalım mı pilava?

-İyi olur. Biraz da ekmek ver.

-Köy ekmeği evet.

-Tamam ver bakalım.

-Buyurun.

-Eşki.

-Ekşi mi? Daha iyi değil mi?Buyurun salata da var.

-Şeyden ver.

-Piyaz mı?

-Evet evet.

-Etten bir parça yemeyecek misin?

-Yok. Korkuyorum, rahatsız ediyor.

-(Yemek servisi kaldırılıyor, ben de söyleşiye başlıyorum.)

-Veysel baba, radyocu olarak değil; bir dost olarak söyleşmek istiyorum sizinle. Benim özel arşivim var. Aşık Veysel arşivi. Osman Özdenkçi’de de yok, Türkiye Radyolarında da… Ben bu arşivime ekleyeceğim bu söyleşiyi.

-Olur.

-Özeldir. Dostça… Radyocu olarak değil,eğer bu rahatlıkta konuşacaksak konuşalım. Yoksa yarın, ya da başka bir gün gelirim.

-Bugün konuşalım.

-Şimdi şöyle diyeceğim. Bende birçok bandınız var. İstanbul Radyosunda Neriman Tüfekçiyle yaptığınız bir saatlik söyleşinin kopyasını da arşivime aldım. Kime gerekli olsa, benden alır kullanır. Bugünkü söyleşide o bantlarda olmayan soruları sormak istiyorum. Sizce halk kültürü, halk şiiri, halk müziği ne anlamdadır. Sizin anladığınız anlamda bunların tanımı nedir. Bize kısaca der misiniz?.

-Bizde halk şiiri bayağı bir nasihat anlamındadır. Şiirlerin içinde sözler vardır ki, yani bir ata cevabı gibi, daha üstün anlamlar vardır. Duygular da şudur ki; insanlar tabii müzik ruhun gıdasıdır. Onun için kendi memleketimizin şiiri veya havaları hoşumuza gelir. Her memleket de öyledir. Bu o anlamdadır.

-Ben şunu anlıyorum, şimdi halkın şiiri, müziği, halkın günlük yaşamından oluşuyor ve halkın anlayacağı, yani halk dediğimiz daha çok köylü, işçi taban olan insanlarımızın anlayacağı bir dolu sözü bir arada öz olarak deyiş…Bunu demek istiyorsunuz.

-Evet evet

-Ben konuşmalarımda sık sık dile getiririm; benim sayfalar dolusu yazıyla anlatamadığımı Aşık VEYSEL ‘Benim sadık yarim kara topraktır ‘ diye bir mısrada bütünlemiştir derim. Siz de bunu özetlediniz. Ben kimi çevrelerin yakıştırdığı gibi, son halk ozanı Aşık VEYSEL’dir yakıştırmasına katılmıyorum. Fakat şu bir gerçek, Aşık VEYSEL’in yeri Türk halk kültüründe ayrıdır ve öyle kalacaktır. Peki sizin kuşaktan, sizin yanınızda, çağdaşınız olarak, beğendiğiniz halk şairleri kimlerdir?

-Valla, orası işte …kimseye iyi veya kötü diyemem. Sebebine gelince, bir bahçede elli çeşit meyve ağacı olur. O ağaçlar birbirinin meyvesini bilmez. Kokusundan da tatmaz. Yalnız onu insanlar yer. Şu ekşiymiş, şu tatlıymış, şu daha mayhoşmuş, o kıymeti onlar verir. Biz şimdi ona benzer bir şeyiz ki, ben Ahmet iyidir, Mehmet kötüdür diyemem. Demeye haddim yok. Onun için, bu hususta özür diliyorum.

-Estağfurullah, ben zaten iyi kötü ayırımını istemedim.

-Beğendiğiniz dediniz ama..

-Evet

-Benim için hepsi iyidir. Hepsinin, her iyinin bir kötü, her kötünün bir iyi tarafı vardır. Buna, olduğu gibi hepsine iyi diyemeyiz ki. Onun için birisi senin hoşuna gider, iyi dersin; O birisi onun kötüsüne gider istemez. Bunlar alemin arzusu bir yere bağlı değil ki. Herkesin ayrı ayrı görüşü, duygusu var.

-Peki o zaman , sizden önceki kuşaktan Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan kuşağından her ne kadar okuma-yazma olanağı bulamadıysanız bile, kulağa geldiği kadarıyla sizin tercihiniz ; ya da benim şu an sayamadıklarım arasında Emrah’tan daha eskilere kadar beğendiklerinizi söyleyebilir misiniz?.

-Beğendiklerim, işte Karacaoğlan, Pir Sultan, Emrah, Dertli, sonra bizim orada varmıştı, onların adı pek yayılmıyor.. Türabi Dede isminde birisi varmış. O Hacı Bektaşi Veli’nin dergahında postnişin imiş. Ondan biliyorum ezberime birkaç şiir. Aşık Veli, Kemter Baba, ondan sonra bir çok aşık var.Onlar da bizim oralı. Aşık Kemter 1225 senesinde hayatta imiş. Şiirinin birinde şöyle söylüyor. Bir gün çiftten gelmiş. Konya’dan evliymiş. Kendisi bizim Kale Köyü var, oradan. Çiftten gelmiş, hanımı ayağını soymuş, yıkamış cezveyi ocağa sürmüş, kahve pişirecek, karısına dönmüş:’Konyalı ‘ demiş. ‘Buyur Kemter Baba’ demiş karısı. ’Kahve acı, tütün acı doyurur mu üç ac’ı bir acı’ demiş. Yani ‘açım’ demek istemiş. Bunların evde türkülerini deyişlerini çok ezberledim. Ve kendim yazana kadar bunların şiirleriyle çalıp çığırıyordum. Kendim yazdıktan sonra onları bıraktım. Hatta kullanmayı kullanmayı unuttum onları.

-Şimdi benim bir sorum da şu: Şiirlerinizde sürekli aşama var. Yani çok dar bir görüşten, sürekli geniş dünya görüşüne doğru bir gelişme var. Bunu neye bağlıyorsunuz?. Yani şiirlerinizde sürekli halka yaklaşan bir aşama var. Bunun gerekçelerini siz söyleyebilir misiniz? Bunu şunun için istiyorum ; yeni başlayanlar var, sizden sonraki kuşaklar olacaklar var. Bunlara çalışmalarında örnek olsun istiyorum bu yanıtı.

-Evet ama, yine aynı dediğime geliyor ki, herkes bir yüzden seviyor. Birisi birinin hoşuna gidiyor, biri ötekinin . Yalnız şu var ki, söylenen sözde bir öz olması lazım. Özü olmayan söz hiçbir şeye benzemez. Yaşamaz. Onun için öz var umut ediyorum benim söylediğim sözlerde.

-Yani halk kendinden yaşantısından bir parça buluyor.

-Evet evet… Mesela ben, bu şey olmaz ama icap etti söyleyim… Şeyde İstanbul’da geldiler ‘gözlerini açalım’ dediler. İstemem dedim…’ Yahu nasıl olur da istemezsin. Bu fırsatı insan kaçırır mı?’ dediler. İstemem dedim tekrar. ‘Sebebi’ dediler. ‘Sebebiyse, ben şimdiye kadar kafamda bir yuva kurmuşum. Gözüm açılırsa, o yuva dağılır. Tekrar kurmaya imkan olmaz. Bu yuvayı dağıtmak istemiyorum’ dedim. Adamlar da gittiler. Onun üzerine şunu yazmıştım. Siz diyorsunuz ki geniş anlamlar var şunlar bunlar.

‘BİR KÜÇÜK DÜNYAM VAR İÇİMDE BENİM, MİHNETİM, ZULMETİM BANA KAFİDİR, GÖRENLER DAR GÖRÜR GENİŞTİR BANA, SOHBETİM, ÜLFETİM BANA KAFİDİR.

İSTEMEM DÜNYANIN SALTANATINI, SÜSLÜ GİYİMİNİ ARAP ATINI, BİLİRSEM TÜRKLÜĞÜN VAR KIYMETİNİ, VATANIM, MİLLETİM BANA KAFİDİR.

İSTERDİM HAYATTA DÜŞMANLA SAVAŞ, MİLLETİME KURBAN OLAYIDI BU BAŞ, NASİP DEĞİL İMİŞ, ŞEHİTLİK KARDEŞ, İMANIM NİYETİM BANA KAFİDİR.

DÜNYA GENİŞ OLSUN, İSTER DAR OLSUN, YETER Kİ KALBİNDE İMAN VAR OLSUN, HER ZAMAN MİLLETİM BAHTİYAR OLSUN, BU RÜTBEM, MESNEDİM BANA KAFİDİR.

İÇİMDE BESLERİM, BİR BÜYÜK ORDU, ÇINLATSIN DÜŞMANI,YÜKSELTSİN YURDU, AZMİ, ZİHNİYETİ VEYSEL’DİR DERDİ, İŞTE BU NİYETİM BANA KAFİDİR.

Benim alemim, herkesin alemine karşı bir alem değil. Çünkü, dünyadan bihaberim. Dünyayı gezdim, ne gördüm. Hiçbir şey görmedim. Yalnız dünya beni gördü. Ben dünyada gezdim, işte Ankara’dayım ne görüyorum. Hiç. Ama alem beni görüyor. Benim dünyaya gelişim, gidişim bu şekilde.

-Fakat öyle bir dünya görüşü var ki sizde; herkesin göremediğini görüyorsunuz. Biz ağacı görüyoruz, fakat sizin görüşleriniz gibi göremiyoruz. Bu görüş Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi, ya da Aşık Veli, Kemter Baba gibi asırlar ötesine kalacak bir görüş, bir deyiş. Fakat onların şanssızlığı, teypin, bantın, plağın, pikabın olmayışı.

-Olmayışı evet.

-Böyle canlı kalamamışlar. Şimdi ben sizden, çok özel bir şey isteyeceğim. Diyeceğim ki Aşık Veysel, 2000 yılında, ya da 2100 yılında , Allah hepimize uzun ömür versin ama, her halde 2000 li yıllarda olmayacağız.

-Olmayacağız.

-Ama radyo olacak ve şu bant kalacak radyoya. Diyeceğim ki Aşık Veysel 2000’li yılların kuşağına sesleniyor, fakat kendisi yok. Biz de yokuz. Aşık Veysel o kuşağa ne der?

-Eveeet. Aşık Veysel o kuşağa ne der…

-Evet şöyle söyleyeyim, yani istediğiniz gibi söyleyin. Ben hiç karışmayayım . Düşünün ki bizler yokuz dünyada. Fakat radyo var, dinleyicilerimiz var.

– Onlara söyleyişim şu olacak: Çalışmak, azim, fikir. Efendime söyleyeyim, bunlar mevcut olacak. Dönmeyecek azminden insanlar. O azminden dönmeyen insan, muhakkak erinde geçinde arzusuna ulaşır. Fakat azim deyince o da , biri yani yanlış yola azim etmiş, o muhakkak yolda kalır. Fakat doğru yola azmederse, o kendini bir selamete çıkartır. Ve ismini baki kor dünyada, kendi de baki kalmış olur. Yoksa yanlış yola azmetmiş, onun muhakkak bir gün kafasına vururlar. Ondan hayır çıkmaz. Çıksa kalsa bile herkes nefret eder. İnsanlar iki şeyle anılır; biri nefretle, biri rahmetle. Nefretle anıldıktan sonra, hiç anılmasın.

-Eveet bunu diyorsunuz. Bu bandı ben kopya ettirip, Türkiye Radyoları arşivlerine koyacağım. Bizlerden sonraki kuşaklara armağan edeceğim. Kopya fazla dağılmayacak. Öyle sağlam bir şekilde kalacak. Farz edin ki, yüz sene sonra bu bandı koyacaklar ve yüz sene önceden sizin anonsunuzu dinleyecekler. Bu anlamda bir ses verebilir misiniz bana?

-Nasıl ses veririm…Ses veremem ki.

-Düşünün ki, yüz sene sonra radyoda bu bant yayına girecek; Aşık Veysel de yok, Yaşar Özürküt de yok radyoda…

-Nasıl söyleyeyim, onu da şöyle bir şey var.

‘Varlığım, yokluğum bir Veysel adım, Kalacaktır gök kubbede ses kadim, Bunca yıldır kendi kendim aradım, Hiçbir türlü bulamadım ben beni.’

-Bu dörtlüğü şimdi mi yaptınız, önceden mi vardı?

-Önceden.

-Fakat söylemek istediğinizi bu dörtlükle söylüyorsunuz.

-Evet evet. Ses kadim kalacak.

-Peki çok teşekkür ederim. Yordum sizi. Sağlık dilerim.

Not: Bu söyleşi Yaşar Özürküt tarafından 21 Aralık 1972 tarihinde Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi’nde yapılmış ve ilk kez Aşık Veysel’in öldüğü gün olan 21 Mart 1973 de TRT radyolarında yayımlanmıştır.

Dava – Franz Kafka | “Unutmayın, tutuklusunuz Bay K. ama dışarda gezebilir, işlerinizi yapabilirsiniz”

“Neden olmasın?” dedi Bayan Bürstner. “Edindiğim bilgileri kullanmaktan hoşlanırım.” “Ben sözlerimde ciddiyim,” dedi K., “ya da en azından sizin gibi yarı ciddiyim. Olay bir avukata başvurmamı gerektirecek kadar önemli değil, ama bir danışmandan gelecek önerinin zararı da dokunmaz.” “Danışmanlık rolünü oynamam gerekiyorsa,” dedi Bayan Bürstner, “hiç değilse suçunuzun ne olduğunu bilmem gerekir.” “İşin püf noktası da burada,” dedi K. “Bunu ben de bilmiyorum.”  “Yoksa benimle alay mı ediyordunuz?” dedi Bayan Bürstner büyük bir düş kırıklığıyla. “Keşke bunun için başka bir zaman seçseydiniz.”  Uzun süredir yan yana durdukları fotoğrafların önünden uzaklaşıverdi. “Ama Bayan Bürstner,” dedi K. “Hiç de alay etmiyorum. Sanırım bana inanmak istemiyorsunuz… Bildiğim her şeyi size söyledim, hatta belki fazlasını da, çünkü bu bir soruşturma kurulu bile olmayabilirdi, başka türlü tanımlayamadığım için ona bu adı verdim. Hiçbir konuda soruşturma yapmadılar. Yalnızca tutuklandım, ama bir kurul tarafından.”  Sedirin üzerine oturan Bayan Bürstner yine gülmeye başladı. “Olay nasıl oldu peki?” diye sordu. 

Ece Temelkuran’ın En Sevdiği 5 Film Sahnesi ve Bu Sahnelerden Kesitler

Gazeteci-yazar Ece Temelkuran’ın Altyazı’nın 100. Özel Sayısı’na yazdığı “Sinemadaki Naylon Torba Büyüsü…” başlıklı filmlerden bahsettiği kısa yazısında anlattığı ‘Amerikan Güzeli’ndeki malum sahneyi seçmesi ntvmsnbc N5 harekete geçirdi. Diğer dört sahnenin peşine düşen N5 ekibi, Ece Temelkuran ile görüşerek bugüne kadar izlediği filmlerden en sevdiği 5 sahneyi sordu. İlk sırayı Nikita Mikhalkov’un Sicilya Berberi’ndeki bir sahneye veren yazar, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Bir Zamanlar Anadolu’dan düşen elma sahnesine üçüncü sırada yer veriyor.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev: “Hizmet etmemeye karar verin özgürleseceksiniz”

Yakın dostu, büyük Fransız düşünürü Montaigne’in, “Kanımca, La Boétie çağımızın en büyük insanıdır” diye söz ettiği Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’i siyasal düşünce tarihinde yeni bir yaklaşımın öncüsü olmuştur. Siyaset olgusunu iktidar ilişkileri biçiminde algılayan La Boétie, bugün bile kafaları kurcalayan, “insanların nasıl olup da itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi, hatta kulluk etmeyi arzuladıkları” sorununu yapıtının odak noktasına yerleştirir. La Boétie, iktidar olgusunu ve bunun ideolojik dayanaklarını (geniş anlamda hegomonyayı) irdelemekle yetinmez; iktidar ilişkileri ağının en üst düzeyde kuramsallaşmış biçimine, bir başka deyişle devlet sorununa yönelir. Tiran’ın ya da “Bir“in iktidarından yola çıkarak XVI. yüzyıl Fransası’nda artık açıkça belirginleşmeye başlayan modern devletin gerçeğine ulaşır. Bu bakımdan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, gerçekte, devlet egemenliğinin niteliği üzerine yapılmış bir söylevdir.

Dünyanın ilk ve tek Kaplumbağa Terbiyecisi Osman Hamdi’nin ölümünün 100’üncü yıldönümü

osman hamdi beyBirçok tablo yapmıştı ama “başyapıtım” diyeceği eseri henüz yapmadığını düşünüyordu. İki metre yirmi üç santim boyundaki yeni bir tabloya başlamıştı. Kısa süre sonra tablo belirginleşti. Figür yine kendisiydi. Sakalları ağırmış, kamburu ortaya çıkmıştı. Üzerinde kırmızı bir elbise vardı. Yerde ise kaplumbağalar vardı. Yaşlı adam elinde bir ney tutuyordu. Boynunda ise sopa asılıydı. Yeni tablosunda bir anlamda kendini anlatıyordu Osman Hamdi. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakâr bir toplumda eğitimci rolü oynamak, tıpkı kaplumbağa terbiyecisi gibi büyük sabır istiyordu. Tablo bittiğinde resmi görenler ne anlatılmak istendiğini anlamakta zorlandı. Birbirlerine böyle bir mesleğin olup olmadığını sordular…

Apoletlimedya | Devlet Kadar Irkçı, Hükümet Gibi Militarist – Ragıp Duran

Türk egemen medyası, siyasi iktidarla ilişkisi ne olursa olsun, özellikle Kürt meselesine ilişkin bir olay meydana gelince, ırkçı, militarist, tahrifatçı, kör kimliğini bir refleks olarak hemen gösteriyor. Uludere katliamı hakkında yazılacak, tartışılacak çok şey var . Bu konuların önemli bir kısmı son 2 gün içinde sosyal medyada (ki giderek ‘yurttaş medyası’ sıfatını hak etmeye başladı) yer aldı. Bir başka açıdan bakıldığında ise, yazılacak/ deşilecek çok fazla bir şey yok diyebiliyoruz. Çünkü katliamın her boyutu o kadar açık ve net ki… 29 ve 30 Aralık günleri medyanın hâki ya da yeşil renkli apoletli organlarını, özellikle de televizyon kanallarını ve internet sitelerini izlediğimizde ortaya çıkan manzaradan bazı tespitler:

İşçi Fotoğraflarının Ustası Lewis Hine ve Online Fotoğraf Sergisi

[srizonfbalbum id=14]

Lewis Hine, gökdelen iskelelerinde çekilen fotoğraflarla çalışanları yüceltiyor;  bir aydın olarak onları Amerika’nın gerçek sahipleri olarak görüyordu. Lewis Hine fotoğrafları, 20. yüzyılın ilk yıllarında yaşanan insani dramın başlıca aktörleri olan, işçi sınıfının, göçmenlerin, çalışan çocukların ve savaşın tanıkları oldu.  Yeni bir hayata başlamak umuduyla, kölelik koşulları içinde Amerika’ya gelen göçmenlerin bekleyen vahşi sömürü koşullarını belgeliyordu. Lewis Hine’in, işçilere duyduğu sevgi, onların yaşam koşullarını değiştirme isteği, çocukların çalıştırılmasına duyduğu tepki, salt bir aydın tepkisi değildi.

Dostoyevski’nin kendi dünyasını kurduğu romanı ‘Suç ve Ceza’ | Radyo tiyatrosu

İnsan birşeyi elde etmek için çabalar. Onu elde edince de bir kenara atar. Gerçek değerini ise onu kaybedince anlar. Raskolnikov şapkasını alıp kapıya doğru yürüdü, ama kapıya ulaşamadı.Kendine geldiğinde bir sandalyede oturmakta olduğunu gördü; sağından birisi kendini tutuyor, solunda da yine bir adam elinde sarı bir suyla dolu bir bardakla duruyordu; Nikodim Fomiç de gözlerini üzerine dikmiş, tam karşısında duruyordu. Raskolnikov sandalyesinden kalktı.  “Ne o, yoksa hasta mısınız?” diye sordu Nikodim Fomilç, sesi oldukça sertti.Yerine oturarak yemden kağıtlarıyla uğraşmaya başlayan sekreter: “Senedi imzalarken kalemi güçlükle tutuyordu” dedi.İlya Petroviç de odanın en ucundaki masasından bağırdı. “Çoktan beri mi hastasınız?” Delikanlı baygınken o da koşup bakmış, ama ayılır ayılmaz hemen masasına geçmişti. “Dünden beri diye mırıldandı” Raskolnikov cevap yerine. “Dün evinizden çıktınız mı?” “Çıktım.” “Hasta hasta mı?” . “Evet, hasta hasta.” “Hangi saatte?” “Akşam sekize doğru.” • “Sorabilir miyim, nereye?” “Öylece, sokağa.” “Daha belirgin ve açık söyleseniz…” Raskolnikov sert ve kesik cevaplar veriyordu; yüzü bembeyazdı; çakmak çakmak yanan  simsiyah gözlerini İlya Petroviç’e dikmişti.  Nikodim Fomiç: “Delikanlı güçlükle ayakta duruyor, sense kalkmış…” diyecek oldu.

Yoksul düşmüş bir öğrenci olan Raskolnikov, toplumun yararına olacaksa kuralların, kanunların çiğnenebileceği düşüncesinden haraketle bir cinayet işlemekte; yaşaması için hiçbir neden göremediği tefeci kadını öldürmektir. Bu cinayet çerçevesi içinde “Suç” ve “Ceza” kavramları derinlemesine tartışılmaya başlanır. Raskolnikov ve yaşamları en az Raskolnikov’unki kadar ikilemeler, iç çatışmalar üzerine kurulmuş diğer karakterler aracılığıyla toplumsal, ahlaki, dini değerler de derinlemesine irdelenir…

İlya Petroviç anlamlı anlamlı. “Yok bir şey…”dedi. Nikodim Fomiç bir şeyler daha söyleyecek gibi oldu, ama sekreterin gözlerini kendisine dikmiş baktığını görünce sustu. Birden herkes susmuştu. Tuhaf bir hava esiyordu odada. İlya Petroviç: “Gidebilirsiniz, sizi alıkoymuyoruz diyerek konuşmaya son verdi.” Raskolnikov çıktı. Çıkar çıkmaz da içerde ateşli bir konuşmanın başladığını duydu, en çok Nikodim Fomiç’in sorgu dolu sesi geliyordu kulağına. Sokağa çıkınca iyice kendine geldiğini duydu. Hızlı hızlı evine doğru yürürken, bir yandan da “Arayacaklardır, hemen şimdi bir arama yapacaklardır”, diye seyleniyordu. “Namussuzlar, şüphelendiler!” Deminki korku yine bir karabasan gibi üşüşmüştü üstüne. “Ya aramayı yapmışlarsa bile? Ya şimdi gidip de onları odamda bulursam?” Ama işte odası. Kimsecikler yok. Kimsecikler uğramamış… Nastasya bile hiçbir şeye el sürmemiş. Aman Tanrım! Nasıl, nasıl bırakabilmişti her şeyi o deliğin üstünde? Hemen köşeye atıldı, elini duvar kağıdının arkasına sokup koyduğu her şeyi bir bir çıkarmaya ve ceplerine doldurmaya başladı. Zaten hepsi sekiz paraydı: içlerinde küpe ya da benzeri bir şey bulunan iki küçük kutu -doğru dürüst bakmadığı için tam bilmiyordu ne olduğunu- sonra yine dört tane maroken kaplı küçük kutu… Doğrudan doğruya gazete kağıdına sarılmış birzincir, bir de, yine gazete kağıdına sarılmış, madalyaya benzer bir şey… Belli olmamalarına dikkat ederek hepsini paltosunun cepleriyle, pantolonunun sağlam kalan sağ cebine yerleştirdi. Para çantasını da alıp odadan çıktı. Bu kez çıkarken kapıyı ardından açık bıraktı. Kararlı adımlarla, hızlı hızlı yürüyordu, bütün vücudu kırılıyorcasına bitkindi, ama bilinci yerindeydi. İzleneceğinden korkuyordu; yarım saat, belki de çeyrek saat sonra bir kovuşturma emri çıkarılmasından korkuyordu. Ne pahasına olursa olsun delilleri ortadan kaldırmalı, hazır gücünü, bilincini tümüyle yitirmemişken bu işin üstesinden gelmeliydi… Nereye gidecekti? Çoktan kararlaştırmıştı bunu: “Hepsini kanala atarım, ne delil kalır ortada, ne bir şey.” Gece, sayıklamalar arasında kararlaştırmıştı bunu, hatta kararını hatırladıkça yekinip kalkmak istiyor ve “Çabuk, bir an önce gidip atmalıyım” diyordu. Ama anlaşılan pek kolay olmayacaktı üzerindekileri kanala atması. İşte yarım saattir -belki daha bile fazla olmuştu- Katerina kanalı boyunca dolaşıp duruyordu, ama kanala inen her merdiveni birkaç kez gözden geçirmesine rağmen, bir türlü kararını uygulayamıyordu: çünkü iniş merdivenlerine birtakım kayıklar, sallar bağlanmıştı ve bunların üzerinde çamaşır yıkayan kadınlar vardı. öte yandan çevreden gelip geçenler de hiç az sayılmazdı. Her yerden gerebilirlerdi kendisini. Adamın birinin durup dururken merdivenlerden inmesi, aşağıda biraz oyalandıktan sonra da suya bir şeyler atması çok kuşku uyandıracak bir olaydı. Hele bir de kutular batmaz da suyun üstünde kalırsa?.. Ve bu herhalde böyle olurdu. O zaman herkes görürdü. Zaten başka işleri kalmamış gibi yoldan gelip geçenler de kendisine bakıp durmuyorlar mıydı? “Acaba neden bakıyorlar?” diye düşündü. “Yoksa bana mı öyle geliyor?” Sonunda götürüp Neva’ya atmasının daha uygun olabileceği düşüncesi geldi aklına. Kalabalık da olmazdı orada, insanın fazla göze batmayacağı bir yerdi. Her bakımdan buradan daha uygun bir yerdi Neva: en önemlisi de buralardan uzaktı. Böylesine kederli ve korkmuş bir yüzle, böylesine tehlikeli yerlerde yarım saatten fazla bir süredir nasıl olup da aylak aylak dolaşabildiğine ve Neva’yı daha önce akıl edemediğine şaşıp kaldı. Uyurken, üstelik de sayıklamalar arasında verdiği aptalca bir karar yüzünden yarım saatini çarçur etmişti! Son derece dalgın ve unutkan olmuştu ve bunu kendisi de biliyordu. Elini çabuk tutması gerekiyordu, hem de çok çabuk. Neva’ya “V” caddesini izleyerek gitti. Yolda birden “Neden Neva’ya gidiyorum ki?” diye düşündü. “Ve neden ille de suya atacağım? Çok uzaklara, örneğin adalara gidip, ormanda bir ağacın altına, çalıların arasına geçsem, sonra da ağacı işaretlesem daha iyi olmaz mı?” Sağlıklı düşünebilecek bir durumda olmadığını bilmesine rağmen bu düşüncesi ona oldukça doğru göründü. Ama adalara gitmesi de kısmet olmadı, iş başka türlü sonuçlandı: “V…” caddesinden meydana çıkarken birden sol yanında bir avlu kapısı gördü: avlu boydan boya yüksek duvarlarla çevriliydi. Kapıdan girince hemen sağda, yandaki dört katlı apartmanın sıvasız, penceresiz yüksekçe duvarı avlunun derinliğine doğru uzanıyordu. Solda, kapıdan başlayarak ve sağdaki duvara paralel olarak avlunun yirmi adım kadar derinliğine uzanan, sonra yine sola kıvrılan bir tahta perde vardı. Tahta perdeyle çevrilmiş ve içinde birtakım araç-gereçler bulunan boş bir yerdi burası. Daha ilerde, avlunun dibine doğru, tahta perdenin ardından isten kararmış, alçak, taş bir yapının köşesi görünüyordu. Burası bir araba yapımevine, tesviye işliğine, ya da bu türden başka bir yapıya ait bir bölüme benziyordu. Her yer, nerdeyse daha kapıdan başlayarak kömür tozuyla simsiyahtı. Raskolnikov birden “İşte tam yeri, buraya atıp savuşayım” diye düşündü. Avluda kimsenin bulunmadığını görünce içeri girdi, hemen kapının yanında, fabrika ve işlik olarak kullanılan bu tür yapıların hemen hepsinde sıkça rastlandığı gibi, çitlere dayalı bir su oluğu vardı. Tahta perdenin oluğun hemen üzerine gelen bölümünde böylesi yerlerde hep görülen bilgece bir yazı gördü. Tebeşirle yazılmıştı yazı: “Burada durmak yasaktır”. Demek ki onun burada bulunmasından kimse kuşkulanmayacaktı. “Hepsini çabucak bir köşeye atar kaçarım!” diye düşündü.

Çevresine bir kez daha bakınıp tam elini cebine soktuğu sırada, birden avlu kapısı ile oluk arasında, sokağa bakan taş duvara yaslanmış duran, aşağı yukarı yirmi beş kilo ağırlığında büyük bir taş gördü. Duvarın ötesinde sokak, kaldırım, sokakta yürüyen insanlar vardı. Ama içeri girmedikçe kimse kendisini göremezdi. Elini çabuk tutmalıydı, her an biri içeri girebilirdi. Taşın üstüne eğildi, yukardan iki eliyle sıkıca kavrayıp olanca gücüyle dayanarak bir yana yıktı; tasın altında küçük bir çukur oluşmuştu. Ceplerinde ne varsa buraya koymaya başladı; para çantası en üste gelmişti. Çukur, cebindeki her şeyi almış, hatta daha yer bile kalmıştı. İşini bitirdikten sonra taşa yeniden yapıştı, bir hareketle eski yerine getirdi. Tam yerine oturmuştu taş. Yalnız eskisinden biraz daha yüksekçe duruyordu, Ayağının ucuyla biraz toprak kazıp taşın sağına soluna bastırdı. Artık hiçbir şey belli değildi. İşini bitirdikten sonra avludan çıktı, alana doğru yürüdü. Bir anda içini tıpkı az önce karakolda duyduğuna benzer büyük bir sevinç dalgası kaplamıştı. “Bütün deliller yok oldu. Kimin, kimin aklına gelir bu taşın altını aramak? Belki binanın yapıldığı günden beri burada bu taş ve belki bir o kadar zaman daha burada kalacaktır. Diyelim, buldular: kim kuşkulanabilir ki benden? Bu is burada bitti, hiçbir ipucu kalmadı ortada.” Gülümsedi. Sonraları, o gün sinirli sinirli, kesik kesik, sessiz sessiz, uzun uzun güldüğünü, gülüşünün, alanı geçene dek sürdüğünü hatırlayacaktı. Ama gülüşü, üç gün önce o kızla karşılaştığı “K…” bulvarına varınca birdenbire kesildi. Bambaşka düşünceler geçmeye başladı kafasından. Kız gittikten sonra oturup düşünceye daldığı sıranın yanından geçmek, kendisine yirmi köpek verdiği o palabıyıkla karşılaşmak, birden dayanılmayacak kadar ağır ve tiksindirici geldi. “Allah belasını versin!” diye söylendi. Çevresine dalgın, ama öfkeyle bakarak yürüyordu. Zihni, düşüncesi bir ana nokta çevresinde toplanmaya başlamıştı; bunun gerçekten bir ana nokta olduğunu kendisi de duyumsuyordu; ve bu ana noktayla ilk kez -hatta belki de iki aydan beri ilk kez- basbaşa kaldığını görüyordu. İçinde müthiş bir öfke dalgası yükseliyordu. “Allah belasını versin, bütün bunların, her şeyin Allah belasını versin!” diye düşündü. “Madem ki başladık, öyleyse yapacak bir şey yok demektir; ama bu başlayan yeni hayatın da Allah belasını versin! Tanrım! Nasıl da aptalca her şey!.. Nasıl yalanlar söyledim, nasıl da alçaldım bugün! İlya Petroviç denilen iğrenç herifin karşısında ne yaltaklıklar yaptım, ne numaralar çektim!.. Ne saçma! Herkesin, hatta kendi yaptığım yaltaklıkların, dalkavuklukların… her şeyin içine tükürmüşüm! Sorun bunlar değil, hem de hiç değil..” . Birden durdu, yeni, hiç beklenmedik, son derece yalın bir soru bir arıda düşüncelerini darmadağın etti, acı bir şaşkınlık verdi: “Eğer bütün bu işleri aptallıkla değil de bilinçle yaptıysan, eğer gerçekten de belirli, sarsılmaz bir amacın var idiyse, niçin şu ana kadar daha para çantasının içine bile bakmadın ve bunca acı, bunca alçalma uğruna eline geçenin ne olduğunu bile öğrenmedin? Böylesine iğrenç ve alçakça bir işi bilinçli olarak niçin yaptığını hala bilmiyorsun? Daha az önce para çantasını da, yüzünü bile görmediğin bütün öteki şeyleri de suya atmak istiyordun… Nedir bütün bunların anlamı?” Evet, bu böyle; bu hep böyle. Aslında o bunun böyleliğini eskiden de biliyordu ve soru onun için hiç de yeni değildi. Geceleyin suya atma kararını verirken, ille de böyle olması gerekirmiş, başka türlü olamazmış gibi, hiç ikirciklenmeden, karşı koymadan onaylamıştı kararını… O, bütün bunları biliyor ve hatırlıyordu; hatta bütün bunlar öyle dün kararlaştırılıvermiş şeyler de değildi, daha kocakarının evinde, sandığın içindekileri ceplerine doldururken verilmiş bir karardı bu. Evet, böyleydi!.. Sonunda can sıkıntısıyla, “Çok hastayım da, ondan böyle oluyor” diye düşündü. “Kendi kendimi yiyip bitiriyorum, acı çektiriyorum kendime. Üstelik ne yaptığımın da farkında değilim… Dün de, önceki gün de, ondan önce de hep kendi kendime işkence ettim. İyileşeceğim… ve artık kendime acı çektirmeyeceğim… Ama ya bir de iyileşemezsem? Tanrım! Bütün bunlardan öylesine bıktım ki!..” Durmaksızın yürüyordu. Nasıl olursa olsun açılmak, kendine gelmek, kendini toparlamak için karşı konulmaz bir istek duyuyordu içinde. Ama ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Geçen her dakikayla birlikte, yeni, belirlenemez bir duygu sarıyordu bütün benliğini: bu, çevresindeki her şeye, karşılaştığı herkese karşı duyduğu sonsuz bir tiksinmeydi; kinle dolu,bitmez tükenmez, nerdeyse fiziksel bir tiksinme… Yolda rastladığı herkes tiksinti veriyordu ona; herkesin yüzü, yürüyüşü, hareketleri tiksinç geliyordu. Birisi kendisiyle konuşmaya kalksa, herhalde doğruca yüzüne tükürür, ya da belki de ısırırdı… Vasilyev adasında, köprünün yanında Küçük Neva rıhtımına gelince durdu. “İşte ö bu evde oturuyor…” diye düşündü. “İyi ama nasıl geldim ben buraya? Razumihin’e kendiliğinden gelmiş olamam… Yine o günkü hikaye… Çok ilginç buraya kendiliğimden mi geldim, yoksa yolum öylece buraya mı çıkıverdi? Her neyse, farketmez… O zaman da niyetlenmiştim ya… üç gün önce, o günün hemen ertesi günü… Razumihin’e gitmeye kalkmıştım… Ben de şimdi uğrarım… Uğrayamaz mıyım yani şimdi?..” Razumihin’in oturduğu beşinci kata çıktı. Odasındaydı Razumihin, yazı yazıyordu, kapıyı kendisi açtı. Dört aydır görüşmemişlerdi. Sırtında çok eski bir robdösembr, çıplak ayaklarında terlik vardı: yıkanmamış, tıraş olmamıştı, saçları karmakarışıktı. Yüzünde şaşkınlık okunuyordu. İçeri giren arkadaşını tepeden tırnağa süzerek: “Sen ha?” diye bağırdı, sonra sustu, bir ıslık çaldı: Raskolnikov’un üstündeki paçavraları farketmişti: “Demek bu kadar kötüledin ha? Şıklıkta beni bile geride bırakmışsın. Otursana, yorulmuşsundur!” Raskolnikov, kendisininkinden de kötü durumda olan muşamba kaplı sedire uzanınca, Razumihin birden arkadaşının hasta olduğunu farketti: “Sen oldukça hastasın yahu, biliyor muydun bunu?” Elini uzatıp Raskolnikov’un nabzını dinlemeye başladı. Raskolnikov elini çekti: “Gerek yok… Ben buraya niçin geldim, biliyor musun: hiç öğrencim yok bu sıralar… Biraz ders verebilseydim… Ama hayır, benim ders falan istediğim yok…” Razumihin onu dikkatle süzüyordu: “Sen sayıklıyorsun yahu!” “Hayır, sayıkladığım falan yok…” Raskolnikov sedirden kalktı. Yukarı çıkarken Razumihin’i evde bulacağını, onunla yüzyüze gelmek zorunda kalacağını hiç düşünmemişti. Şu anda ise, kendi deneyimiyle anlamıştı ki, dünyada kiminle olursa olsun yüzyüze gelmek, onun en son isteyebileceği bir şeydi. Bütün öfkesi kabarmıştı. Daha Razumihin’in eşiğinden adımını atarken kendine duyduğu öfkeden boğulacak gibi olmuştu, Birden: “Hoşçakal!” dedi ve kapıya doğru yürüdü. “Dursana yahu! Amma tuhaf adamsın be!” “Yok!” dedi Raskolnikov, yeniden elini çekerek. “Madem gidecektin, ne halt etmeye geldin!? Deli misin, nesin? Beni aşağılıyorsun bu davranışınla, izin veremem buna!” “Madem öyle, dinle: Senden başka bana yardım edebilecek kimseyi tanımadığım için sana geldim… Çünkü sen ötekilerin hepsinden daha iyisin, yani daha akıllısın, doğru karar verebilirsin… Ama şu anda hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacım olmadığını anlıyorum… Anlıyor musun? Hiçbir şeye..: Kimsenin, hiç kimsenin ne yardımına, ne ilgisine ihtiyacım var… Ben… yapayalnızım… Neyse, yeter artık! Beni rahat bırakın!” “Dursana be dilenci kılıklı, dursana be adam! İyice keçileri kaçırmış! Bana göre hava hoş,ama dur da bir dinle: benim de özel derslerim yok bu sıralar, zaten tükürmüşüm özel dersinin içine. Ama Bitpazarı’nda Heruvimov adında bir kitapçı var, bu adam da kendine özgü bir tür özel derstir. Ve ben onu beş özel derse bile değişmem. Doğal bilimlerle ilgili birtakım broşürler basıyor bu Heruvimov, öyle broşürler ki, peynir ekmek gibi satılıyor hepsi de… Bunların adları bile bir alem! Sen hep benim aptal olduğumu söylerdin, ama inan azizim, .benden de ahmak olanlar varmış! Adam cahil mi cahil, ama günün modasına iyi uyuyor, ben de bu konuda kendisini kışkırtıyorum. İşte şurada iki formayı geçen Almanca bir metin var, bana sorarsan şarlatanlık ki o kadar olur! Özetle, kadın insan mıdır, değil midir, onuinceliyor. Ve tabii görkemli bir biçimde insan olduğunu kanıtlıyor. Heruvimov bu broşürü kadın sorunu ile ilgili olarak yayınlayacak*. Ben de çevirisini yapıyorum. Adam bu iki formayı şişire şişire altı formaya çıkaracak. Sayfanın yarısını kaplayan gösterişli bir de ad bulacağız ve elli köpekten satacağız tanesini! İyi satacaktır! Çeviri için bana forma başına altı ruble verecek, demek ki tümü on beş ruble tutacak. Altı rublesini avans olarak aldım… Bunu bitireyim balinalar üzerine bir çeviri yapacağım. Daha sonra da Cenfessions’un ikinci bölümünden sıkıcı birtakım dedikoduları çevirmeyi kararlaştırdık: kimden duymuşsa duymuş, Heruvimov, Russo’nun da kendine özgü bir Radisçev olduğunu söylüyor. Ben de tabii bir şey söylemedim, canları cehenneme! Ne dersin, “Kadın İnsan mıdır?” broşürünün ikinci formasını versem çevirir misin? Eğer kabul ediyorsan iste metin, işte kağıt kalem -kağıt kalem bedava- ve işte üç ruble… Ben iki forma için altı ruble avans aldığıma göre, çevireceğin bir forma için bu altı rubleden senin payına üç ruble düşer. Çeviriyi bitirince üç ruble daha alırsın. Bir şey daha var: lütfen bütün bunları benim yönümden bir yardımmış gibi niteleme. Hatta, tersine, sen daha kapıdan girerken, acaba Raskolnikov’un bana nasıl bir yardımı dokunabilir, diye düşünüyordum. Bir kez benim imlam çok kötü, ikincisi Almanca’da bazan öyle tökezliyorum ki, kimi yerleri olduğu gibi kafadan atıyorum. Yalnız bir şey var: benim uydurmalarım aslından daha güzel oluyor; zaten beni avutan da bu… Ama kimbilir, belki de daha kötü oluyordur..? Her neyse, kabul ediyor musun çeviriyi?” Raskolnikov hiçbir şey söylemeden Almanca metni ve üç rubleyi aldı, çıkıp gitti.

Suç ve Ceza’dan bir bölüm

“Süreç AKP’yi bitirecek… Erdoğan’cıymış gibi görünenlerin de bu kadar bağırmaları bundan”

Benim yazılarıma başladığımdan beri yazdığım Erdoğan – Gülen tartışması son seçimden sonra artık iyice su yüzüne çıktı. Bitakım Libre-el-al yazarlarla olan sert tartışmalar, Erdoğan – Taraf Gazetesi kavgası, Gülerce’nin yazıları, dün Bugün Gazetesi’nde Gülay Göktürk’ün yazısı, Fehmi Koru, Hasan Cemal yazıları ve tartışmaları, hepsine toplu olarak baktığınızda “Birdenbire ne oldu bunlara?..” diyebiliyorsunuz. Oysa olan bişey yok, bu saydığım isimlerin hiçbiri esas olarak Erdoğan’ı desteklemediler, onlar Fethullah Gülen’i desteklediler, Gülen de AKP’yi desteklediği için bu ekip Erdoğan’ı destekler göründü.

FETHULLAH GÜLEN’İN BAŞBAKANINA HAZIR OLUN!.. – Ahmet Nesin

Tezer Özlü: “Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun”

 Şimdi sen ölü bir anı olmak istiyorsun. Başka kentlerin başka sınırlarından arıyorsun. Daha uzaklara gitmek istiyorsun. Benim geçmişimin kentine. Benim güçlüklerimin kentine Çocukluğumda gördüğüm ilk büyük kente. Varır varmaz küçük taşra kasabalarına özlem duyduğum kente. Gecekonduyu andıran bir eve geldiğimizde. Babamın akrabalarının yanına Geldiğimiz gün. Bir gece önce akrabalardan birinin çocuğu ölmüştü. Karanlık odalardan birinde üzerini beyaz bir çarşafla örtmüşler, öyle bekliyordu. Annesi bitişik odada ağlıyor, biz çocuklar holde oynuyorduk. Kapı hep aralansın, küçük çocuğu cesedini görebileyim istiyordum. Bir büyük korkuyla karışıktı bu özlem. Ölümün bana ilk kez kaldığım evde bir çocuk cesedi olarak göründüğü yağmurlu bir gün. Dokuz yaşında bir çocuk cesedi.

Cemal Yücel: Düne kadar “Bir şiir okudum, yargı anamı ağlattı” diyenler, şimdi…

“Senin yazdıklarınla, söylediklerinle bilmem ne örgütünün amaçları çakışıyor, onlar da hükümete karşı, sen de karşısın, o halde sen de o örgütün üyesisin” denilerek düzenlenen iddianamelerle, asgari mantık kurallarını bile dikkate almadan verilen tutuklama kararlarıyla nereye kadar gidilecek? Polisin savcı ve yargıçların eline verdiği listelerle insanların tutuklandığı görüşünün yaygınlaşması ve bunun toplumda yaratacağı tedirginlik sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Bir siyasi davada, gece karanlığında kendisini dövdüğü söylenen 48 kişiyi adeta süper bir gece görüş kamerası gibi tespit eden müştekinin siyasi polisteki yönlendirmeli teşhisiyle, o teşhis tutanağındaki herkesi tutuklayan yargıçlar, ne yaptığınızın farkında mısınız? Hukuktan vazgeçtik, mantık da mı uçup gitti? Yok, bütün bunlar sizi ilgilendirmiyor da güç odaklarının askerliğine mi soyundunuz? 

Ekonominin Çıkarları Doğrultusunda Programlanan Kitle Kültürü ve Eleştirisi – Erhan Atiker

Eleştirel Okul’un kurucularından Adorno ve Horkheimer’e göre kültür tekelleri banka ve imalat sektörünün -çok uluslu-holdinglerinin bağımlılığı altına alınarak endüstrileştirilmişti. Burada amaç, kültürü metalaştırmak, bireyleri kitle kültürünün (eğlence) ürünleri aracılığıyla ait oldukları statü (gelir) gruplarına uygun tüketim biçimlerine güdülemek ve varolan  ekonomik yapıyı haklılaştırmaktı. Ayrıca teknik, ekonomik ve örgütsel gereklilikler de kültür üretimini belirlemekteydi. Dolayısıyla san’at ikincil amaç haline getirilerek araçsallaştırılmıştı. Modern toplumda kültür sistem kuramının deyimiyle “sistem çevresi” konumuna indirgenmişti. Kültür endüstrisi, tüketicilerin gereksemelerine uygun ürünler ürettiğini savunur ama asıl amacı, üretimin tüketilmesi için tüketicide “yanlış” gereksemeler uyandırmaktır. Böylece ekonomi, tüketicide tüketime yönelik yaşam biçimleri ve dolayısıyla yanlış gereksemeler yaratmak amacıyla kültürü araçsallaştırır.

Gök-Tanrı’dan Şah-ı Merdan’a, Orta Asya’ dan Anadolu’ya Türklerde Halk İslamı – Irene Melikoff

Türk aşiretleri arasında İslamın yayılması ve Türkler’in bu yeni inanışa yönelişleri, dervişlerle birlikte tüccarların önemli rol oynadıkları uzun bir gelişim süreci sonucunda olmuştur. Oluşum, Orta Asya’da yaşam buldu ve Türkçe konuşulan bütün bölgelere yayıldı. Türkler’in, aslında İrani kökenli olan ülkelere, örneğin Türkistan ve Maveraünnehir’e yerleşmeleri, Orhun Türk İmparatorluğu’nun yıkılışı ve 19. yüzyılda Kırgızlar tarafından şimdiki Moğolistan’dan sürülen Uygurlar’ın çöküşü sonunda olmuştur. Türkçe konuşan topluluklar, aralarında önemli kültürel bir yere sahip Soğdanlar’ın da bulunduğu İrani halkla karıştılar.

Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Erkeklerin Hikâyeleri: Laçen’le Hıdır’ın Öyküsü – Paul Bowles

Yaz ortasında, Sidi Kacem gelince, hava birden çok ısındı. İnsanlar evlerinin çatılarına çarşaflardan çadırlar kurarak yemeklerini orada pişirip orada yatmaya başladılar. Geceleyin Hıdır bütün çatıları görebiliyordu; her çatıda rüzgârda şişerek sallanan çarşaflardan oluşmuş bir kubbe vardı; çarşafın arasından tenekenin içinde yanan ateşin kırmızı ışığı görünüyordu. Gündüzleri, beyaz çarşafların oluşturduğu bu denizin üzerinde parlayan ışık Hıdır’ın gözlerini kamaştırıyordu; odasında dolaşırken, pencerenin önünden geçtiğinde artık dışarıya bakmamayı öğrenmişti. Daha pahalı bir odada, ışığı kesecek güneşlik perdeleri olan bir odada oturmayı isterdi. Dışarıda, gökyüzünü dolduran parlak ışıktan korunmanın hiçbir yolu yoktu; Hıdır alacakaranlığı özlemle bekliyordu. Gün batmadan keyif içmek âdeti değildi. Keyif içmeyi gündüzleri hiç sevmiyordu; her şeyden çok da havanın sıcak, ışığın parlak olduğu yaz günlerinde içmeyi hiç sevmiyordu. Yeni gelen her gün bir öncekinden daha sıcak olmaya başlayınca, kendisine birkaç gün yetecek keyif ve yiyecek almaya, hava serinleyinceye kadar odasına kapanmaya karar verdi. O hafta iki gün limanda çalışmıştı, biraz parası vardı. Yiyecekleri masanın üstüne koyup kapıyı kilitledi.