“AZ KEDERİ OLANLAR, FAZLA GÖSTERİŞLİ AĞLAR!” ÜÇ İYİ EŞ ÜZERİNE – MONTAIGNE

0

Herkesin bildiği gibi ve özellikle de evliliğin görevleriyle ilgili şeylerde nicelikler yoktur. Çünkü buradaki, gerçekten de, bir kadının istencinin içinde uzun zaman saf kalabilmekte sıkıntılı olduğu bunca dikenli koşullarla dolu bir sözleşmedir. Burada erkeklerin durumu bir parça daha iyi olsa da, peşinen yapacakları çok fazla şey vardır.

İyi bir evliliğin mihenk taşı, gerçek kanıtı, sürekli olarak tatlı, dürüst ve hoş olmak koşuluyla bu birlikteliğin süresidir. Çağımızda kadın eşler kocalarına iyi hizmetlerinin sergilemesini ve sevgilerinin tutkusunu daha gönülden yapıyor – koca ortadan kalktığı zaman. Onlar o sırada en azından iyi niyetlerinin bir göstergesini vermeye çalışıyor. Geç kalmış, hatta yersiz bir gösteriş. Bu surette daha doğrusu ancak ölüleri sevdiklerini ispatlıyorlar. Yaşam çalkantıyla doludur; ölüm, aşk ve incelik… Babaların sevgilerini çocuklarından sakladıkları gibi, kadınlar da haysiyetli ve saygı değer bir tutumu muhafaza etmek için kocalarına karşı sevgilerini memnunlukla saklıyor. Bu gizlemeden hoşlanmıyorum. Kadınlar istedikleri kadar saçlarını yolup, yüzlerini tırmalısın, daha sonra ben bir oda hizmetçisinin ya da bir yazmanın kulağına fısıldayıp sorarım: “Nasıldı bunlar, birlikte nasıl yaşadılar?” Şu güzel söz her zaman hatırımdadır: “jactantius mœrent, quæ minus dolent.” [“Az kederi olanlar, en fazla gösterişli ağlar.” (Tacitius, Annales, II, LXXVII)]. Onların yaşayanlar için somurtma biçimi tiksinti verici, ölüler içinse önemsizdir. Sonradan gülmelere seve seve izin verilebilecektir; yeter ki yaşam sırasında bunlardan olsun. Yaşadığım sırada yüzüme tükürecek kişinin, artık yaşamda olmadığımda ayaklarımı yalamaya gelmesinde öfke uyandıran bir şeyler yok mu? Eğer bir kocaya ağlamakta bir parça onur varsa, sadece kocalarına gülen, içeride olduğu gibi dışarıda da, yaşamı süresince gözyaşı döken, öldükten sonra gülümseyen kadınlara aittir bu. O halde, bu buğulanmış gözlere, acındıran bu sese güvenmeyin; daha iyisi, büyük tül peçelerin altında şu baş duruşuna, şu tene, şu tombul yanaklara bakın. Çünkü kadın bu ayrıntılarla açık seçik konuşur. Bunda sadece gittikçe düzelen yalan söylemeyi bilemeyecek sağlığın payı azdır. Bu protokol düşkünü tavır geçmişi gelecek kadar ilgilendirmez; bir bakiye ödemesinden daha fazla bir kazançtır bu. Çocukluğumda bir hükümdarın hâlâ hayatta olan dul eşi, çok güzel ve çok namuslu bir hanım, dulluğun kurallarının izin verdiklerinden bilmem hangisinin daha fazlası giyim kuşamda bulunmuyordu. Ve bundan dolayı kendisini kınayanlara, “Artık yeni dostluklar aramadığımdan ve tekrar evlenmeye niyetim olmadığındandır bu” yanıtını veriyordu.

Alışkanlıklarla tamamen uyumsuz olmamak için, burada kocalarının ölümünü çevrelemek için iyiliklerini ve sevgilerini bunca gösteren üç kadından söz etmeyi seçtim. Ama buradakiler tutkunun yaşama son vermeye vardığı bir parça değişik örneklerdir.

Genç Pline’in İtalya’daki evinin pek uzağında olmayan bir yerde edep yerlerinde kendini göstermiş olan yaraların korkunç acı verdiği bir komşusu vardı. Onun uzun zamandır acı çektiğini gören karısı, herhangi birinden beklediğinden daha içtenlikle hastalığının durumunu söyleyebilmek için kendisini yakından ve özgürce incelemeye izin vermesini diledi. Kadın, bu izni aldıktan ve dikkatlice inceledikten sonra onun iyileşebilmesinin imkânsız olduğunu, bundan tüm bekleyebileceğinin pek uzun zaman acılı ve sıkıntılı bir yaşam sürdürmek olduğunu anladı. Böylece adama kökten ve en güvenilir bir ilaç olarak kendini öldürmesini tavsiye etti. Ve onu bu sert eylem için biraz zayıf bulduğundan dolayı da, “Sürüp giden ağrılarının beni daha az etkilediğini sanma, sevgilim; bundan kurtulman için sana önerdiğim ilacı kendim de kullanacağım. Hastalığında yaptığım gibi iyileşmende de yanında olmayı istiyorum. Korkularını unut ve bizi sıkıntılardan kurtaracak bu geçişte sadece zevk duyacağımızı düşün; birlikte giderken mutlu olacağız” dedi. Kadın bunu deyip, kocasının cesaretini pekiştirdikten sonra evlerinin denizin tam içine açılan bir penceresinden kendilerini atmalarına karar verdi. Ve tüm yaşamı boyunca kocasını sardığı bu yüce ve dürüst sevgiyi sonuna kadar korumak için, üstelik de onun kollarının arasında ölmeyi istedi. Ama kararlarının bozulmasından, sıkıca sarılışlarının düşmeyle korku yüzünden gevşemesinden çekinerek kendini kocasına bedenlerinin ortasından bağlattı ve bu şekilde kocasının dirliği için yaşamı terk etti.

Söz konusu bu eş basit bir düzeydendi. Ve bu türden kişilerin arasında, olağanüstü nitelikte bir eyleme rastlamak pek ender değildir;

“Adalet, yeryüzünü terk etmeden önce son adımlarını onların yanında attı.” (Virgilius, Georgiques, II, 473)

Sözünü edeceğim diğer ikisi soylu ve zengin düzeydendir – erdem örneklerinin daha nadir olduğu yerden.

Eski konsül Cecinna Pætus’un karısı Arria, Neron zamanında erdemiyle çok ünlü olan Thrasea Pætus’un karısı bir başka Arria’nın annesi olup, bu damatlık yüzünden Fannia’nın da anneannesiydi (adamlarla kadınların adlarının ve kaderlerinin benzerliği birçok kişiyi yanılgıya düşürür). Cecinne Pætus, yanında yer aldığı Scribonianus’un yenilgisinden sonra İmparator Claudius’un adamlarına esir düşünce, karısı Arria onu Roma’ya götürenlerden kendisinin daha az masrafa neden olacağını, kocasının hizmetinde gereksinim duyacağı çok sayıda kişi yerine oda, mutfak ve tüm öteki türden hizmetlerle meşgul olarak kendilerine daha az kaygı yaratacağını söyleyip gemiye alınmak için yalvardı. Ama adamlar bunu reddetti. O zaman, kadın hemen oracıkta kiraladığı bir balıkçı teknesiyle Slovanya’dan itibaren kocasını takip etti. Roma’ya vardıkları zaman, bir gün imparatorun huzurunda, Scribonianus’un dul karısı Junia kaderlerinin benzemesi dolayısıyla yanına içtenlikle yaklaşınca Aria onu kabaca iterek, “Scribonianus yanında öldürüldüğü, sen hâlâ yaşadığın halde ben seninle konuşayım, seni dinleyeyim ha?” Bu sözler, başka belirtilerle birlikte, akrabalarına onun kocasının elim kaderine dayanamadığı için intihar etmeyi tasarladığını anlattı. Ve damadı Thrasea ona, “Ne yani? Eğer benim kaderim de Cecinna’nınkine benzer olsaydı, kızınız olan karımın da aynısını yapmasını ister miydiniz?” diyerek yaşamına son vermemesi için yalvardı. “Nasıl ister miydim yani?” diye yanıtladı Arria, “Evet, evet isterdim bunu; eğer bunca uzun zaman ve benim kocamla olduğum kadar seninle güzel bir uyum içinde yaşamışsa.” Bu sözler onun için duyulan endişeyi artırıyor, davranışını daha yakından gözetim altında tutturuyordu. Arria, bir gün kendisini gözetim altında tutanlara, “Ne yaparsanız yapın, beni daha kötü öldürtebilirsiniz; ama ölmekten alıkoyamayacaksınız.” Ve üzerinde bulunduğu sandalyeden sertçe ileriye atılıp, en yakındaki duvara başı önde kendini attı; darbenin etkisiyle yere baygın ve ağır yaralanmış bir halde boylu boyunca düştü. Onu bir hayli güçlükle kendine getirmelerinden sonra kadın şöyle konuştu: “Size kesinlikle söylemiştim, rahat bir biçimde kendimi öldürmemi reddederseniz pek sıkıntılı olsa da başka bir yolunu bulacağım.” Ve işte bunca hayranlık uyandırıcı cesaretin nasıl sonuçlandığı. Kocası Pætus, imparatorun acımasızlığıyla onu zorlamasına rağmen ölüme gitmekte yeterli cesarete sahip olamadığından, kadın önce bu yönde kendine verilen akıllardan ve yüreklendirmelerden yararlanıp, günün birinde üzerinde bulundurduğu hançeri eline alıp cesaretinin sonucunu, “Böyle yap, Pætus!” diye dile getirdi ve aynı anda da göğsüne ölümcül bir darbe indirdi. Yarasından çekip çıkardığı hançeri ölürken ona şu soylu, yüce gönüllü ve ölümsüz sözlerle gösterdi: “Pœte, non dolet.” [“Pætus, hiç acıtmıyor bu.” (Genç Pline, Mektuplar, III, XVI)]. Kadının ancak pek derin anlama sahip şu üç sözcüğü söylemeye vakti oldu: “Bak, Pætus, bu acıtmıyor”,

“İffetli Aria, karnından çekip çıkardığı hançeri sevgili Pætus’una göstererirken, “İnan bana” dedi, “kendime indirdiğim darbe benim canımı hiç acıtmadı; senin kendine vuracağın darbeyse canımı acıtıyor, Paetus.” (Martial, I, XIV)

Arria’nın sözleri özgün biçimiyle çok daha canlı, hatta daha zengin bir anlamdadır. Zira aslında yaralar, kocasının ve kendi ölümü, bunda öneren ve esinleten kendisi olduğuna göre hemen hemen ona hiç acı verici olamazdı; ama bu soylu ve cesurca girişimi sadece kocasının çıkarı uğruna yerine getirdikten sonra, dahası ondan kendisini ölümde takip etme korkusunu kaldırmaya çalışarak yaşamının son eylemiyle kaygılanan da kendisidir. Paetus, kanımca bu pek pahalı ve pek değerli öğrenime gereksinim duymuş olmaktan utanç duyarak hemen aynı hançerle kendini vurdu.

Genç ve çok soylu bir Romalı hanım olan Pompeia Paulina, çok ileri yaşında bulunan Seneca’yla evlenmişti. Sevgili öğrencisi Neron, ölüme mahkûm edilişini bildirmek için zaptiyelerini Seneca’ya gönderdi. Bu, şu şekilde meydana geldi: Roma imparatorları bu çağda nitelikli bir kişiyi ölüme mahkûm ettikleri zaman, ona filan ya da falan sürede kendine uygun gelen ölüm şeklini seçmesi için, önceden işlerini düzene koymak üzere, arada sırada kızgınlıklarına göre mühletin kısalığı dolayısıyla bu olasılığı kaldırarak bazen çok kısa, bazen daha uzun bir vade tespit ederek resmi görevlileri aracılığıyla hükmü iletirlerdi. Eğer mahkûm buyruklarına direnirse, gerek kollarının ve bacaklarının damarlarını keserek olsun, gerek zehir içmeye zorlayarak olsun infaza yetenekli kişileri gönderirlerdi. Ama onurlu kişiler işi bu raddeye vardırmaz, bunun için kendi hekimlerinden ve cerrahlarından yararlanırlardı. Seneca, Neron’un zaptiyelerini sakin ve ciddi bir yüzle dinleyip, vasiyetini yazmak üzere kâğıt istedi. Bu isteği zaptiyelerin başı tarafından reddedilince, dostlarına dönerek şöyle dedi: “Mademki size borçlu olduğum şükrandan başka bir şey bırakamıyorum, en azından bende bilinecek en güzel olanı bırakıyorum; bu biçimde samimi ve gerçek dostlar şanını kazanmanız için sizden hafızanızda muhafaza etmenizi istediğim karakterimin ve yaşamımın anısıdır bu.” Aynı zamanda da, kah onların üzerinde katlandıklarını gördüğü acıları tatlı sözcüklerle yatıştırıyor, kah sesini onları azarlamak için yükseltiyordu: “Felsefenin güzel ilkeleri nerede? Bunca yıldır kaderin darbelerine karşı edindiğimiz yedeklerimiz ne oldu? Neron’un acımasızlığı bizce bilinmiyor muydu? Annesini ve erkek kardeşini öldüren birisinden kendisini yetiştirmiş ve eğitmiş mürebbisini de öldürtmesinden başka ne bekleyebilirdik?” O, herkese bu şekilde hitap ettikten sonra karısına dönüp, onu sıkıca ve acısının ağırlığıyla yitirdiği tüm gücüyle kalbinin üzerine bastırarak, ondan kendine karşı olan aşkıyla bu olayı daha cesurca karşılamasını diledi. Ona, artık uslamlamalar ve söylemlerle değil, ama eylemlerle çalışmalarının edindiği meyvesini göstermenin zamanı geldiğini, ölümü sadece acısız değil, gönül ferahlığıyla bile kabul ettiğinden kuşku duymamasını söyledi. “Bu nedenledir ki, sevgilim” diyordu, “gözyaşlarınla onurunu yitirme, beni şanımdan daha fazla sevdin havasına girme; benden öğrendiklerin ve eylemlerimle acını hafiflet ve kendini avutup, kendini adadığın onurlu uğraşları yaşamının geri kalanında da sürdür.” Paulina aklı bir parça başına geldikten ve cesaretinin niteliğini yüce bir sevgi atılımıyla güçlendirdikten sonra yanıt verdi: “Hayır, Seneca , bunca ağır koşullarda sizi eşlik etmeksizin bırakmayacağım; yaşamınızın erdemli örneklerinin bana iyi ölmeyi öğretmediğini düşünmenizi istemiyorum. Ve de bunu en iyi ve en soyluca, en güçlü isteğimle sizinle birlikte ne zaman yapabilirdim? Şundan emin olun; sizinle birlikte yola çıkacağım.” Seneca, o zaman, karısının pek güzel ve pek gururlu kararına ne kadar minnet borçlu olduğunu değerlendirip, aynı zamanda da ölümünden sonra onu düşmanlarının merhametine ve gaddarlığına bırakma kaygısından kurtulmuş olmasıyla eşine, “Yaşamını mutlulukla en iyi sürmene hizmet edebilecek şey üzerine sana tavsiyede bulunmuştum, Paulina. Şu halde, onur içinde ölmeyi yeğliyorsun! Buna karşı gelmeyeceğim. Ortak sonumuz için sağlamlık ve kararlılık aynı olsun; ama güzellik ve şeref senin için en yüceleridir” dedi. Bundan sonra, onların kol damarları aynı anda kesildi. Ama Seneca’nın pek sade yaşamı kadar çok ileri yaşıyla da sertleşmiş olan damarları kanı çok fazla zayıf ve ağır akıtıyordu; uyluklarındaki damarların da kesilmesini buyurdu ve neden olduğu karmaşanın karısının yüreğini burkması korkusuyla olduğu kadar, onu bu pek acıklı halde görmekten dolayı hissedeceği kederden kurtulmak için de, kendisinden pek sevgi dolu bir biçimde izin alıp, ondan yandaki bir odaya taşınmasına izin vermesini rica etti. Bu da yapıldı. Ama tüm bu kesikler onu öldürmekte hâlâ yetersizdi; Seneca, hekimi Statius Anneus’dan kenisine bir zehir verilmesini istedi. Oysa, bu da hemen hemen hiç etkili olmadı; zira uzuvlarının güçsüzlüğü ve katılığı yüzünden zehir yüreğine kadar ulaşamadı. Böylece, ona ilaveten çok sıcak bir banyo hazırlatıldı. O zaman henüz soluğu varken sonunu yakın hissederek, içinde bulunduğu durumda çok güzel konulara değinmeyi sürdürdü; yazmanları sesini duyabildikleri kadar bunları derledi. Onun bu son sözleri insanların belleğinde uzun süre ününü korumuştur (bunların bize kadar ulaşmamış olmaları korkunç can sıkıcı bir kayıptır). Seneca, son anının geldiğini hissederek kanlar içindeki banyo suyunu aldı ve “Bu suyu Jüpiter’e, kurtarıcıya adıyorum” diyerek başından aşağıya döktü. Tüm bunlardan haberdar edilen Neron, Roma’nın yüksek sosyetesine ait Paulina’nın ölümüyle kınanmaktan çekinerek ve ona karşı özel bir hıncı bulunmadığından yaralarını sardırmak üzere acele adamlar gönderdi. Bu, kadın yarı ölü ve bilinçsiz olduğundan kendisi fark etmeksizin yapıldı. O zamandan beri yaşıyorsa da, yüzünün solgunluğuyla yaralarından yaşamın nasıl akıp gittiğini göstererek, karakterinin niteliğine çok onurlu ve uygun bir biçimde oldu bu.

İşte, halkın hoşuna gitmesi için en az kendimizin uydurduğumuz öyküler kadar pek güzel ve trajik bulduğum üç gerçek öykü. Bense buna gönül veren kişilerin kitaplarda bulunan on binlerce çok güzel öyküyü aramayı akıllarına getirmemelerine hayret ediyorum; bundan daha az zahmet çekip, daha fazla keyif ve yarar alabileceklerdir. Ve tüm kısımları birbirleriyle aralarında uyarlı olan bunlardan bütün bir eser yapmak isteyebilecek kişi, madenlerin aralarında lehimlenmesi için yapıldığı gibi bir bağ kurmaktan başka bir şeye gerek duymayacaktır. O, eserin başarısının gerektirdiğine göre bunları düzenleyip çeşitlendirerek bu tarzda her türden çok sayıda olayı, aşağı yukarı Ovidius’un Dönüşümler’ini çeşitli bir alay masaldan birbirine iliştirip kurguladığı gibi çoğaltabilecektir.

Sözünü ettiğim son çiftte, Paulina kocasının aşkı uğruna yaşamını terk etmeyi seve seve sunuyorsa, kocasının bir zamanlar onun aşkı uğruna ölümden kendini sakınmış olmasını saptamak daha da ilgi çekicidir. Bu alışverişte büyük denge görmüyoruz. Ama Stoacıların kanılarına göre, onun yine de karısının lehine yaşamını uzatarak, onun için ölmesi kadar erdemli bir şey yapmış olduğunu düşündüğünü sanıyorum. O, Lucilius’a yazdığı mektuplarından birinde, önce kendisini Roma’da bir ateşli bir tutkunun sarmış olduğunu, onu engellemeye çalışan karısının düşüncesine rağmen kırsalda sahip olduğu bir eve gitmek için arabaya bindiğini, karısına onu saran ateşin bedensel değil yersel olduğunu söylediğini anlatır. Sonra da şöyle devam eder: “Karım sağlığım için tavsiyelerin zoruyla gitmeme izin verdi. Zira ben onun yaşamının tümüyle bana ait olduğunu biliyor, onunla meşgul olmam için, öncelikle kendimle ilgileniyorum: Beni daha sağlam ve daha kararlı kılan yaşlılığın ayrıcalığı, bu ihtiyarın içinde bana gereksinimi olan genç bir kadının bulunduğunu hatırladığım zaman siliniyor. Onu beni daha cesurca sevmeye sevk edemiyorsam da, o beni kendimi daha özenle sevmeye sevk ediyor. Gerçek sevgilere kesinlikle bir şeyler bağışlamak gerektiğidir bu; bazen de koşullar bizi aksi yöne itse bile, zahmetli de olsa yaşamı hatırlamak gerek, mademki, yaşamın kuralı iyilikten yana olan kişiler için hoşlarına gittiği kadar uzun yaşamak değil, ona borçlu oldukları kadar uzun yaşamaktır, uçmaya hazır ruhu dişlerle durdurmak gerek. Karısına ya da bir dostuna yaşamını uzatmayı istemekte yeterince değer vermeyen ve ölmeye can atan kişi fazla güçsüz ve aşırı kırılgandır; bizim olanların çıkarı gereksindirdiğinde ruhun buna karşı gelmeyi bilmesi gerekir. Dostlarımız için bazen kendimizi feda etmeliyiz ve ölmeyi isteyecekken onlar için vazgeçmeliyiz. Birçok yüce kişinin gösterdiği gibi, başkalarını hesaba katarak yaşama doğru dönmek kalp soyluluğunun bir kanıtlamasıdır. Ve de, çok sevilen bir kişiye tatlı, hoş ve yararlı olabildiği hissediliyorsa yaşlılığın muhafaza edilmesi (ki bunda, daha büyük bir yüreklilik ve hayata karşı büyük bir küçümsemeyle birlikte yaşam süresine karşı belirli bir boş vermişlik mevcuttur) dikkat çekici bir bilgelik çizgisidir. Zaten, çok keyif verici bir ödül alınır bundan; gerçekten de karısına saygısından dolayı pek sevgili olmaktan, bundan kendince daha değerli hal almaktan çok daha tatlı hiçbir şey olur mu? Bu şekilde, Paulina sadece kendi korkusunu bana iletirken, benim korkumu da ortaya çıkardı. Ne kadar sağlamlıkta olabileceğimi gözden geçirmem bana yetmedi; aynı zamanda onun buna dayanmakta ne kadar acı çekebileceğini de ölçüp biçtim. O zaman, yaşamak zorunda kaldım; bu, bazı kereler yaşamaktansa gönlü yüceliğin kanıtlamasını yapmaktır.” İşte onun mükemmel sözcükleri, aynen davranışında olduğu gibi.

Michel de Montaigne Denemeler (III. Kitap) Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar, Say Yayınları

RUSSELL: KAPİTALİZME, “ÖZGÜR DÜNYA” DİYEMEMEM BU DOĞRU BİR TANIMLAMA DEĞİL!

0

KOMÜNİZM VE KAPİTALİZM

Size göre, Lord Russell, komünizm ve kapitalizmin ortak yönleri nelerdir? Bertrand Russell — Çok var; bunun nedeni de, modern tekniğin kaçınılmaz sonucu. Modem teknik, geniş, merkezileşmiş örgütler istiyor, ve bir tür yönetici çıkarıyor ortaya. Eğer sanayileri gelişmiş ise, komünist ülkelerde de kapitalist ülkelerde de böyledir bu.

Bu büyük örgütlerin, örneğin Amerika’da ve Rusya’da benzer bir düşünce çeşidi yarattığı kanısında mısınız? Biraz sınırlı olarak düşüncem budur. Yani derecede ayrıntılar var demek istiyorum. Ama çeşitte değil… Gerçekten güçlü bir Amerikalı sorumlu ile bir Sovyet yöneticisi arasındaki benzerlik çok büyüktür. Amerikalı yönetici davranışında biraz daha sınırlıdır belki. Ama ikisi de aynı tür insandır.

Gene Rus ve Amerikan örneklerini ele alalım, bu kurallar içinde -aynı idealleri mi seçtikleri fikrindesiniz? Otomobil, maddi mutluluk, vb? Geniş ölçüde evet. Sanırım Rusların maddeciliği konusunda hayli şeyler uyduruldu. Eninde sonunda insanların çoğunluğu materyalisttir. İstedikleri şeyler, para ile alınabilecek şeylerdir. Bu çok olağandır, insanın huyundadır. Doğu ile Batı arasında propagandaların bize kabul ettirmek istedikleri bu büyük ayrıntıyı ben göremiyorum. İnsan orada da materyalist, burada da.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’ya gittiniz. O zamanın Sol’unda Rusya ile birlik olmayan yoktu. Ama sizin sesiniz daha çok çatlak çıkıyordu. O zaman Rusya’da olup bitenler üzüyordu sizi. Gene öyle. O zaman doğan rejimin istenecek bir yönü yok bence. Çünkü hiç bir özgürlük tanımıyor, açık tartışmaya izin vermiyor, engelsiz bir bilimsel araştırma olanağı tanımıyor. Dogmatizmi teşvik ediyor, bir düşüncenin zor ile yayımını öğütlüyor; benim gibi ihtiyar bir liberal için bu tutumlar çok kez iştah açıcı şeyler değil.

Şimdi de öyle mi dersiniz? Öyledir sanırım. Stalin çağına oranla daha az göze batar biçimde ama gene tutum bu.

Düşünce özgürlüğünden söz ettiniz. Komünist rejimi düşünceyi engelliyorsa, Rusların bilimsel başarılarım nasıl yorumlayabilirsiniz? Doğrusu ben de şaştım. Ama şaşmamam gerekirdi. Japonlar da aynı şeyi yaptılar. Japonya batılaşırken, düşüncesini değil, yalnız tekniğini batılaştırdı. İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisine kadar, bütün eski inançlarını korumakta devam etmiştir; hem de modern bir cihazlanma içinde. Ruslar eski inançlarım pek korumadılar, ama yeni bir inanç yarattılar ve bu inancı, teknik alana karıştırmadan başlarının tacı yaptılar. Halkı teknik sorunlarla oyalamanın yolunu buldular.

Komünistlerin, Rusların kaderini iyileştirdiklerine inanıyor musunuz? Doğrusu bilmiyorum. Bugün Rusların daha mutlu olmaları mümkündür. Stalin çağında mutlu olmadıkları gerçek. İnancım odur ki orta sınıftan bir Rus, Stalin zamanında, çarlarınkinden daha az mutlu idi. Şimdi durum belki biraz daha iyidir.

Lenin’i gördünüz, ne düşünüyorsunuz? Gerçeği söylemek gerekirse, hayal kırıklığına uğramıştım. Lenin’in büyük nitelikleri olduğunu da kabul ediyorum. İnanılmaz bir yüreklilik, bükülmez bir irade, kararlılık, bu yeni inancı yaratmak için biçilmiş kaftandı. Bu idi görevi sanki; şu şartla ki, belirli bir ölçüde yarattığı inanca kendisi de gerekli idi. Bu anlamda, dürüst bir adamdı Lenin. Ama yarattığı iman dar çevreli göründü bana. Marksizm yörüngesinin dışında başka şey düşünemeyen bir dar görüşlü idi.

Zalim mi? Bendeki etkisi bu oldu. Stalin kadar zalim olduğunu sanmam ama, zalim yönleri vardı. Evet.

Özgür dünyadan söz edelim. Kendini ortaya koyuşunda ve tutumunda gözünüze çarpan kusurları var mı? Birçok kusurları var. Ama en önemlisi dünyanın özgür olmaması. «Özgür dünya» diye adlandırılmaya hiç bir hakkı yoktur. Bizler İngiltere’de Mc. Carthy’nin Amerika’da saçtığı dehşeti yakından biliyoruz. Ama kendi ülkemizde geçen aynı olaylardan haberimiz yok. Memur olmak isterseniz jurnalliyorlar sizi. Düşünceleriniz üzerinde size soru sormakla yetinmiyorlar. Üniversite profesörlerimiz olsun, başkaları olsun, bir casus gibi davranmak zorundalar.

Bir öğrenci Oxford’u bitiriyor. Bir kamu dalında iş istiyor. Sizce, «Politik bakımdan bu adama güvenilebilir mi?» diye mi soruyorlar, eski profesörüne? Böyle oluyor. Bu tür soruları cevaplandırmaktan kaçınmıştır çoğu, ama sorarlar bunları. Oxford’u bitirenlere ne yaparlar bilmem ama, herhalde onların da durumu budur.

Bugünkü durumu ile özgür dünyanın başka ne özürü var? Dünyanın şu özgürlüğünden bir başka örnek alalım. Franko ile anlaşmaya hazır. Oysa, bence Franko’nun rejiminde komünist rejimin bütün kusurları var. Siz neye inanırsanız inanın, tutumlarında, zaten şikâyetçi olduğumuz davranışlar gördüğümüz insanlarla anlaşmaktan başka bir şey elde edemezsiniz.

Mademki «özgür dünya» demiyorsunuz, o halde ne demek gerek? Kapitalist dünya.

İsveç, Norveç, Danimarka gibi kapitalist olmayan ülkeler de var bu dünyada? Bu adı vermek doğru değil belki. Aslında İspanya ve Portekiz’in dışında Batı, parlamanter rejime olan inancı ile belirmekte. Genellikle kendi için, kendi dünyası içinde Batı buna inanıyor, komünistler inanmıyor. Şüphesiz bu en önemli farktır.

Komünizme birçok serzenişlerde bulundunuz. Bu doktrinde sizce fena olan başka şeyler var mı? Benim asıl şikâyetim hoşgörür despotluğa olan inançtandır. Pek çok topluluklarda görülen, ama her zaman yanlış çıkan eski inanç: İyi niyetli bir adamı tutup despot yaparsanız, despotluğu kendinden sonra da yaşar, ama iyi niyeti yok olup gider. Komünist görüş şuna bağlı: bir inancı benimseyenlere sonsuz yetkiler veriliyor ve bu yetkiyi iyiye kullanacakları umut ediliyor. Bence, birkaç ayrılık dışında herkes gücünü kötüye kullanmakta. Bu gücü elden geldiği kadar yaymak, yassılaştırmak ve bir avuç adamın eline bırakmamak gerek.

Yani demek istiyorsunuz ki, yönetim aracım ellerine geçiren Rus Komünistleri, proletarya diktatoryasına falan inanmıyorlar? Öyle. Proletarya: Rusya’da kullanıldığı biçimde bu kelime, pikvikvari bir kelimedir. Rusya’da iken Lenin’e de proleter gözü ile bakıldığını gördüm, ama sokaktaki dilencilere, bir lokma ekmek bulamayan çaresizlere burjuva uşakları diyorlardı.

Anlıyorum. Şimdi komünizmin büyük ölçüde uygulandığı bir başka bölgeye geçelim. Çin, bundan böyle «özgür» değil ama «parlamanter» diye adlandıracağım dünyayı Rusya ölçüsünde tehdit etmekte midir? Uzun dönemde, tehdit daha büyük olacaktır sanırım. Çinliler komünizmde yenidirler. Rusların bıraktıkları dar görüşlü dönemin içindedirler. Sonra Çinliler daha kalabalıktır; ve doğuştan çalışkandırlar, her zaman çalışkan olmuşlardır. Çin, Rusya’dan daha güçlü bir devlet olmak niteliğindedir. Ruslarınki kadar büyük adamları vardır.

Ruslar böyle mi düşünüyor? Tabiî kesin bir şey denemez; Ruslar, bu konuya değinmemeye özel bir titizlik göstermektedirler. Kapalı sözlerle sorun bunu kendilerine, göreceksiniz ki cevapları son derece kaçamaklı olacaktır. Ama Çinlilerin başarılarının farkındadırlar.

Örneğin, Rusların, Atom ve H bombasının gizlerini Çinlilere vermemiş olmaları önemlidir. Bu çok önemlidir.

Size göre, komünist ve komünist olmayan dünya arasındaki gerilim genel olarak özgürlüğe çok zarar vermekte midir? Evet, çok zarar vermektedir. Bu biçim bir gerilim ancak zararlı olur ve insanların açıklıkla düşünebilmelerini engeller. Bunlardan birinin düzenini inceleyegörün: Polis —ister Batı’da, ister Doğu’da olsun— bu düzeni hemen benimsediğiniz kanısındadır. O halde, karşıdaki hakkında en küçük bir bilgi edinmeyi engellemek gerekir. Bu da… gerçekten saçmadır. Şu da var: herkes ötekinden kuşkulanmakta. Boş yere kendilerinden kuşkulanılanlar, bu yüzden yok olup gidenler var. Bu gerilimin büyük zararları oluyor.

Rusların, parlamanter sistemin ve bunun nasıl işlendiğinin incelenmesine izin vermelerini düşünemezsiniz herhalde? Böyle engellerden uzak düşünüş belki de hoşlarına gidebilir? Tersi de olabilir. Amerika’da Rus düzenini incelemek isteyenler çeşitli güçlüklerle karşı karşıyadırlar. Anlaşmalı, her birine değerini tanımak olanağı verilmelidir. Rus rejimini beğenecek Amerikalı kadar, Amerikan sistemine hayran kalacak Rus da çıkacaktır.

Ama İngiltere’de komünizmi inceleyen dünya kadar adam var. Doğru. Bu sistemi beğenenler çok; bunlara üniversitelerde de kürsü veriliyor; böyle şey Amerika’da düşünülemez bile.

Komünizm ve kapitalizm yan yana yaşamayı öğrenecekler mi acaba? Elbette. Sadece birbirlerine alışmaları gerek. Hıristiyanları… ve Müslümanları bir düşünün. Kimsenin birbirini alt edemediği altı yüz yıl savaştan sonra, aklı başında biri çıkıyor. «Yeter artık bu dövüş» diyor. «Ne diye dost olmayalım?» Dost oluyorlar. Fena mı?

Bunu anlamaları için ne yapmalılar? Geçmiş deneyler var. Tabiî altı yüz yıl beklemek söz konusu olamaz; Hıristiyanlar ve Müslümanlar gibi altı yüz yıl beklersek, kimse kalmaz. Ama her iki yönetime de, bir anlaşmanın gerekli olduğu anlatılabilir.

Bertrand Russell  Dünya Görüşüm (Bilgi Yayınevi)

ÖLÜMSÜZLÜĞÜ ARAYAN BİR KRALIN ÖYKÜSÜ: GILGAMEŞ DESTANI – SESLİ KİTAP

“Şimdi de git bakır kutuyu ara, tunç halkayı tutup çevir, gizli kapağı bulup aç, lacivert taşından tableti çıkar okumak için, gör ne sınavlardan geçmiş Gılgamış!”

Bilinen en eski destan Gılgamış Destanı, antik Mezopotamya’dan günümüze ulaşan en eski edebiyat eseri ve Piramit metinlerinden sonra en eski ikinci dini metin olarak kabul edilen destansı bir şiirdir.[1] Gılgamış’ın yazınsal tarihi, Üçüncü Ur Hanedanlığı’ndan (y. MÖ 2100) kalma Uruk Kralı Bilgamış (“Gılgamış” için kullanılan Sümerce ad) hakkında yazılan beş Sümer şiiriyle başlar. Bu bağımsız hikâyeler, daha sonra Akadcada birleşik bir destan için kaynak malzeme olarak kullanılmıştır. “Eski Babilce” versiyonu olarak bilinen bu birleşik destanın günümüze ulaşan ilk versiyonu, MÖ 18. yüzyıla dayanır ve adını, açılışından (Shūtur eli sharrī: “Diğer Tüm Krallardan Üstün”) almıştır. Destanın sadece birkaç tableti günümüze ulaşmıştır. Sîn-lēqi-unninni tarafından derlenen daha sonraki Standart Babilce versiyonu, MÖ 13. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar uzanır ve Sha naqba īmuru[a] (“Sonsuz Derinliği Gören”, modern terimlerle: “Bilinmeyeni Gören”) açılışına dayanır. Bunun yaklaşık üçte ikisi daha uzundur ve on iki tabletlik sürüm kurtarılmıştır. En iyi kopyalardan bazıları, MÖ 7. yüzyılda yaşamış olan Asur Kralı Asurbanipal’in kütüphane kalıntılarında keşfedilmiştir.

“Kimdir o! Benim dağımın çocukları olan ağaçların ırzına geçen kimdir ?! Kimdir o yüce katran (ağacını) deviren?” https://www.youtube.com/watch?v=X4B0S54r95c

Hikâyenin ilk yarısında Uruk’un kralı Gılgamış ile tanrılar tarafından Gılgamış’ın Uruk halkına baskı yapmasını önlemek için yaratılan vahşi bir adam olan Enkidu anlatılır. Enkidu, bir fahişeyle cinsel ilişkiye girerek medeni hale geldikten sonra Gılgamış’ı bir güç sınavına davet ettiği Uruk’a gider. Gılgamış, mücadeleyi kazanmasına rağmen Enkidu ile arkadaş olur. Birlikte, efsanevi Sedir Ormanı’na altı günlük bir yolculuk yapar ve burada koruyucu, korkunç Humbaba’yı öldürmeyi ve kutsal Sedir’i kesmeyi planlarlar.[3] Tanrıça İştar, cinsel ilişki teklifini reddeden Gılgamış’ı cezalandırmak için Gök Boğası’nı gönderir. Gılgamış ve Enkidu, Gök Boğası’nı öldürdükten sonra tanrılar, Enkidu’yu ölüme mahkûm etmeye karar verir ve Enkidu’nun canını alır.

GİLGAMEŞ’İN ÖLÜMÜ: İNSANOĞLUNUN SAYILIR GÜNLERİ, YAPIP ETTİKLERİ ANCAK BİR ESİNTİ

Destanın ikinci yarısında, Enkidu’nun ölümünden ötürü acı çeken Gılgamış’ın sonsuz yaşamın sırrını keşfetmek için uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkması anlatılır. En nihayetinde “Aradığınız hayatı, asla bulamayacaksınız. Tanrılar insanı yarattığında insanın payına ölüm düşmüştür ve tanrılar, hayatı kendi ellerinde tutmuştur.” bilgisini öğrenir.[4][5] Bununla beraber inşa ettiği büyük yapılar, Siduri’nin tavsiyesi ve ölümsüz adam Utnapiştim’in Büyük Tufan hakkında söyledikleri sayesinde Gılgamış’ın ünü, ölümünden sonra Gılgamış hikâyesine olan ilginin artmasıyla günümüze ulaşmış; birçok dile çevrilmiş ve popüler kurgu eserlerinde yer almıştır.

ÖLÜMSÜZLÜĞE ULAŞMANIN ÇABASI, TARİHİN EN ESKİ YAZILI DESTANI: GILGAMIŞ

  1. ^ “Epic of Gilgamesh | Summary, Characters, & Facts | Britannica”. www.britannica.com (İngilizce). 5 Eylül 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 12 Kasım 2021.
  2. ^ Sin-léqi-unnínni (2007). Ele que o abismo viu (Portekizce). Jacyntho Lins Brandão tarafından çevrildi. Autêntica. s. 23. ISBN 978-85-513-0283-5.
  3. ^ Krstovic, Jelena O., (Ed.) (2005). Epic of Gilgamesh Classical and Medieval Literature Criticism74. Detroit, MI: Gale. ISBN 9780787680213OCLC 644697404.
  4. ^ Thrower, James (1980). The Alternative Tradition: A Study of Unbelief in the Ancient World. The Hague, The Netherlands: Mouton Publishers.
  5. ^ Frankfort, Henri (1974) [1949]. “Chapter VII: Mesopotamia: The Good Life”. Before Philosophy: The Intellectual Adventure of Ancient Man, an essay on speculative thought in the ancient near East. Penguin. s. 226. OCLC 225040700.

ELENİ KARAİNDROU VE “THE PRİCE OF LOVE” ADLI ALBÜMÜ

Eleni Karaindrou, Helenic Müzik Konservatuvarında piyano ve müzik teorisi okudu ve Atina Üniversitesi felsefe bölümünden mezun oldu. Sorbonne’da etnomüzikoloji ve Scuola Cantorum’da orkestrasyon okudu. 1975 yılından bu yana Yunanistan’dan ve başka ülkelerden ünlü yönetmenlerle çalışarak 19 film, 42 tiyatro oyunu, 15 tv ve radyo programı için müzikler besteledi.

Ünlü Yönetmen Theo Angelopoulos’un filmleri için yaptığı müzikler ve ortaya koyduğu eserlerle tüm Avrupa ve Dünya’da hayranlıkla izlenen bir sanatçı Eleni Karaindrou 1983’den bu yana “Voyage to Cythera” (Kitera’ya Yolculuk), “Landscape in the Mist” (Puslu Manzaralar), “The Suspended Step of the Stork” (Leyleğin Geciken Adımı), “Ulyses’Gaze” (Ulis’in Bakışı), ve Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye Ödülü”nü alan “Eternity and a Day” gibi filmlerin müziklerini besteledi.

Eleni Karaindrou – The Price Of Love 

Eleni Karaindrou önemli Avrupa orkestralarıyla birlikte konserler vermiş ve pek çok müzik ödülüne layık görülmüştür. Bunların arasında beş kez kazandığı “Yunanistan Film Müziği Ödülü”,” Dimitris Mitropoulos Tiyatro Müzik Ödülü” ve İtalya’daki Europa Cinema tarafından verilen “En İyi Avrupalı Besteci” dalında “Uluslararası Fellini Ödülü” de bulunmaktadır.

FİZİKSEL ACI GELİP GEÇERKEN, DUYGUSAL ACILAR NEDEN BU KADAR UZUN SÜRÜYOR? – DR. JOHN PRESTON

Hayatın ilk evrelerinde yaşanan önemli deneyimler belki bir daha tekrarlanmazlar; fakat etkileri kalıcıdır ve iz bırakırlar. Anı olarak beyinlere işlenirler. Bir kere beyne işlendikten sonra geçmişin etkileri silinmez. Süreklidirler ve onlardan kaçılmaz. Geçmişten arta kalanlar, izlerini bugün de sürdürmekle yetinmezler. Günlük olayların yapısına şekil verir, kılavuzluk eder ya da onları çarpıtırlar. Uyarıcı deneyimleri geçmiştekilerle benzeştirmek için sinsice çalışırlar. Beş yaşında incinip, bunun acısını otuz yıl sonra hala duymanız mümkün mü? Zaman bütün yaraların ilacı değil mi? Bu soruların cevapları “evet” ve “her zaman değildir.

Fiziksel acı ile ruhsal acıyı kıyaslarken benzerlikleri kullanmak oldukça cazip. Bu benzetmeler bazen işe yarar, bazen de yaramaz. Neyse ki fiziksel acıların pek çoğu geçer, hatta öyle geçer ki yıllar sonra belki de günler sonra gerçek fiziksel acıdan eser kalmaz. Sadece bulanık bir anı halini alır ve artık acı vermez. İnsanı hayrete düşürecek kadar karmaşık olan biyolojik mekanizma, normal fonksiyonlarına dönmek için fiziksel iyileşmeyi gerçekleştirir. Bir yaralanmanın arkasından gelen uygun bakım ve tıbbi tedavi ile iyileşme kolaylaştırılır. Ancak fiziksel acının etkileri uzun vadeli olabilir.

Bağışıklık sisteminin bozulması, iyileşmenin tam anlamıyla gerçekleşmemesine; hatalı tedavi, komplikasyonlara (kötüye gitme, ikinci derece enfeksiyonlar, doğru kaynamayan kemikler gibi) ve yaralanmanın tekrarlanması iyileşmenin gecikmesine yol açabilir. Duygusal acıya gelince, sanırım onları şu iki kategori altında incelemek yararlı olacak: Gerçek acının sürüp gitmesi ve algılama ile davranışlarda değişim.

Acının Sürmesi

Elinizi yakarsanız, bir süre sonra iyileşmeye başlar. Ancak kabuğu kopartıp durursanız, yara kendini tekrarlar. Duygusal olarak da insanlar yıkıcı ilişkilere ve durumlara maruz kaldıkça, kendini tekrarlayan yaralar devamlı açık kalacaktır.

Eğer elinizin yanmasına tepki olarak gereğinden fazla bandajla sararsanız, yarayı bir süre için korumuş olursunuz. Ancak uzun süre gereğinden fazla bandajla sarılı tutmanın bir faydası yoktur. Kocaman bandajlarla sarılmış bir yaranın bir ay sonra açıldığında iyileşmemiş olduğu görülür. Fiziksel yaralar hava ile temas ettirilmelidir, aksi takdirde enfeksiyon kapma ihtimali yüksektir. İnsanların kederlerini genellikle baskı altında tutmaları, kendini koruma adına makul karşılanabilecek bir harekettir, ancak aynı zamanda da geri tepebilecek bir koruma yöntemidir. Ellen Bass ve Laura Davis adlı yazarlar duygusal acıyı gömmek konusunda şunları söylemektedir: “Büyük üzüntüleri derinlere gömmek ve üzüntüyü kabullenmek için kendinize fırsat vermezseniz, bu yara iltihaplanır. Yaşama gücünüzü kısıtlar, sizi hasta eder, sevme gücünüzü zayıflatır.” (1988). Onların dikkat çektiği konu keder olsa da, aynı durum diğer üzüntü dolu duygular için de geçerlidir.

Bazı yaralar öyle perişanlık verir ki dikkatle bakım yapıldığı ve biraz olsun iyileştiği halde acı sürüp gider. Yara sadece o noktaya dokunulduğu zaman acı veriyor olabilir. Ya da kalıcı, devamlı olarak ağrı yapan yaralardan biri haline dönüşebilir; bu durum duygusal yaralanmalar için de geçerlidir. Duygusal zorluklarla dolu anıları hatırlamak eski acınıza dokunur ve tekrar harekete geçmesine neden olur. Geçmişin getirdiği anılar ve akıldan çıkmayan görüntüler eski yaraların tekrar açılmasına yetecek kadar güçlüdür.

Acıyı Canlı Tutan Algılama ve Davranış Değişimleri

Joaquin tenis oynarken ciddi şekilde dizini incitmişti. Oldukça acı dolu ve korkutucu bir deneyimdi bu. Tıbbi müdahale ve başarılı bir iyileşme döneminden sonra, doktorunun tabiriyle “mükemmel, tam olarak iyileşmiş”ti. Artık acı çekmiyordu. Ancak Joaquin değişmişti.

Kazadan önce tenis oynamaya bayılırdı. Yaptığı, hatta denediği tek spordu ve öğrenmeye otuz beş yaşında başlamıştı. “Atletik açıdan sıfır” olduğuna inanan bir adam için bu durum mutluluk ve neşe vericiydi. Kaza ve iyileşme faslının ardından Joaquin tenis oynamayı tekrar denedi. Ancak korta her gittiğinde tekrar sakatlanacağı korkusuna kapıldı. Bilinçli olarak takındığı bir tavır değildi bu; “otomatik” olarak kendini sakınıyordu. Hızlı hareket etmeye korkuyor, çekingen ve tedbirli davranıyordu. Bu korku aylar boyu devam edince, kötü oynamaya, kendisi de hüsrana sürüklenmeye başladı. Bir zamanların tutku ve eğlence kaynağı, kişisel bir başarısızlığa dönüşmüştü. Bir süre sonra Joaquin oynamayı tamamen bıraktı. Dizi artık acı vermiyordu, ama tenis ve kendisi hakkındaki fikirleri değişmişti. Yaralanma vakasının üzerinden beş yıl geçmesine ve ilk acı çoktan kaybolmuş olmasına rağmen, konuyu algılama tarzı farklılaşmış ve sonunda favori sporundan vazgeçmişti. Kendine olan güvenini kaybetmesi ve tenis kortlarındaki enıniyet endişesi hayatını değiştirmişti. Yaralanmanın ona bıraktığı miras buydu.

Duygusal travmalara yol açan deneyimler, ilk acı kaybolduktan uzun süre sonra bile kurbanın dünyaya bakış açısını, yaptığı seçimleri ve yaşam tarzındaki değişimleri yoğun bir şekilde etkilemeye devam eder.

Psikiyatr Aaron Beck, geçmişte yaşanan deneyimlerin şu anki hayatımızı nasıl çarpıcı bir şekilde etkilediğini anlamamızı sağlayacak önemli bir teori öne sürdü, çoğumuz, içinde büyüdüğümüz ailenin günlük duygusal atmosferinden derinden etkilendik. Kendi çocukluğunuzu hatırlayın. Ailesi, çocuğun tüm dünyasını oluşturur. Bazen ani, kısa süreli, oldukça üzücü olaylar çocuğun gelişmekte olan kişiliğini etkiler. Ancak genellikle, dünyaya bakış açısının şekillenmesini, ebeveynleriyle girdiği sayısız bağlantı sağlar.

Keith bir bebek. Tüm küçük çocuklarınki gibi insanlarla yaşadığı ilk deneyimlerin kapsamı oldukça sınırlı. Komşuların, büyükanne ve büyükbabasının ara sıra yaptığı kısa ziyaretler dışında bir tek ailesi ile etkileşim halinde. Dünya ile ilgili ilk izlenimlerini yaratırken ailesinden gördüklerinin oldukça etkisinde kalacak. Eğer Keith’in hissettiği açlık ya da rahatsızlık annesi tarafından ortadan kaldırılıyorsa kucaklamayla, teselli etmeyle, beslenerek dünya ile ilgili güçlü inançlar ve beklentiler içine girmesi olağandır. Belki bu inançlar şunlar olacaktır: “Bu dünyada huzur var, insanların bana yardım edeceğini ummak için nedenlerim var, yaşadığım acının sonsuza kadar sürmeyeceğinden emin olabilirim,” “İhtiyaçlarım onlar için önem taşıyor.” Gelişiminin bu ilk evrelerinde bu inançlar, Keith’in beyninde gerçek düşünceler ya da kelimeler değildir, ancak dünya ile ilgili içinde hissettiği duygulardır. Bu, biraz susayıp bir şeyler içmeye benziyor. Bunu gerçekten düşünmezsiniz, ama su içmenin susuzluğunuzu gidereceğini bilir ve buna inanırsınız. Deneyimleriniz yaşamınız boyunca bu inancınızı doğrulamıştır. Bu inanç sizi bir beklentiye götürür: “Susadığım zaman ne yapmam gerektiğini biliyorum. Suyun, susuzluğumu tamamen ortadan kaldırmasını bekliyorum.” Duygusal beklentiler de, benzer şekilde otomatik olarak ve bilinçdışı işler.

İlk inanç ve beklentiler, psikanaliz uzmanı ve yazar Eric Erickson’u meşhur eden “temel güven” diğerlerinin bakım, teselli ve koruma sağlayacağına duyulan güven etrafında toplanır. İnsanlara bağlılığı getiren de bu güven duygusudur. Hayatın ilk yıllarında karşılaşılan çok elverişsiz şartlar olumsuz inançların doğmasına neden olabilir. Keith, bebeklik döneminde ihmal edilse, ilgi görmese ya da tacize uğrasa, yetişkinlik dönemine insanlarla ilişki kurma yeteneği oluşmadan geçebilir. Bu çocuklar, dünyanın acımasız olduğuna ve insanların onlarla ilgilenmeyeceğine inanırlar. Hayat hakkındaki görüşlerini bu inançlar şekillendirir. Nereye baksalar, taciz, reddedilme ve acımasızlıkla karşılaşırlar. Bebekliklerinde sevgi ve şefkat beklentileri karşılıksız kalmıştır ve ilerki hayatlarında kendilerini sevecek bir insanla karşılaşacak kadar şanslı olsalar dahi, yaşadıkları eksiklik izlerini bırakır. Genç yaşlarda yaşanan ciddi duygusal travmalar, bir bakıma bu inançları ruhsal betona kazır. Böyle insanlar dünyadan tamamıyla kopukturlar yakınlıkla, şefkatle, hatta insan ırkı ile hiçbir ilgi kurmak istemeyen şizofren bir kişilikleri vardır. Ya da bencil birer narsist veya başkalarına asla bir şeyler veremeyen, onları sadece kendi ihtiyaçları için kullanan psikopatlar haline gelebilirler. Bu inançlar genellikle kişilik kavramının çekirdeğine yerleşir ve “benim kim olduğum,” “başkalarının kim olduğu” ve insan ilişkilerinden nelerin beklenmesi gerektiği” konularını tanımlar. Benliğe kazınmış olumsuz inançlar (“negatif temel inançlar”) iki şekilde meydana çıkabilir. Bunların ilki ve daha yumuşak olanı dünyaya karamsar bir bakış açısıdır; doğru şartlar altında, diğer insanlarla yaşanan olumlu deneyimlerle değişebilirler. Jennifer işkolik babası ve onu durmadan reddeden annesi tarafından ihmal ediliyordu. Şöyle bir kanıya kapılıyordu: “Bende yanlış olan bir şeyler var. Kusurluyum ve besbelli kimse tarafından sevilemem.” Ancak, yaşı beş ila on arasında iken kapı komşuları olan sevecen ve nazik bir bayan ona oldukça içten davranıyor ve yakınlık gösterdi. Jennifer hala kimse tarafından sevilmeyeceğim düşünüyor, fakat bu inanç çok şiddetli değil. Kendine, iyi niteliklerini, diğer insanlarla anlamlı ve olumlu ilişkilere girdiği zamanları hatırlatıyor. İlk deneyimlerin izleri kalmış, ama sonraki ilişkileri inançlarını yenilemiş, böylece hayatına hükmedemiyorlar. Jennifer’m negatif temel inançlarındaki yumuşama büyük olasılıkla orta şiddetli bir ihmal/reddediliş yaşamış olması ve buna karşılık komşusu ile olan ilişkisinin olumlu etkilerinin bir tampon vazifesi görmesinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak, küçük yaşlarda yaşadıkları elbette üzücüydü, ancak travmatik olarak nitelendirilecek kadar önemli değildi.

Negatif temel inançların ikinci şekli ise çok şiddetli duygusal sertlikle oluşur. Bu versiyonun özellikleri sertlik ve sarsılmaz negatif inançlardır.

Bruce, herkesin çok sert olduğu, vahşilik ve acımasız bir eleştirinin hüküm sürdüğü bir ortamda büyümüştü. Babası her gün Bruce’a beş para etmediğini, bir şeytan, “pislik” olduğunu söylerdi. Bruce’un inanılmayacak derecede pasif olan annesi böyle zamanlarda gölgelerin arasına siner ve gözden kaybolur, zorba babasına karşı ona bir koruma sağlamazdı. Bruce şimdi kırklarının ortasında bir adam. Bekar, yalnız ve kronik olarak depresyonda. İnancını sanki tek gerçekmiş gibi yorumluyor: “Bende yanlış olan bir şeyler var. Kusurluyum ve açıkçası kimse tarafından sevilemem.” Bir dakika için bile olsun, bu inancın doğru olmadığını düşünmemiş. Küçük yaşta geçirilen çok şiddetli duygusal travma, genelde böyle katı ve sarsılmaz negatif inançlara sebep olabiliyor. Bruce’un, babasını ve çocukluğunu pek sık düşünmediğini önemle belirtmeliyim, çocukluğunda açılan yaralar yüzünden doğrudan doğruya acı hissetmiyor. Fakat yıllar önce yerleşmiş olan güçlü inançlar, günlük hayatını mahvediyor. Negatif temel inançlar mevcut algı ve beklentileri etkiler. Şimdi, bu sürecin Bruce’un hayatında nasıl devam ettiğine bir göz atalım.

Bruce kimsenin kendisini sevemeyeceğine ikna olmuştu ve bu durum onun dünyaya bakış açısını etkiliyordu. Bu inançlarını haklı çıkaran, hatta onlara biraz olsun yaklaşan her olayın anında farkına varıyordu. Geçen günlerde iş saatinden sonra ofiste bir eğlence yapılıyordu ve Bruce iş arkadaşları ile dolu olan odaya girdi. Orada bulunduğu ilk iki dakika içinde, hiç kimse yanma gelip onu selamlamadı. Odaya göz gezdirdi, ama kimseyle göz göze gelemedi. Kararını hemen vermişti: “Burada olup olmamam umurlarında bile değil.” Bu karar beklentilerine cevap veriyordu. Aniden partiden ayrıldı, evine döndü ve kendini berbat hissetmeye başladı. Aynı şey başına daha önce de defalarca gelmişti. Ve pek çok kez daha reddedileceğinden ya da istenmeyeceğinden o kadar emin olmuştu ki, o toplantılara katılmamıştı bile Bruce’un inançları ona üç şekilde zarar veriyordu. Çevresindeki olayları algılarken (sonuç çıkarırken) bu inançlarından oldukça etkilenmekteydi. Olayları doğru şekilde kavradığı zamanlar oluyordu, fakat vardığı ani kararların çoğu zaman doğru ve gerçekçi olduğu söylenemezdi. Hayatla ilgili temel inançları genelde olumsuz olan her insan gibi Bruce da sosyal ilişkilerde kabul görmemeye hazırdı ve bunun sonucunda istenmeyen hatalı sonuçlara balıklama atlaması çok olağandı. Ayrıca, kuvvetli beklentileri onu genellikle kişisel temaslardan uzak tutan seçimlere (örneğin partilere gitmemek gibi) götürüyordu. Toplantılara sıkça katılmayan ve sosyal ilişkilere girmeyen insanlar çoğunlukla ilgisiz olarak görülür: yalnızlığı seven biri, bir ukala ya da aksi bir insan. İnsanlar bu kişiye tahmin ettiği tavırla yaklaşmaya başlayabilirler: Reddetme. Zaman bu yarayı sarabilir mi? Elbette hayır. Kabuk devamlı olarak koparılır.

Temel İnançlar Değişebilir ni?

Benliğin derinlerine kazman inançlar hayat şartlarının yumuşamasıyla ortaya çıkan değişime son derece direnç gösterirler. Birçok vakada duygusal yaraların sarılması için psikoterapiye ihtiyaç vardır. Uzun süre derin ruhsal yaralar taşımış insanlar, diğerlerine karşı güven ve güvenlik duyguları besleyemezler. Psikoterapi için başka bir insanla derin ve sırların verileceği bir ilişkiye girileceği düşüncesi, onlara korkutucu gelir. Psikoterapiye katılma kararı almak onlar için büyük bir cesaret gerektiren bir davranıştır. Eğer doğru terapisti bulacak kadar şanslıysa, tedaviye giden yol çok uzun ve dikenli olsa da işe yarar. Başarılı tedavi için Stephen Johnson “üzerinde çok çalışılan mucize” (1985) tanımlamasını yapmıştır. Sağlıklı, çocukların özenle yetiştirildiği aile ortamlarında pozitif ve gerçekçi inançların gelişmesi doğaldır. Ancak, hepimiz büyüme çağında en azından orta derecede ruhsal “zarar veren olaylarla” karşılaşırız. Bu deneyimler, pozitif izler bırakan deneyimlerden şiddetli travmalara kadar uzanır. Durum böyle olduğunda, daha önce söz ettiğim gibi negatif temel inançlar ve kişinin kendiyle ilgili görüşleri çok katı olmaz. Bu insanlar kendilerini devamlı olarak yetersiz hissetmezler. İnançlar, arada sırada günlük olaylarla patlak verip su yüzüne çıkarlar. Sanki temel inançlar uykudadır ve stresli bir olay zamanında uyanırlar. Bazı insanların olumsuz inançları oldukça ılımlıdır, olumlu deneyimlerle ya da psikoterapi ile kazanılan deneyimler ışığında kolaylıkla değiştirilebilir.

John Preston 1

Negatif temel inançların her çeşidi ailenizle yaşadığınız ilk deneyimlerden kaynaklanabilir. Psikolog Jeffrey Young (1990) negatif temel inançların oluşabileceği hayat evrelerini mükemmel bir şekilde analiz etmiştir. Pek çok insan kendi duygusal hayatında egemenlik yaratan bir ya da iki negatif temel inancın farkına varacaktır.

Üzücü hayat şartlarıyla karşılaşıp, bunlara çok güçlü duygularla tepki göstermek sıkça rastlanan bir durumdur. İlk bakışta bu duyguların şiddeti yersiz gibi görünebilir. Daha yakından incelediğimiz zaman, bu stres yaratan olay negatif bir temel inancı harekete geçirdiği için bunun büyük bir reaksiyon olduğunu fark ederiz. Bu temel inançlar bazen her gün kendini belli etse de çoğumuzun inançları az çok uykudadır. Belirli olaylar onların su yüzüne çıkmasına neden olur.

Kendimizi anlamaya çalışırken temel inanç envanterimizi gözden geçirip, şu soruyu sormak faydalı olur: “Şu an yaşadığım üzüntülerde bu duygusal tele dokunacak bir ayrıntı var mı?”

Görsel: Picasso

INGMAR BERGMAN: DİL HEP AĞRIYAN DİŞİ YOKLAR, İNSAN ACIYI HEP AKLINDA TUTAR

Kırk yıl önce ben olan kişiyi tanımıyorum. O kişiye olan nefretim öylesine derindi ve bastırma mekanizmam işlevini öylesine etkin yerine getiriyordu ki, o zamanki görünüşümü gözümün önünde ancak güçlükle canlandırabiliyorum. Aradan geçen bunca zamandan sonra fotoğrafların değeri çok azdır, ancak insanın kendine siper edindiği bir maskeyi gösterir. Bana saldırıya geçildiğini sandığımda korkak bir köpek gibi karşımdakini ısırırdım. Kimseye güvenmezdim, kimseyi sevmez ve özlemezdim. [Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Bir noktanın dışında dostluk kesinlikle bir şey talep etmez. O nokta da şudur: Dostluk dürüstlük gerektirir. Tek ama çetin bir talep. [Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Bugün birey, sanat yaratıcılığının en yüksek biçimi ve en büyük derdi olmuştur. Ben’in en küçük yarası ya da ağrısı, sanki sonsuz bir önemi varmış gibi mikroskop altında incelenmekte. Sanatçı ayrılmışlığını, öznelliğini, bireyciliğini neredeyse kutsal saymakta. Böylece biz en sonu, kocaman bir alanda toplanmış, birbirimizi dinlemeden, birbirimizi ölesiye olduğumuzu anlamadan, kendi yalnızlığımız üstüne meleyip durmuş oluyoruz. Bireyciler birbirinin gözünün içine bakıyorlar da yine birbirinin varlığını yadsıyorlar. Biz değirmiler boyunca yürüyoruz; kendi kaygılarımızla öylesine sınırlanmışız ki, gerçek olanla düzmece olanı, haydut kaprisi ile su katılmamış öyküyü birbirinden ayırt edemiyoruz artık. [Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]

Film, tepki yaratmak için yapılır. Seyirci hiç mi hiç tepkide bulunmazsa, o film ilgisiz ve değersiz bir yapıttır. [Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]

Dil hep ağrıyan dişi yoklar, insan acıyı hep aklında tutar. Benim oyunum, bir oyuncunun sahneden inerek izleyicilerin arasındaki bir eleştirmenin boğazını sıkmasıyla başlar. Oyuncu, küçük kara deftere not ettiği tüm aşağılamaları okuduktan sonra, izleyicilerin üzerine kusarak dışarı çıkar ve beynine bir kurşun sıkar. [19 temmuz 1964 tarihli notlarından]

Kendinize güveniniz ne kadar azsa o kadar çok öfkeli olursunuz. [Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar ]

Ağlamaya başlıyorum. Bu beni korkutuyor, çünkü ben hiç ağlamam. Çocukken ağlamayı çok severdim, annem gözyaşlarımın ardını görür ve beni cezalandırırdı. Sonra ağlamaz oldum. Arasıra içimde derin bir yerde çılgın bir haykırış duyarım, haykırışın yalnızca yankısı bana ulaşır, önceden hiç uyarmadan beni etkiler, bu sonsuza dek tutsak kalan bir çocuğun hiç engellenmeden ağlamasıdır. [Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Ben günümüz insanının mutlak bir hiçlikle karşı karşıya olduğu kanısındayım. [Yaban Çilekleri, Ingmar Bergman]

Bir dönemde Persona’ nın yaşamımı kurtardığını söylemiştim. Bu bir abartı değildir. Eğer kendimde bu filmi yapacak gücü bulmasaydım bugün bitmiş olabilirdim. Bir önemli nokta daha var: İlk kez sonucun ticari başarı olup olmayacağı beni ilgilendirmedi. Svensk Filmindustri’de senaryo köleliği yaptığım yıllar boyunca beynime kazınan, ne pahasına olursa olsun film anlaşılabilir olmalı anlayışının da -aslında ait olduğu yere- cehenneme dek yolu var. [İmgeler, Ingmar Bergman]

İnsanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok. [Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

Senin boşluğunda duyguların yeri yok. Ve sen doğru olanı bulabilmekten yoksunsun. Her şeyi nasıl anlatmak gerektiğini biliyorsun, her an en doğru sözleri buluyorsun. Senin bilmediğin bir tek olay var: Gerçek yaşam. [Aynadaki Gibi – Sessizlik, Ingmar Bergman]

Savaşı öven, savaşı insani bir serüven olarak gören filmlere karşı nefret duymak gerek… [Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

Yetiştirilmemizde çoğunlukla suç ,itiraf ,ceza ,bağışlanma ,lütuf gibi kavramlar ; çocuk, anne – baba ve Tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların tümünde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir. Özgürlük sözcüğünü hiç duymamıştık ,hele özgürlüğün tadının nasıl olduğunu hiç bilmiyorduk. Hiyerarşik bir sistemde tüm kapılar kapalıdır .Cezalandırma doğaldı ,hiçbir zaman sorgulanmadı. [Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Ben insanların değişebileceğine inanmıyorum. İnsan, kendi bilinçlenme anına sahiptir, fakat bu onların hayatlarını değiştirmiyor. [Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

Tanrıya inanmıyorum ama, bu o kadar basit değil. Hepimiz kendi içimizde bir Tanrı taşıyoruz. Her şey, zaman zaman ve özellikle ölüme yaklaştığımız anda bir parçası­nı kavrayabildiğimiz bir bütün. Söylemek istediğim şey bu ama, değmez. Herkes geriye çekilmiş ve karanlık stüdyonun gerisinde toplanmış, birbirlerine yakın durmuş tartışıyor. Ne söylediklerini işitemiyorum. Yalnızca sırtlarını görebiliyorum. [Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Gürültüden ve birdenbire, beklenmeden olan şeylerden hiç hoşlanmam. [Yaban Çilekleri, Ingmar Bergman]

Korku içindeyken, bir görüntü yaratırız, sonra Tanrı deriz o görüntüye. [Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]

Benim bütün filmlerim birer rüyadır. Ben çok küçük yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum. [Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

İnsanların kitap okumaması çok ciddi problem!

Bu cennetin başka bir sorunu bu: Çoğu insan zihinsel olarak yeterli uyarımdan yoksun. Bugün altı saatlik mesai uygulamasına geçilse, devlet açısından çok büyük sorunlar doğacaktır. Onlara bu boş zamanı tanımakla ne vermiş olacaksınız?

Bizim gibi aşırı derecede maddeci bir ülkede çocukları çizgi filmler ve sansasyonel dergiler yerine kitaplar okutarak eğitmenin yollarını bulmak gerekir.

Üstelik bu çok zor bir iş. Örneğin, benim 12 yaşında bir oğlum var. Çok zeki ve hayata dair her şeye karşı oldukça meraklı, fakat kesinlikle kitap okumuyor. Kesinlikle. Donald Duck’ı, canavarlı çizgi romanları okuyor, fakat kitap okumaya karşı hiç bir ilgisi yok.

İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulurlar?

Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok.

Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla, hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar.

Eğer siz onlara “Siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız,” derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşünecektir.

Ingmar Bergman New York Times Magazine 1975

CEMİL MERİÇ: HASTAYIM, ATEŞİM VAR ELİN ALNIMDA DOLAŞSA NASIL DA İYİLEŞİRDİM!

Bir uçurum gibi büyüyen sükut, hayattan, ışıktan, ümitten kopuş.. Nihayet gönlüme baharı getiren sesiniz. Kırık bir tekne, karanlık bir deniz. Ufukta siz olmasanız hayat denen bu yolculuk, bu rezil, bu pespaye, bu komik sürükleniş dayanılmaz bir çile olurdu. Yeniden kendimi buldum mektubunuzda, ömrümün en kederli anları sizi kaybettiğimi sandığım anlardı: Şubat’ın ilk günleri, Ankara. Gök kubbenin bütün yıldızları başımda parçalandı ve güneş uzaklaştı ufkumdan ve gece, ıslak, yağlı, isli bir gece bütün benliğimi bir ahtapot gibi kucakladı. Kimsiniz? Otuz yıldır gördüğüm rüya. Artık benim için yol üçe ayrılmıyor. Şehzadelerin karşısına çıkan yol iki: ölüm veya…

Mektubunuz rüyada duyulan dost sesler gibi: fırtınalar diniyor, yaralar kapanıyor ve insan yaşadığını anlıyor. Sizi kaybettiğim zaman yani sizde rüyamı, sizde ideali bulamadığım zaman dünyam kör bir kuyuya benziyor, yılanların ıslık çaldığı, lağım kokan kör bir kuyu. Güzel yazıyorsunuz.. Çünkü kaleminize ilham veren Eros’un ta kendisi. Bütün ruhunuz konuşuyor, hayatın dile gelişi gibi bir şey. Siz yaprak yaprak açılan bir kitapsınız, benim keşfettiğim bir kıta: Cemilanya. Sizi küçük görmektense gözlerimi bin kere feda etmeğe razıyım. Benim ezelî melikem. Elest bezminden nişanlım.

Uzun veya kısa, yaşamak için size muhtacım. Siz de bensiz yaşayamazsınız. Dudaklarımızı ancak ölüm ayırabilir birbirinden, dudaklarımızı ve kalplerimizi. Mektuplarınız gecikince kendimi metruk bir kayık gibi dalgalara bırakmıştım, hastayım, yani öksürüyorum ve ateşim var. Elin alnımda dolaşsa nasıl da iyileşirdim! Sevilen hastalanmaz, seven hastalanmaz, ama sevilen ihmal edilmez. Mektubun bir büyü gibi bulutları dağıttı. Yarı yarıya iyileştim, bir yenisi tekrar beni Zaloğlu Rüstem’e çevirir. Sensiz sıhhat neye yarar? Neden dinç olacakmışım? Dünyanın bütün nimetleri seninle güzel. Schopenhauer’i bekliyorum. İstediğim, sana kendimi bütünümle verebilmek, bütünümle faydalı olmak sana. Sen her zerrenle perestişe layıksın ve istiyorum ki şahane bir tomurcuk’a benzeyen kabiliyetlerin aşkımın sıcak ikliminde bütün şiiri, bütün lüsunu, bütün ıtırıyla açılabilsin. Benim has bahçem, sam yelleri esen çöllerden geçtim, dudaklarım susuzluktan çatlamıştı, boğuluyordum, ya cinnet ya ölüm veya sen vardın. Sen çıktın karşıma, sen ki benim için yaratılmıştın, sen ki sevmemiştin, sevilmemiştin, sen ki uykuda dolaşan bir hayaldin, tanımıyordun kendini ve hâlâ zaman zaman düşman bir dünyanın kırık aynasına kayıyor gözlerin, sen orada değilsin, gönlüme, gözlerime, mektuplarıma bak. Belki sevdiğin için büyüksün, sevdiğin için ve sevdiğin kadar, yani sonsuz. Şubatın ilk günleri zalim bir buhran içindeydim, sonra sisler dağıldı, tekrar buldum seni, seni yani idealar alemindeki kadını ve ayrıldık. Cennetten kovulan Adem gibiyim, kulaklarımda sesinin ilahi bestesi ve boşlukta yuvarlanıyorum. Mektupların tutunduğum birer dal, seni bir daha görmek ve ölmek istiyorum. Güzel olan bu. Seni kaybetmek, hayalimde boğulmak değil. Bu sermesti sadakatimin mükafatı. Yalnız sende eriyişimin, yalnız seni düşünmemin mükafatı.

B.’nin mektubu gelmedi henüz. Sana grameri yolluyorum. Perestişlerle..

26 Şubat 1967

Cemil Meriç Lamia Hanım’a Mektuplar Jurnal 2 / İletişim Yayınları

BEJAN MATUR: BEN DAĞILAN KALBİMİ TUTUYORUM/ SANA AKMIŞ OLANI/ GECENİN YORGUNLUĞUNU TANIMAYAN/ O ACEMİ KALBE…

 Kalbin Aldığı Mesafe 

Yakalanan nedir, benzerlik mi? gözlerin inişte başlayan çakışması ve kirpiklerin uzunluğu daha fazlası değil. belki nefestir biraz da. soluğu kaplayan zerrelerin bir uzay karanlığında seyrederken dayanak olma, olabilme hali. oradayız işte, ikimiz tutunacak bir kainat bulamamış o çelimsiz varoluşun magmasında gülümsüyoruz birbirimize. benim ağzımda bir gelincik var sen gözyaşının kristal kesiğini gizlemek için özenlisin yine.

insanı incitmeyecek tek söz bulunmadı henüz. her söz incitir.

o kadar sessiziz ki hırıltılarla konuşuyoruz. arkaik iki hayvanın kainattan devşirdiği dille ses veriyoruz birbirimize. bu bir ‘sevme’ diyorsun bana. kalbin aldığı mesafe bu. yıldızların zamanından önce karanlığında yol alma! oradayız işte bir dayanak bulsak varacağız bir anlama. kalp bunca akarken bedenin güçsüz kalışı ve dağınıklığı uzayda. beden oraya ait olmayandır diyorsun, ruhtur bize yol gösterecek olan. elbette ruhu izleyeceğiz, onun peşinden gideceğiz. tereddütsüz onun izinden.

ben dağılan kalbimi tutuyorum sana akmış olanı. gecenin yorgunluğunu tanımayan o acemi kalbe söz geçirmeye çalışıyorum. senin saklanarak adımladığın o sokaklarda bir uzay boşluğunda ilerler gibi eşlik ediyorum varoluşuna, kelimelerine ve gözlerinin inerken artık oturan anlamına. o bakış bizimdir o bakış sonsuzluk içinde bulduğumuz ışıklı bir dehlizdir.

sen müziği anlatırken gördüğüm duyduğumdan hep fazladır. sana belki söylemedim ama hissettim sevgilim, iki kalbin benzerlikte nasıl bir karanlığa düştüğünü. tut elimi düşeceksek birlikte düşelim. tut elimi bir dayanak yoksa insana birlikte ürperelim. ve ben bunları düşünürken boşluğunu büyüten kainat aşkın “bir olmak’ olduğunu haykırıyor, aşkın, bir yıldız kayması anında yüreğe saplanan kırık bir kanat olduğunu. o kırık kanatla uçuyoruz birlikte. o kırık kanatla biz ölümsüzüz.

çünkü odur, yalancı peygamberlerin soluğuna ve güllerin yumuşaklığına gizlenmiş o ilk söz. odur aramızdaki adı konmamış o kanatsız uçma hali. bir yerdeydim beni yersizliğe çağırdın. orada dur o talimsiz yerde. orada dur ve konuş benimle.

ahh ses varlığın uzayı.


 Bejan Matur 

DOSTOYEVSKİ: BENCE CEHENNEM, SEVEMEMEKTEN DOĞAN BİR ACIDIR!

Bazen, “Cehennem nedir?” diye düşündüğüm olur. Bence cehennem, sevememekten doğan bir acıdır. Bir keresinde, zamanla, ölçülerle sınırlanamayan evrenin sonsuzluğunda manevi bir varlığa, yeryüzüne inerek “Varım ve severim” diyebilmek olanağı bağışlanmıştı. Yalnız bir kerecik; yapıcı, yaşayan bir sevgi duyması olanağı bağışlanmış ve bunun için yeryüzündeki zamanın dar sınırları içinde bir günlük bir süre verilmişti. Ama ne oldu: talihli yaratık bu değer biçilmez ihsanı reddetti, değerini anlamadı. Sevemedi, alay ederek duygusuz kaldı. Dünyamızdan ayrılınca ona açılan İbrahim’in bahçesini gördü, Lazar’la Zenginin hikâyesinde anlatıldığı gibi, İbrahim’le konuştu, cenneti seyretti, Tanrıya kadar yükselebildi… Ona azap veren de buydu zaten: sevmeyi bilmeyen, sevenlerin sevgisini hor gören o, Tanrının huzuruna nasıl çıkacaktı? Artık her şeyi bütün açıklığıyla görüyor, kendi kendine “öğrendim artık,” diyordu, “ama şimdi sevmeyi bütün varlığımla istediğim halde bunda ne bir büyüklük, ne de fedakârlık olacak.

Yeryüzündeki hayatım bitmiştir. İbrahim gelip bir damla pınar suyu vererek (yani yeryüzünde eski yapıcı hayatı bağışlayarak), orada teptiğim ve şimdi özlemini çektiğim manevi sevgi ihtiyacımı gideremeyecektir. Ne hayatım, ne de zamanım kaldı. Hayatımı başkalarına seve seve verirdim, ama mümkün değil, çünkü sevgi uğruna feda edilecek ömrü yitirdim, arada derin bir uçurum var.” Şimdi cehennem ateşinin, ama maddi bir ateşin sözünü edenler oluyor; bu sırrı derinleştirmeye cesaretim yok. Gene de şöyle düşünüyorum: Cehennemde ateş olmasına sevinmeliyiz, çünkü bu ateşin verdiği bedensel acıyla ruhlarının acısını bir an olsun unutabilirler. Hem bu acıyı onlardan uzaklaştırmak olanaksızdır, çünkü dışta değil, içlerinde yaşayan bir acıdır bu. Hatta sıyrılabilseler bile, bahtsızlıklarının bununla eksileceğini sanmam. Çünkü çektikleri azabı cennetten seyreden doğrular, günahlarını bağışlayarak sonsuz bir sevgiyle bedbahtlara bağırlarını açmakla bu acıyı bir kat daha deşeceklerdi. Mümkün olmayan, karşılıklı minneti ifade eden yapıcı sevgi özleminin acısı daha da artacaktı. Gene de haddim olmayarak düşünüyorum ki, sonunda bu olanaksızlığın anlaşılması onları bir dereceye kadar avutacaktır. Çünkü doğruların sevgisini karşılıksız olarak kabul edişteki boynu büküklük ve uysallık, yeryüzünde yaşarken önem vermedikleri yapıcı sevgiye yaklaştıracaktır onları. Düşüncelerimi daha açık seçik anlatamadığım için üzgünüm, kardeşlerim ve dostlarım. Şunu da söyleyeyim: kendilerini yok eden, canlarına kıyanlara yazıklar olsun! Bence, bunlardan bahtsız kimse olamaz. Bizde böyleleri için dua etmek günah sayılır. Kilise yüz çevirir onlardan. Ama ben, içimden, onlar için de dua edilebileceğini düşünüyorum. Sevgi hiçbir zaman İsa’yı gücendirmez. Bu bahtsızlar için ömrümce dua ettiğimi şimdi burada açıklıyorum pederler, hâlâ da ediyorum.

Ah, bir de cehennemin kaçınılmaz gerçeğini olduğu gibi bildikleri halde kibirli, haşin davranmakta ayak direyenler var; aralarında kendilerini tamamen şeytana, gururun pençesine kaptırmış pek korkunçlarına da rastlanıyor. Onlar, cehenneme doymak bilmeyen, gönüllü çilekeşlerdir. Tanrıyla hayata lanet ettikleri için kendi ölümlerini kendileri imzalamışlar. Tıpkı çölde açlıktan kendi kanını emen insan gibi, kızışmış, hırçın gururlarıyla beslenirler. Yüzyıllar boyunca doymamışlardır bir türlü, onları çağıran Tanrıya lanet okuyarak affını reddederler, yarattığı her şeyle birlikte yok olmasını dilerler. Böylece hiddetlerinin alevinde sonsuzluğa kadar yanarak ölümün ve yok olmanın özlemini çekerler. Ama ölüm onlardan kaçar…

Aleksey Fyodoroviç Karamazov’un notları burada bitiyor. Tekrar söylüyorum, bu yazı tamamlanmış değildir; kesik kesik parçalardan ibarettir, örneğin, Staretzin yalnız ilk gençliğine ait kısımlar var. Bunlar herhalde Staretzin birçok kere ayrı ayrı, çeşitli nedenlerle söylediği öğüt ve düşüncelerin bir özet halinde toplanmasından ibaret. Staretzin son saatlerinde söz açtığı konular üzerine fazla bilgi yok, sadece Aleksey Fyodoroviç’in notlarında bulunan öbür öğütlerin özetleriyle kıyaslanarak bu konuşmanın ruhu, niteliği üzerine kısa bir inceleme yapılmış, o kadar.

Dostoyevski: Bence şeytan diye bir şey yoksa, insan onu, kendine bakarak uydurmuştur

Staretzin sonu gerçekten pek umulmadık şekilde oldu. Gerçi oradakilerin hepsi, ölümün yaklaştığını tahmin ediyordu, ama gene de bu derece apansız bastıracağını düşünmemişlerdi. Hatta önceden de söylediğimiz gibi, dostları, Staretzi iyice dinlenmiş, konuşkan görünce, geçici de olsa bunu iyileşmeye bir işaret saymışlardı. Olümüne beş dakika kala bile kimse öleceğini aklına getirmiyordu. Birdenbire, göğsünde şiddetli bir ağrı duymuş gibi sarardı, elini bütün gücüyle kalbine bastırdı. Hepsi yerlerinden fırlayarak onu sardılar. Staretz acısına rağmen bakışını onlardan ayırmadan, gülümseyerek, koltuğundan yavaşça yere kaydı, diz çöktü, sonra yüzünü yere değdirerek kollarını iki yana açtı ve sanki coşkun bir sevinçle (öğrettiği gibi) yeri öpüp, dua ederken ruhunu teslim etti.

Staretzin ölüm haberi keşişhanede o anda duyularak manastıra ulaştı. Ölenin yakını ve rütbece bu işle ilgilenmek hakkı olanlar eski usule göre ölüyü giydirmeye başladılar, manastırın bütün rahipleri baş kilisede toplandı. Sonraları, ağızdan ağıza anlatıldığına göre, Staretzin ölümü gün doğmadan önce şehirde de duyulmuştu. Sabah erkenden bütün şehir bundan söz etmeye, halk manastıra akmaya başladı. Ama bundan öbür kitapta söz açacağız; şimdilik sadece şunu ekleyelim ki, Staretzin ölümünden henüz bir gün geçmeden öyle beklenmedik, manastır çevrelerinde, şehirde öyle garip, kuşkulandırıcı ve şaşırtıcı etkiler uyandıran bir olay oldu ki, bunca yıl geçtiği halde bizim şehirde birçok kimse için pek üzüntülü olan o günün anısı canlılığını hâlâ kaybetmemiştir…

Fyodor Dostoyevski Karamazov Kardeşler
TOLSTOY EVİNİ TERK ETTİĞİNDE YANINA ALDIĞI KİTAP: DOSTOYEVSKİ’NİN KARAMAZOV KARDEŞLER’İ

“TANRI BİLMEYİ ÖLÜMLE EŞLEŞTİRDİ…” BİLMEK VE ÖLMEK – HRANT DİNK

Yeryüzünde ilk tabuyu Tanrı’nın bizzat kendisinin yarattığını anlatır Kitab-ı Mukaddes’in başlangıç bölümleri. Hayli çarpıcıdır… O mitolojik satırları okumanızı tavsiye ederim. İlkin Adam’ı yaratır ve yarattığı Adam’ı Aden bahçesine koyar Tanrı. “Ve Rab Allah, Adam’a emredip dedi:

Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin gün mutlaka ölürsün.” Niye bilinmez, “Adam’ın yalnız olması iyi değil” diye düşünür Tanrı. Ve başlar diğer canlıları yaratmaya Adam’a yoldaşlık niyetine…

Fakat Adam bunlar içinde kendine yardımcı bulmaz. Sonunda uyutur Adam’ı Tanrı ve kaburgalarından aldığı parçadan kadını yaratır. “Ve adam ve karısı, ikisi de çıplaktılar ve utançları yoktu.” Adem’den bu yana insanlık tarihinin “tabu portföyü” hayli zenginleşti. Bu tabu zenginliğimiz öyle boyutlara vardı ki bir daha o masum çıplaklığımıza dönmemiz mümkün olmadı. “Cinsellik, din, iktidar” gibi kavramlar ne denli tabularımızın ana kaynağını oluşturdularsa, “merak” ve “bilgi” de bu tabulara karşı tek silahımız oldular. Ancak merakımızın bilgiye ulaştığı noktada bir tabunun cinsellikle ne denli yakın ilişki içinde olduğunu görebildik… Ancak merakımız bilgiye ulaştığında iktidarın vazgeçilmez silahlarından birinin tabu yaratmaktan geçtiğini fark edebildik… Ve nihayet, tabuların ancak bilgiye ulaşılarak yıkılabileceğini, bunun için de merakın en önemli silahımız olduğunu bilgiye ulaştıkça öğrenebildik. Tabu konular, tabu kavramlar, tabu kurumlar, tabu kişiler velhasıl bize bilmemizin ve merakımızın yasaklandığı her şey aslında birilerinin iktidarlarını sürdürmek ve pekiştirmek için kullandıkları dokunulmazlardan başka şeyler değiller. Tabu öylesine vazgeçilmez bir silah ki, eski tabuları yıkma adına ortaya çıkan yeni iktidarlar dahi bu kez kendi tabularını ve mitlerini beraber getiriyorlar. Her seferinde eski heykeller yıkılıyor ama yenileri dikiliyor. Asıl yıkılamayan tabu ise iktidar kavramının ta kendisi. Ve görülüyor ki artık iktidar kavramının kendisi yıkılmadıkça da tabulardan kurtuluş asla mümkün olmayacak. “Bilinen bilinmezlikler” olarak da tanımlayabiliriz tabuları. Bilinmezin tüm ayrıntılarını bilmesek de sezebiliyoruz sanki ama öğretilmiş korkularımız engelliyor daha ileri gitmemizi, merakımızı koşuşturamıyoruz özgürce. Tabular da zaten öyle birden devrilebilecek olgular hiç değiller, süreç içinde yaratıldıkları için de ancak süreç içinde yıkılabiliyorlar. Değiniyormuş gibi yapıyoruz ilkin, ürkütmemecesine. Kenarından kenarından hafiften gagalıyoruz ancak. İhtimal ki bu tutumumuzla, bir süre için tabulara bir nebze de biz bağışıklık kazandırıyoruz. Bağışıklık kazanmış tabular ise iktidar odaklarınca daha meşru bir sermaye olarak kullanılabiliyor pekala. Ama işte her tabunun yıkılış süreci de bu aleniyetiyle ve pervasızca kullanımıyla başlıyor. “Ve yılan kadına dedi; meyveden yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız.” Adam ve kadın meyveyi yediler ve Tanrı tarafından ölümlülükle cezalandırıldılar. Tanrı bilmeyi ölümle eşleştirdi. Meyve ağacında simgelenen bilgiyi tabulaştırdı. Meyveyi yiyen insan bildi. Ama bildiği için kendisi de öldü. Tabu, bilgi ve ölüm… İşte bilgi çağının karmaşık denklemi. Şu bir gerçek ki ama, tabuları bilgisi ile yıkan insan ancak bir gün ölümü de bilgisiyle yenmekten söz edebilecek.

2004 Hrant Dink

BUKOWSKİ: BİR TEK İNSANI MUTLU ETMEK BİLE YAŞAMIN HAKKINI VERMEYE YETER

Charles Bukowski Büyük Zen Düğünü Kitabından Alıntılar

Nice mutlu yıllara demeyeceğim, çünkü değişen bir şey yok. Günler aynı, insanlar aynı, yalanlar aynı, dekorlar ve sahneler aynı, kandırılanlar aynı. Ve yine aynı olacak; sahte kahkahalar, sıradışı böğürmeler… İyi kusmalar.”

Zenginler anlarlar; sadece bir şey yapmazlar anladıkları şeyler için.

İnsanların nasıl bu kadar kolay öfkelendiklerini, sonra da öfkelerini aynı kolaylıkla unutup nasıl neşeli olabildiklerini anlayamıyordum sadece, ve nasıl her şeye ilgi duyabildiklerini, bu kadar sıkıcıyken her şey.

Gerçeğin gerçek olabilmesi için EN AZ iki oy gerekiyordu. Yaşadıkları zamanın ilerisinde olan sanatçılar bunu bilirler, deliler ve halüsinasyon görenler de öyle. Bir hayali bir tek sen görüyorsan adama ya aziz derler ya da deli.

İnsanlık iğrendirmiştir beni hep. Aslında, onları özellikle iğrenç kılan o akraba-ilişkisi hastalığıydı, ki buna evlilik, güç değiş tokuşu ve yardımlaşma, mahalleniz, bölgeniz, şehriniz, ülkeniz, devletiniz, milletiniz de dahil… Herkes birbirini kıçından yakalamış bu hayvanca-korku aptallığı ile vızıldadıkları kurtuluş kovanında.

Her yerde dünyanın duvarlarına tutunmaya çalışırız.

Bir insanı neyin yiyip bitirdiğini asla bilemezsiniz. Belli bir kafa durumuna gelmişseniz en basit şeyler bile korkunç problemlere dönüşebilirler ve en kötü endişe/korku/acı yorgunluğu, açıklayamadığın, anlayamadığın, aklına bile gelmeyendir..

Yaşam delilik değil mi? Kurulmuş oyuncaklar gibiyiz… birkaç kez kuruluyoruz, bitince güle güle…

İnsanlarla beraberken kendimi rahatsız hissedi­yorum. Benden uzak şeylerden söz edip, benim duymadı­ğım heyecanlar duyuyorlar. Ama kendimi en çok onlarla beraberken güçlü hissediyorum. Şöyle düşünüyorum:  Onlar bütünün bu küçük parçaları ile varlıklarını sürdü­rebiliyorlarsa, ben de sürdürürüm. Ama yalnızken ve ken­dimi bir tek duvarla, nefes almakla, tarihle, kendi so­numla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya baş­lıyor. Anlaşılan ben zayıf bir adamım.

Arada derede kalmış bir şey gibiyim ve sanırım bu da deliliğin başlangıcıdır.

Büyük Zen Düğünü Charles Bukowski Çevirmen: Avi Pardo METİS YAYINLARI

SADIK HİDAYET: HURİ İLE FAHİŞENİN FARKI NEDİR? SEN BİLİYOR MUSUN? BEN BİLMİYORUM!

Ben anlamıyorum! Ya sen? Cehennemliklerin suçu seks ve içki idi. Cennetliklerin mükafatı da seks ve içki.. Gelecektekiler bizim saflığımıza gülüyorlar.. Sen anlıyor musun? Ben anlamıyorum! Huri ile fahişenin farkı nedir? Biri Allah’ ın çalışanı, diğeri kulunun.. İnananlarına rüşvet olarak Huri veren Allah ve Genelev olan Cennet! Hangisi günahsız? Çaresizlikten karnını böyle doyuran fahişe mi? Yoksa vücudunun hazzı, kulların iyi işlerinin mükafatı olan Huri mi? Sen biliyor musun? Ben bilmiyorum!
 

“Tutsağı olduğum sefaletten kaçıyordum. Sokaklarda belli bir amacım olmaksızın, rasgele yürüyor; para ve şehvet peşinde koşan, o tamahkâr suratlı ayaktakımını arasından rahat, umarsız geçiyordum. Onları görmeye ihtiyacım yoktu, biri ötekinin kopyasıydı. Hepsi bir ağız, ağza asılı bir avuç bağırsaktan oluşuyor, cinsel organlarında bitiyorlardı.”

***

“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar

 Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır. Ömrümüz boyunca ölüm bize el eder, çağırır bizi. Her birimiz ansızın, sebepsiz düşüncelere dalmıyor muyuz, bu hayaller bizi öylesine sarıyor ki zamanı, mekanı fark etmez olmuyor muyuz?”

***

“Değişik dönemler, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, benim için boş sözlerden başka bir şey değil bunlar. Bunlar sıradan insanlar için, ayaktakımı için, evet işte aradığım kelime, ayaktakımı için, ki onların hayatları senenin mevsimleri gibi belirli mevsimlere, dönemlere bölünmüştür ve onlar, hayatın ılımlı kesimlerinde güvence altındadırlar. Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti âdeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve o beni bir mum gibi eritti.”*

“Her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim”

“Vaktiyle onların arasına karışmıştım; başkalarını taklit edeyim dedim. Baktım, soytarıya dönmüşüm. Adına zevk dedikleri her şeyi denedim; gördüm ki başkalarının zevki bana yaramıyor. Her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim. Diğer insanlarla aramda en ufak bir ilgi dahi yoktu.”

***

“Soluk alamıyordu; iğrenç olduğunu düşünüyordu hep. Dünyanın ve tüm insanların zulmüne, adaletsizliğine karşı dile getirilemeyen bir kin, bir nefret duydu kendinde. Onu bu halde, bu kılıkta dünyaya getirdikleri için belli belirsiz bir kin duydu annesine, babasına karşı. Hiç dünyaya gelmemiş olsaydı, böyle şeylerle karşılaşmayacaktı. Başkaları gibi yüzsüz, hafifmeşrep, dillere düşen, arsız, hayasız biri olsaydı, eski günleri yâd edecek güzel anıları olacaktı.”**

Modern İran Edebiyatı’nın Yasaklı Yazarı: Sadık Hidayet

17 Şubat 1903 tarihinde Tahran’da dünyaya geldi ve bu kentteki Fransız Lisesi’nde eğitim gördü. 1925 yılında eğitimini sürdürmek amacıyla Avrupa’ya gitti. Bir süre diş hekimliğine ilgi duyduysa da mühendislik okumak için diş hekimliğinden vazgeçti. Fransa ve Belçika’da geçirdiği dört yılın ardından İran’a döndü ve kısa sürelerle çeşitli işlerde çalıştı.

İlk hikâyelerini Paris’teyken yazdı. 1936’da Hindistan’a giderek Sanskritçe öğrendi. Buradayken Budizm’i inceledi ve Buda’nın kimi yazılarını Farsça’ya çevirdi.

Sadık Hidayet sonunda tüm hayatını Batı Edebiyatı çalışmalarına ve İran tarihi ile folklorunu araştırmaya adadı. En çok, Guy de Maupassant, Çehov, Rilke, E.A. Poe ve Kafka’nın eserleriyle ilgilendi. Hidayet birçok hikâye, kısa roman, iki tarihi dram, bir oyun, bir seyahatname ile bir dizi yergili komedi ve taslak kaleme aldı. Yazıları arasında ayrıca birçok edebiyat eleştirisi, İran folkloru ile ilgili araştırmalar ve Orta Farsça ile Fransızcadan yapılmış çeviriler yer alır. Sadık Hidayet, İran Dili ve Edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası haline getiren yazar olarak kabul edilir.

Sonraki yıllarda, zamanın sosyo-politik problemlerinin de etkisiyle, İran’ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri aracılığıyla bu iki kurumun su-i istimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girdi. Çevresine, özellikle de, çağdaşlarına yabancılaşan Hidayet, son eseri Kafka’nın Mesajı’nda ancak ayrımcılık ve baskı sonucunda yaşanabilecek bir melankoli, umutsuzluk ve ölüm halinden bahseder.

Sadık Hidayet’in en tanınmış eseri 1937 yılında Bombay’da yayımlanan Kör Baykuş’tur. Beethoven ve Çaykovski dinlemeyi seven ve afyon tiryakiliği bilinen Sadık Hidayet, resimle de uğraştı.

Ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır: “Paris`te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanıbaşında yerde duruyordu.

Yılmaz Güney`in de yattığı Père Lachaise (okunuşu: per laşez) mezarlığında gömülüdür.

Sansürlenmesi Sadık Hidayet’in eserleri günümüzde Avrupa’daki politik İslamcı çevrelerden yoğun eleştiriler almaktadır ve birçok romanı (özellikle de Hacı Ağa) artık Fransa’daki kitapçılarda ve kütüphanelerde bulunamamaktadır. Kör Baykuş ve Hacı Ağa adlı romanları 2005 yılında düzenlenen 18. Uluslararası Tahran Kitap Fuarı’nda yasaklanmıştır. Kasım 2006 itibariyle Sadık Hidayet’in tüm eserleri geniş çaplı bir tasfiye politikası kapsamında İran’da yasaklı durumdadır.

Eserleri Öykü • Diri Gömülen (Zindeh be-gur) 1930 • Moğol Gölgesi (Sayeh-ye Moghol) 1931 • Üç Damla Kan (Seh qatreh khun) 1932 • Alacakaranlık (Sayeh Rushan ), Aleviye Hanım (Alaviyeh Khanum), Bay Hav Hav (Vagh Vagh Sahab) 1933 • Kör Baykuş (Bûf-i kûr) 1937 • Aylak Köpek (Sag-e Velgard) 1942 • Hacı Ağa (Haji Aqa) 1945 • islam kervanı (islam konvoyu) (karevane eslam)

Oyun • Sâsân Kızı Pervin (Parvin dokhtar-e Sasan) 1930 • Mâzyâr (Maziyar) 1933

Seyahatname • Isfahan: Cihan’ın Yarısı (Esfahan nesf-e Jahan) 1931 • Islak Yol Üzerinde (yayınlanmamış) (Ru-ye Jadeh-ye Namnak) 1935

İnceleme-araştırma • Hayyam’ın Terâneleri (Rubaiyat-e Hakim Omar-el Khayyam) 1923 • İnsan ve Hayvan (Ensan va Hayvan) 1924 • Ölüm (Marg) 1927 • Vejetaryenliğin Yararları (Favayed-e Giyahkhari) 1957 • Kafka’nın Mesajı 1948 (Taranehha-ye Khayyam)

*Kör Baykuş’tan alıntılar **Aylak Köpek

KABUL EDELİM: YAŞAMLARIMIZ SEFİL, YORUCU VE KISA – GEORGE ORWELL

“Yoldaşlar, dün gece garip bir düş gördüğümü hepiniz biliyorsunuz. Düşe sonra geleceğim. Size daha önce başka bir şey söylemek istiyorum. Yoldaşlar, fazla bir ömrüm kaldığını sanmıyorum. Onun için, bugüne kadar edindiğim bilgileri, deneyimleri sizlere aktarmayı görev biliyorum. Çok uzun yaşadım, ağılımda bir başıma yatarken düşünecek çok zamanım oldu; bu dünyanın düzenini, yaşamakta olan her hayvan kadar kavradığımı söyleyebilirim. Bugün sizlerle konuşmak istediğim de bu işte.

“Evet yoldaşlar, yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? Açıkça söylemekten korkmayalım: Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. İngiltere’de, bir yaşına geldikten sonra, hiçbir hayvan mutluluk nedir bilmez, hiçbir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere’de hiçbir hayvan özgür değildir.

Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte, tüm çıplaklığıyla gerçek budur.

“Peki, bu durum, Doğa’nın bir yasası mıdır? Ülkemiz, topraklarında yaşayanlara düzgün bir hayat sunamayacak kadar yoksul mudur? Hayır, yoldaşlar, asla! İngiltere toprakları bereketlidir; havası suyu iyidir yurdumuzun; bugün bu ülkede yaşayan hayvanlardan çok daha fazlasına bol bol yiyecek sağlayabilir. Yalnızca şu bizim çiftlik bile bir düzine atı, yirmi ineği, yüzlerce koyunu besleyebilir; besleyebilir ne demek, onlara bugün bizim hayal bile edemeyeceğimiz kadar rahat ve onurlu bir hayat yaşatabilir. Öyleyse, bu sefilliğe neden boyun eğelim?

İnsanlar, emeğimizle ürettiklerimizin neredeyse tümünü bizden çalıyorlar. İşte, yoldaşlar, tüm sorunlarımızın yanıtı burada. Tek bir sözcükte özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsandır. İnsan’ı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek emeğinin karşılığında bir avuç yem ve soğuk bir ahırdan başka ne gördün?

“Kaldı ki, yaşadığımız şu sefil hayatın doğal sonuna varmasına bile izin vermezler. Ben gene talihli sayılırım, onun için pek o kadar yakınmıyorum. On iki yaşındayım, dört yüzden fazla çocuğum oldu. Bir domuz için çok doğal. Ama hiçbir hayvan sonunda o gaddar bıçaktan kaçamaz. Siz, karşımda oturan genç domuzlar; bir yıla kalmaz, bıçağın altında ciyaklaya ciyaklaya can verirsiniz. İnekler, domuzlar, tavuklar, koyunlar; bu korkunç son hepimizi bekliyor, hepimizi. Atların ve köpeklerin yazgısı da bizimkinden farklı sayılmaz. Sen, Boxer, şu koca kasların gücünü yitirmeyegörsün, Jones o saat, sakat ve kocamış atları alan kasaba satar seni. Kasap da gırtlağını keser, kazanda kaynatıp av köpeklerine mama yapar. Köpeklere gelince; yaşlanıp dişleri dökülmeyegörsün, Jones boyunlarına bir taş bağlar, en yakın göle atar. “Öyleyse, yoldaşlar, bu hayatta başımıza gelen tüm kötülüklerin insanların zorbalığından kaynaklandığı gün gibi açık değil mi?

Şu İnsanoğlu’ndan kurtulalım, emeğimizin ürünü bizim olsun. İşte o zaman zengin ve özgür olacağız. Öyleyse, ne yapmalı? Gece gündüz, var gücümüzle insan soyunu alt etmeye çalışmalı! İşte, söylüyorum yoldaşlar: Ayaklanın! Bu Ayaklanma ne zaman gerçekleşir bilemem, bir haftaya kadar da olabilir, yüz yıla kadar da; ama şu ayaklarımın altındaki samanı gördüğüm gibi görüyorum: Hak er geç yerini bulacaktır. Yoldaşlar, şu kısa ömrünüzde bunu aklınızdan çıkarmayın!

Ve en önemlisi, bu öğüdümü sizden sonra gelenlere iletin ki, gelecek kuşaklar zafere kadar savaşsın. “Ve yoldaşlar, kararlılığınız asla, ama asla sarsılmasın. Hiçbir tartışma sizi yolunuzdan saptırmasın. İnsan ile hayvanların ortak bir çıkarı vardır, birinin dirliği öbürlerinin de dirliğidir, diyenler çıkabilir. Onlara sakın kulak asmayın. Hepsi yalan. İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez. Bu savaşımımızda hayvanlar arasında tam bir birlik kurun, kusursuz bir yoldaşlık sağlayın.”

George Orwell Hayvan Çiftliği

ERICH FROMM: YAŞANTIMIZI BOZMAMAK, RAHATIMIZI KAÇIRMAMAK İÇİN GÖZLERİMİZİ KAPATIYORUZ!

ŞU ANDA NEREDEYİZ VE YOLUMUZ NEREYE VARACAK?

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl sanayiciliğinden geleceğe giden yörüngedeki kesin konumumuzu belirlemek güç. Nerede olmadığımızı söylemek daha kolay. Serbest yatırımcılığa doğru gitmiyoruz, hızla ondan uzaklaşıyoruz. Daha büyük ölçüde bireyciliğe giden yolda değiliz, giderek artan ölçüde başkaları tarafından yönetilen bir kitle uygarlığı haline geliyoruz. İdeolojik haritalarımızın gittiğimizi söylediği yöndeki yerlere doğru gitmiyoruz. Tümüyle farklı bir yönde uygun adım ilerliyoruz. Bazıları yönü çok açık bir şekilde görüyorlar; bunlar arasında o yolu iyi karşılayanlar var, ondan korkanlar var. Ama çoğumuz, gerçeklikten farklı haritalara bakıyoruz — İÖ 500 yılındaki dünya haritası kadar gerçeklikten farklı. Haritalarımızın sahte olduğunu bilmek yeterli değil. İstediğimiz yönde gidebilmemiz gerekliyse, doğru haritaları elimizde tutmamız önem taşıyor. Yeni haritanın en önemli özelliği, Birinci Sanayi Devrimi evresini geçtiğimizi ve İkinci Sanayi Devrimi evresine başladığımızı belirtmesidir.

Birinci Sanayi Devriminin belirleyici özelliği, canlı (hayvanlardaki ve insanlardaki) enerjinin yerine mekanik (buhar, benzin, elektrik ve atom) enerjinin geçmiş olmasıdır. Bu yeni enerji kaynakları, sınai üretimde köklü bir değişimin temeli olmuşlardı. Bu yeni sınai gizilgüce bağlı olarak, bugün, sahipleri tarafından yönetilen, birbiriyle rekabet eden ve işçileri sömürerek, kâr payları konusunda onlarla savaşan ve çoğunu küçük — ya da orta çaplı — smai kuruluşlar diye andığımız belli bir tip smai örgütlenme ortaya çıktı. Orta ve üst sınıf üyesi tıpkı evinin efendisi olduğu gibi, kendi kuruluşunun da efendisiydi ve kendisini, geleceğinin de efendisi sayıyordu. Beyaz derili olmayan nüfusun acımasızca sömürülmesi, ev yaşantısındaki yenilikçi düzenlemeler, yoksullara karşı giderek artan iyileştirici yaklaşımlar ve giderek, bu yüzyılın birinci yarısında, işçi sınıfının uçurumun dibindeki yoksulluktan görece olarak rahat bir yaşantıya kavuşması olgularıyla atbaşı gitti.

Birinci Sanayi Devrimini, şu anda başlangıcına tanık olduğumuz İkinci Sanayi Devrimi izliyor. Bu devrimin belirleyici özelliği, yalnızca canlı enerjinin yerine mekanik enerjinin geçirilmesi değil, insan düşüncesi yerine makinaların düşünmesinin geçirilmekte olduğudur.

Sibernetik ve otomasyon (“sibernasyon”) önemli teknik ve örgütsel sorulara yanıt vermede, insan beyninden çok daha hızlı ve çok daha hassas işleyen makinalar kurmaya olanak veriyor. Sibernetikleşme, yeni bir tür ekonomik ve toplumsal örgüt oluşturma olasılığı yaratıyor. Görece olarak az sayıda dev kuruluş, ekonomi makinasının merkezi haline geldi, pek de uzak olmayan bir gelecekte, bu makinayı tümüyle onlar yönetecek.

Yasal olarak yüz binlerce hisse senedi sahibinin mülkü olan kuruluş, kendi kendini sürekli yenileyen bir bürokrasi tarafından (ve de salt kolaylık olsun diye, yasal sahiplerden bağımsız olarak) yönetilmekte. Özel iş kuruluşlarıyla hükümet arasındaki işbirliği öylesine sıkı hale gelmekte ki, bu işbirliğini oluşturan öğeler giderek artan hızla birbirinden ayırt edilemez hale geliyor. Amerika’da nüfusun büyük çoğunluğunun karnı tok, iyi evlerde oturuyorlar ve iyi eğlendiriliyorlar; hâlâ standart koşulların altında yaşayan “gelişmemiş” Amerikalılar sektörü de her halde yakın bir gelecekte bu çoğunluğa katılacaktır.

Bireyciliği, özgürlüğü ve Tanrıya inanmayı öğütlemeyi sürdürüyoruz, ancak, hazcı maddeciliğin ilkelerine uygun olarak gelişen ve düzen adamının tek amacı haline gelen ortama uyma gerçekliğiyle karşılaştırıldığında bizim bu öğütlerimiz aşınmakta.

Eğer toplum durduğu yerde dursaydı — bir birey ne kadar olduğu gibi kalırsa o da o kadar az başarabilir bu işi — durum şimdi olduğu kadar kötü olmazdı. Ama şu anda yalnızca ucunu gördüğümüz ve hızla yükselmekte olan yeni bir toplum türü ve yeni tür bir insan yaşantısına ulaşma yönünde ilerlemekteyiz.

2000 YILININ İNSANLIKTAN ÇIKMIŞ TOPLUMUNUN GÖRÜNÜŞÜ

Nükleer savaş o güne dek insan ırkım yok etmemişse, 2000 yılında ne biçim bir toplum ve ne biçim bir insan ortaya çıkacak? Eğer insanlar Amerikan toplumunun içinde bulunması olası durumunu bilselerdi, büyük bir çoğunluk değilse de çoğunluk, öylesine büyük bir korkuya kapılırdı ki, gidişi değiştirebilecek önlemler almaya girişirdi. Eğer insanlar, gitmekte oldukları yönün farkında değillerse, artık çok geç olduğunda ve yazgıları iflah olmaz şekilde belirlendiğinde uyanacaklardı. Ne yazık ki, büyük bir çoğunluk, nereye gittiklerinin farkında değildir. Tarım toplumu, yiyecek toplayıcı ve avcı toplumundan ne kadar farklıysa, ulaşmakta oldukları yeni toplum da, Yunan j/e Roma toplumlarıyla orta çağ toplumlarından, geleneksel sanayi toplumlarından o kadar farklıdır — ve insanlar, bunun farkında değiller. Çoğu kişi, hâlâ birinci Sanayi Devrimi kavramlarıyla değerlendiriyor toplumu. Elli yıl önceki insanlardan daha çok ve daha iyi makinalara sahip olduğumuzu görüyor ve bunu gelişme olarak değerlendiriyorlar. Dolaysız siyasal baskı yokluğunun, kişisel özgürlüğe kavuşmanın belirtisi olduğunu sanıyorlar. Onların gözündeki 2000 yılı, insanoğlunun orta çağların sonlarından beri beslediği özlemlerin tam olarak gerçekleştiği yıldır. Bunlar, 2000 yılının, insanların özgürlük ve mutluluk elde etme savaşımı verdiği bir dönemin tamamlanışı ve mutlu sonu değil de, insanın artık insan olmadığı, düşünmeyen, hissetmeyen bir makinaya dönüştüğü bir dönemin başlangıcı olabileceğini göremiyorlar.

İnsanlıktan çıkmış yeni toplumun getireceği tehlikelerin, ondokuzuncu yüzyılın sezmesini bilen akılları tarafından açıkça belirtilmiş olması ilginçtir; ve bu kişilerin karşıt siyasal görüşü benimsemiş insanlar olması görüşlerini daha da etkileyici kılmaktadır.1 Disraeli gibi bir tutucu ve Marx gibi bir toplumcu, üretimin ve tüketimin denetimsiz büyümesinden doğacak insana yönelik tehlikeler konusunda aslında aynı görüşü dile getirmekteydi. Her ikisi de, insanoğlunun makinaya ve kendisinin giderek artan hırsına, doymak bilmezliğine köle olarak zayıf düşeceğini görmüşlerdi. Disraeli, yeni burjuvazinin gücünü sınırlamakla çözüme ulaşılacağını söylüyordu; Marx’sa, ileri ölçüde sanayileşmiş toplumun, toplumsal çabaların amacının maddesel şeyler değil de insan olacağı insansal bir topluma dönüştürülebileceğine inanıyordu.2 Geçen yüzyılın en parlak ilerici düşünürlerinden biri olan John Stuart Mill, sorunu bütün açıklığıyla gördü: Yaşamı sürdürme savaşımının insanlar için en doğal durum olduğunu; var olan toplumsal yaşam biçimini oluşturan ayaklar altında ezme, un-ufak etme, dirsek vurma, çelme takma edimlerinin insan türünün en çok istediği şeyler olduğunu; ya da bunların sınai gelişmenin evrelerinden birinin sevimsiz belirtileri olmadığını sananların yaşam ülküsüyle donanmış olmadığımı itiraf ediyorum. İktidar zenginlerin elinde, elden geldiğince zengin olmaksa evrensel bir tutku. Ancak bu zenginliğe giden yol, tam bir tarafsızlık içinde herkese açık olmalıdır. Ama en iyisi, hiç kimsenin yoksul olmaması, hiç kimsenin daha zengin olmak istememesi ve hiç kimsenin, başkalarının öne geçmek için kendisini iteleyeceğinden korkmamasıdır.3

Demek büyük zekâlar, yüz yıl öncesinden, bugün ya da yarın ne olacağım görmüşler. Oysa o görülen şeyleri yaşayan bizler, günlük yaşantımızı bozmamak, rahatımızı kaçırmamak için gözlerimizi kapatıyoruz. Liberaller de tutucular da aynı derecede kör bu konuda. Doğurmakta olduğumuz canavarı açıklıkla gören sadece birkaç ileri görüşlü yazar var. İnsan yaşamı Hobbes’un Leviathan’ma değil, yıkıcı bir Moloch’a 4 kurban edilecek. Bu Moloch en canlı olarak Orwell ve Aldous Huxley tarafmdan, çoğu profesyonel toplumbilimci ve ruhbilimciden daha yetkin bir kavrayışla betimlenmiştir.

Brzezinski’nin teknoloji toplumu betimlemesini daha önce aktarmıştım, bu kez şu sözlerini eklemek istiyorum: “Genellikle insancıl yönelimli, zaman zaman ideolojik kafalı entelektüel muhalifin yerini hızla ya uzmanlar ya da genellemeci-bütünleyiciler alacaktır; bu ikinciler, aslında iktidarda olanlara birbirinden farklı edimler için zihinsel bir bütünleme sağlayan hükümet meclisi ideologları haline gelirler.”

Çağımızın en seçkin hümanistlerinden biri olan Lewis Mumford, geçenlerde yeni toplumun engin ve harikulade bir resmini çizdi. Gelecekteki tarihçiler — eğer gelecekte tarihçi olursa — onun yapıtını zamanımızın en peygambersi uyarılarından biri olarak değerlendirecekler. Yazarın görüşüne göre geçmişle geleceği birleştiren asıl görüngü, kendi deyişiyle “devmakina” (megamachine) olacak.

“Devmakina”, toplumun bir makina, ve insanların da onun parçaları işlevi gördüğü tümüyle örgütlenmiş ve tek tipleştirilmiş toplumsal dizge. Tam bir eşgüdümle, “düzenin, gücün, önceden bilme olasılığının ve her şeyden çok denetimin sürekli artmasıyla” gerçekleştirilen bu örgütlenme, Mısır ve Mezopotamya toplumları gibi eski devmakinalarda olağanüstü teknik sonuçlar yaratmıştır ve çağdaş teknolojinin yardımıyla, teknoloji toplumunun geleceğinde eksiksiz anlatımına kavuşacaktır.

Mumford’un devmakina kavramı, şu anda varolan görüngülerden bazılarının anlaşılmasını olası kılmaktadır. Çağdaş dönemde, devmakina bana göre ilk kez büyük ölçüde Stalinci sanayileştirme dizgesinde, ondan sonra da Çin Komünizmi tarafından uygulanan dizgede kullanılmıştır. Lenin ile Troçki, Marx’ın öngördüğü üzere Devrimin yavaş yavaş toplumun birey tarafından denetlenmesine yol açacağını umut etti.

Birleşik Devletler gibi ülkelerden çok daha küçük de olsa, iyi gelişmiş bir sanayi sektörünün çekirdeği üzerinde kendi devmakinasını kurabilirdi. Çin’deki Komünist liderler farklı bir durumla karşı karşıyaydılar. Onlarda sözü edilecek bir sınai çekirdek yoktu.

Tek sermayeleri 700 milyon insanın fiziksel enerjisi, tutku ve düşünceleriydi. Bu insan malzemesinin tümüyle eşgüdüm içine sokulmasıyla, görece olarak kısa bir süre içinde batıdaki gelişme düzeyine ulaşabilecek bir teknik gelişmeyi gerçekleştirerek başlangıçtaki sermaye birikimine eşit gücü yaratabileceklerine karar verdiler. Bu eksiksiz eşgüdüm, zor kullanma, kişiliğe tapma ve Marx’ın, sosyalist toplumun temel öğeleri olarak gördüğü özgürlük ve bireyciliğin tersini öğütleyen öğretiden oluşan bir karışımla gerçekleştirilecekti. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Marx’ın insancı görüşüne ters düşen, totalitercilik, ulusalcılık ve düşünce denetimi ile karışık da olsa, bireysel düzeyde kendini kayırma ve övmeyi ve aşırı tüketimi yenme ülküleri, en azından şu ana dek Çin dizgesinin öğeleri olarak kalmıştır.

Sanayileşmenin birinci evresiyle, içinde toplumun kendisinin uçsuz bucaksız bir makina haline geldiği, insanın yaşayan bir parçası olduğu ikinci Sanayi Devrimi arasındaki köktenci dönem, Mısır’ın devmakinasıyla yirminci yüzyılın devmakinası arasındaki bazı önemli farklılıklar nedeniyle karanlıkta kaldı. Her şeyden önce, Mısır makinasının canlı parçalarının emeği, zorunlu emekti. Mısırlı işçiyi gör evini, yerine getirmek zorunda bırakan şey düpedüz ölüm ya da açlıktan ölme korkusuydu. Günümüzde, yirminci yüzyılda, Birleşik Devletler gibi en gelişmiş sanayi toplumlarında işçinin rahat bir yaşantısı vardır yüz yıl önce yaşamış işçi atasına akla hayale gelmedik bir lüks gibi görünecek bir yaşamdır bu. İşçi — Marx’ın yanlışlarından biri de bu olguda yatmaktadır— kapitalist toplumun ekonomik gelişmesine katılmış, ondan kazanç sağlamıştır ve de, aslında zincirlerinden çok daha fazla yitirecek şeyi vardır. İşi yönlendiren bürokrasi, eski devmakinanın bürokratik seçkin tabakasından çok farklıdır.

Yaşamı az çok işçiler için de geçerli olan orta-sınıf değerlerinin güdümündedir; orta sınıf üyelerine verilen ücret işçiye verilenden fazladır gerçi ama tüketimdeki farklılık niteliksel değil, nicelikseldir. İşverenler de, işçiler de aynı sigarayı içmektedir; iyi otomobiller ucuzlardan daha sarsıntısız gitse de, görünüşü farklı olmayan arabaları sürmektedirler. Aynı filmleri ve aynı televizyon programlarını izlemektedirler; karıları aynı buzdolaplarını kullanmaktadır.

Yönetimi yürüten seçkinler tabakası da eskisinden başka yönlerden farklıdır: Onlar da tıpkı buyrukları altında bulunan kişiler kadar makinaların parçalarıdırlar. Onlar da tıpkı fabrikalarındaki işçiler kadar yabancılaşmış, hatta belki onlardan da fazla yabancılaşmış, onlar kadar, ya da hatta daha bile fazla kaygılıdırlar. Tıpkı herkes gibi sıkkındır onlar da ve sıkkınlığa karşı aynı ilaçları kullanırlar. Eski günlerin seçkinlerine — o kültür yaratan gruba benzemezler. Paraların bayağı yüklü bir kısmını bilimin ve sanatın gelişmesi yolunda harcamalarına karşın, bir sınıf olarak bu “kültürel hayır”ın taşıyıcıları oldukları gibi tüketicileri de oldular. Kültür-yaratan grup, ücret alarak değil, ufak tefek paralarla sürdürüyor yaşamını. Bunlar yaratıcı bilim adamları ve sanatçılar; ama öyle görünüyor ki, şimdiye dek yirminci yüzyıl toplumunun en güzel çiçekleri sanat ağacında değil, bilim ağacında açıyor.

Erich Fromm Umut Devrimi
1 Bkz. Burckhardt, Proudhon, Baudelaire, Thoreau, Marx, Tolstoy’un, Sağlıklı Toplum’ia (s. 288 ve sonrası) anılan sözleri. 2 Bkz. Erich Fromm, Marx’s Concept of Man (Marx’m İnsan Kavramı) (New York: Ungar, 1961). 3 Principles of Political Economy (Ekonomi Politiğin İlkeleri), (Londra:Long-mans, 1929,1. basım 1848). 4 İlk çocuğun kendisine kurban edildiği bir Sami Tanrısı.

ŞİMDİKİ ÇAĞ: BAŞKALDIRININ ÖLÜMÜ ÜZERİNE – KİERKEGAARD VE BİREYİN İNŞASI

Ludwig Wittgenstein’ın 19. yüzyılın en önemli düşünürü dediği Kierkegaard, Şimdiki Çağ: Başkaldırının Ölümü Üzerine’de medyanın gücünü felsefi göstergelerle ortaya koyuyor. Varoluşçuluğun babalarından biri olarak kabul edilen Kierkegaard’ın bu kitabını okurken işlediği toplumla -aradan yüzyıllar geçmesine rağmen- şimdiki çağdaki toplum arasındaki benzerlikleri okuyunca şaşıracak ve medyanın insanlar üzerindeki etkisini bir kez daha göreceksiniz.

KİTAPTAN ON ALINTI

Asil ve iyi eylemler çağı geride kaldı, şimdiki çağ ise peşinen tanınmış olduğunda bile beklenti çağıdır. Kimse belirli bir şeyi yapmaktan tatmin olmuyor, herkes hiç olmazsa yeni bir kıtayı keşfetmiş olmanın yanılsamasına yaslanan düşüncesiyle pohpohlanmış hissetmek istiyor.

Bizim çağımız özünde anlayış çağıdır ve ortalama olarak belki de herhangi bir önceki nesilden daha bilgilidir, ancak tutkusuzdur. Herkes çok şey biliyor; hepimiz hangi yöne gitmemiz gerektiğini ve gidebileceğimiz tüm farklı yolları biliyoruz, ama kimse hareket etmeye istekli değil. Sonunda biri içindeki yansımayı yenebilseydi ve harekete geçseydi, o zaman hemen binlerce yansıma bir dış engel oluşturacaktı. Yalnızca bir planı yeniden gözden geçirme önerisi coşkuyla karşılanır; eylem tembellikle karşılanır.

Devrimci çağ bir eylem çağıyken bizim çağımız reklam ve tanıtım çağıdır.

Eğer insan olma kapasitesine sahipseniz, tehlike ve düşünceliliğiniz üstünde, var oluşun haşin hükmü, sizden bir insan çıkarmaya yardım edecektir…

Halkla aynı görüşü benimsemek aldatıcı bir tesellidir, çünkü halk yalnızca soyut olarak oradadır. Bu sebeple hiçbir çoğunluk halkın olduğu kadar kesin haklı ve muzaffer olamazken, birey için çok da fazla teselli edici değildir; çünkü halk tüm kişisel teması yasaklayan bir hayalettir.

Halk pişman olmaz – o, hiçbir şeyi gerçekten küçümsemez; sadece küçük bir eğlencenin peşindedir.

Halk her şey olduğu kadar bir hiçtir, iktidarlar arasında en tehlikelisi ve en siliğidir: Adamın biri ortaya çıkıp halk adına tüm ulusa seslenebilir ve halk hâlâ tek bir gerçek insandan daha azdır, her hâlükârda önemsizdir. ‘Halk’ nitelemesi tefekkür çağının aldatıcı bir hokkabazlığı eliyle üretiliyor; bu yolda kendisini bu canavarla özdeşleştiren birey üzerinde, somut gerçekliklerin yoksul göründüğü bir karşılaştırmada göklere çıkaran çağ eliyle…

İnsan ve insan arasındaki sadakatsizlik ve sadakatten yakınmak dünyada alışılmadık bir şey değildir ve çoğu zaman durum gülünçle sınırlanır. İlişki bir farklılık ilişkisi değil, ne yazık ki, karşılıklı benzerliğin sadık bir imgesi, iki değişmiş kişi arasındaki ilişkidir. Yeni yanlış anlamalar, her biri ayrı ayrı kendini suçlamak ve anlayış bulmak yerine, her biri diğerinin suçlayıcısı olarak birlikteliklerini sürdürüyor.

Hepsinden önce birey kendi düşüncesinin bağlarını koparmalıdır, bunu yapana değin özgür değildir. Bunun yerine, kendisini etrafındakilerin düşünceleriyle yapılanmış muazzam hapishanede bulur, çünkü kendi düşüncesiyle kurduğu ilişki nedeniyle o etrafını çeviren düşünceyle de aynı zamanda kesin bir ilişkisi vardır.

Konuşkanlık nedir? Konuşmak ile susmak arasındaki hayati ayrımı ortadan kaldırmanın sonucudur. Yalnızca özünde nasıl sessiz kalacağını bilen biri gerçekten konuşabilir ve eylemde bulunabilir. Sessizlik, içselliğin, içsel yaşamın özüdür.

Kendini kaybetmişleri veya her anlamda bütünüyle yoldan çıkmış olanları anmayacağım bile: Onlar para için köpek rolünü oynayanlardır…

İnsanın hiçbir şeye saygı duymamakta ısrar ederek sürekli yükseklerde kalmaya yetersiz olması insan doğasının asli bir hakikatidir.

Bugünün gençleri arasında herhangi bir konuyu derinlemesine kavrayışla, dört başı mamur bir şekilde öğrenme neredeyse düşünülemez; bunu gülünç bulacaklardır.

KURBAN OLAN İBRAHİM Mİ, YOKSA İSHAK MI? – KIERKEGAARD

KİERKEGAARD VE BİREYİN İNŞASI

Fransız Devrimi toplumsal yapının temelinde meydana gelen önemli bir dönüşüme işaret eder. Monarşiye ve mutlak tahakküme karşı başlatılan isyan yepyeni bir ‘yurttaşlık’ kavramının önünü açarak, farklı bir düşünsel zeminin oluşumuna ortam hazırlar. Yurttaşlığın sırtını yasladığı birey çözümlenmesi, belki de inşası gereken bir mevcudiyet halini alır. 19. yüzyıla damga vuran düşünürlerden Søren Kierkegaard da felsefi anlayışı itibariyle ve kullandığı kavramlarla, merceğini bireye çevirecek olan varoluşçuluğun erken dönem temsilcilerinden ve öncülerinden biri olur. Kierkegaard’a ait, Paris Yayınları tarafından Bülent Tokdemir’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan ‘Şimdiki Çağ: Başkaldırının Ölümü Üzerine’, bireyi esas alan yazarın medyaya, toplumsallığa, dine, otoriteye yönelik çarpıcı tespitlerini barındırıyor.

Din ve felsefe Kierkegaard’ın düşünce dünyasını ve onu birey üzerinden düşünmeye sevk eden koşulları anlamak için onun nasıl bir ailede ve dönemde doğduğuna bakmak gerekiyor. 1813’te, Kopenhag’da doğan Kierkegaard, sıkı bir Hıristiyan olan babasının teşviki üzerine çocukluğunda katı bir din eğitimi aldı. Çocuk yaşlarda böyle bir arka plana sahip olması, Kierkegaard’ın gelecekte felsefe alanında yön ararken bir dayanak noktası oluşturmasını sağlayacaktı. Dini, inanç sahasında kabul eden Kierkegaard, birey üzerine düşünürken dönemin felsefi akımlarından etkilendi. Hegel’in sistematik felsefesine ve onun ortaya koyduğu bütünselliğe mesafeli yaklaştı. Felsefe dünyasını o dönemde etkisi altına alan bu yaklaşımın bireyi görmezden geldiğini savundu. Bu açıdan, Kierkegaard’ın iki ayrı yazısından oluşan ‘Şimdiki Çağ Başkaldırının Ölümü Üzerine’ 19. yüzyılın bu önemli düşünürünün bireyci felsefesine ve toplum eleştirisine iyi bir bakış sunuyor.

Kitaba ismini veren ilk bölümde, Kierkegaard 1789 Fransız Devrimi’ni izleyen dönemin bir eleştirisini yapıyor. Tefekkür meselesini ele alırken, eylemin temeline ‘tutku’ kavramını yerleştiriyor. Hegel’in başını çektiği sistematik felsefenin getirisi olan bu tefekkürün miskinliğe yol açacağını dile getiren Kierkegaard, yanıltıcı olması muhtemel emareler üzerinden düşünmenin negatif bir durum olduğundan bahsediyor. Din değiştirme söz konusu olduğunda ise Kierkegaard bunun temelinde ataletin yattığını söylüyor. Bu tür bir paradoksla düşüncelerini ifade ederken, halk kavramını da masaya yatırıyor.

“Halk ev sahibidir, tüm insanların bir araya gelmiş halinden daha da kalabalıktır, ancak, asla gözden geçirilemeyecek bir bedendir, hatta temsil dahi edilemeyecektir; çünkü bir soyutlamadır.”

Bu durumun, halkın devlet tarafından araçsallaştırılmasının önünü açtığını anlamak pek güç değil. Tahakkümün her türlüsüne karşı duran Kierkegaard, bu konuda da tavrını ortaya koyuyor. Dinin kurumsallaşmasına karşı çıkarak bireyin Tanrı’nın inayetini bizzat hissetmesi gerektiğini savunuyor. Devlet tarafından dayatılan dini kimliğin inancın doğasına ters olduğunu dile getirirken, bireyin yerini alan halkı ‘iktidarların en tehlikelisi ve en siliği’ şeklinde nitelendiriyor. Bireye de darbe vuran bu dönüşümden sıyrılmanın Tanrı’yı keşfetmekten geçtiğini belirtiyor.

Kitabın ikinci bölümünde ise Kierkegaard, farklı konular üzerine yoğun tartışmaları bir kenara bırakıp din meselesine yoğunlaşıyor. ‘Deha ile Havari Arasındaki Fark’ başlıklı bu bölümde Kierkegaard parlak zekâyla Aziz figürünün karşılaştırmalı bir analizini yapıyor. Kierkegaad’ın nasıl bir dindar olduğunu anlaşılır kılacak bu yazı, maddi ve ilahi olan arasında bir ayrım oluşturuyor. Otoriteye dair önemli tahlillerde bulunurken, bunu Tanrı’ya olan inançla bağdaştırması farklı bir yorumun önünü açıyor. Kierkegaard, şüpheciliğin, otorite yoksunu kişilerin kendilerini Tanrı’yla aynı kefeye koymalarını sağladığını belirtiyor. İlahi otoritenin gücünü inançtan aldığını ve bu nedenle maddi gerçekliğin aksine derinlemesine ele alınamayacağını dile getiriyor. Dehayı estetik sahasına dâhil ederken, inancın böyle bir şemsiye altında düşünülemeyeceğine vurgu yapıyor.

Wittgenstein’a göre… Kendinden sonra gelen felsefecileri derinden etkilemiş, Wittgenstein’ın 19. yüzyılın en önemli düşünürü dediği Søren Kierkegaard’ın bireyi farklı katmanlarıyla ele alan, iki bölümden oluşan ‘Şimdiki Çağ Başkaldırının Ölümü Üzerine’ Fransız Devrimi’ni izleyen döneme ışık tutuyor. Devrim çağının tutkusunun yerini nasıl derin bir tefekkürün aldığını anlatan Kierkegaard, ataletin karşısında eylemin sürekliliğini savunuyor.

Artun Gebenlioğlu 10.07.2017 – Agos


Şimdiki Çağ: Başkaldırının Ölümü Üzerine, Yazar: Søren Kierkegaard,  Çeviri: Bülent Tokdemir, Paris Yayınları, 96 sayfa.

FRANZ KAFKA’DAN MİLENA’YA MEKTUPLAR: “BİRLİKTE YÜRÜDÜK MÜ BİLMİYORUM”

Kafka, kısa yaşamında iki kez aynı kızla olmak üzere üç kere nişanlanmış olsa bile hiç evlenmedi. Aşkı yaşamının son yıllarında beraber olduğu Dora Dymant’ta buldu. 1923 yılında Baltık kıyılarında bir sayfiye merkezinde tanıştığı Dora’yla veremden ölümüne kadar iki yıl birlikte olabildi. Aşağıda yayınladığımız mektupların sahibi ve Kafka’yı almancadan çekçeye çeviren kadın olan Milena Kafka ile sadece umutsuz ve uzak bir aşk yaşadı. Birbirlerini görmeden dostça başlayan mektuplar kısa bir süre sonra tutkulu aşka dönüştü. Fakat Kafka nişanlı, Milena ise evli ve mutsuzdu. Üç yıl süren bu mektuplaşmalarda iki ya da üç kez buluşabilseler de  bu büyük aşk serüveni, hep platonik olarak kaldı. Fakat yine de Kafka öldüğü zaman Milena mezarı başında günlerce bekledi.

Sevgili Bayan Milena,

Size Prag’dan, sonra da Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız -onun için yazıyorum bugün sakın kırmış olmayayım sizi? (Ne kaba bir elim olmalı ki, isteklerime böyle aykırı davransın.) Ya da -daha kötüsü- “Bugünlerde biraz soluk alıyorum” demiştiniz, belki bu iyi günleriniz geçti, gene sıkıntılarınız başladı, kim bilir? Sizi kırmış olmam kuşkusuz yersiz, biliyorum, söyleyecek sözüm de yok bu konuda; ama rahatsızsanız, ne fena, öğüt de veremem -ben kim, öğüt vermek kim?- yalnız şunu sormak istiyorum: Neden biraz ayrılmıyorsunuz Viyana’dan? Başkaları gibi yurtsuz değilsiniz ki! Bohemya’ya gidip dinlenemez misiniz? Ama belki bilmediğim nedenlerden ötürü Bohemya’ya gitmek istemezsiniz, öyleyse başka bir yere gidin… Meran’a gelsenize! Hiç geldiniz mi buraya? İki şey bekliyorum sizden: Ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki: “Üzülme, iyiyim”, ya da yazacaksınız bana. Ne tuhaf… Yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla getiremiyorum da gözümün önüne, pastanede, masaların arasından geçip gidişinizi çok iyi anımsıyorum. Biçiminizi, giysinizi görür gibiyim.

Meran – Urıtermais Ottoburg Pansiyonu Candan Kafka

Sevgili Bayan Milena, Çevirilerle didiniyorsunuz o sıkıntılı Viyana dünyasının içinde. Bir bakıma utanç, bir bakıma da mutluluk veriyor bu bana. Bu arada Wolff’dan mektup almış olmanız gerekir, yazacağını çok önceleri bildirmişti bana. Bir katalogda adı geçen “Öldüren” öyküsü benim değil, bir yanlışlık olacak; ama en iyi öyküm olduğuna bakılırsa, belki de doğrudur, bilmiyorum. Son mektubunuzla ondan bir öncekinden anladığıma göre üzüntüleriniz, sıkıntılarınız geçmiş, kocanızınkiler de öyle olmalı, ikiniz içinde bunu ne denli dilerim bilirsiniz. Bir pazar öğleden sonrası geliyor usuma, yıllar önceydi, rıhtımda miskin miskin bir aşağı bir yukarı geziniyordum, kocanıza rastladım. Karşılaşmış olmaktan ikimiz de sevinçli değildik. Değişik anlamlarda da olsa, ikimiz de “kafa şişirmede usta” sayılırdık. Birlikte yürüdük mü bilmiyorum, belki yalnız selamlaştık; önemli değil zaten. Çok eski, geçmiş bir anı bu, yenilenmemeli, gömülü kalmalı. Eviniz güzel mi?

Meran – Unlermais Ottoburg Pansiyonu

Sevgili Bayan Milena, iki gün bir gece süren yağmur şimdi dindi, geçicidir bu dinme belki, gene de kutlanmaya değer, size yazarak kutluyorum bunu. Dayanılmayacak gibi değildi bu yağmur; küçük de olsa yabancı bir çevrede olmak erinç veriyor kişinin yüreğine, çevrenin yabancılığından geliyor bu. Yanılmıyorsam siz de -kısa süren, yarı yarıya sessiz geçen bir buluşma unutulamıyor anlaşılan- Viyana’da yabancı olmaktan sevinçliydiniz ilk günlerde. Sonraları, birtakım etkilerle bu sevinciniz geçmiş olabilir. Geçtiyse, hoşlanıyor musunuz gene de yabancı bir çevrede olmaktan? (Hoşlanıyorsanız iyi bir belitti sayılmaz, belki de hoşlanmamanız gerekir.) Ben burada iyiyim. Bu ölümlü dünyada daha çok bakımı taşıyamaz bedenim. Odamın balkonu bahçeye değin uzanıyor; balkon sarmaşıklardan, çiçeklerden geçilmez bir halde (hava çok tuhaf burada, Prag’da böyle havalarda sular donar, balkondaki çiçekler tomurcuklanırdı). Güneşle burun bulunayım hep (daha doğrusu koyu bulutlarla örtülü bir gökle, yoksa bir haftadır güneş yüzü görmedim); kertenkelelerle kuşlar -birbirlerine hiç de yakışmayan bu yaratıklar- beni görmeye geliyor. Meran’a gelmenizi ne denli isterdim! Geçenlerde “soluk alamıyorum” diye yazmıştınız. Tanımlamanız pek uyuyor, buraya gelirseniz azalır bu sıkıntınız.

Candan selamlarımla F. Kafka

Sevgili Milena Sizin de ciğeriniz dernek! Bütün gün kafamda evirdim çevirdim bunu, başka şey düşünemez oldum. Hastalık beni ürküttü sanmayın, anlattıklarınızdan çıkardığıma göre öyle olmasını da dilerim- çok hafif başlamış sizde. Bu hastalığın (Batı Avrupa’nın yansı az çok ciğerlerinden hasladır), kendimden biliyorum, üç yıla yakındır kötülüğünden çok iyiliği dokunda bana. Uç yıl önce, bir gece yarısı kan boşanmasıyla başladı bende. Her yeni şeyde olduğu gibi heyecanlanıyor insan, korkuyor da tabii; hemen kalktım (sonradan öğrendim ki, hiç kımıldamamak gerekirmiş) pencereye gittim, dışarı sarktım, odada dolaştım, musluğa gittim, yatağın üstüne oturdum -kanama hiç dinmemişti bu arada. Ama üzgün değildim, biliyordum kan durunca., üç dört yıldır sürüp gelen uykusuzluğum sona erecekti. Durdu kan. (0 gün bugün bir daha da olmadı.) Ben de sabaha değin deliksiz bir uyku çektim. Ertesi sabah hizmetçim geldi. (0 zamanlar Şönbrun’a uzak oturuyordum.) İyi, candan, bönce bir kızdı. Kanı görünce: “Yandın doktor” dedi, “uzun sürmez ölürsün artık.” Ama ben kendimi her zamankinden daha iyi duyuyordum. İşe gittim, ancak öğleden sonra doktora uğradım. Ondan sonrası pek önemli değil, anlatmaya değmez. Şunu söylemek isliyorum size: Beni üzen hastalığınız değil. (Anılarıma dayanarak kendimi inandırmaya çalışıyorum, o duygulu inceliğinizin yanında köylülere özgü bir esenliğiniz var sizin. Onun içinde olmaz diyorum; bu bir uyarı belki, yoksa ciğerleriniz hasta değildir.) Beni üzen, beni düşündüren bu hastalığın nedeni. “Param yok, çay ekmekle yaşıyorum. İkiden sekize çalışıyorum” diye yazmıştınız. Neyse geçelim bunları, bunlar benim anlayamadığım şeyler. Belki mektupla da anlatılamaz, karşılıklı oturup konuşmak gerekir bunları. Geçelim diyorum ya, mektupta geçebiliyorum, mektuplar yoksa bir an bile usumdan çıkmıyor. Sizde bu hastalığı ortaya koyan şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Kendim inicini biliyorum, zaten birçoklarında neden birdir. Şöyle oluyor: Beyin yüklenen üzüntüleri, acıları çekemez duruma geliyor. “Benden bu kadar’ diyor, “bu bütünün ayakta durmasını önemli bulan biri varsa, yardım etsin bana, azaltsın yükümü, belki yaşamını sürdürürüz biraz daha.” Akciğer hemen -yitirecek çok şeyi olmadığına göre- buradayım diyor. Beynimle ciğerimin bu pazarlığından haberim olmadı, ama bu pazarlığın korkunç olduğunu şimdi atılıyorum. Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz? Belki de hiç önemli değil. İyi bakılırsanız hemen atlatabilirsiniz. Bunu yakınlarınızın, sizi sevenlerin bilmesi gerekir. Bencil düşüncelere de yer yok artık. Nasıl? Bu da bir kurtuluş değil mi işte? Haksız mıymışım? Yoo. Hayır, şaka yapmıyorum, hiç de sevinçli değilim, ta ki yaşamınızı daha iyi, daha sağlıklı düzenlediğinizi yazıncaya dek. Son mektubunuzu okuduktan sonra, niçin Viyana’dan ayrılmıyorsunuz diye sormuyorum artık, anlıyorum şimdi. Ama Viyana’ya yakın çok güzel yerler de var, oralarda da dinlenir, kendinize gelebilirsiniz. Görüyorsunuz ya, başka şey yazamıyorum bugün. Bence bundan daha önemli bir şey de yok. Yarın başka şeylerden söz açarını, defter için teşekkürü de yarına bırakıyorum: Dokundu bana, utandırdı beni, ama sevindirdi de. Durun, bir şey daha demek istiyorum size: Çevirilerime bir saniyelik uykunuzu verecek olursanız, bunu kendim için utanç sayarım. Günün birinde bu işten yargılanmak gerekirse, çok neden aramaya kalkışmadan; uykusuzluğu onun yüzündendi diyecekler, suçlayacaklar beni haklı olarak. Yapmayın derken, kendimi düşünüyorum, kendim için yalvarmış oluyorum.

Sizin Franz K.

Milena’ya Mektuplar

PETRA NACHTMANOVA ANADOLU ÂŞIKLAR MÜZİĞİ VE “SAZ” BELGESELİ

“Saz kalbin anahtarıdır” Petra Nachtmanova, Avusturya’da Polonyalı bir anne ile Çek bir babanın kızı olarak dünya geldi. Ana dilleri Lehçe, Çekçe ve Almancanın yanı sıra, Türkçe de dahil sekiz dil konuşabilen sanatçı, İngiltere’de tarih ve Berlin Humbold Üniversitesi’nde Orta Asya kültürü eğitimi aldı. Hayatı ise ‘Türk Mahallesi’ olarak bilinen Berlin’in Kreuzberg semtindeki cemevinde tanıdığı saz ile değişti. Çocukluğunda klasik müzik eğitimi alan Nachtmanova, Rönesans Barok müziğine yönelmeyi planlarken, bir anda halk müziğine merak sararak 11 yıl önce eline aldığı sazı bir daha hiç bırakmadığını belirtiyor.

Nachtmanova; “Berlin’den Horasan’a sazın gizemi peşinde” sloganıyla yola çıkarak Berlin’den başladığı yolculuğunda; Balkanlardaki gizli köyler üzerinden İstanbul’a, oradan Anadolu’nun tepelerini aşarak Kafkas Dağlarına ve Azerbaycan âşıklarına ulaşarak, sazın doğduğuna inanılan Horasan Bölgesi’nde dolaştı çaldı, söyledi kayda aldı. Bu kayıtları da ‘Saz’ adlı belgeselinde bir araya getiren Nachtmanova; Berlin-Kreuzberg’de tanıştığı sazın efsanevi köklerini aramak için yola çıkıyor, Bosna, Arnavutluk, Bulgaristan, Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan ve İran duraklarında saz çalan üstatlarla bir araya geliyor. “Saz kalbin anahtarıdır” diyen Nachtmanova buluştuğu bu insanlarla saz vasıtasıyla kalplere dokunan bir gönül bağı kurduğunu söylüyor.

Alternatif link >>

“Berlin’de cemevinde gördüğüm sazı tanımak istedim. Beni büyüleyen bu sihirli aletin büyüsünü görmek istedim. Onu sadece çalmak bana yetmedi. Nasıl bir şeydir, kimlerin elindedir görmek bilmek ve anlamak için filmi çektik. Saz filminde çok sayıda şarkı var, 12 dil konuşuluyor. Her gittiğimiz yerde başka bir özelliğiyle karşımıza çıktı. Sazı Anadolu’da tarlada, harmanda, çeşme başında çalanla da karşılaştık, onunla zeybek çalanı da gördük. Karlı ve soğuk Kafkas dağlarında takım elbise giymiş, kravat takmış insanların elinde de saz vardı. Bosna’da kocaman iken, Arnavutluk’ta küçücüktü” 

“Gittiğimiz her yerde insanlar saza yoldaş gibi bakıyorlar. Biz bu yoldaşın peşine düştük. Büyük bir zenginlikle geri döndük. Sazda müthiş dünyalar ve hikayeler var. Gittiğimiz coğrafyalarda en çok Anadolu insanları saza derinlik katıyor. Sazda güzellik var. Sazda güç var, özgürlük var. Yaşam biçimi var. Saz kimseye ırkçılık yapma hakkı vermiyor. Saz uluslararası bir çalgı. Herkesin müzik aleti. Anadolu’da çok dilde çalınıyor. En çok erkeklerin elinde var. Ancak sazı çok güzel çalan çok kadınla da karşılaştım. Ben Berlin’de bir enstrüman tanıdım ve onun peşine düştüm gidiyorum. Beni bundan sonra nereye sürükleyecek bilmiyorum”

SAZ – Belgesel Film [İzle]

“Roots Revival Series (Kökleri Canlandırma Serisi)” projesi, benzersiz ve yenilikçi bir yaklaşımla dünyanın farklı bölgelerinden yeterince temsil edilmeyen türlerin müzikal mirasını tanıtmayı ve diğer kültürlerde aracısız bakış açıları sağlamayı amaçlamaktadır. Anadolu Aşık dünyanın müzikal çeşitliliğini ve mirasını tanıtmayı hedefleyen uzun soluklu bir performanslar dizisinin ilk performansı. Mehdi Aminian ve Ioana Aminian tarafından başlatılan ve geliştirilen bu dizi, Roots Revival ve Viyana’daki Odeon Tiyatrosu arasındaki bir işbirliğinin sonucudur.”


Live performance of the first season of Roots Revival Series, dedicated to the interpretation of Anatolian Ashik music. Odeon Theater in Vienna, 18th November 2021. Roots Revival ensemble: Helene Glüxam – contrabass Nora Thiele – percussion David Six – piano Mehdi Aminian – ney, setar, vocal Ashik representative: Petra Nachtmanova – Saz, dotar, vocals Roots Revival Series: 1 00:36 – Kul Ahmet’in “Seher yeli nazlı yare” – düzenlemesi Mehdi Aminian 09:13 – “Arix” – Helene Glüksam tarafından düzenlendi 14:27 – Aşık Veysel, Nora Thiele’nin düzenlediği “Dünyada tükenmez Murat var imiş” 24:08 – “Moria (op.103)” – David Six’in bir kompozisyonu – “Moria kampına” ve tüm terk edilmiş insanlara ve acılarına bir övgü 35:06 – Nora Thiele’den solo perküsyon 41:40 – “Gökte uçan telli turnam” – orkestra tarafından düzenlenen geleneksel Anadolu şarkısı 45:47 – Nesimi Çimen’den “Bağışla beni” – dotar ve piyano için aranjman 50:00 – “Bahar” (1. çekim) – Mehdi Aminian’ın bir kompozisyonu – Mir’e bir övgü 53:06 – “Bahar” (2. çekim) – Mehdi Aminian’ın bir kompozisyonu – Mir’e bir övgü – Ahmet Arif’in şiiri 01:04:17 – Zaralı Halil’in “Karadır kaşların” – vokal ve ney için aranjmanı 01:07:19 – “Ey aşkeri” – müziği Ruhi Su’ya, sözleri Yunus Emre’ye – düzenlemesi David Six’e ait 01:15:00 – Encore – “Gökte uçan telli turnam” – topluluk tarafından düzenlenen geleneksel Anadolu şarkısı

ONAT KUTLAR: BU SORUYU MUTLAKA SORACAKSIN/ NE KALACAK BİZDEN GERİYE?

BİR SORU (NE KALACAK BİZDEN GERİYE?)

Akşamüstü oturdum yol kıyısına Düşündüm Ne kalacak bizden geriye Balkan yaylasından ve bozkırlardan Kafdağlarına giden şu bulut Sonsuz mevsimlerle esmerleşen Şu toprak ve derin çınar ağacı Biz yokken de vardı..

Çocukların şu gülen sarı feneri Ayışığı Ve ıssız balkonlarda Kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları Aynı mandalda kurutan güneş Çayırda gölgeler bırakacak Dalgın yeryüzünde çekilirken..

Kalabalık çarşılara tortusu Çökecek Tüccarın kanpazarından Mezarlığa taşıdığı paranın Değirmeni döndüren ter ırmağı Kuruyunca ardında tuz kalacak Ve bir anı öfkeli işçilerden..

Sinirli kediler bir tekir şerit Olacak Ve bir çöl esintisi Dörtnala kaybolan arap atları Bir çavdar haritası çizecek Bozkırı terkeden tarla faresi Kuş tüyleri gökyüzünün camını Buzlu yazılarla donatacak..

Her şey değişiyor ama ne yapsak Duracak Tarihin uzun duvarı Taşlara kırmızı izler bırakan Ve aynı kıyıdan yürüyen köle Silecek kralların adını Gene de karanlık dağ başlarında Yarın bir kin gibi hatırlanacak Kanlı soy ağacının dalları..

Kiraz ve kamıştan kavalımızın Sesleri Dağılıyor havada Bir kuyu ağzından geçiyor gibi Rüzgarı mor fistanlı zamanın Bu güzel şarkı da unutulacak Kıyımlar, acılar, kanlar içinde Savrulurken yaşadığımız günler Bu soruyu mutlaka soracaksın.

Ne kaldı, ne kaldı bizden geriye?


Onat Kutlar

 

KAĞIT ÜZERİNDE YAŞAMAK – YUVAL NOAH HARARI

Yazının icadı milyonların hayatını organize eden ve nehirlerin, bataklıkların, timsahların gerçekliğini yeniden şekillendiren güçlü kurgusal varlıkların görünürlüğünü sağladı. Aynı zamanda insanların gerçekliği soyut semboller aracılığıyla deneyimlemesine imkan tanıyarak bu kurgu varlıklara inanmayı kolaylaştırdı.

Avcı-toplayıcılar günlerini ağaçlara tırmanarak, mantar arayarak, yaban domuzu ve tavşanlarını kovalayarak geçirirdi. Günlük gerçeklikleri ağaçlar, mantarlar, yaban domuzu ve tavşanlardan ibaretti. Çiftçiler tüm gün tarlalarında toprağı sürerek, hasat toplayarak çalışıp mısır öğütüp çiftlik hayvanlarına bakardı. Gerçeklikleri çıplak ayaklarının altındaki çamurun hissi, sabanı çeken öküzün kokusu, fırından yeni çıkmış sıcak taze ekmeğin tadından oluşuyordu. öte yandan antik Mısır’daki katipler vakitlerinin büyük bir kısmını okumaya, yazmaya ve hesap yapmaya ayırırdı. Gündelik gerçekleri kimin hangi tarlaya sahip olduğunu, bir öküzün ne kadar ettiğini, köylülerin yıllık ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyen parşömenlerin üzerindeki mürekkep izleriydi. Bir katip iğne uçlu kaleminin ucuyla bir kasabanın kaderini belirleyebilirdi.

İnsanların ciddi bir kısmı modern zamana kadar okuma yazma bilmiyordu fakat zamanla tüm önemli yöneticiler gerçekliği yazılı metinler aracılığıyla görmeye başladılar. İster antik Mısır’da, ister 21. yüzyıl Avrupa’sında olsun, okuyup yazabilen elitlerin gözünde bir parça kağıda karalanmış her şey ağaçlar, öküzler ve insanlar kadar gerçekti. 1940 baharında Naziler kuzeyden Fransa’ya girdiğinde Yahudi nüfusu ülkeyi güneyden terk etmeye başladı ama sınırı geçmek için İspanya ve Portekiz vizesine ihtiyaçları vardı. Hayatlarını kurtaracak kağıt parçasının peşinde çaresizce koşuşturan on binlerce Yahudi, diğer göçmenlerle beraber Bordeaux’daki Portekiz Konsolosluğunu kuşattı. Portekiz hükümeti Fransa’daki görevlilerine, Dışişleri Bakanlığından onaylanmamış başvurulara vize vermelerini yasaklasa da, Konsolos Aristides de Sousa Mendes otuz yıllık kariyerini çöpe atarak bu karara itaat etmeyi reddetti. Nazi tankları Bordeaux sınırına yaklaşırken Sousa Mendes ve ekibi zamana karşı, gece gündüz demeden, neredeyse uyumadan çalıştı; Sousa Mendes yorgunluktan bayılmadan önce binlerce vize hazırlamıştı.

Bu göçmenlerden herhangi birini kabul etmeye pek de gönlü olmayan Portekiz hükümeti, itaatsiz konsolosu dışişlerinden ihraç etti ve eve dönüş yolunda kendisine eşlik etmesi için muhafız bile yolladı. İnsanların sözlerine itibar etmeyen yetkililer, belgelere derin bir saygı duyar. Sousa Mendes’in emirlere karşı gelerek verdiği vizeler Fransız, İspanyol ve Portekiz bürokratların hepsi tarafından kabul edildi ve 30 bine yakın insan Nazilerin ölüm kamplarından kurtarıldı. Yalnızca plastik bir mühür kuşanmış Sousa Mendes, soykırım boyunca tek başına girişilmiş en büyük kurtarma operasyonunu başarıyla tamamladı.

Aslında sıklıkla kutsal belgelerin olumsuz etkilerine rastlarız. Sousa örneği sadece istisnadır. 1958’le 1961 yılları arasında Çin’de, Mao Zedong ülkesini hızla bir süpergüce çevirmek isteyince Büyük Atılım adını verdikleri bir hareket başlattı. Üretim fazlası tarımsal ürünleri kullanarak endüstriyel ve askeri projelerini finanse etmeyi amaçlayan Mao, tarım üretiminin ikiye, hatta üçe katlanmasını emretti. Karşılanması imkansız istekleri, Pekin’deki hükümet yetkililerinden bölgesel yöneticilere, hatta taşra şeflerine varıncaya dek en alt yönetim kademesine kadar ulaştı. İtiraz etmeye korkan ve üstlerine yaranmak isteyen yerel yöneticiler, tarım üretiminde etkileyici veriler beyan ettikleri hayali raporlar düzenledi. Uydurulmuş rakamlarla dolu raporlara, yetmezmiş gibi bürokratik hiyerarşinin her kademesinde bir sıfır daha eklendi ve veriler abartıldıkça abartıldı.

1958’e gelindiğinde Çin hükümetine sunulan yıllık tarımsal üretim miktarı, gerçek rakamın yüzde 50 üzerindeydi. Raporlara inanan hükümet, Çin nüfusunu doyuracak kadar yiyecek ayırdığını düşünerek yabancı ülkelere silah ve ağır iş makineleri karşılığında milyonlarca ton pirinç sattı. Gelinen noktada tarihte yaşanan en korkunç kıtlık felaketinde milyonlarca Çinli canından oldu.

Bu süre zarfında Çin’in tarım mucizesini anlatan hevesli raporlar dünyada karşılık buluyordu. Tanzanya’nın idealist başkanı Julius Nyerere, Çin’in başarısından çok etkilenmişti. Tanzanya’daki tarımı modernleştirmek isteyen Nyerere, Çin’i model alan kolektif çiftlikler kurmakta kararlıydı. Karşı çıkan köylülerin üzerine geleneksel köyleri yok etmeleri için orduyu ve polisi gönderen Nyerere, yüz binlerce köylüyü zorla kolektif çiftliklere yerleştirdi.

Hükümet bu çiftlikleri minyatür cennetler olarak pazarlıyordu, ne var ki çoğu çiftlik yalnızca kağıt üzerinde mevcuttu. Başkent Darüsselam’da yazılan raporlar şu günde, şu kadar kasaba sakininin şu çiftliğe yerleştirildiğini belirtiyordu. Oysa kasabalılar gönderildikleri yere vardıklarında kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey bulamıyordu. Ev, tarla ya da hiçbir araç gereç yoktu. Yetkililerse Başkan Nyerere’ye büyük başarılar raporlayıp duruyordu. On yıl içinde Tanzanya, Afrika’nın en büyük gıda ihracatçısı konumundan dış yardımlar olmaksızın kendi halkını bile besleyemeyecek gıda ithal eden bir ülkeye dönüştü. 1979’a gelindiğinde Tanzanya’daki çiftçilerin yüzde 90’ı kolektif çiftliklerde çalışarak ülkenin tarımsal üretiminin yalnızca yüzde 5’ini karşılayabiliyordu.

Yazının tarihi, bir dizi talihsizlikle dolu olsa da etkin yönetimdeki payı düşünüldüğünde, en azından hükümetlerin gözünde, kazanından bedellerine ağır basıyor. Hiçbir yönetici bir kalem oynatmayla gerçekliği değiştirebilmenin cazibesine karşı koyamaz. Eğer sonuç bir felaket olursa daha hacimli kayıtlar tutmak, daha fazla yasa çıkarıp emirler yağdırmak nasılsa çare olacaktır.

Yazı dili, gerçekliği betimlemenin en mütevazı yolu olarak kabul görürken zamanla gerçekliği yeniden şekillendirmenin güçlü bir aracına dönüştü. Resmi makamların raporları çıplak gerçeklerle karşılaştığında, kendinden ödün veren taraf genellikle gerçeklik oldu. Vergi kurumları, eğitim sistemleri ya da herhangi bir bürokratik durumla muhatap olmuş herkesin bildiği gibi, gerçekler bir şeyi değiştirmez. Belirleyici olan her zaman elinizdeki formlarda yazanlardır.

Yuval Noah Harari Homo Deus/ Yarının Kısa Bir Tarihi Türkçesi: Poyzan Nur Taneli

DOSTOYEVSKİ: BİR İNSANIN SEVİLMESİ İÇİN GERÇEK YÜZÜNÜ GÖSTERMEMESİ GEREKİR!

İsyan

— Sana bir itirafta bulunmak zorundayım, diye başladı İvan. Ben oldum olası yakınlarımı sevmek nedir bilmedim. Bence, özellikle yakınlar sevilmez de uzaklarımız sevilir. Bir zaman, bir yerde, “Merhametli Yohan”ın (bir ermiştir bu) kapısını fakirin biri çalmış. Aç, üşümüş bir halde ısınacak bir köşe istemiş. Ermiş onu kendi yatağına almış, kötü bir hastalıktan cerahatlanmış, pis kokan ağzının içine soluk vermeye başlamış. Eminim ki, bunu kendini zorlayarak, yakınını sevmek ödevini yerine getirmek için yalana katlanarak yapmıştı. Bir insanın sevilmesi için kendini göstermemesi gerekir; yüzünü gösterdi mi, sevgi ortadan silinir.

— Bundan Staretz Zosima da zaman zaman söz açardı, dedi Alyoşa. O da, insan yüzünün sevgide tecrübesiz olanlara çoğu zaman engel olduğunu söylerdi. Ama insanlığın sevgisi boldur, hemen hemen İsa’nın sevgisine benzeyen bir sevgidir bu, bunu biliyorum İvan…

— Ben henüz bilmiyorum, anlamıyorum da… Benim gibi daha pek çok insan bulunduğuna da inancım var. Ama bu, insanların kötü huylu olmalarından mı geliyor, yoksa yalnızca yaratılışları gereği mi kabul edilmeli, sorun burada. Bence, İsa’nın insan sevgisi dünyamıza göre mümkün olamayacak, mucize gibi bir şeydir. Gerçi o, bir Tanrının oğluydu; biz değiliz. Diyelim ki, derin bir acım var; karşımdakinin acımın ölçüsünü tam olarak öğrenmesi olanaksızdır. Çünkü o hiçbir zaman benliğime giremez, sadece bir başkası olarak kalır. Üstelik herhangi bir kimse “acı çeken” sıfatını, sanki bu bir rütbeymiş gibi, başkasına kolay kolay kaptırmaz. Buna neden razı olmaz dersin? Çünkü kötü bir kokum, anlamsız bir yüzüm var, çünkü vaktiyle ayağına basmıştım onun!..

Sonra acının çeşitleri var; velinimetim, mesela alık gibi küçültücü, beni aşağılayan acılarımı hoş görür. Ama bir düşünce uğruna acı çekmeyi bana yakıştıramaz, çünkü yüzümü düşünce uğruna acı çekenler için hayalinde canlandırdığı tipe uygun bulmamıştır. O anda beni hemen bütün iyiliklerinden yoksun kılar, üstelik bunu kalbinin kötülüğünden yapmaz. Dilenciler dışarıda hiç görünmemeli, gazete aracılığıyla dilenmelidir. Yakınlarımızı kuramsal olarak, hatta bazen uzaktan sevebiliriz, ama yakından hemen hemen hiçbir zaman sevemeyiz. Her şey sahnedeki gibi olsa, dilenciler balelerdeki gibi ipek paçavralarıyla, yırtık danteller içinde zerafetle dans ederek dilenseler, eh, o zaman zevkle seyredilebilirdi. Seyredilirdi, ama sevilmezdi. Artık yeter bu konu. Ben sadece senin de görüş noktamda birleşmeni istedim. İnsanların acılarından genel olarak söz açmayı düşünüyordum. Belki ortaya attığım görüşle on kat zayıf duruma düşeceğim, ama biz gene de sadece çocuklar üzerinde duralım. Bunda kaybeden de benim tabii. İlkin çocukların kirli, çirkin olanları (hoş, bence çocuğun çirkini yok ya) yakından da sevilebilir, ikinci olarak, çocuklar suçsuzdur; büyüklerden söz açmamamın nedeni iğrenç oluşları, sevgiyi zaten hak etmemiş bulunmaları… Buna karşılık elmayı tadarak iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu öğrendiler, “Tanrılaştılar”… Elma yemekten vazgeçmeyi düşündükleri de yok. Çocuklar bir şey bilmedikleri için henüz suçsuzdurlar.

Çocukları sever misin, Alyoşa? Sevdiğini biliyorum, niçin yalnız onları ele almak istediğimi anlarsın. Yeryüzünde acı çekmeleri babalarının yüzündendir, elma yiyen babaları yüzünden ceza görüyorlar… Ama bu öteki dünyadan gelme, yeryüzünde insan yüreğine tamamen yabancı bir görüştür. Bir suçsuza, hele bu derece masum bir yaratığa başkasının günahları ödetilemez! İstersen bana hayret et Alyoşa, ben de çocukları çok severim. Şuna da dikkat et: zalim, ihtiraslı, vahşi… Karamazov cinsinden insanlar bazen çocuklara çok düşkün olurlar. Çocuklar, tam çocukluk çağında, mesela yedi yaşına kadar büyük insanlardan çok farklıdır, sanki bambaşka yaratıklardır. Hapishanede yatan bir cani tanıyorum. Geceleri hırsızlık etmek için girdiği evlerde çocuk öldürdüğü de olmuştu. Ama, hapishanede yatarken çocukları garip derecede sevmeye başlamıştı. Bütün vaktini penceresinden hapishane avlusunda oynayan çocukları seyretmekle geçiyordu. Küçüklerden birini öyle alıştırmıştı ki, yavrucak sık sık pencerenin önüne geliyordu, bayağı dost olmuşlardı…

Fyodor Dostoyevski Karamazov Kardeşler